Salı, Ağustos 22, 2006

Çağdaş Dünya ve Bizim Sorunlarımız

Not: Bu konuşma 4 Ağustos 2006 tarihinde Yalova'da yapılmıştır.
Bilindiği gibi felsefe, Ferdi Ben’le dünya arasındaki ilişkiyi yansıtmaktadır. Nitekim Ferdi Ben, Beşeri ve Milli benlikleri kapsadığından zenginlik ifade etmektedir. Ancak Ferdi Ben, hiçte her zaman kendini anlamada yeterli değildir. Bazı bireylerin kendini anlama çabası milli ve beşeri idrakin ancak belli unsurlarını içermektedir. Daha doğrusu, ferdi idrak duygusallığı, kaygıyı ve irrasyonel olguları ihata etmektedir. Rasyonelleşmiş değerler burada cüzi anlamlar taşımaktadır. Burada ferdi şuur zenginleşse de, bu belirsizdir ve rasyonelleşmiş değerler içinde düşük bir orana sahiptir. Beşeri şuur ve beşeri idrak yüzyıllar boyu insanların dünyaya bakışının rasyonel ifadesini teşkil etmiştir. Burada duygu, duyarlılık ve tepkiden ziyade katılaşmış bilgi egemendir. Oysa insanın dünyaya ilişkin anlayışı çeşitli hiyerarşik aşamalardan geçerek olgunlaşmaktadır. Felsefe genel bilgiler üzerinden ve genel kanunlardan yola çıkarak dünyanın anlaşılmasına çalışmaktadır. Yaşadıkları ülkelerden ve bağlı bulundukları toplumlardan farklı olarak filozoflar dünyayı insani algılarla, insanın benlik prizmasından ve beşeri değerler mevkiinden idrak ederek dünyanın ve insan-dünya ilişkilerinin çeşitli biçimlerini ve yöntemlerini oluşturmuşlardır.

