Pazartesi, Temmuz 24, 2006

Tarih ve Karşı-Tarih

Tarihçiler, en az edebiyatçılar kadar hayal tutsaklarıdırlar. Bir tarihçi mesleki çalışmalarında iki şeyin izini sürer: Birinci, verileri toplar ve sıralar; ikincisi, verileri belli bir perspektifte yorumlar. Tarihçiği “veri eşeği” ve “laf cambazı” haline getiren bu meşakkatli uğraş sonucunda tarih yazını araştırmalarla şişirilip durmaktadır. Eğer, ölüleri diriltme yarışması yapılsaydı, tarihçiler Tanrı kürsüsünü anında işgal ederlerdi. Hayal zirvesinde tırmanan bu karınca sürüsü çok nadiren doğru taşların altında gezinmiştir. Akıl ordusunun bu saf görünümlü askerleri yazdıkları tarihler kadar tarih canavarıdırlar.
Tarih, asla masumiyet yanı olmayan bir bilimdir. Eğer bilimi modern iktidarın bir gölge düzeni olarak kabul ediyorsak – ki, etmeyen bu düşünceyi henüz edinemediğine yansın – tarih de bu düzenin boğazını doyuran mutfaktır. Bu mutfağın besinlerini etnikler, halklar, toplumlar, insanlar, söylemler, yalanlar, inkarlar ve doğrular oluşturmaktadır. Tarihçi ele mahkum bir aşçı gibi kendisinden beklenen menünü en güzel hazırlamanın telaşıyla çalışır. Mutfağın sahibi iktidar; her gün, her saat ve her an beslenmeyi alışkanlık edinmiş insanlarla psikolojik bir aldatmaca içinde geçmişi bugün uğruna tüketmektedirler. Eğer, tarihçiden “tarihte bir Çingene İmparatorluğu oluşturulması istenirse”, mevcut koşullar altında bu tarihçilik adına yapılmayacak bir şey değildir. Birkaç olgu, verilerin yönlendirilmesi, birkaç okumayı farklı biçimde kaydırmak ve bu iddiaya destek çıkacak bir dizi benzeri makale ve yazı insanların zekasını altüst edeceği gibi Çingeneleri de uygarlığın çekirdek toplumu haline getirmek için yeter ve artar bile. Dilin kemiği yoktur, ama büyüsü vardır. Günümüzde tarih artık büyük devletlerin fizik laboratuarlarında deneylenmektedir. Çağın soylularının beş vakit önce soysuzlar vadisinin haydutları olduğunu gizlemek pek insanî olmasa da, “insanî” sözcüğünün kapsadığı anlam kadar da meşrudur. Hırsızların melekleri tecavüzünden ne hırsız doğar ne melek. Yalanı takılarla süslemek pekâlâ mümkündür, ama bu yapay süsleme “çirkin babanın çirkin kızını” koca sahibi yapması için yeterli değildir. Yani, “insanî olanın alanı” ne kadar genişse, bir o kadar da dardır. Dolu bir çuval ambarı doldurmaz, sadece yer kaplar. İnsan ve insanın oyun masasında harcanan dünyanın da yeri gizemli evren haritasında sadece bir nokta işgal eder. Anaksagoros şu ünlü değiminde ne kadar haklı: “Eğer aslanlar resim yapsalardı, kendi Tanrılarını aslan görünümünde çizerlerdi”.
Günümüzde bilgi cehalet kadar tehlikelidir. Çünkü bilgi, doğuştan edinilmiş simgelerden koparıldı ve hiyerarşik bir bütünün figürleri haline getirildi. Tarih bilimsel anlamda görüntü zenginliği içinde günübirlik beklentileri karşılayacak bir depoya dönüştürüldü. Marietti Foucault’u okurken ince bir ayrıntıyı atlatmamaya epeyce özen göstermişe benzemektedir. Şöyle der, Foucault’un “Bilgi Arkeolojisi” adlı eserine yorumunda: “Düşünce alanlarının varlığı, eğer düşünce kurulmuş ise, düşünce alanlarının kopukluğunu da içerir”. Yani bir Tarih ve Tarih bilimi varsa, karşı bir tarihte vardır. Her orduda askeri disiplin adına sırıtan bir er olduğu gibi, tarih düzeni adına kurgulanan düşünce alanının varlığı içinde konuşturduğumuz zaman feryat edecek karşı tarihi bulgularda bulunmaktadır. Ancak tarihçi psikolog olmadığından – ki, burada “psikolog” benzetmesinin pekte uygun olmadığını itiraf edelim ve biz bunu “dertleşecek insan” olarak algılayalım – haylaz askerin yaptıkları ile değil de, onun içinde yer aldığı tüm bir ordunun macerasıyla ilgilenmektedir.
Çağdaş tarihçilik, klasik anlamda olayların tarihsel olarak çizgisel bir tutanak içinde birbirlerinin peşi sıra dizilişleri prensibini yok ederek, gündem kaygısının şemsiyesi altında derinlemesine bir dalış sergilemektedir. Yani kutsalın kalbi, Kaf dağına mühürlenmiş Prometeus gibi her gün bir yırtıcı kuş tarafından yenilmektedir. Artık yem o gün kime kısmetse.