İnsanlığın gelişim tarihine genel baktığımızda bizde dünya tarihinin etnik-milletten milli devlete, oradan da beşeri ideallere ve bütün insanlar için geçerli olan dünya yurttaşı anlayışına, tıpkı Avrupa Birliği idealinde olduğu gibi ortak bir kimliğe doğru yol izlediği düşüncesi egemen olmaktadır. Nitekim Kant bunu doğanın insana yüklediği bir görev olarak tanımlamaktadır. İnsanlığın kendine veya Tanrının veya doğanın vermiş olduğu bu yükümlülüğün boyutları artık netleşmektedir. Yaşanan gelişmeler olayların gidişinin etnik-milli tefekkürden insanların hukuki bağımsızlığına ve ortak beşeri değerlere dayalı küresel bir insanlık cemiyetine doğru olduğunu gizletmemektedir. Öte yandan insanlığın ilk dönemlerine bakılırsa ilk devletlerin ve onların ilmi-felsefi anlayışlarının genel dünya tasavvurlardan ve etnik yapılanmalardan uzak olan mücerret insan-devlet ilişkisine dayanmaktaydı. Zira Platon devletten söz ederken herhangi bir milli gerçeklikten değil, genel anlamda insanlar arasındaki ilişkilerin en uygun biçimde düzenlenmesinden söz etmekteydi. Platon için insanlar arasındaki fark millete değil, sosyal niteliklere dayanmaktaydı. Aristo’da ise devlet kavramı milliliği yansıtması bakımından biraz daha netleşmişse de yine de mücerret insan-devlet ilişkisi esas oluşturmuştur. Çiçeron sosyal birliğin esası olarak hukuk normları ile birlikte sosyal çıkarları da göz önüne tutmuş, ki bu sonuncusu insanların bir halk gibi birleşmesine hizmet eden genel düşünceleri, inançları, gelenekleri ve ilkeleri içine almaktaydı. Buna rağmen adalet herkese eşit münasebet talep etmekteydi. Adalet prensipleri ve birlikte yaşamak ilkeleri herhangi bir milli kimliğe bağlılığı esas almadan herkese eşit mesafedeydi. Böylece Çiçeron’da genel insani ilkeler, kurallar ve yasalar milli değerlerin üzerinde yer almaktaydı. Roma İmparatorluğunda devletin bünyesinde milli kimliklerin ve kültürlerin barınması Roma Hukukunun âliliğine engel teşkil etmemekteydi. Çeşitli dinler, gelenekler ve görenekler, kültürler ve diller bir üst sistem içinde birleşiyorlardı. Latince resmi dil olsa da, bazı elit çevrelerde Yunanca da işlevini korumaktaydı. Eyaletlere vardıkta ise burada da yerel diller kendi etkinliklerini sürdürmekteydiler. Diller ve kültürlerin totaliterliği ve çeşitli medeniyetler ortamında tek yasal devletçilik ilkelerinin oluşması çağdaş dönemde insanlığın gerçekleştirmek istediği sosyal-siyasal bir ideale denk düşmektedir. Böylece, insanlık kendi gelişiminde büyük bir atlama yaparak, olumsuzluğu inkar ederek sentez oluşturma tutkusunu yakalamıştır. Ancak burada kurgulanan senteze daha yakın temasta bulunmak için Hegel kuramının ikinci aşaması olan antitezin epeyce karmaşık bir yapıya sahip olduğunu da hatırlamak gerekmektedir. Klasik devletçilik modellerinin tahlili antitez aşamasının da iki aşamadan geçtiğini, dinle başlayıp millette tamamlandığını ortaya koymaktadır. Roma İmparatorluğu sınırlarında Hıristiyanlığın yayılmasıyla ve nihayetinde devlet dini muamelesi görmesiyle zamanla din hukuku sıkıştırmaya başladı. Basit devlet idare anlayışı yerine karmaşık kilise-devlet ilkeleri ikame edildi. İslam dünyasında ise halife dini lider ve siyasi yönetmenliğin başı olarak bütün idare etme mekanizmasını kendi tekelinde tutmaktaydı. Hıristiyanlıktaki kilise-devlet çatışması bu şekilde İslam’da ortadan kaldırılmıştır. Bunun nedeni İslam’da dinle hukukun tekil olması ve şeriatla (fıkıh) ihtiva olunmasıydı. İslam kendisi bütünleştirici bir seciye taşımaktaydı. Bundan dolayı da hukuk, ahlak ve medeniyet birlik halindeydi. Din aynı zamanda bir hayat anlayışı olduğundan millilik unsurunun bağımsızlaşmasına olanak tanımıyordu.

Ama Avrupa’da devletler dinden (kilise’den) ayrılarak milli devletçilik sürecine girdikleri dönemde İslam dünyası hâlâ birleştirici unsur gibi dinin kendisini görmekteydi. Çağdaş dönemde Avrupa artık bu antitez sürecini tamamlayıp olumsuzluğu inkar sürecine, yani yeniden hukuki devlet aşamasına girmiş bulunmaktadır. Batı bu temelde birleşme zeminini ararken Doğu dünyası hâlâ yenice milli devletler sürecine geçmiştir. Bu adımı İslam dünyasında ilk defa Türkiye (1923 yılında) atmıştır.

Batı’da Tanrısal yasanın devlet yasasıyla yer değiştirmesinde ve Kilise-Devlet ayrımından doğan Dünya İktidarı ve salt anlamda Kendini Bilen İnsan kavramının doğuşunda bence en önemli etken Batı’nın iki kanaldan Doğu’yu takip etmesi olmuştur: Birinci kanal Endülüs, ikincisi Osmanlı idi. Batı’da “Devlet Aygıtı” kuramının savunmacı bir zihniyet tarafından üretildiğini “Kapitalizm ve Şizofreni” adlı kitabıyla Fransız felsefeciler Deleuze ve Guattari ortaya koymuşlardır. Onlara göre, “kapitalizm, Batı’nın savunmacı yapısından ileri gelen şizofrenik bir girişimdir”. Yine onlara göre, Batı’da modern çağın başlarında, yani XV-XVI. Yüzyıllarda yaşanan fikri ve teknolojik gelişme yanında şehirleşme ve burjuvazi olgusu da kendini korumaya, savunmaya ve direnmeye yönelik bir anlayıştan doğmuştur. Her iki filozof açık biçimde Batı’daki bu gelişmeyi harekete geçiren gücün “Göçebe Devlet Aygıtı” olduğunu söylerler. Çağdaş Batı literatüründe Göçebe Devlet aygıtı ve genel anlamda Göçebelik “barbarlık eşittir yamyamlık”la aynı kabul edilmektedir. Ama bugün biliyoruz ki, Göçebelik tarihte yerleşiklik üzerine konumlanmış bir anlayış olup ve yerleşiklikten üstün sayılmıştır. Tarihte ortaya çıkan Göçebe güçler yerleşiklikten neşet etmişlerdir. Benim kanımca Batı anlayışında Göçebeliğin küçük görülmesinin nedeni Roma olmuştur. Çünkü Batı Rönesans’la geçmişe dönüş yaparken üstün ve yerleşik Avrupa uygarlığının temellerinin atıldığını gördüğü Yunan ve Roma’nın Göçebelerce yıkıldığını fark etmiştir. Öte yandan Avrupa modern çağın başlarında kendisi de Osmanlı karşısında savunmacı ve bir anlamda kendi kıta değerleri içinde sıkışmış yerleşik olduğundan ve gelişmekte olan yeni Devlet Aygıtı da bu savunmacı ilkelere dayandığından Göçebeliği kendisi için yok edici olarak değerlendirmiş ve Göçebeliğe karşı olumsuzluğunu daha sonra fikri anlayış düzeyinde hepten mahkum etmiştir. Bugün biz Avrupa’nın göçebeliğe karşı ve artı iyice kavramsallaşan kuramını edindiğimizden yerleşikliği tarihi mirasımızın bir parçası olan göçebelikten üstün kabul etmiş bulunuyoruz. Bu da bizim çağdaş tarihçilik anlayışında Batı’ya ne denli bağlı olduğumuzu gösteren bir diğer husustur.

Neyse, Osmanlı karşısında Avrupa’nın geleceği için ilk iki temel tezin XVI. Yüzyılın başlarında Erasmus ve Machiavelli’den geldiği görülmektedir. Erasmus, Doğu ve özellikle İslam’ı Endülüs kanalından, Machiavelli ise Osmanlı kanadından gözlemlemiştir. Her ikisinin de düşüncesinde görülen farklılık da buradan ileri gelmektedir. Ama her ikisi de kuram üretmemiştir. Ancak her ikisinin de tezi Avrupa’da sırasıyla benimsenmiştir. XVII-XX. Yüzyıl Batıda Machiavelli düşüncesinin etkin olduğu görülürken, XX. Yüzyıl ve günümüzde Erasmus düşüncesinin ağır bastığı görülmektedir.

Erasmus’un gözlemlediği Doğu Endülüs’tü ve Endülüs o dönemde doymuş, insanileşmiş ve daha evrensel kaygılarla ilgileniyordu. Bundan dolayı Erasmus “soyut bir insan anlayışına dayalı Evrenselci düşünceyi” temel aldı. Ama Machavelli’nin gözlemlediği Osmanlı atak, sert, haşin, fetih duygusu gittikçe artan bir süreç yaşadığından ve Avrupa’yı her geçen gün biraz daha köşeye sıkıştırdığından Machavelli tezini “somut güç ilişkilerine dayalı bir yerel iktidar düşüncesi” üzerine oturttu. Ancak her ikisi de tam bir ilke ortaya koymuş sayılmaz ve genelde kendi kimliklerini koruma kaygısı ile hareket etmişlerdir. Gerçekten de Erasmus bir kuramdan çok bir bakış ve bir hayat anlayışı sunarken; Machavelli devlet mantığını her türlü kaygının önünde gören bir anlayış geliştirmiştir. Zira o, iktidarı kullanana, hiçbir ilkeye bağlanmamasını önermekten başka bir şey yapmamıştır. Ancak Machavelli’nin anlayışı Avrupa krallıklarının daha fazla işine geldiğinden sonraki dönemde daha etkin oldu. Avrupa Machavelli’den vazgeçip Erasmus anlayışına ancak doğuma ulaştığı, dünya egemenliğini eline geçirdiği ve artık kendi değerleri doğrultusunda yeni bir dünya kurmak istediği zaman dönmüştür. Bu yüzden günümüzde sıkça kullanılan evrensel bir yasa tutkusu ve dünya insanlığı anlayışının egemenliğine olan inancın yaygınlaşmasına - ki bunun adı Küreselleşmedir – şaşmamak gerekmektedir.