XVIII. Yüzyıl gibi dünya tarihinin çarpık bir döneminde coğrafi, siyasi, ekonomik avantajları birbiri ardı sıra kontrolü altına alan Batı sahip olduklarının kendince bir algılamasını da yapmaya başladı. Muzafferler perişan ettikleri düşmanlarının kanını kutsamazlar. Tarihte ilke, ilkin olanın değildir, sonuncunundur. Batının dünya ile yumruklaşması araçlar kadar anlamlar alanında da hız sürmekteydi. Yeniler için yeni bir tarih ve yeniden bir tarih her zaman gereklidir. Böylece, bu tatsız ve tuzsuz zaman aralığında çağdaş tarihçilikte dünyanın başını ezecek örs kadar ağırlık kazanmaya başladı. Yamalılar kendilerini yeni giysilerle donattıkça soyağaçlarını da süslemeye koyuldular. Tarihin bu Noel kutlaması insanlığın miladı oldu. Bin yıllara ulaşan cetler, birkaç asırlık çocuğun maskarasına dönüştü. Şeytanın bile kendi aklını geri kalmışlıkla suçlayacağı ince nüanslar, su artıklarının geçirdiği yol boyunca çoğalarak büyük sele dönüşmesi gibi felaketler zincirini hazırladı. Artık insan “yaratılışın zencisi” konumundadır.
Rasyonalizm salgını bütün kayıkları Titanik uğruna yaktı. Bu devasa hilkat garibesinin bir buz dağına çarpası ise an meselesi. G. Bachelard, bu tarihsel yaratılışı “bilgikuramsal aktlar ve eşikler” teziyle tanımlarken “insafın orada adının olmayışına” şaşırmamak mümkün değil. Buna göre, bilgilerin belirsiz ve türü tayin edilmeyen bir yığını kullanımdan kaldırılmakta, mesafeleri yavaş keteden gelişmeler durdurulmakta, onların hepsi yeni dönemler içinde belirlenmekte “empirik kaynaklardan ve ilk güdülenmelerinden koparır, düşünsel karmaşıklıklarından arındırırlar; böylece onlar Tarih hakkındaki çözümlemeden sesiz başlangıçların araştırılmasını değil, ilk habercilere doğru sonu gelmez bir geriye gidişi değil, yeni bir rasyonellik tipini ve onun çeşitli etkilerinin tespitini beklerler” (Foucault, Bilgi Arkeolojisi, s. 15). Böylece yer değiştirmeler ve hal değiştirmelerle geriye dönüş yeniden bölünmeler yapılmaya başlandı. Tarihsel tanımlamalar mecburen bilginin gündeme ilişkin gözlemi içinde yer edinmeye başladılar, gündemsel dönüşümlerle çeşitlenmeye, zenginleşmeye ve bu hareketleriyle birlikte yeniden parçalanmalara yol açtılar. Bunun matematik bir doğru olduğunu kanıtlamak içinde (matematiğin kesin bilim olmasına yönelik inancın dokunulmazlığına sığınarak) M. Serres bu olayı matematik bir teoriye dahi dönüştürdü. Eski tarihçilikte siyasal güçlerin “kutsalı kapmak yarışının” yerini “dünyayı kapmak yarışı” almış oldu. İnsan “eşeğini daha sağlam (daha dünyalı) kazığa bağlamak” yolunda ter akıtmaya başladı. Sanalın olgular yoluyla gerçeğe dönüştürülmesi, yapaylığın zenginleştirilerek inanılır bir doğruya çevrilmesi, tarihin en güçlü olanın ekseninde arz-ı endam ettirilişi, sürekli güncelleşme ve yenilenme hızı çağdaş tarihi ıslah olunmaz bir delinin tıpbilimsel düzeni içine oturttu. Artık aynalarla kader biçen hükümdarlar, kılıcıyla düğüm çözen fatihler, destursuz bağa girmeyen komutanlar, fakihleri önünde eriyen şahlar rafa kaldırıldı. Onların yerini gerekçelerin, matematik hesapların, global kaygıların rakamlarla şişirilmiş iktidar güçleri aldılar. Devasa bir ruhsuzlar hiyerarşisi oluşturuldu. Bu yapı içinde normal dışı bir kıpırdanış can kaybıdır. Demokratik çekirgelerin tarlayı işgali köylüğü emeğini korumasına karşı umutsuzluk içinde eritti. Teknik yönlendirmeler hayati gerçeklerin “a priori” doğruları yerine geçmeye başladı. Böylece, tarih yazgının değil yazanın güncesi haline geldi.
Foucault’la birlikte tarihe, iktidarın eseri gözüyle bakılmaya başlandı. Bu tarz bakan ilk düşünür olarak bizzat Foucault’un kendisi olmuştur. Ancak Foucault “karşı-tarih”ten yazılmayanın tarihini, yani delinin, cinselliğin, suçun tarihini anlamıştır. Bu amaçla derinlemesine bir okuma gerçekleştirdi ve hiçbir tarihçinin cesaret edip değinmediği konuları su yüzüne çıkardı. Foucault’un tarihçiliği bir çeşit direniş odaklarının tarihini oluşturmak, iktidarın işleyişini anlatmaktı. Ancak, karşı-tarih söylemin en derin uçlara doğru inceltilmesi değildir. Karşı-tarih, tarihin içinde, yanında değil bizzat onun karşısındadır. Karşı-tarih, tarihten daha çok tarihtir. Karşı-tarih, bizzat tarihin kendisidir. Karşı-tarih kaynaklar üzerinden bir tezi doğrulamak için göndermeler yapmaz; susar ve tarihi dinlemek ister. Bir kaynağın düşlemelerini, okumalarını, onu dinlemeyi yeğler. Karşı-tarih ölüdür. Anlamayı değil, anlatmaya ilişkindir.

2 yorum:

Mihman dedi ki...

Faydalı bir yazı oldu benim için. Elinize sağlık.
Foucault'ı hep okumak istemiş ve hep ihmal etmiştim. Yazınızla hevesleniverdim. :)

n_marmara dedi ki...

Asıl ben teşekkür ederim Mihman

Şayet okuyacaksanız Foucault'un okunacak tek kitabı var: Kelimeler ve Şeyler
onu tercih ediniz