Ben Çağdaş Avrupa’nın, Doğu’yu gözlemleyerek yok oluşun eşiğinden yükselişe geçtiği düşünüyorum. Bunun için şu kanıtı verebilirim. Biz maalesef Endülüs’ün Avrupa’ya kazandırdıklarını henüz tam bilmiyoruz ve öğrenmiyoruz. Örneğin, II. Dünya Savaşının sonlarına kadar Avrupa aydınlarındaki İspanya tutkusunun nedeni pek açıklanmaz. Hatta J. P. Sartre “Akıl Çağı” romanındaki kahramanını sürekli İspanya hayranlığı ile bize tanıtmaktadır. Neden İspanya?

Çünkü İspanya Endülüs üzerine kurulmuştur. Ve İspanya gerçekten de Doğu düşüncesini kendince özümsemiş, ama kendi değerleri içinde bu düşünceye bir evrim geçirerek yapılandırmıştır. O denli ki büyücü Nostradamus bile Endülüs’teki Arap kitaplıklarından yararlanmaktaydı. Nostradamus’un Latince’de daha iyi Arapçayı bildiği bir gerçektir. Sadece 1450 yılında – ki artık bu dönemde Endülüs çöküşün eşiğinde idi ve 1492 yılında da ortadan kalkacaktı – İspanya’da 150’den fazla Yahudi ve İspanyol tercüman vardı. Bu tercümanlar Arapçadaki eski Grek, Mısır (İskenderiye), Hint, İran ve İslam eserlerinin neredeyse tamamını Latinceye kazandırmışlardı. Latincenin XIX. Yüzyılın ortalarına kadar bir bilim dili olmasının nedeni de budur aslında.

Ayrıca ikinci bir kanıt olarak şunu gösterebiliriz. Bugün kullandığımız Batılı bütün kavramların üretim yeri İspanyadır. Örneğin, Machavelli’nin Hükümdarı yayınlanmasından (1532) beş yıl önce Francisco de Vitoria İspanya’da “iletişim hakkına ya da ticaret özgürlüğüne dayanarak, modern ve özgün bir uluslararası hukuk kuramını oluşturacak” dersler veriyordu. Bugün, Avrupa’daki “serbest piyasa ekonomisi ve ticari serbestlik” kuramı buna dayanmaktadır. Vitoria, haklı savaş kuramıyla, hükümdarın keyfi eylemlerini engelleyecek, savaşçıların haklarını kısıtlayan modern konvansiyonların fikir babasıdır. Batı’da savaş için meşruluk ilkesi bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bu kuramı Domingo de Soto 1532’de, Alonso de la Veracruz 1536’da daha da geliştireceklerdir.

Machiavelli’nin kitabındaki hükümdara “ne istersen yap” dediği sırada İspanyol antoni de Montesinos 1511’de başlattığı, Pedro de Cordoba’nın, Bartolome de Las Casas’ın, Vasco de Quiroga’nın ve sayısız başka İspanyol düşünürün sürdürdüğü bir Modern İnsan Hakları harekatı dikkati çekmektedir. Bunlar hükümdara “insanların tabii haklarına zarar veren hiçbir şey yapamazsın” diyorlardı. Yine Antonio de Torquemada, Antonio de Guevara ve antonio de Leon Pinelo “iyi vahşi” rejiminden söz ediyorlardı. Bu, bizim olsun, ama ne denli vahşi olsa da iyi olması için çalışalım bir Avrupa sistemi demektir.

Bitmedi, Dieho Duran, Bernardiono de Sahagun, Jose de Acosta gibi İspanyol düşünürler ancak XIX. Yüzyılda saygınlık kazanacak çok modern bakışlı bir bilimin Antropolojinin temellerini atmışlardır. Yine El Inca Garcilaso de la Vega’nın İknalar üzerine yazdığı ve ancak XVII. Yüzyılda basıldığı kitabı Fransız devrim düşüncesinde ve daha ziyade ütopik sosyalizmin ortaya çıkışında hayati rol oynamıştır.

1520’de Juan Luis Vives evrensel barış için en önemlisi Yoksulluk sorununun çözülmesi olduğunu açıkladı. Bu yoksulluk sorunu kapsamında modern devlete görevler yükleyen bir anlayıştır. Hemen ardından Juan de Robles, Alfonso de Castrillo ve Pedro de Valencia yoksulluk sorununa eğilmekle görevli, eşitlik ilkesine dayalı sosyalizan devlet kuramını oluşturdular. Bu kuram özünde Toprak reformunu da içeriyordu.

Öte yandan Huan de Valdes, alfonso de Valdes, Fernan Perez de Oliva hem Avrupa’da barış, hem de insan haysiyeti gibi güncel kavramları geliştirmeye çalıştılar. Andres Laguna, Jose Ortega y Gasset’in XX. Yüzyılda öngöreceği Avrupa Birliğine ilişkin modern çözümü 1542 yılında ortaya atmıştır.

Bütün bu İspanyol düşünürlerin hepsi Endülüs düşüncesinin içinden çıkıyorlar. Endülüs kaynaklarıyla dünyayı tanıyorlardı. Ve tek amaçları vardı tıpkı Doğu gibi tek vücut bir güç olacak Avrupa. Ama Avrupa, düşünsel olarak önce Machavelli-Bodin-Hobbes kuramının yolunu izledi ve ancak XX. Yüzyılda tek Avrupa anlayışına döndü. Görüldüğü gibi modern düşüncemizde yer edinen Batı terimlerin büyük bir çoğu daha XV-XVI. Yüzyılda İspanya’da ortaya atılmıştır ve bu İspanya Endülüs üzerine oturmuş bir kültüre sahiptir. Bir Yahudi yönetici, 1490 yılında kendilerinin İspanya’dan kovulmamaları karşılığı krala 50 bin bilgin vaadinde bulunmuştur. Bu Endülüst’te eğitim oranının ne denli yüksek olduğunun da bir göstergesidir.

Bugün ticaret etiğinin ve modern iktisat kuramının kuramcısı yine AVI yüzyılda İspanyada ortaya çıkmış ve Martin de Azpilcueta, Tomas de Mercado gibi iki düşünür olmuştur. Bu listeyi bir kitap dolusu uzatabiliriz ve her kuram üzerinde sayfalarca yazılar yazabiliriz. Ben sadece mevcut Batı’nın Doğu karşısında Doğu’ya rağmen ve Doğu’yu öğrenerek nasıl ortaya çıktığına değinmek istedim.

İşte Batı bu serüvenle ortaya çıktı. Ama ortaya çıkmadan önce Batı düşüncesi ortaya çıktı. Ve Batı’nın dayanağı bu düşünce gücünün pratiğe aktarılmasıdır. Günümüzde Batı kendi değerleriyle dünyayı yeniden kurma yoluna girmiştir.

İslam ülkeleri çöküşe geçince, teknik bilim, askeri eğitim falan derken Batı devlet kuramını benimsemeye başladılar. Ki bunun da ile örnekleri Mısır, Osmanlı ve İran’dır. Ardından burada milletleşme süreci başladı. Şimdi başında da belirttiğimiz gibi Batı’da milletleşme olgusu zayıfladığı bir sırada Doğu da bu süreç hızlanmaktadır.


Ancak İslam dünyasının gelişmekte olan ülkelerinde yaşanan sosyal-siyasi ve ideolojik proseslerin içeriğini Batı prizmasından görmek oldukça güçtür. Çünkü Batılı siyasiler hukuki devlete, insanlık cemiyetine doğru ilerleyen bir takım ülkelerin çok özel sorunlarını ve özelliklerini dikkatlice görememektedirler. Onlar bu ülkeleri sadece Batı standartlarına uygun hale getirmek için siyaset yürütmektedirler. Sonuçta kendi içlerinde ideolojisiz bir taraftara dönüştürmeyi amaçlayan Batı devletleri muhtemelen bize yeni bir ideoloji telkin ettiklerini dahi düşünmemektedirler. Nitekim gelişmiş Batı ülkelerinde artık sosyal bir gerçeğe dönüşmüş siyasi-hukuki değerler sistemi bize dışardan telkin edilirken ve üstelik nazari bir öğretinden ziyade kesin reçeteler halinde sunulurken tam bir ideoloji rolünü oynamaktadır.


XX. Yüzyılın sonunda uluslararası çapta yaşanan geniş çaplı sosyal-siyasi gelişmeler, iki dünya sistemi arasındaki mücadelede dengelerden birinin çökmesi, dünyanın en önemli güç merkezlerinden birinin devre dışı kalması ve yenidünya düzeninin şekillenmesi kapsamında her halk, her ülke ve her toplum kendi gelecek gelişim yolunu daha net biçimde belirlemenin yollarını aramaya başladı. Bunun için uluslararası düzeyde yaşanan sosyal-siyasi proseslerin mahiyetini düzgün anlamak ve ülkenin iç ve dış siyasetini dünya çapında gözlemlenen genel gidişat platformuna göre değerlendirmek gerekmekteydi.

Dünya vatandaşlığının oluşması, insanların hukuki anlamda insanlığının güvence altına alınması, söz ve basın hürriyeti, fikir hürriyeti, siyasi renklilik ved. bütün bunlar aşamayla, önceki değerler sistemini yıkıp dağıtmadan bir sentez halinde uygulamaya konulmalıdır. Batı ülkelerinde ideoloji-siyasi akımların tahlili onların liberalizmi sosyalist görüşün bir takım önemli unsurlarıyla zenginleştirdiklerini göstermektedir. Birçok ülkelerde sosyalistler yönetime gelmekte ve sosyalist söylemleri ön plana çıkartmaktadırlar. Bu durumda biz sosyalist ideoloji tarzımızı hangi gerekçeyle geçersiz kılacağız? Oysa sosyalizm hiç de bir takım sınırlı düşünceye sahip şahısların düşündüğü gibi Bolşevizm ve Marksist-Leninist öğretiden oluşmamaktadır. Sosyalist düşünceler Platon’dan beri söylene gelmekte olup, ilerici düşünürlerin öğretileri arasında da yer almıştır. Kuşkusuz XX. Yüzyılda “Yeni Liberalizm” öğretisi özel mülkiyetten ileri gelen eşitsizliğe ve sömürüye karşı mücadele gücünü de kendi bünyesinde taşıması bir tesadüf olmasa gerek. Bundan dolayı yeni dönemde liberalizm öğretisinin sosyalist söylemli öğretiyle entegrasyonu görülmektedir. Klasik Liberalizm, Sosyal Liberalizme ve hatta Liberal Sosyalizme doğru açık biçimde bir dönüşüm geçirmektedir.

Modernleştirme nazariyesinin yandaşları T. Parsons, W. Rostou ve Q. Almond Klasik Liberalizmin konumunu güçlendirmek için liberal plüralizmin daha da gelişmesinden yana tavır takınırlar. Onlara göre, plüralizm her taraftan sosyal oluşuma doğru yol izlese de diğer yandan uyumlu dengeleri de yükseltmektedir. Koalisyonlu siyasi partiler, bağımsız yargı sistemi de sosyal-siyasi entegrasyona hizmet etmektedir. Eğitimin önemine yönelik propaganda, kitle enformasyon araçları ve eğitim kurumları birleştirici roller üstleniyor, genel beşeri değerlerin yaygınlaşması ön plana geçmektedir. Kültür ideolojilere karşı direnmektedir. İdeolojik çatışmadan kültürlerin ve medeniyetlerin çatışmasına yönelik gelişmeler yaşanmaktadır. Ancak bu geçici bir durumdur. Bütün kültürler mahiyet itibariyle aynı yöne dönüktürler ve sosyal gelişime hizmet etmektedirler. Medeniyetlerin çeşitliliği ise çatışmadan ziyade karşılıklı tamamlanmaya hizmet etmelidir.

Çağdaş dönemde dünya çapında gözlemlenen esas gelişmelerden biri milli-etnik ve dini değerlerden dünya değerlerine doğru, ahlaki ve geleneksel hukuk ve yasal değerlere doğru bir yer değişme veya hareketliliktir. Bu girişim özellikle ABD çizgisinden gelmekte ve yenidünya düzeninde yer kürenin coğrafi-siyasi manzarasında ABD’nin rolü ve katılımı arttıkça etkisi daha da artırmaktadır. Oysa Batı dünyasının kendisi de tek tip ve aynı özelliklere sahip medeni-kültürel sistem olamayıp, birbirlerinden köklü biçimde ayrılan çeşitli tarafların sentezidir. Burada özellikle ABD ve Avrupa arasındaki farklar ölçü alınmalıdır.

Avrupa milli devletlerin klasik özelliklerinin tarihi gelişim sürecinde yaklaşması ve ulusal duyguların genel beşeri ideallik vahdetinde şekillenmesinde ile seçildiği halde, ABD daha başından beri pragmatik düşüncenin ve hukuki-siyasi değerlerin milli-kültürel değerlere nispeten içgüdüselleşmesiyle ile seçilmektedir. İki dünya sistemi arasındaki mücadele Komünist ideolojinin hezimeti ve Batı değerlerinin zaferiyle tamamlandıktan sonra dünyanın siyasi görünümü de ciddi biçimde değişmiştir. Dünyanın iki süper devletinden biri olan SSCB’nin çöküşü ile dünyada iki kutuplu güç dengesi tek kutba indirgenmiştir. ABD’nin askeri ve siyasi egemenliği ideolojik-siyasi ve medeni-manevi süreçlere de etki etmeye başladı. Sonuçta “Batı Dünyası”nın kendi yapısında da yeni gelişmeler kendisini açığa vurmaya başladı. ABD’nin siyasi rolünün artması Avrupa’da uyum hızını artırdı. Bu girişim ekonomik ayarda, muhtemelen dünyayı tek kutuplu gelişim tehlikesinden kurtarmak ve bununla Batı kültürünün içeriğini muhafaza etmek “güdüsünden” doğmaktaysa (nitekim rekabetin korunması ve plüralizm, özellikle de ekonomik plüralizm kapitalist toplumun içeriğinde yer almakta ve gelişimin esas temelini oluşturmaktadır), ideolojik-siyasi boyutta tam aksine ABD örneğine ve onun dünyasallaşmış değerlerine ulaşmak isteğinden ileri gelmektedir.

Avrupa’nın entegrasyonu muhtemelen ABD örneğine benzeyen Birleşik Devletler biçiminde yürümesi çok zordur. Avrupa ulusal devletleri istese de, kendi milli-tarihi geleneklerinden ve spesifik özelliklerinden vazgeçemez. Yani şimdi Avrupa’da yaşanan her yönlü entegrasyon süreci ister istemez milli-manevi düzeyde büyük tepkiyle karşılaşmaktadır.

Bilindiği gibi Sovyetler Birliği tek devlet olgusunun oluşturulması ve her yönlü entegrasyonun sağlanması için ciddi engellerden biri olarak gördüğü dini çeşitlilikten vazgeçmiş ve ateist dünya görüşünü ölçü edinmişti. Bir sonraki aşama ise milli farkların da ortadan kaldırılmasıydı. Nitekim buna girişilse de büyük zorluklarla karşılaşıldı. Sosyal-ekonomik gerekçeleri öne süren ve tekil üretim ilişkileri ve merkezi ekonomik yapıda bütün farkları tedricen ortadan kaldırmaya dayalı Komünist ideolojisi kendisini kanıtlayamadı. Pekala bu durumda Yenidünya düzeni hangi ideolojik temellere dayanmaktadır? XX. Yüzyılın sonları ile XXI. Yüzyılın başlarından dünyada yaşanan küreselleşme ve ekonomik entegrasyon sürecinin ilkeleri daha geçen yüzyılın (XIX. Yüzyıl) sonlarında tartışılmıyor muydu? Ancak bu düşüncelerden hemen sonra birleşmenin kimin bayrağı altında gerçekleşeceği sorunu doğunca iki büyük cihan savaşı yaşanmadı mı? Peki, günümüzde değişen ne? Yani, Avrupa Birliği ideali K. Marks’ın düşlediği gibi gelişmiş Avrupa devletlerinin sosyal-ekonomik birliği esas alınarak sosyalist prensipler üzerine yapılanması olarak mı; V. İ. Lenin’in “Avrupa Birleşik Eyaletleri” sloganına uygun biçimde mi; W. Churchill’in belirttiği gibi ABD örneği temel alınarak Avrupa Birleşik Devletlerinin oluşturulması tarzında mı, yoksa bunlardan bağımsız kendine özgü yeni bir yapıda mı olmalıdır?

Şunu unutmamamız gerekir ki küreselleşme ve ekonomik entegrasyon çağdaş dönemde sosyal gelişimin gerekçesi değil sonuçlarından sadece biridir. Gerekçe bilim ve teknolojinin yeni gelişim aşamasına girmesi, bilgi iletişiminin rolünün ve öneminin aşırı düzeyde hız kazanması ve sonuçta çok uzak bölgelerin merkezi enformasyon ağına katılmasıydı. Eskiden engelsiz enformasyon ağının oluşturulması, engelsiz ticaret, bilim ve kültür ağının kurulması için mutlaka askeri ve siyasi yöntemlere başvurulması gerekmekteydi. Bu mekân ancak siyasi iradeyle ve askeri yolla genişletilebilirdi. Nitekim tarih boyunca büyük medeniyetlerin büyük imparatorluklar ortamında yaşadığı bir tesadüf değildir. Makedonyalı Aleksandr, Sezar’ın askeri-siyasi yürüyüşleriyle Antik bilim ve felsefenin, Helen medeniyetinin, İslam Halifeliği ile Ortaçağ Doğu ilim ve medeniyetinin gelişimi arasında kuşkusuz bir uygunluk bulunmaktadır.

Amerika’da eyaletlerin birleşmesi gerçekleşmeseydi ve sınırlar genişlemeseydi ABD ekonomisi, bilim ve teknolojisi bu denli gelişme gösterecek miydi? Bugün Avrupa’nın birleşmesindeki amaç gümrüksüz ve vizesiz faaliyet olanaklarının oluşması ve genişlemesi, ticaret, teknoloji, bilim ve kültür alanlarının yüksek gelişimine daha geniş ortam açmak değil midir?

Bizim Batı dünyasıyle bağlarımız çağdaşlaşma sürecinde hâlâ oldukça siyasi bir karakter taşımaktadır. Bize kültürün bilim, teknik, ekonomik temellerinden önce demokratik ilkeler, siyasi plüralizm, insan hakları, soysal özgürlükler gibi ve benzeri prensipleri aşılamaya öncelik tanımaktadırlar. Çünkü bu sonuncuları dayatmak daha kolaydır. Bilim, teknoloji, sanayi ve gelişmişliğin kalıcı unsurlarını dayatmak daha zordur. Zira onları doğrudan doğruya oluşturmak gerekmektedir. Bu zorlu görev ise yerel yönetimlerin ve genç milli Türk devletlerinin kendi üzerine düşmektedir. Siyasi sahnedeki “sürekli gelişim” anlayışı bu zor görevin uygulamaya dönüşümüne katkıda bulunmamakla kalmayıp bazen de engellemektedir. Ekonomik temelden ve gerçek sosyal şuur düzeyinden uzaklaşmış, dıştan transfer yoluyla suni liberalleşme ve düzenli demokrasiye yerine demokrasi ve liberalleşmenin ekonomik reformlarla eş ayarda yürütülmesi, tekâmül yoluyla hayata dönüştürülmesi gerçek ve doğru gelişimin başlıca koşuludur.

Hiç yorum yok: