Cuma, Mart 31, 2006


Not: Bu şiir Lermantov'dan tercüme edildi...

Burada,
Demir attım yalnızlığa...
Uyku tutmuyor ve karanlık
Yırtmış yakasını gömleğinin, üzerime...

Burada,
Ağır bir tılsım...
Dokunuyor, bedenime ölüm nefesi
Bütün bir insanlığı benimle gömmek için...

Burada,
Ters edilmiş bir beden...
Ne de kıvrak oynuyorlar
Karanlığa gömülürken...

Burada,
Acıları kulağımda...
Yaşam dipsiz kuyu gibi kazınıyor...
Demir atmış kursağıma...

Ölüm


Ölüm, ey koca kaptan, yelken açalım artık!
Sıkıldık bu ülkeden, Ölüm! Tutalım yolu!
Gök, deniz varsın olsun katran gibi karanlık,
Yüreklerimiz, bilirsin, ışıklarla dolu!

Zehrin dök içimize, dök de güç alalım!
Beynimiz ateşiyle yansın da onun iyi,
Uçurma, ha Cennet, ha Cehennem, dalalım
Bilinmez dibinde bulmaz için yeni'yi!
Baudelaire

Not: bloodia.com/cadilar.htm

Perşembe, Mart 30, 2006

Tarih ve Yıldızlar


Ortaçağ İslam kaynaklar, XII. Yüzyılın en zeki şairleri arasında gösterilen Efzele’d-din Enveri hakkında ilginç bir hikâye aktarmaktadır. Rivayete göre, Horasan Selçuklu Devletinin hükümdarı Sultan Sancar, Belh Oğuzları üzerine sefer edip, mağlup olup ve esir düşmeden önce, başkent Merv şehrinin semaları üzerinde yıldızlar düzensiz bir biçimde seğiriyordu. Astrolojiyle ilgili çalışmalarından dolayı da ün yapan dönemin en ünlü saray şairi Enveri, yıldızların bu hareketine bakarak “yaklaşmakta olan büyük bir kasırganın Horasan’ın şehir ve köylerini yok edeceği” kehanetinde bulundu. Kehanete ilişkin bu giz, bir anda sarayın duvarları dışına taşındı. Başkent Merv halkını büyük bir panik ve endişe sardı. Sokaklar istem dışı hareket eden insanlarla dolmuş, her kesin gözünde gökten inecek kıyamet şoku belirmişti.

İnsan korkunun hedefi haline gelince, ilk iş olarak onu soğuşturmayı, çok daha ciddi ise gizlenmeyi tercih eder. Beyaz Peçelilerin bu eski yurdunun insanları da apar topar şehir sokaklarında tüneller kazıp, caddelerin altını üstüne getirdiler. Saklanılacak barınaklar, korkunun üzerlerinden uçuşup gideceği kuyular olacaktı onlara göre. Ve belirtilen gün geldi. O günün tamamını ve her ihtimale karşı bir ertesi gününü Merviler şehrin semalarına bakmaktan kendilerini men edip yeraltında geçirdiler. Beklenenin aksine, o günlerde Merv semalarında sessiz ve sakin bir hava seyretti. Havanın duruluğundan geceleri doğudan kopup Kabe’ye uzanan büyük hac yolunun aksi gökyüzüne yansımaktaydı. Sultan Sancar, şair Enveri’yi huzuruna çağırdı. Mesnetsizce söylenmiş kehanetini şairin yüzüne vurdu ve onu azarladı. Ancak şair kehanetinde diretince, Sancar’ın sarayından kovuldu. Sonrası birkaç gün içinde şair Enveri, Mervlilerin dilinin maskarasına dönüştü. Alay üstüne alay, hakaret üzerine hakaret yedi. Dönemin hiciv yazarları şiirleriyle onu serseme çevirdiler. Saray soytarıları, şah meclisinde onu karikatürize ettiler. Bunun üzerine pırını pırtını toplayıp Merv’i terk eden şair Nişabur’a doğru yola koyuldu. Daha Nişabur’a varmadan büyük kasırganın Horasan’ı kavurduğu haberini aldı. Büyük imparatorluk kendi küçük tebaaları tarafından yenilmiş, Oğuzlar kendilerine yapılan zulmün kinini kusmak için Horasan’da taş üstünde taş bırakmamaya yemin etmişlerdir. Kasırga Merv’i de vurdu. Kazılan çukurlara sokulanlar teker teker çıkarılıp yargılandı. Şehir üç gün boyunca yağmalandı. Sancar esir düştü. Bu felaketten kurtulanlar Enveri’yi sonraki senelerde bir “peygamber” olarak anacaklardı. Kasırgayı gökyüzünden bekleyen Mervliler ve Horasanlılar bunun kendi türlerinden bir canlı tarafından gerçekleşeceğini hiç hayal etmemişlerdi.

Bazen, insan da yıldız olup, yeryüzünde görülebilir.

Çarşamba, Mart 29, 2006

Bir Sevgiliye Notlar


Tabiat örtünmeyi sever. Örtünmek utanmak mıdır acaba? Yasak meyveyi tadan ilk insana incir yapraklarıyla örtünmeği kim öğretti? Ademin düşün gücü silah yapmakla mı parladı? Yaprak bir silah mıdır?
...

Latinler "soluklanmaya" re-spiratio derler. Sözcük aynı zamanda "yaşama geri dönmek" anlamına da geliyor. Her soluklanma yaşama geri dönmektir zaten. Yaşama dönme, yaşama koşma, koşuşturma. İnsan soluk almayla verme arasında bir varlık. Ha gitti, ha gidecek diye yaşar. Nefes, bir korku anıdır.
26.11.2000

...
Kiekegaard "insan yürüyor da yürüyor" diyor. Durmak için yürüyor, durdurulmak için...
26.11.2000

...
Pavese "" her şair tatmıştır acıyı, şaşkınlığı, sevinci" der. Biran sen geldin aklıma. Hani sen de bir şairdin ya. Nede çok abartmışım, bunu. Şair olmak gönül işi; arzuların peşine takılıp ite kalka süren bir delilik. Deli olmakla, delirmiş olmak arasında fark var. Sen tam ortada.
25.09.2000

Sevgili ...
Kudretin kaynağı güçsüzlük, bilgeliğin sırrı akılsızlık, umudun biçimi delilik, sevginin kendisi nefret. Ve mutluluğa gelince: mutluluk özlemdir.
Dikkat edin, meçhul güzelim. Dikkat edin, süslerin pencere şovu. Ödül için değil, onur için savaşalım demiştin, pek yakışmasada. Ne yapalım; yüreğimi ağzımda kusamam ki. Ayrıca, seven biri aynı yolu izlemez. Sezar haklı: "Jacta est alea" diyor, yani "zarlar atıldı". Özgürlük ancak karşı çıkışta bulunur.
Saat: 19.25.

TÜRKLER VE MOĞOLLAR - I


Not: Bu yazının sunuş kısmı http://www.anlamak.com/ “Çatışmalar: Bir Karşı-Tarih Okuması – Moğollar” adı altında yer almıştır. Bkz. http://www.anlamak.com/xbtu/index.php?q=node/28

Giriş
Bilindiği gibi çağdaş tarihçilik Avrupa merkezli bir uygarlığı temel alarak yerleşik, kültürlü, etkin bir Ari model üzerine oturtulmuştur. Önümüzdeki 10 veya biraz daha fazla bir süre içinde bu modelin çökeceğini varsayıyorum. Bunun için Batı tarihçiliğinde yeterli kadar verinin toplandığı bir gerçektir. Bu modelin zayıflatılması Yahudi kökenli tarih ve kültür araştırmacısının eseri olarak kabul edilmelidir. Yıkılacak olan Ari modelin yerini ise Mısır ve Sami uygarlığı esas alan bir tarih anlayışının alacağı muhakkaktır, hatta inkâr edilmesi güç bir gerçekliktir. Gerçekten de Avrupa kültürünü, düşüncesini, inancını ve bilimsel terminolojisini Mısır ve Ortadoğu kökenli bir düşünce beslemektedir. Buna göre, önümüzdeki birkaç on yıl içinde tarih anlayışı iki eksen üzerine oturtulacaktır: uygarlığın merkezi odağı olan Mısır-Ortadoğu ve onun etkisinde şekillenen Hint-Avrupa uygarlığı. Bu ikinci modelle, Ortadoğu kökenli bizim gibi toplumlar tarihsel bakımdan onurlandırıldıklarını düşünebilirler. Ancak boşuna heveslenmeyelim. Çünkü söz konusu modelle coğrafi bağımız dışında hiçbir ilgimiz bulunmuyor. Veya Sami merkezli anlayışla Arap-İslam dünyası umutlanabilir, ancak İslam din ve düşüncesinin genel anlamda klasik Mısırlı ve Sami yapıya muhalif olduğunu söyleyelim. Şu kadarını belirtelim, günümüzde üzerinde sıkça tartışılan “Ilımlı İslam” anlayışı bu modele zemin hazırlamanın bir giriş eylemidir.

İtiraf edelim ki bugüne kadar Hint ve Çin uygarlıkları ile Mısır, Sami, İran ve Yunan-Roma uygarlıkları arasında yer alan Türk-Moğol dünyası kendi olguları üzerinde temellendirilerek öğrenilmemiştir. Oysa, Türk-Moğol dünyası coğrafi sınırları ölçü alındığında oldukça geniş bir alanı içine almış tek siyasal güç olmuştur. Ancak, ister eski, ister yeni tarih, kültür, edebiyat ve sanat anlayışlarında Türk-Moğol kimliği “vahşilikle” eşit anlama sokulan “barbarlık” ve “göçebelik” diye küçümsenmiştir. Bu küçümseyişin şiddeti o denli ağır ve etkili olmuştur ki bugün hiçbir Türk insanı “göçebe” adını üzerine almak şöyle dursun, adının bu sözcükle birlikte anılmasından dahi nefret eder. Bunun tek anlamı vardır: kendi kimliğimizi savunacak bilgi ve etiğe sahip olmadığımızdan şu anda geçerli olan egemen kimliğin içinde yer alarak medeni olduğumuzu düşünürüz. Bu bir küçüklük psikolojisidir. Mevcut ve egemen kimliğin medeniliği tartışma götürür bir durumdur.

Bu yüzden, bu satırların yazarı, yakın gelecekte yıkılması kaçınılmaz olan Aşırı Ari Modelin yerini alacak Mısır-Ortadoğu Modeline karşı Türk-Moğol dünyasını içine alacak Göçebe Modeli savunmaktadır. Bu yazı bu bakımdan bir karşı-tarih okuması olarak değerlendirilmelidir.

Göçebelerin Dünyası
Göçebelik, asla ve asla “vahşilik” karşılığı olarak kullanılan “barbarlık” değildir. Göçebelik, özünde bir dünyayı tanıma eylemidir. Modern tarih yazıcılığında göçebelere yakıştırılan bütün olumsuz, insanlık dışı, canavarca eylemlerin ve anlatımların elle tutulur hiçbir gerekçesi bulunmamaktadır. Göçebelik, insan gücünün en pratik anlamda kullanılmasıdır. Göçebelik, merkeziyetçi bir olgudur ve dünyayı yönetme hakkını her zaman kendinde görmüştür. Çingiz Han şöyle der: “Dünyanın merkezi bozkırdır”. Göçebe, yerleşik dünyanın sınırında, ama yerleşik dünyaya hükmederek yaşar. O, yerleşikliğin düşmanı, zalimce yağmalayıcısı değil, efendisi ve güvenlikçisidir. Göçebe, yerleşik olanı bir diğer yerleşik güce karşı korur. Göçebe, iyi bir gözlemcidir. O, yerleşiklikten yaranacak olan refahın yayılmacı ve yeni yerleşik kaynaklar edinmek için işgalci olduğunun farkındadır. Bugüne kadar dünyayı en fazla tehdit eden güçler yerleşik güçler olmuşlardır. Sömürü olgusu yerleşik kültürlerin icadıdır. Öte yandan, yerleşik güç dünyasaldır; göçebe ise dünyayı ilahi amaçları için kullanır. Göçebelerin düşüncesi, yaşamı, inancı bu bakımdan hep simgesel özellikler taşımaktadır.

XVIII. Yüzyıla kadar göçebelik, yaşamın en üst zirvesi olarak algılanmıştır. Bugünkü bütün yerleşik kültürler oluşumlarını ve kendi varlıklarını göçebe dünya karşısında tasarlamışlardır. Modern “devlet aygıtı” göçebeliği yenmek amacıyla oluşmuştur. Kapitalizmin şizofren yapısı bu olguyu bastırmak amacıyla şekillenmiştir. Şu kadarını söyleyelim: tarihçiler şu sorunun yanıtını bir türlü veremezler. Moğollar dünyayı fethetme merakına saplandıklarında bütün Moğolistan’ın nüfusu sadece 700 bindi. Oysa, aynı tarihlerde Çin’in nüfusu 80 milyondu. Horezmşahların egemen olduğu Orta Asya’da ise 20 milyon Müslüman yaşıyordu. İran ve geniş Arap İslam dünyasında da bir o kadar nüfus vardı. Doğu Avrupa’nın nüfusu ise 28 milyondu. O zaman, nasıl oldu da, 700 binlik bir nüfus 120 milyondan fazla nüfusa sahip bir dünyayı ele geçirdi? Hiçbir mantık bu soruyu mevcut tarih anlayışının normal yollarından yanıtlayamaz. Bu basit olgu, göçebe zekâsının yerleşik yaşam karşısında ne denli farklı bir güce ve iradeye sahip olduğunu göstermektedir.

Eski Türkler ve Moğollar
Türkler ve Moğollar akraba halklardı. İnanç, kültür, yaşam ve dil olarak aynı çevrenin ürünüdürler. Dilbilimsel veriler, Türk-Moğol dillerinin aynı kökten indiğini göstermektedirler. Ancak, ırksal özellikler göz önüne alındığında Türkler ile Moğollar arasında eskiden beri söz konusu olan bir farklılık görülmektedir. Dilsel akrabalık ile fiziksel farklılık arasında uyuşmayan bu tablonun neden kaynaklandığını belirlemek çok zordur.

Çağdaş Türk tarihçiliğinde ve özellikle günümüzde Türklerle ilgili en erken tarihlerin Sümerlerle başlatıldığına ilişkin görüş yaygındır. Özellikle son dönem Azerbaycan tarihçiliğinde yaygınlaşan bir görüşe göre, Türklerin Altaylardan kopup geldiğini iddia eden görüş yanlıştır. Buna göre, Türkler önceleri Ortadoğu’da yaşıyorlardı, daha sonra Orta Asya’ya, oradan da Altaylara ve Moğolistan bölgesine itilmişlerdir. Selçuklularla kalabalık Oğuz-Türkmen kitlelerinin Ortadoğu’ya gelişi, Türklerin bölgeye ikinci gelişidir. Buna göre, Ortadoğu’da ortaya çıkan Sümer, Hurri, Subar, Turukku gibi ve nice kavimler Türklerin en eski cetleri olmuşlardır. Bu görüş günümüzde yoğun biçimde Azerbaycan tarihçilerince savunulsa da, kökleri XIX. Yüzyılın sonlarına kadar gitmektedir. Böyle bir nazariyeni, Nazım Hikmet’in anne tarafından dedesi, Polonya kökenli olup, daha sonra Osmanlı tebaalığını kabul ederek Müslüman olan ve Mustafa Celaleddin adını alan bir şahıs ilk kez ortaya atmıştır. Ona göre, zamanında Karadeniz küçük bir göldü ve çevresinde Türkler oturmaktaydı. Ancak buzulların erimesi ile deniz seviyesi yükselmiş ve buradaki uygarlık sular altında kalınca insanları dünyanın çeşitli yörelerine dağılmışlardır. Çevredeki bütün uygarlıklar bu yayılmayla şekillenmiştir. Atatürk dönemi Cumhuriyet tarihçiliğinde Anadolu merkezli Türk tarihçiliği bir ara rağbet gördüyse pek tutunamamıştır. Günümüzde özellikle Azerbaycanlı tarihçiler Kür-Araz merkezli eski bir uygarlığı ölçü alarak Türklerin çok eski dönemlerde Doğu Anadolu, Güney Kafkasya ve Mezopotamya’da oturduklarından söz ederler. Bütün bu görüşlerin inandırıcı olması için savunucularının daha çok terlemesi gerekecektir. Çünkü bu iddialar cazip görünmenin ötesinde altı doldurulmamış ihtişamlı sütunlar gibi yükselirler. Küçücük bir dilbilimsel veri karşısında bu ihtişamlı sütunlar bir darbede yıkılacak kadar zayıftırlar. Bu bağlamda küçük bir bilgi verelim. Örneğin, bazı amatör araştırmacılar Sümercedeki bazı sözcükler ile Türk dillerindeki benzer sözcükleri karşılaştırarak Sümerlerle Türklerin aynı olduğuna karar vermekteler. Misal için, Sümercede “ayak” sözcüğü “adak” anlamına gelmektedir. Göktürk yazıtlarında da bu sözcük “adak” olarak geçer. Bu benzerliği esas alarak iki sözcüğün aynı olduğuna ve dolayısıyla bir dilsel akrabalığa dikkat çekilmektedir. Oysa, Göktürk yazıtlarında geçen “ayak” anlamında “adak” sözcüğü “hadak”tan gelmektedir. “Hadak” sözcüğünün de en eski biçimi “fadak” ve Tunguz dilinde korunmuş “padak”tır. Bunun için Sümerce “ayak” anlamında “adak” sözcüğünün de Türkçe olması için “padak” veya ona yakın olması gerekirdi. Dilde seslerin tarihini göz önüne almayan tarihçiler bu yanılgıya düşerek ancak daha geç dönem sözcüklerin ifadesine ve kullanılmasına bakmışlardır. Oysa, Sümerce ile Türkçenin ilk yazılı metinleri Göktürk yazıtları arasında 3000 yıla varan bir boşluk mevcuttur. Günümüzde birkaç on yıl içinde kelimeler ve sözcüklerin anlam ve ifadesi değiştiği halde, nasıl olur da bu 3000 yıl içinde Sümerce ile Türkçe arasındaki kelimeler değişmeden kalmaktadır? Dolayısıyla bu tarz iddialar amatör tarihçilerin gönül verdiği uğraş olarak kalmaktadır. Bunun gibi, rahmetli Osman Nedim Tuna tarafından ortaya konulan Sümerce ile Türkçe arasındaki 300’e yakın ortak kelimelerin birkaçı dışında tamamı yanlıştır. Benzer biçimde Türkiyeli Kazım Mirşan, Selahi Diker, İranlı rahmetli Doktor Zehdabî’nin, Azerbaycanlı Giyasettin Geybullayev, Yusuf Yusufov, Kazak Oljas Süleymenov, Türkmenistanlı Bekmuratov ve diğerlerinin ileri sürdüğü Sümer-Türk akrabalığına ilişkin dilsel ve tarihsel veriler doğruluktan çok uzaktır. Hatta, bunlardan birçoğu “saçma” denilecek kadar komiktir.

Ancak ben, Sümerlerle Türkler arasında akrabalıktan ziyade bir yakınlığın olduğunu düşünmekteyim ve bunun için yeterli olguya sahip olduğum inancındayım. Bir kere Sümer çivi yazılı metinlerinde de belirtildiği gibi, Sümerler Ortadoğu’ya kuzeyden, muhtemelen Orta Asya’nın kuzey-doğu bölgelerinden gelmişlerdir. M.Ö. 2300 yıllarına ait Sümer dersliklerinde dahi bu görüş, o dönemde okullarda okutulacak kadar yer edinmiştir. Öte yandan Sümerlerle Eski Türkler arasında bazı inanç yakınlıkları bulunmaktadır. En etkili örnek ise “Tanrı” sözcüğünün her iki dilde de aynı olmasıdır. Muhtemelen, Sümerlerle Türkler arasında ilişki bir temas veya coğrafi yakınlık ilişkisi olmuştur. Hatta şunu da iddia edebiliriz: Sümerleri M.Ö. 3000 Yılından önceki tarihlerde Baykal bölgesinden Hindistan Keşmir’ine itenler Eski Hunların ataları olmuşlardır.

Bugünkü Baykal, Altay-Sayan, İrtış, Gobi gibi coğrafi sınırlarla çevrilen bölgede belli aralıklarla net biçimde tayin etmekte zorlandığımız bir dizi olaylar yaşanmıştır. Bunlardan ilki M.Ö. 3000 yılında olmuştur. İlk kez bu tarihte Türklerin eski ataları hakkında bilgiler Çin efsanelerine konu olmaktadır. Bu tarihlerde Çin’de efsanevi Hsia Hanedanlığı mevcuttu. Onları kuzey ve kuzey-doğuda Moğolların en eski ataları Junğlar ve Türklerin eski atları Tiler çevrelemişlerdi. Türklerin eski ataları olan Tiler veya Dilerin taşıdığı “Ti/Di” adı “kurt” demektir. Bunlar kalabalık ve geniş topraklara sahip bir topluluk olmuşlardır. M.Ö. X. Yüzyılda bunlar Kırmızı, Ak ve Yeşil olmakla üç gruba ayrılacaklardı. Uygurlar, Bulgarlar, Ogurlar, Ak-hunlar bunların torunlarıdırlar. M.Ö. 3000 yıllarında Tiler’le birlikte Gobi’nin güney uçlarında üç Türk boyu daha oturmaktaydı: Hunlar, H’yenyunlar ve Hun-yular. Bunların aynı olup olmadıkları hakkında çeşitli görüşler vardır. M.Ö. 2600 yılına gelindiğinde bunlarla ilgili görüşler hafiften netleşmektedir. Çünkü o dönemde Çin’deki Sarı İmparator ile eski Türk ve Moğolların ataları arasında ciddi savaşlar başlar. Bu savaşlar sonucunda Çin’deki Hsia Devleti zayıflar. M.Ö. 1764’de ise ortadan kalkar ve Shang Hanedanlığı ortaya çıkar. Shang Devletin döneminde Çin’e dilini, yaşamsal özelliklerini kazandıracak Çin halkı şekillenir. Ancak, Çin ve onu kuzeyden saran Eski Türk-Moğolların ataları arasında savaşlar bir türlü durmaz. Sonunda, Türklerin ve Moğolların ataları galip gelirler. Çin’in kuzeyinde kurulan Jou (Chou) Hanedanlığı köken olarak onlara bağlıdılar. Çin’e Gök Tanrı inancını bunlar getireceklerdir. M.Ö. X. Yüzyıla gelindiğinde Jou’lar Çin’in tamamına hükmederek bu defa kendi soydaşları Eski Türk ve Moğol kavimleri Junğlar, Tiler ve Hunlarla savaşa tutuşmuşlardı. Bu tarihte Çin’in kuzeyinde, Gobi çevresinde büyük bir kuraklık yaşandı. Jou Devleti’nin karşı koyması Hunların, Tilerin ve Junğların Kuzey Çin’de yerleşmesini önleyince tarihin Sümerlerden sonra bilinen ikinci en büyük kavimler göçü gerçekleşti. Hunlar yaşanan kuraklık karşısında kalabalıklar halinde Gobi’nin güneyine doğru inmeye başladılar. Hunların gelişi ile Junğlar Doğu Moğolistan’a göç ettiler. Burada onlardan Tunguzlar, Tatarlar türeyecekti. Tiler ise üç yere parçalandılar. Bir kısmı Çin’deki Jou yönetimine girdi, bir kısmı ise Hunların egemenliğini kabul etti. Geri kalanlar da Baykal’a doğru hareket ettiler. Bu sırada Gobi’nin doğusunda Çinlilerin “So halkı” dediği ve Yunan kaynaklarının İskit, Hint kaynaklarının Saka, Asur kaynaklarının ise İşguzai adını verdiği kavimler yaşamaktaydı. Baykal’a doğru inen Tiler, bunları yerlerinden oynatınca İskitler de önlerinde oturan Kimmerlerin ülkesine saldırdılar. Bunun üzerine M.Ö. IX. Yüzyılda Kimmerler önce Aral çevresine, daha sonra Hazar Denizinin kuzeyinden Kafkasya’ya, oradan da Anadolu’ya kadar geldiler. Bunlar Anadolu’da Frigya ve Lidya devletlerine saldıracaklardı. Ancak Hunlar, Baykal’a doğru kaçan Tileri – ki o dönemlerde Ogur (Ogur ile Oğuz arasındaki fark Ogurların “r”li Türkçe, Oğuzların ise “z”li Türkçeyi kullanmalarıydı) adıyla anılmaya başlamışlardı – kovalayınca, onlar da İskitleri rahat bırakmadılar. Bunun üzerine bütün Ortadoğu, Kafkasya, Kuzey Hazar ve Karadeniz, hatta Kuzey Hindistan ile Afganistan’ı sarsacak olan Büyük İskit göçü başladı. İskitler karma bir topluluktu. Aralarında İranî, Turanî ve Türk kavimler vardı. Egemen boyun Turanî olduğu düşünülmektedir. Turan adı ve kimliği Türklere mal edilmektedir ki bu yanlıştır. Turanî adı verilen bu topluluklar doğu’da Türk-Moğol boyları ile batıda İranî gruplar arasında merkezi Aral bölgesinde oturmaktaydılar. İnanç, yaşam olarak Türklere yakın olup, dil olarak İranî özelliklere sahiplerdi. Daha sonra Roma İmparatorluğu tarafından kabul edilecek Mitraizm inancının gerçek savunucuları bunlardı. İran’a egemen olarak burada Pehlevi kültürünün kurucuları olacak Partlar bunlardandı (Bugünkü tarihçilikte Pehleviler ve Pehlevice Farsların ve Farsçanın eski biçimi olarak kabul edilmektedir ki yanlıştır. Farslar ve Farsça çok sonra miladi IX. Yüzyılda Samanoğulları (821-999) sarayında “saray” anlamına gelen “deri” dili ve kültürü içinde şekilleneceklerdir. Bu açıcan Eski Persleri ve Persçeyi Farsların ve Fars dilinin menşei olarak gören tarih tezi tümden ideolojiktir. En basitinden Persçe ile Farsça arasında dilbilimsel büyük farklar vardır. Persler ile Farslar arasındaki bağlar isim benzerliğine dayanmaktadır).

İskitler bir çok boyu da yanlarına alarak Kimmerlerin peşinden ta Mısır’a kadar gideceklerdir. M.Ö. 623 yılında Mısır’a bir İskit hücumunun olduğunu biliyoruz. İskitler arasında yer alan Türk boylarından benim Eski Ermeni ve Gürcü kaynaklarından tayin ettiğim kadarıyla Ogur ve Hun kavimleri yer alıyordu. Nitekim Batı’ya göç eden ilk Türk boyları Tilerin kolundan olan bu Ogur ve Hun boylarıdır. Bir Gürcü yıllığında M.Ö. IV. Yüzyılda şimdiki Azerbaycan’ın merkezinden geçen Kür nehri kıyısında Bunturk, Honn (Hun) boylarının oturduğundan söz edilmektedir. Bunlar, m.ö. 329 yılında Büyük İskender’le savaşmışlardır. Muhtemelen bunların arkasında Kuzey Kafkasya ve Hazar Denizinin kuzeyi boyunca Bulgar ve diğer Ogur Türkleri yer almaktaydılar. Nitekim Esrmeni kaynakları m.ö. II. Yüzyıldan itibaren Bulgar ve ardından Vgundur (Bayındır) boylarının Güney Kafkasya’ya indiğini yazmaktalar. Hatta bunlardan Vgundur adını alan Bayındır Türkleri şimdiki Kars bölgesine gelip yerleşmiş ve VIII. Yüzyıl Ermeni müellifi Horenli’nin anlattığına göre, miladi V. Yüzyılda bunlar bu bölgede bir devlet kurmuşlardır. Sonuç olarak Ti ve Hunların baskısıyla İskitler üç kola ayrılarak dağıldılar. Bir grubu merkezi Orta Asya olmak üzere Horasan, Afganistan ve Kuzey Hindistan üzerinde etkili oldu. Bir grubu İdil-Ural ve Kuzey Karadeniz bölgesinde egemen olurken, üçüncü grubu da Kuzey Kafkasya’ya geldiler. Burada merkezi şimdiki Azerbaycan’ın Şeki bölgesinde Sakasena olan bir devlet kurdular. Kafkasya İskitleri Anadolu’yu 28 yıl hâkimiyetleri altında tutacak, Asur ve Urartu gibi devletlerle savaşacak ciddi bir güç olmuşlardır. Bunlar, m.ö. 550 yılında ortaya çıkacak Pers İmparatorluğuyla kıyasıya bir mücadele edecek ve hatta Pers Devletinin kurucusu Kiros’un ölümüne ve I. Darius’un da yenilgisine neden olacaklardır. Gel gelelim Gobi bölgesine.

İskitlerin yerlerinden oynatılması üzerine Gobi bölgesi Hunların eline geçti. Hun Devleti yaygın olan bir kanının aksine Mete (doğrusu Mo-dun (m.ö. 209–174) olacaktır) döneminde değil, m.ö. XIV. Yüzyılda kurulmuştur. Hunlar m.ö. XIV-III. Yüzyıllar arasında Çin’le sürekli mücadele ettiler. Ancak pek etkili olamamış ve bu yüzden de Eski Çin yıllıklarında güçlü bir devlet olarak görülmemişlerdi. Hunlar daha çok çevrelerindeki Tilerle ve eski Moğollarla uğraşmışlardı. Tiler bu mücadelelerden dolayı Ogur adıyla Sibirya’nın güneyi boyunca Karadeniz’e kadar yayılacaklardır. Tilerin, Kuzey Çin’de kalan grupları ise daha sonra Ting-ling adını alacaklardır (Ben, Türk adının Ti ve Ting adından gelebileceğini düşünüyorum, ancak Türk ve Ting adlarındaki n/r değişimini açıklayacak bilgiye sahip olmadığımdan bunu sadece bir iddia olarak ileri sürmekteyim. Eğer bu iddia doğrulanırsa, bu durumda Türk adı “kurt” anlamına gelmelidir. Çünkü Çin yazısında Ti/Di adı “köpek/kurt” biçiminde tasvir edilmiştir).

M.Ö. III. Yüzyılda Moğolların ataları Tunguzlar bir hayli güçlüydüler. Tunguz adını, onlara Türkler vermişlerdi. Tunguz, Türkçe “domuz” anlamına gelmektedir. Çünkü Tunguzların başlıca meşgalesi domuz besinciliği idi. Türklerde ise domuz besinciliği hiç olmamıştır. Bir diğer güçlü Türk-Moğol karışımı kavim ise Yüeçiler’di. Hun hükümdarı Teoman zamanında (m.ö. 216-209) Hunlar Yüeçiler’in tesirinde kalmışlardır. Ancak Mete (Mo-dun) bir darbeyle babasının tahtına geçmiş, Yüeçi ve Tunguzları zayıflatarak ve kalabalık Hun, Ti boylarının tamamını birleştirerek ilk Türk imparatorluğunun temellerini atmıştır. Hunlar Mo-dun Yabgu (Çince “şanyü” olarak geçen bu unvanın Türkçesi “yabgu”dur) döneminde yaklaşık 18 milyon km² toprağa sahip olarak kendilerine kadar dünyanın ilk en büyük devletini kurmuşlardır. Gerçekten de Çin İmparatorluğu yüzyıldan fazla onlara bağımlı kalmak zorunda kalmıştır.

Hunların kökeni ve dilleri tarihçilikte çok tartışılmıştır. En nihayetinde de Türk oldukları kanıtlanmıştır. Bugün Eski Çin metinleri arasında yer alan 190 Hunca kelimenin büyük bir kısmının Türkçe olduğu ortaya çıkarılmıştır. Hunların Türk olduklarını ve Türkçe konuştuklarını ise ilk kez tam olarak ünlü Japon tarihçi Shiratori 1902 yılında bir kitabında ileri sürmüştür. Her ne kadar Batı tarihçiliğinde küçümsenmelerine rağmen Hunlar dönemin en ileri toplumu olmuşlardır. Rusça dahil bir çok halkları terminolojik olarak beslemişlerdir. Örneğin, Eski Rusçada geçen “sagaydak” sözcüğü XVI-XVII. Yüzyıllarda Türk ve Moğollarda kullanılmaktaydı ve bu Hunca “sağdak”, yani “ok kılıfı” demektir. Eldeki mevcut verilerden yola çıkarsak Hun, Töles (Ti, ardından Ting-ling denilen topluluk sonradan Töles adını alacaktır) ve Uygur dilleri arasında bağlılıklar mevcuttur. Siyasal anlamda ise Hunlar oldukça güçlü bir örgütlenme olmuşlardır. Devlet 24 boydan oluşmakta ve bunlar da sağ ve sol olarak iki kola ayrılıyorlardı. Askeri anlamda ise Hunlar tarihin ilk düzenli ordusunu kurmuşlardır. Kültürel özelliklerine gelince, Çin kaynakları Hunların kendi dilleri ve yazılarının olduğunu söylemektedir (Ben, Ermenistan’ın Matenadaran Kitaplığında miladi IV. Yüzyıla ait Hunca yazılmış bir İncil’in varlığı hakkında çeşitli kaynaklardan bilgi edinsem de maalesef bu bilgiyi doğrulamış bulgulara rastlayamadım. İncil’in Huncaya tercüme edildiğini ise Bizans ve Ermeni kaynakları bize haber vermektedir. Şayet bu kaynak iddia edildiği gibi Ermenistan arşivlerinde gizli tutulmaktaysa, bulunup ortaya çıkarılması belki de Türk dili ve tarihi açısından bir devrim olacaktır ki hâlâ Ermenilerin hışmına uğramadıysa. Bunun dışında Azerbaycan’da bir köy mezarlığında Hunlara ait, yaklaşık IV. Yüzyıllarda yapılmış bir mezar taşına rastladım. Çevre halkı taşın üzerindeki yazının Hunlara ait olduğunu iddia etmekteler. Gerçekten de mezarın üzerinde eski Göktürk alfabesine benzer işaretlerle birkaç satırlık yazı yer almaktadır. Ancak bu yazının Hunlara mı, yoksa sonraki kuşağa mı ait olduğunu söyleyecek kadar kendimi yetkin görmüyorum).

M.Ö. 48 yılında Büyük Hun İmparatorluğu iki yere ayrıldı. Miladi 216 yılında ise devlet olarak ortadan kalktılar. Hunlar devletinin dağılması üzerine kalabalık Hun boyları Türk-Moğol kökenli Sien-bi ve Ju-juan boylarının baskısıyla çeşitli yönde dağıldılar. Büyük grupları Çin’e yerleşti ve burada 16 krallık kurdu. Bunlardan en büyüğü Çin’in tamamını ele geçiren Toba veya Tabgaç Devletidir. Toba veya Tabgaçların Türk olduklarını kanıtlayacak elimizde bir belge bulunmaktadır. Bu belge Çin kaynakları arasında geçen Türkçe bir yazıdır. Hunca ve Tobanca olan bu yazı büyük Türk dilbilimcisi Talat Tekin tarafından düzgün olarak okunmuştur.

Hunların geri kalanları ise Çingiz Han ortaya çıkana kadar Moğolistan’da oturacaklardı. Üçüncü bir grubu ise Ogur boylarını da hakimiyetleri altına alarak Avrupa’ya kadar geldiler. Avrupa’ya gelen Hunların en büyük hükümdarı Roma’yı dize getirecek olan ve neredeyse Hollanda’ya kadar Hun akınları düzenleyecek Attila’dır. Hunların çöküşünden sonra onların yönetiminden kurtulan Tiler’in bir grubu ise Orta Asya’ya ve Doğu İran’a göç ettiler. Bunlar Kırmızı ve Ak Tilerdi. Onlar burada Hiyon ve Eftalit (Ak-hun) devletlerini kuracaklardır. Moğolistan kalan Hun ve Ti boyları ise önce Sien-bi’lerin hâkimiyetine, sonra Tabgaçların daha sonra da Ju-juan’ların yönetimine girdiler. Bunlardan Ju-juan’lar 350-550 arasında varlık sürmüşlerdir. Ju-juan’lar Türk ve Moğol boylarından oluşmaktaydı. Türk boylarından Tölesler ve Avarplar en fazla etkili olanlardır. Öte yandan, avrupa’da 451’yılında Attila’nın ölümünden sonra Batı Hun devleti çözülmeye başlayınca burada bir sıra Türk hakimiyeti ortaya çıktı. Bulgarlar, Ogurlar, Bit-ogurlar, Uti-gurlar, Kuti-gurlar, Ağaçeriler ve onlarcası. Daha sonra bu gruplar Ju-juan’ların yerlerinden oynattığı ve Sibirya’ya adlarını verecek Sabir Türklerinin hakimiyetine geçtiler. Sabirlerin varlığın aise Avarlar son vereceklerdir.

550 yılında Hunların torunları Göktürkler Gobi bölgesine egemen oldular. “Türk” adını ilk kez devlet düzeyinde bunlar kullanmışlardır. Ancak kavim ve boy anlamında Türk adı daha eskidir. Örneğin m.ö. III. Yüzyılda Bunturklar’ın adında “Türk” adının geçtiği görülmektedir. Miladan sonraki yüzyıllarda “Saylanturk” boy adında da Türk adı görülür. Bunun gibi birçok bilgi vardır. Göktürler Hunlar’dan daha geniş bir sahayı ellerine geçirdiler. Bugünkü bilgilerimize göre, Göktürkler Kuzey Karadeniz’e ve Güney Kafkasya’ya kadar gelmişlerdir. Kafkasya’da ele geçirilen Göktürklere ait çok sayıda taş yapıt bunun bir kanıtıdır. Ayrıca Göktürkler çok sayıda Türk boyunu bir araya getirerek bir tek isim altında birleştirmiş bir imparatorluktur. Onlar Ju-juanları ortadan kaldırınca, Ju-juanların arasında yer alan Avarplar batıya hareket etmiş ve Doğu Avrupa’da Avar Devletini kurmuşlardır. Avarlar, özellikle Bayan Kağan zamanında Bizans haraca bağlayacak kadar güçlü bir devlet olmuştur. Bugünkü Macaristan’da Avarların Türk olduğuna ilişkin bazı yazıların ele geçirilmesi, onların kökenine ilişkin şüpheleri ortadan kaldırmıştır.

Böylece, VI. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde Çin’den Batı Avrupa’ya kadar uzanan geniş sahada üç büyük Türk devleti mevcuttu: Çin’de Toba veya Tabgaç, Moğolistan’dan Kafkasya’ya kadar Göktürkler, Doğu Avrupa’da ise Avarlar. 555 yılında Göktürkler tarafından ortadan kaldırılan Ak-hunlar devletinin bakiyeleri ise Afganistan’a, İran’a ve Kuzey Hindistan’a yerleşmişlerdir. Hint kaynaklarında onlardan Huna, Türk adlarıyla söz edilmektedir.

Salı, Mart 28, 2006

Fuzulî Divanı'nın Yeni Baskısı Şart


Fuzulî Divanı’nın yeniden bir neşrine gerek duymaktayım. Böyle bir şiir üstadı Batı’da olsaydı kim bilir neler olurdu. Divan’ın en güzel baskısı rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı’ya ait olup, İnkılap Kitapevinden çıkmış. Daha sonra Akçağ’da bir baskısını gerçekleştrdi. YKY’dan da bir “Leyla ve Mecnun” kitabı çıktı. Bunun dışında Ali Nihat Tarlan’ın üç ciltlik bir Fuzulî şerhi eseri var. Ayrıca çeşitli biçimlerde gerek “Su” kasidesini içine alsın, gerekse de Varlık Yayınlarından basılan haliyle küçük bir gazeller kitapçıcı olsun irili ufaklı yayınları da bulunmaktadır. Ama bu yayınların hepsinde büyük eksikler vardır. Bir defa ne olursa olsun hiçbir yayıncı Fusulî’nin dilinde sadeleştirme yapamaz. Bunu yaparsa da belirtmesi gerek. Örneğin “eşk” sözcüğünü “ışk” okumanın ne alemi var, anlamış değilim. Yine bütün yayınların büyük okuma yanlışlıkları bulunmaktadır. Örneğin istisnasız bütün yayınlarında bir sözcük hep “gözgü” olarak geçmiştir. Bunun doğrusu “güzgü”dür ve “ayna” demektir. Yine bir çok yerlerde “cihan” sözcüğü “can” olarak geçer. Ne alaka? Örneğin:

Degilsen çoktan ey gerdun can seyrinde yoldaşım.

“Can seyri” olur mu? Doğrusu şudur:

Degilsen çoktan ey gerdun cihan seyrinde yoldaşım.

Edebiyatçıların bunlara dikkat etmesi gerekir. Yanlışlıklar gazelin behr (Aruz ölçüsü)’de de bir sıralama bozukluğuna yol açmaktadır. Bunun gibi yüzlerce yanlış. Örneğin, “iyar (Y)- ayar (D)”, “çerhi din (Y) – çerhi dun (D)”, “ışşak (Y) – üşşak (D)”, “görüp (Y) – giyip (D)” ve niceleri.

Birde dilbilimsel hatalar mevcut. İstisnasız bütün “m”li sözcükler elden geldiği kadar “b”leştirilmiş. Men – Ben, Mene – Bana, Menim – Benim. Hatırlatalım ki, Fuzulî “b-m” ses değişimi arasındaki farkı biliyordu ve neyi tercih ettiğinin de farkındaydı.

Fuzulî’nin edebi kişiliği üzerine sanırım en sağlam değerlendirme hâlâ Fuat Köprülü’nün bir çalışmasıdır.

Habibî’ye Tehmis’inden Bir Parça

Tâ cünûn rehtin giyip tuttum fenâ mülkün vatan,
Ehl-i tecridim kabûl etmen kabâ-vü pirehen,
Her kabâ-vü pirehen giysem misal-i gönçe men,

“Ger seninçin kılmasam çâk ey büt-i nazik-beden
Görüm olsun ol kabâ eynimde pirehen kefen”

Pazartesi, Mart 27, 2006

Yerliler İnsan Mı?


Batı’nın tarihi ifrit zekalılar basamağıdır. Çarpılmadı gitti şu kıta ya, yanıyorum buna doğrusu. Ve bu zekanın uzuvlarıyla gerdeye girmek bizim sivilceli lise dönemi yaşayan toyların hayal üçgeni. Daha ne kadar hayasızca yazabilirim, meçhul. Parmaklarım her kelimeyi beyzalığa kazıyıncaya kadar acı çekiyor. Bütün kızgınlığımla Vitoria’nın ırzına geçmek istiyorum. Vitoria kim?

Şiddet ve soykırımın kıtalararası “Yenidünya” atlasını yarattığı dönemde bir Yerli savunucusu. Conquistador’lar dünyasının iyilik meleği. Salamancalı bir düşünür. Masasının üzerinde insanların hakkını dağıtan adalet terazisi kurmuş. Çok mu, az mı, eksik mi, fazla mı tartıyla oynuyor. Gören de Tanrı’yı imrendirmeye özeniyor sanacak eclafı.

Vitoria’nın kafasına üşüşen soru şu: Yerlilerin hakları olamalı mı? Bu sorunun alt basamağında duran iğreti ifade şu: Yerliler insan mı? Bir hukuksal tanım düşünün ki, “Yerli” kimliğini tanımakla, yerliliye özgü bütün hakları zaten başında kabul etmiş; etmiş ama hâlâ onun insanlığını tartışıyor. Vitoria, bu soruya insanca yanıt verdiği için büyük bir saygıyla anılıyor. “Yerliler insandır” demiş “Hıristiyan olmasalar bile, yalnızca insan oldukları için doğal haklara sahiptiler”. Bu yargısı, onu çağının insan-saygınları arasında oturtmuş. Tarihin hiçbir kesitinde böyle bir saygınlık biçimi olmamıştır. İnsanı, kimliği dışında tutulacaksın ve sonra da Tanrısal bir özerklik dağıtıyormuş gibi "insan" olma hakkını tanıyacaksın ve adınız tarihin altın suyuna çekilecek.

Adalet, eğer İslam fatihlerini mistik derinliğe gömmeseydi, Avrupa’da insanlığını derk eden canlı türü kalır mıyıdı acaba? Tarih kılıçlarımızın gölgesinde kaçıp gitti. Sanırım geri dönüşü pek olmayacak gibi.

Salvador Dali: Resim Yapan Bir Filozof



Dali’nin bilmecesine geri dönme zamanı gelmiştir.

Salvador Dali’nin dünyaya bir yanlış sonucu geldiğine inanıyorum. Bu yanlışlık ne Tanrı’ya, ne kadere, ne de anne ve babaya bağlanmalıdır. Bu yanlışlık Dali’nin sorunudur. Dali ters koşuya çıkmış bir ressamdır. Ama çizim yapmaz Dali; bu yüzden de bir ressam olduğundan emin değilim. Daha çok bir büyücü, bir şarlatan veya bir abartıdır. Burada kelimelerin hiç biri bildik anlamlarını karşılamıyor: ne büyücü, ne şarlatan, ne de abartı. Çünkü kendi anlamları içinde Dali bunların hiç biri değildir veya bu kelimeler sözlük değeriyle Dali’ye yakıştırılamaz. Bu yüzden Dali’yi anlatmak için bu tabloyu seçtim: "Kendi Bekaretiyle Ters İlişki İçinde Bakire, yapım yılı 1954."
Aslında bu bir tablo değildir. Bir resim, bir bakire de değildir. Yapım yılı da yanlış yazılmıştır. Bir sanat eseri olarak değeri sıfırdır. Resim için kullanılan özgürlükçü, sembolikliği aşmış, fırçanın aşkın gücü gibi ifadeler bayat sözlere pür dikkat aşina kesilmiş bir takım beyni yarım yamalak transite geçmiş sanat araştırmacılarının uydurmasıdır. Sanat araştırmacısı sadece resmi dikizler. Gizlice, bir mistik meditasyon yöntemiyle tabloyla sevişir, beyninin derinliklerindeki sperimsi üreme kategorilerini resimle gözleri arasındaki boşluğa akıtır. Rahat, ama cünûp bir beden ayrılmasıyla ondan ayrılır. Bu yüzden Dali’yi bir sanatçı, bir ressam, resimle iştah salgılayan bir araştırmacı anlayamaz. Dali’yi ben anlarım. Çünkü cesareti olmayan tek kalem erbabı benim. Cesaretim olmadığından dolayı, sanatın harem odasına hadım olarak girip çıkabilirim. İşte, Dali’nin, kendi bekaretiyle ters ilişki içine soktuğu bakirenin odasında hadım olmanın verdiği cesaretsiz bekleyişle size gerçeği sunmak niyetindeyim.

Bu, kalçası, resme bakan herkesin dikkatine göre ayarlanmış Bakire, aslında bir fahişedir. Bu yüzden resmi zihnimizde ters çevirmeliyiz. Bu durumda bakirenin yüzünü, göğüslerini, göbeğini, diz kapaklarını ve hatta vajinasının üst kısımlarını göreceğiz. Hayır, göremeyeceğiz. Ters çevrildiği vakit, yani yüzünü bize döndüğü sırada bakirenin çıplaklığı kaybolacaktır. Üzerini bir örtü kaplayacaktır. Dolayısıyla iki durumda da sanatçıyı ve resmi seyreden kişiyi yanıltmış oluyor Dali ;kendisini görmeye geleni atlatmış oluyor. Dali, bu anlamda ressam değildir, büyücüdür.
Bu duruma biraz açıklık getirelim. Ne de olsa harem odasında olup biteni izleyen benim.
Dali bir erkektir. Bir erkeğin bir bakireyi izleme olanağı yoktur. Bakirelik, gizli kalmayı sorumluluk olarak almaktır. Gizli kalmanın sorumluluğuna tabi tutulmuş bakire, kendi bedenine olan aidiyetini kaybetmiştir. O, başkası için kendi bedenini gizlemekte ve korumaktadır. Tabloya dikkatle bakan biri, bakirenin bedeninin kime ait olduğunu anlayacaktır. Tabloda bakire bir dinsel kurban töreninin içinde bulunuyor. Gözlerini ufka doğru karalan bulutlara, hafiften yukarı doğru çevirince beyaz görüntü alan bulutsu sis artıklarına ve tepesinde aydınlanan mavi gökyüzüne dikmişti. Bir kurban töreni için kurbanın hangi güçler adına bekâretini gizli tuttuğunun kutsal anlamı tabloda verilmiştir. Bakire, başını hafif sol omuzu üzerine eğerek, sırtına doğru dalgalanan saçlarıyla yüzünü törene katılanlardan gizleterek, bulutsu sis örtüsüyle mavi gökyüzünün ayrıldığı alana bakmaktadır. Bu, bakirenin geçiş anını; yani bedeniyle gizli olan arasında tuttuğu sorumluluğu terk ettiği anı yansıtmaktadır. Dali, kurban törenini bir kapı aralığından tabloya aksettirmektedir. Aslında aksettirme işlemini kapı aralığından değil, kapının boşluğa doğru çizimlendirildiği bize doğru karanlıklaşan ve zemini kızarık gözüken “ev”den yapmaktadır.
Dali’nin bakirenin yüzünü bize doğru çevirmesi anlamsız olurdu, o zaman tablonun yapılmaması gerekecekti. Veya boşluğa bir kapı resminin dikilmesi şart olacaktı, bu durumda da kapının kapatılması muhtemeldi. Kapalı bir kapının tablo içinde bir anlamı olmazdı. Dali kapısını açık tutan bir ev sahibidir.

Kurban törenine ve kurbana geleceğiz, ama önce evi konuşmalıyız. Ev’i Dali’den kiralamak zorundayız. Kiralık ev sahibi konumuna düşmeliyiz. Ev’in kiralık zeminine koltuk çekip, evimizin tadını çıkartmalıyız.

Ev nedir?
Ev sığınaktır. Eğer, Dali’nin kurban törenine eşlik edeceksek, hepten dünyaya ait olduğumuza inanmamamız gerekecektir. Dali resimde filozof Platon’dan öte birşey değildir. Dali, ruhlar dünyasıyla maddeler dünyası aralığında idealist duygularla dolduruşa gelmiş boyalarla oynamayı seven bir çocuktur. Hayallerinde inancını renklerle beyaz kağıtlara karalamak vardı. Dali, Platon’dan daha fazla dünyalıdır. Platon bir evde yaşadığını zaman zaman unutuverir, ama Dali evin içindedir. Dali dünyaya sığınmıştır, ama dünyalı olmadığını söylemektedir. Dali’ye göre, insan elinde fırçası ve bohçasıyla birlikte Şeytan tarafından cennetten kaçırılmıştır. Adem ve Havva’nın nikahı günaha dayalıdır, bütün yeryüzü buna şahidlik yapar. Tanrı’nın bildiği bu kader, insan tarafından onaylanınca tarih rakamlarla sayılmaya başlanmıştır. Ama insan pişmandır ve Tanrı adildir. Kaybedilmiş şey hakedene geri verilecektir. Haketmenin kuralı gizli kalmanın sorumluluğunu almaktır. Bakire kalmak, Şeytanın etkisini azaltır, dünyanın kapısını gökyüzünün mavi derinliğine doğru açar. Tanrı için bedenin kurbanı gerekecektir, gizliliğin sorumluluğu geçişte sahibine teslim edilecektir. Dali yaptığı resme vahiy görüntüsünü süs olarak eklemiştir.

İtiraf etmeliyiz, Dali, basit göstergelerle süslü dini törenler yaparak ruhlarını arındıran ilkel toplumların inancına sahiptir. Dali, insan gözünün aynasını süsleyen şamana tabi bir putperesttir. Putperestlik, dinsizlik değildir ; Tanrı’yla kendi varlığı arasına bakire kurbanlar tayin etmektir. Her şeyin sırrı sınırların ötesinde aranmaktadır. Arınmak için sınırları aşmak, ötekinin aracılığıyla kutsala varmak gerekecektir. Dali’nin sınırında bir kapı bulunmaktadır: Kapısız bir kapı, öteye ve beriye açık bir duvar.

Pervasızca kendi gemisinin dümenini inzivaya çeviren kapitan buzdağına çarparak boğulmak üzeredir. Ama ölüm bir soru değil, cevaptır. Evinin karanlığından kopup kapıya doğru yönelmiş sorulara verilecek tek cevap. Bir el sürekli zile basmaktadır. Kapı girişine tayin edilmiş bekçinin bakireliğini koparıp almak için, ev sahibinin nabzını sonsuza doğru çekmektedir. Ölüm bir başkasının bedenine musallat edilerek sertliği giderilmekte, tatlı duygusunun hayaliyle okşanarak ona alışılmaktadır.

Evin zeminine çekilmiş kızıl boya, toprağın siyah rengi altında ateşi solukladığını gösterir. Toprağın siyah rengi ise ateşin dumanı olarak duvarlara ve tavana çekilmiştir. Karanlıkla kızıllık arasında ölümün koridorlarını terkedip sonsuzluğa giriş yapan ruhun önünde siyah bulutlardan örülmüş cehennem ağı, bulutsu sislerle kaplı araf, dağınık bulutların arkasında parlayan mavi cennet aşkı gülümsemektedir. Bakire çıplaktır, çünkü ölüdür. Ölü kendi çıplaklığı için savunmasızdır. Toprağa gömülmediği için ruhu bedenine doğru eğik, bir kaygı içinde endişededir. Toprağa sunulduğu an hakettiğini alacaktır. Bakire gördüğü dünyaların hangisine ait olduğunu bilmemektedir. Ruh bedene kapanmış dünyasal bilgeliğini yitirmiştir. Hazların yörüngesinden çıkıp, sorusuz, bütün bir cevap olan dünyanın kapısından üç farklı yöne doğru sarkmaktadır.

Göstergelerin inanılmaz ağırlığını farkeden Dali, zaman zaman geçiştirmeler yapar. İnsanın gözünü hayale doğru uzama çeker. Gözle resim arasındaki mesafeyi doldurur. Üst üste gelen etkileyici şoklarla hayali beyne doğru dağıtır, uzay zaman boşluğunu ele geçirmenin kahraman edası içinde zaferini ilan eder. Bu; ressamın illüzyonist gücüdür. Ressamla kurulan ilişki resme dayandırılmaktadır. Resim nötrdür. Ressam kendisiyle izleyici arasına resmin nötr olarak hiçbir yük taşımayan ve elektrik almayan yansız yapmacılığını koymaktadır. Resmi anlamak, resme yönelmek, resme doğru eğilmek, resmi izlemek hiçbir mana içermemektedir. Ressam sihirselliğini resmin illüzyon sunumuyla izleyicinin mantığına buruk, ezik, bütünlüğü parça halinde çalınarak yıpratılmış şiirselliği yamamaktadır. Resim; değeri etkisiz devimsizliği içinde bakışa dayalı tutkunun açılıp kapanmasıyla kıpırdanan sanal varoluş kipidir.

XV. yüzyılın sonunda Avrupa karma dünyanın hırsızlığını yapmaya koyulmuştu. Haçlı savaşları kilisenin itibarını yok etti. Derebeylerin gözüpek ve sinsi hırsları duraklamaya başladı. İnsanlarda bir özlem arayışı pekişti. Parçalanmış İtalya ve Almanya, savaşan Fransa ve İngiltere, zengin olmak hayaliyle çırpınan İspanya ve Portekiz, ihtiyar Avrupa’nın tabanını kazımaktalardı. Papa’nın kolları kırılmaktaydı. Gösteriş, süs, çeşitlilik, farklılık Avrupa insanının beyin ritmini hızlandırdı. “Bireysel yetenek” denilen bir kavram doğdu. İnsan herşeyin merkezine doğru yuvarlanmaya başladı. Rönesansın getirisi Tanrıbilim karşıtı humanizma öğretisiydi. Yüzyıllardır atalete uğrayan insanlık, doğa gibi mevsimlerin güdüsünü algılar olmuştu sanki. Kendine en yüce vasıfları aramaktaydı. İnsan ilahi neşvenin en hazin, en dinamik, en değerli, en samimi, en güçlü ve de en komik melodisiydi. Tanrı onun için parlatmıştı kainatı. Ve kainat varoluş sırrını insanda taşımaktaydı.

Bu diriliş şarkılarıyla uyanan resim yeni simalarla tanıştı. Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Rafaello ressam güruhunun en büyük peygamberleri. Ufukları alabildiğine geniş, tefekkürleri ince ve gösterişli. Da Vinci’ye göre, bilginin tek gerçeği resimdir. “Resim gölgedir”. O halde gerçek gölgedir. Hakikat kendi ışınlamasını gölgede tezahür ettirmektedir. Gölge bir ışık oyunudur, ressam oyunu seyreden bir çocuk. Da Vinci, Hristiyan inanç örtüsünün üzerine Eski Grek ilhamını gerdirir. Sadık bir Platon hayranlığıyla iş görür. Resmi, metafizik bunalımın sınırına oturtur. Gerçi metafizik Hristiyanlığın belkemiğidir. Hristiyanlıkta güçler ayrımı katı ve keskin sınırlara çekilmiştir. Da Vinci, resimdeki metafiziği avamı bir üslupta aydınlatır. Nesnelerin ve evrenin ruhu doğanın kusursuz biçiminin ayrılmaz terkipleri olarak fırça altına alınır. “Dünyayı matematikle anlayabiliriz”, diyor Da Vinci. Gölgeleri, sayıların sıralanışında yakalamak mümkündür. Bir dansın hafızalara çöken etkisidir gölgeler. Hem var, hem yokturlar. Resim, bu mistik hayallerin trajik ürünü. Yapayalnız, tenha, özgür...

Rönesans resminde çoğulculuk hakim. Dünya bir savaş alanıdır, ama insan kurtuluşu aramalı. Güçlü bir tutku, sarsılmaz inanç, mücadele eden ruh felâha erecektir. Rönesans sonrasında resim iyice dünyaya kayar. Din ile yollarını ayırır, laikleşir. Dünyasalın çizimsel serüveni XIX. yüzyılın sonuna kadar sürer. Ama bundan hoşlanmayanlar olacaktır. Dali gibi. Dali düşsel arayışını resme aktarır. Realist ilhamı sürrealist değerlerin boyası altına düşürür. Gölgeler oyununa geri döner. Ama, bu gölgeler gerçektir. Dünyalı değillerdir, dünyaya aitlerdir. Dünyanın itişip kakışmışlığında geri plana düşürülmüşlerdir. Bakire bir varlık gibi karanlıkta yaşamaktalar. Onları ele geçirmek için daha karanlık ortamlara girmek gerekecektir: Dali’nin evini kiralamak gerekecektir.

Evin içindeyiz. Melodi ve trajedi iç içe. Düş açıcı bir sessizlik, yoğun ve kopuk bir hayat. Bu dargın ve küskün zaman aralığından öteyi dikizliyoruz. Bir bakirenin çıplak büyüsü kapı aralığında dondurulmuş adeta. Dali önce şehvet boyamacılığı yapar. Çıplaklığı inceltir, erotizmi beynimize sızdırıyor. Kendisini boşluktan aşağıya bırakacağını düşünmesek, çoktan tecavüze kalkışmıştık bile. Bu kadar acımasız olmayalım. Bakireliğin sanallaştığı bir dünyada resmin ırzını koruyalım. Ama, o da ne? Bizim kaçındığımız eylemi bakire kendisi gerçekleştirmekte. Kendi bekaretiyle ters ilişki içine düşmüş. Bekaretini ufuktan sarkan bir güce deldirmekte. Bakire, Meryem Ana pozisyonu almaktadır.

Bakire, kollarını bulutun sınırı düz bir çizgi gibi kesip geçen katılaşmış, duvarlaşmış yoğunluğuna dayamıştır. Kapıyı ortadan kesen demir hat tel tel kırılmış, bakirenin eteğine sarılmış bir elbisenin açılan uçları gibi dalgalanmıştır. Bekareti koruyan tel örgüdür adeta.

Korkuyla dağınıklık arasında dalgın bir bekleyiş var. Karanlık ve çözülemeyen bir durgunluk. Resmin boyasal gücü tıkanık bir yaşamı aydınlatmaktadır. Fırça fazlaca suya batırılmış şeffafsı bir beyazlığın derinliğini yansıtmak için iş görür kılınmıştır. Kullanılan bütün renkler bir tek rengin çeşitli boyalarla bulaşımı olarak sahneye çıkmıştır. Ressam boyasal çeşitliliği daraltarak, yeteneğini sergileme girişimindedir. Bakire kocamış bir ağaç gibi eğik, dallaşmış ve budamıştır. Acı bir ürkeklik, sırt dönülen bir dünya, umursamaz bir eda.

Boyalar bir sıkıntıyı yansıtmakta. Yüzü karanlık dünyanın realitesinden kopup gelen sıkıntıyı. Her tablo bir aydınlık özlemi içinde. Tablodaki yüzler sonun başlangıcını yansıtmaktalar. Tükenmiş, bıkmış, unutmuş, kaybolmuş, bu dünyanın ötesinde süren yaşamlar. Kıskanç, yaşama dönük, özverili, neşeli, arzulu, tasarımcı, iş yorgunu tipler değiller. Büsbütün alışılmışın dışındalar. Fakat alışılmamış da değiller. Yabancıdırlar, yabancılardır. Hemen hemen hiç birini tanımıyoruz. Aidiyet sorununu kafaya takmamaktadırlar. Tek sorunları vardır: huzur. Yani kutsal gebelik.

Dali, koca bir başıbozuklar ordusuyla uğraşmaktadır. Delme-çatmalar, deliler, ayarsızlar, mustaripler, yersizyurtsuzlar, miskinler ve daha niceleri. Yaşamın kendi yolu üzerinde görmek istemeyip, kaldırımların köşelerine silip attığı, toprakla asfalt arasındaki ince ve kaba sınıra yamuk taşlar gibi çektiği, üzerleri sürekli pisletilen mutlak değersizler. Dali’nin bakiresi hiçbir sadistin içini açmaz. Yüksek ahlaklılık denilen zırvalığın putlaşan kategorilerinden kaçıp, kapısını anne ve babaların müdahalesine kapatıp, yarı korku ve yarı utangaçlık içinde müstehceni görmek merakıyla vesveseli bir tedirginlik yaşayan orta okul talebesi dahi bu resme pornografik bir çağrışım yaptığı gereksinimiyle bakmaya tenezzül bile etmez. Çünkü duygu kışkırtıcı hiçbir iz taşımamaktadır.

Sorun ne özgürlük, ne de varolmaktır. Sorun yok olamamaktır. Bitirememek, çekip gitmekte tereddüt etmek, kararsızlıkla boğuşmaktır. Sevimsiz hayaletler gibidirler. Hem küskündürler, hem küstürücüdürler. Küsmekte ve küçümsemektedirler. Sağlam ayara benzemezler. Karanlık dünyadan kaçıp gelmişlerdir. Bir önceki vatanları cehennem. Bir sonrakinin de aynısı olmayacağı ne malum? Bu yüzden bakire a..-g... dağıtmıştır.

Ne garip? Dünyanın gezegenler arası tren yolculuğu ne zaman sona erecek? Güneş kendi kalbini ne zaman öldürecek?. Meteorlar akılsız ve aptal taşlara benziyorlar, aksi halde bir araya gelip bir hançer gibi çoktan Güneşin kalbine sokulmuşlardı. Yerçekimi denilen esaret ne zaman son bulacak? Ay neden bir bunak gibi dönüyor kafamızda? Neden büyüklerimizin evrensel ve milyon yıllık saklı gerdek arşivlerini açmıyorlar? Ve neden nedenlerin sonu gelmiyor? Kimin umurunda trajedi ve upuzun ıssız yolculuklar? Ve bakire neden kilotlu çorap giymiş?

Sutyen ne zaman keşfedildi, bilemiyorum. Muhakkak bir erkek icadı olmalı. Her erkeğin kafasındaki kadın aynıdır. Trafik kurallarıyla sıkı sıkıya denetlenmiş, tek şeritli yol gibidir. Göğüsler ve göbek altı en tehlikeli virajlar. Denetim gücü yüksek ve yoğun. Bir kadın bedeninde zapt edilemeyecek en ufak bir taşkınlık yoktur, olamaz da.

Ya erkek? Her şeyden önce bedensel kalıbı oldukça ağır ve fazla. Çift başlı ve görüntü olarak çirkin. Sanıldığı kadar da temiz değillerdir. Ve erkeğin bakirliğinin kanıtsallığı zor.

Bu yüzden kadın, bu yüzden bakire. Seçim her zaman için dişi cinsten yana. Kullanışlı ve değerli bir öğe. Vazgeçilebilecek en son şey. Aslında savunmasız olan erkeklerdir, çünkü savunulacak hiçbir şeyi yoktur. Canı sıkılmadan bir gün bile geçiremez. Değişim, onun için alınabilecek en iyi uyuşturucudur. Doğaya karşı dengesiz bir yapı. Ölene kadar çoğalabilen tek canlı. Öldüğü zaman bile canlıdır. Aslında erkek ölmez, tarihi anlamak bu yüzden kolay.

Dali’nin seçimi olağanüstü değildir. Hatta, düşüncesizcedir diyebilirim. Bekaret bir isim sorunu. Kadınsı bir önisim. Pek kullanılmaz, ama unutulmaz da. Dali’nin Da Vinci’den farklı duruşu burada. Dünya matematik olabilir, ama bu karmaşık denklemi kadın bozmaktadır. Kadın sayı değildir. Ezberlenemez. Bir basamaklı piramidin gölgesi gibidir. O halde ışıktır ve “resim gölgedir”. Ressam kadınsız yapamaz. Kadınsız resim ütopyadır.

Çizgileri daraltalım. Gözlerimizi belle diz arasını kaplayan kayıpsı beyaz görüntü üzerinde yoğunlaştıralım. Dali’nin sürrealizmi burada saklı.

Hayatı öykülerle besleyemeyiz. Kalçalara gerildikçe beyazlaşan kilotlu çorabın söküğünü aramalıyız. Hayaletleşen bacakların kutsal olup olmadığını keşfetmeliyiz. Ressama renkleri sormalıyız.

Aslında bütün ressamlar ve resim sevenler ucuz birer renk tutkunudurlar. Doğanın renklerden ibaret olduğuna inanmak mitolojiyi kanıksamak olurdu. Doğa yasalarca dizayn edilmiş değildir. Doğa mutlak yasasızlıktır. Ama yasaklı bir tılsıma sahiptir. Aslında doğa basitten birleşiğe doğru katmanlaşan ham madde deposu da değildir. Doğa başlı başına bir çaresizliktir. Yerleşik bir konuktur. Bütün bir eksikliktir. Doğa aptalca bir inançtır. Boyalı, sahte, karmaşık bir inanç: Mezhepleri dört mevsim.

Renklerin bir değeri olsaydı doğa kutsanmaya değerdi. Renkler rahatsız edici ve bulaşıcı ışık taneleridir. Güneşin sonsuz atmıkları. Güneş, yani koca bir ateş topu. Öteki ismi cehennem olabilir. Devinerek kendi kendini yok etmekle çırpınan bu deli gezegenin her intihar girişimi dünyada harikalar yaratmakta. Güneşin intihar tutkusu olmasaydı, dünyanın renkli neşesi olmazdı. Saçmalık bunun neresinde? Her yerinde. Biz, Güneşin ölüm denemeleriyle hayat bulan dünyalılarız. Bir insanın değil, devasa bir kürenin bunalımından mutluluk duymaktayız. Renkler bu bunalımın tıp bilimsel belirtileri. Ressam teşhisçi. Banal inançlar uğruna kurbanlar sunan keşişler. Güneşin aşktan ateş saçtığına inanmayacak kadar bilge olduğumuzun farkına varmadılar mı acaba? Ne dersiniz, iğrenç bir espri mi yapmaktayım? Espri kelime olarak ruha çağrışımda bulunmakta. Büyük ruhsuzluk çukurunda yaşadığımız için, bırakın da iğrenç olalım.
Bilim adamları, büyük uzay gemisi Habıl’ın gökyüzünde mucizeler yarattığından bahsetmekteler. Bu çarpık robot kuşun, dünyamıza ulaştırdığı vahiyler sonucu bilim, Güneş hakkında kesin bilgiler kazanacakmış. Sizlere ciddi gelebilir, ama ben bunun tam bir saçmalık olduğuna inanıyorum. Neden derseniz cevabım şu: Eski Yunanlılar, dünyaya güvenebileceğimizin kanıtı olarak bilgiye ihtiyacımız olduğunu söylerlerdi. Modern çağ bu güveni kazanmış olmalı ki şimdi evrenin güvenirliğini kanıtlamanın peşinde. Benim için Habıl evrenin rahmine yapışıp çoğalmaya çalışan insan spermasından öte bir şey değildir. Savaş güven içinse eğer, ressamları kutsal insanlık davasına hizmet ederek idam etmemiz gerekecektir. Çünkü onlar güven sorunu yaşamayan tek varlıklar. Aramızda dolaşan ve bizi kandıran uzaylılar. Renklerin ateş kokan gücüne güvenmemizi isteyen sahte peygamberler.

Aslında dünya kapkara. Renksiz ve sakin. Dali bu sükunet içinde oturmakta. Odanın karanlığını ve zeminin kızarıklığını anlayabiliriz sanırım. Dali’nin Habıl’ı; kapı aralığından uçuşa kalkmak üzere olan bakire. Büyük bir proje. Tasarım ve sanatsal olarak olağanüstü. Sürrealist. Baylar ve bayanlar Güneşe yolculuk an meselesi.

Uzay gemilerinin kalkışını bilirsiniz. Çok yüksek bir basınçla ateşi yerin göğsüne üfürerek havalanmaktalar. Ulaştıkları yüksek hız gemiyi yerçekiminin kontrolünden çıkartmaktadır. Kontrolsüzlük gerçekleştiği ana kadar, bu demir kemikli yapım kıçından ateş çıkararak yol alır. Şimdi, Dali’nin resmine göz atın. Bakirenin bir uzay gemisinden ne farkı var? Dünyanın lanetini toprağın yüzüne vurarak topuklarını havaya dikmiş. Dünya; uğradığı tecavüzden yüzü kızarmış. Fahişe kılıklı bu dilberin terbiyesizliği başka türlü dayanılır gibi değil. Toprak suskun ve sakin. Öfkeli, ama intikam; niyetinde değil. Dali, bu samimiyete güvenerek huzurlanmaktadır. Dali’nin huzurunu, çizdiği resmin ahenkselliğinden yakalayabiliriz. Genel bir tanımlamayla buna dışlama denilebilir. Dışlama eylem değildir. İsyan, karşı koyma olarak algılanamaz. Aksine, dışlama kabullenmeyle gerçekleşebilir ancak. Dışlamada gurur güdüsü devreye sokulmaktadır: Şımarık bir edayla dayatmanın sert ve disiplinli tavrını hafifletmek. Kabul etmek, ama günah çıkartmayı reddetmek. Dışlama tuhaf bir kişilik türüdür. Dali’nin dışlaması taşlamaya dönüşmüştür. Realitenin sürrealist fırça darbeleriyle taşlanması.

“Kim” sorusu ahlakdışı bir sorudur. Birisinin kimliğini istemek tipik bir ele geçirme yöntemidir. “Kim olmak” insanın sonradan edindiği bir fiil türüdür. “Kim”; dayanılmaz bir çirkinliktir. Kim; kendi başına kimsesizliktir. Kim; öldürücü bir zahirdir. “Ben”in ele geçirilmesi, yıpratılması, ırzına geçilmesi için devreye sokulmuş yapay söz makinesi. İnsanın milyon yıllık savaşı.

Sürrealizm; bir sanat sado-mazoşizmi. Ressam kırbaççı. Realiteyi kamçılar durur. Görüntüye karşı alınan tavır, mevcut olanın biçimini, bozarak onarmaktır. Mekanı dışlama, zaman değerlerini kaybetmek ve bu ortamda iş gören varlığın rengini bozmak. Resmi gizletmek sürrealizmin mesleği. Dali’nin neden ressam olmadığı sanırım anlaşılmaktadır.

Dali’nin dünyası çok çetrefilli. Neyin ne olduğu hiç belli değil. Bulanık suratlar kendi renklerinin değersizliğini haykırmaktalar adeta. Ama yine de kendilerini renklerin ötesine götüremezler. Çünkü renk, gerçek anlamda onların varoluşunun tek kaynağı. Sürrealizmin realizmi olarak: Renk. Dünya ; renklerin, renklilerin dünyasıdır. Rengi olmayan, renklendirilemeyen bir şey, yok demektir. Dali’nin komik ve gülünç bir Platon taslağı olduğu ortadadır.

Resim yapan bir filozof”.

Pazar, Mart 26, 2006

Rus Edebiyatı ve Cehennemden Kaçış


Komünist dönem Rus Edebiyatının zindan dönemi. Şiir, sanat, edebiyat işçileşiyor. Proletaryanın vahşi eli kalem tutmasını beceremez. Kağıtların üzerien mürekkep yerine sanki çimento dökülmüş. Gorki bile kendisini bu suntalı, kerpiçli, oraklı-çekicli edebiyattan arındıramaz. Sovyet dönemi dokuz başlı bir ejderha adeta. Ve her dalı bir çelik ve moloz yığını.

Halk için edediyat sloganı, aslında rejim için edebiyat sloganıydı. Rejim kendisini halk addediyordu. Halk yani, duygu yoksunu yığın. Çalışan devasa bir işçi ve köylü topluluğu. Ağzı var dili yok. Tam bir Rus cehennemi. Bu yazının bir adı ve birde türü vardır. Üretim Romanı ve türü de Sosyalist realizmi. İlk temsilcisi Gladkov, eserinin adı ise Çimento. Tam bir işçi yamyamları eseri. Doğayı kurutan yamyamlar.

Sosyalizm Çehovlar, Turgenyevler, Dostolar ve Tolstoylar soyunu yok etti. Bizzat Lenin, Tolstoy’u “edebiyat fetişisti” olarak yargılıyordu. Ölü doğmuş Tolstoy, ona göre. Rus toplumunu edebiyat hastalığı ile çürütmüş. Stalin ise tam bir dinazor. Hayatında tek bir roman okumuş mu, sanmam.

Bu cehnnemden kendi kurtaran tarihçi Vernardski, edebiyatçı olarak da Nabokov var. Vlademir Nabokov (1899 - 1977) köklü bir aileden geliyor. Babası eski Rus narodniklerinden. Nabokov, gelmiş geçmiş en büyük edebi metin çözümleyicisi. Edebiyat Dersleri diye Türkçeye birkaç metin çözümlemesi de aktarılmış. Benim elimdeki kitabı Ada Yayınlarından çıkmış, İstanbul 1988 tarihli. Çalışmasını şöyle tanımlar Nabokov: “yazınsal yapıların gizlerini bulup çıkarmaya yönelik bir dedektiflik”. Eğer bir parça üslup tarayıcısı oldumsa bunda Nabokov’un emeği var. Nabakov’dan Tolstoy’u okurken gün ışığında Güneş ışınlarının oluşturduğu gölgeleri tanıma fırsatınız var.

“Kitaplar kızlardan çok daha uzun ömürlüdürler” diyor.

Cumartesi, Mart 25, 2006

Bir Şiir, Bir Gönül

Bu şiire ilişkin bir yorum yazmak isteğim, notlarımın arasında karanlık bir gölge gibi uyuyor. Sonsuza dek uyumasına gönlüm razı olmayacak. Ama onu karanlıktan çıkaracak sözlerimin sihrine de bu aralar güvenim yok. Şiir'in de bir ekseni, uydusu vardır. Merdivanle gezegenler fethedilmez ki.

Şiir demek, şuur demektir eski algılamada. Şuuru yaralı bir belleğin karda bıraktığı kan izlerine benzer şiir. Beyazlar üzerinde kırmızı noktalar. Her insan bir defaya mahsus olmakla yaralı hakkını kullanmalı. Kan temizliktir çünkü. Şiir, bir arınma girişimi.


Kalp dide-i yâdın ile üftâde-i lerzân
Kâmrâni giriftâri eder ceşm-i gazâlân

Mevsim cavidan girye-i hüsran dolu ecrâm
Hurşit doğamaz doğmayı kâm eylese arâm

Fersâ bu hevâ ben de yolun yek sonu hep hâr
Görsem ona dâir olamaz sâyede güftâr

Hüveydayi bekler yüzü cûşiş-u sükûnun
Şikeste gönül gayri bu dertten geda mahzun

Hûb bir firuzûn sîneme aldım sonu firkat
Berceste o muzmerse kalır mahşere vuslat

Zeyneb Ferda

Teşekkür Etmek, Tefekkür Etmektir


Cemaat.com’da yer alan “Dilimden Kelimler” (http://www.cemaat.com/?q=node/1384) yazısı yayınlandığı ayın birincisi seçildiğinden dolayı sayın Esmanur Demir Hanımefendileri dün bana bir kitap göndermiş: Aliye İzzetbegoviç “Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar”, Türkçe çev. H. T. Başoğlu, Klasik Yayınları, İstanbul 2005 (2. Baskı). Bu inceliğini övgüye değer bulduğumu nacizane burada belirtmeden geçemedim.

Söz konusu “Dilimden Kelimeler” yazısı aslında birkaç bölümden oluşuyordu. Kafamda “Ayların Biyografisi” diye bir yazı karalamak vardı. Bunda sayın Zeyneb Ferda Hanıefendilerinin yönlendirmesinin de etkisi oldu. Ama her ne olduysa ipin ucu koptu ve bir daha bu konuya odaklanamadım. Şimdi yazı, söz konusu sitenin “Efkar” bölümünde “gönlü ve kafası dolu kulların” yağmasından kendisini sakınmış biçimde duruyor.

Esmanur Hanım’ın sezgisi kuvvetli mi ne? Aliye İzzetbegoviç’i “politik bir dinazor” bulduğumu sezmiş olmalı ki, beni az buçuk saygıya davet edercesine bu kitabı seçmiş. Şişirilmiş bir Aliya hayranlığına kapılmayan çok az insan bulunur bu ülkede. Tıpkın Paris’in tinercisini birkaç araba yaktı diye “Müslüman Aziz” ilan etmedik mi daha birkaç ay öncesinde. Bizimki türden bir zekaya sahip toplumlar sanırım bütün yaşamlarını teoriyle değil, onun statüsüne meydan okumakla zaman geçireceklerdir. Tıpkı, Ed. Said’in ne söylediğini düşünmeden birer Oryantalizm karşı olduğumuz gibi. Bunları acizliğin birer göstergesi olduğuna inanıyorum. Müslümanları kınamamak gerek. Kafirin ölüsünün de yenilmez olduğuna inandırılmış bir dünyaya mahkum yaşamakta.

Aliya, bizim yenik zekamızın bir “kül kedisi”. Kahraman özlemimiz, panayır uşağı bizdendir diye yanıt bulmakta. Aliya’ya saygı mı, benim adıma bunu yapmak güç. Aliya için Boşnağın cesedi daha önemlidir, neyinki dirisi. Aliya’yı büyük görenler, Irak’ta da Talabani’ni put edinmeleri gerekir. Çünkü, ikisi de aynı mantığın doğaçlama simgesi. Zaten Bosna bizim için üç beş isimden ibaret değil mi?

Sayın Esmanur’un gönderdiği kitabı şevkle okuyacağım. Ve aslında cemaat.com yönetiminden beklediğim inceliğin, sadece kendilerince sunulmasını görmek beni ziyadesiyle duygulandırdığını belirtmek isterim.

Düşünce, Himalaylardan daha yüksektir.

Cumartesi, Mart 18, 2006

Bilgi Aristokrasisi ve Bilgi Stratejileri



Tarihsel bir dönem olarak Rönesans kendi içinde itibarsız bir çağdır. ‘Geçit’ dönemi olarak hemen hemen bütün araştırmacılar tarafından tanımlanmaktadır. Fransızca bir sözcük olan ‘renaissance’ — ‘yeniden doğuş’ demektir. Bu anlam her bakımdan ürkütücüdür. Yeni bir doğuş değil bu, yeniden bir doğuştur. Yeniden doğan bir doğuş. Rönesans, çağların doğum noktası. Bu kör düğümü çözmek, açmak gerekir. Ve İskender öleli asırlar oldu. Ama, kılıcı ve zekası Batıya miras olarak bırakılmıştı. Kör düğümü çözen İskender’in bahtı anında açılmıştı. Büyük Asya, onu fatih olarak kollarına almıştı. Helenizm karma ve katma değerler tablosu idi. Barbarlarla uygarların kol kola, iç içe yaşadıkları bir dünya. Süsler, ihtişamlar sefaletin boyalı çehresi. Büyük İskender bir ressam gibi çalışmıştı. Sürrealist bir dünya kurmuştu. Rönesans, İskender’in keskin ‘fırçasını’ (kılıcını) ele geçirerek doğumunu müjdeledi. Kör düğümü sanatçı ve düşünür çözdü. Fetih edilecek dünya geride değil, ötedeki Latin-Germen dünyasıydı.
Rönesans, ana rengi din olan bir alan üzerinde yeşer[til]mişti. Sanat kendini bütünün tamamiyeti içinde sükunetin serinliğine bırakmış, gecenin masum sessizliğine eşlik etmekteydi. Kıpırdamayı başlatan uykuları delip geçen kabuslar oldu. Uykunun derinliğinden kopup gelen kabuslar. Ansızın, durulmamış, insanın gözlerini uyku ile uyanıklık arasında kapatıp açan, sersem dolmuşu gibi yol alan, boğazını ıslatacak tükürüğü kalmayan gecenin boğuk karanlığında çöken kabuslar insanı yatağa bir daha zor bağlarlar. Didinik tavırlarla, bedenin çıplak bırakılışının farkına varmayarak, boğazına sarılan karanlık türlerin elinden kurtulmanın gerektirdiği dağınıklık ve korku, büyük rüyalar dizisine son vermenin zamanını getirdi. Pek hoşlanılacak bir kapanış gibi gelmiyor.
Kâbusları bilirsiniz, insana kafayı yedirirler. Allak bullak, yüz üstü, tedirgin, az solunur bir nefes içinde bırakırlar. İnsanın sırtı üzerinde yatışını engelleyen, büyülü bir hançer gibi alnımızın ta çatısını delip geçen ve çalkantıyı başlatan kâbuslar. Rönesans bir kâbustu. Azılı bir kabus. Gözleri alevden yanan, diliyle sokan, dişleriyle yaralayan, elleri idamlık ipler gibi sarkan, ayakları bedenin orantısına karşı ters bir kabus. Bir kere dadandı mı, peşinizi hiç bırakmaz. Öğütlerini kurnazca salgılamakta, bizi ‘kendilik’ bağımlısı yapmakta. Rönesans, Kendiliğin yeniden doğuşudur. Araştırmacılar, Rönesans’ın din karşısındaki tavrını şöyle özetlerler: “her türlü bağımlılıktan koparak kendini kendine dayatmaksızın, kendini arayıp bulmak işte insanın tek gerçeği. Kendine doğru giden yol akıldır. Denetim ve deneyim aklın ne kadar becerikli bir silah olduğunu gösterecektir. İnsan sonsuz ödevine başlamalıdır”.
Titizlikle seçilmiş cümleler bunlar. Oltanın ucundaki yem gibi. İnsanın sonsuz ödevi de, ne demek?
Kendisiyle uğraşmak. ‘Kendini Bilme Öğretisi’ çok eski bir yöntemdir. Batı düşünce dünyasında bu yöntemin kurucuları ‘Yedi Bilge’ olarak anılırlar. Efsanevi bir güdüyle dolu olan bu öğretiyi pratiğe indirgeyen Sokrates olmuştur. Sokrates, uyur gezer insanın gözde örneğidir. Platon, Sokrates’in düşünceye olduğu kadar, Batı siyaset bilimine kazandırdığı ‘Kendilik Öğretisi’ni ünlü eseri ‘Pratagoros’ 343 a-b kısmında şöyle açıklar: “Eskiden olduğu gibi bugün de Lakedaimon eğitiminin idman zevkinden çok felsefe zevkine dayandığı görülür; çünkü bu tarzdan sözler ancak iyi yetişmiş bir adamın dilinden çıkabilir. Örneğin, Miletli Thales, Mytileneli Pittakos, Prinelı Bias, bizim yasa koyucu Solon, Lindoslu Kleobulos, Kheneli Myson ve yedinci Bilge olarak da Lakedaimonlu Khilon. Bunların hepsi Lakedaimon eğitiminin hayranı, savunucusu ve aşığıydılar. Her birinin kısa ve anlamaya değer söylemleri bilgeliklerinin Lakedaimonlularınkine benzediğini açıkça gösteriri. Bunlar (Yedi Bilge) bir araya gelip bilgeliklerinin ilk ürünlerini Apollon’a sunmak için toplanmışlar ve Delphos tapınağına dillere destan olacak şu özdeyişi kazıtmışlar: ‘Kendini bil’ (Gnothi seauton)”.
İlk başta dilin büyülü dizgisi kelimenin kutsiyetine kapatır bizi. Dile gelen şey kulağa hoş, cazip, etkileyici sedayla çarpmaktadır. Kulak perdelerimizi titreten ilahinin kendisi değil de, üzerine örtük duran mistik dingilliğidir. Dil sanki öte dünyanın sonsuzluğundan seslenmekte, ama kendisini beride duran en saf ve en korkunç varlığın göğsüne yamamakta, bizi ele geçirecek bu tılsımlı sözün işitişi içinde inşa etmektedir. Bir merkezden yayılan elektrik akımı gibi kendi duyumunun etkisi altına aldığı bedeni çarpılmış gibi dizleri üzerinde yere bırakmaktadır. Onu örten büyü zaten bu çökertme eylemi, itaat olanağını açığa çıkartmadır. Kendini Bil’in yüksek gürültüsü altında sağlanılan sükûnet.
Bir kere yöneliş olarak çarpıktır. Hepimiz vahyin ne anlama geldiğini biliriz. Vahiy, Doğu öğretisine özgü bir esaret gibi gösterilse de, pekala Eski Grek ve Latin öğretisi içinde ‘Logos’ bir esaret olarak büyülü dünyalardan kükreyip gelen esintidir. Evrenin yasası olarak mutlak akıl, yani logos düşüncesini Batı zihnine kökleyen Herakleitos olmuştur. Aslında bu ifade Eski Grek bilgeleri olarak anılan Orpeuscular ve Herakleitos öncesi filozofların düşleminde belirgindi, ama bir kavramın içine alınarak dilin kullanımına sunulmamıştı. Logosun gizemini, vahyi nasıl anlarsak o derece anlamlandıra biliriz. Ama ‘Kendini bil’ logostik bir söylem değildir. Evrenin egemen ‘aklına’ (Logos) karşı insan aklıdır (Gnothi seauton).
Sokrates yetkin ve derin bir ciddiyet içinde bunun böyle olmayacağı kuşkusuna götürmez bizi. Aksine bilgeliğin ilk ürünü olarak Apollon’a sunulduğunu haber vermektedir. Söylemin odağı daha ürkütücüdür. Ürün, yani kurban Apollon’a sunulmuştur. Apollon’un Tanrılarla insanlar arasında arabulucu olmak gibi bir misyonu vardı. İnsanlara, Tanrılarla geçinmenin yollarını öğretmişti. Apollon ‘Orakl’ divanının yöneticisidir. Orakl, Grekçe’de ‘insanlar tarafından sorulan şeylere Tanrıların verdiği cevaplar’ demektir. Sonraları kelime ‘kehanet’ anlamı kazanmıştır. Bazı varoluşçu Grek hayranları ‘Orakl’ı — ‘yakarış, dua’ anlamı içine indirgemeye çalışırlar. Orakl’ın tam karşılığı ‘soruya tutulmak’tır. Soru acizliktir, aynı zamanda cesarettir de. İnsan, Tanrılara soru sormakla acizliğini gösterirken, aynı zamanda Tanrıya çıkışmaktadır da. Orakl’ın yeri Delphos tapınağıdır. Burada insanlar Pythia veya Sybill aracılığıyla Tanrılarla diyaloga girmekteydi. Pythia veya Sybill denilen mistik çehreli ‘şaman’, ‘kadın rahip veya kahin’ demektir. Neden, özellikle de kadın? O dönemde bütün uygar toplumlarda olduğu gibi Grek dünyasında da kadın anlamsız bir değere sahipti. Yani, kadının doğurmaktan öte bir misyonu yoktu. Yunanlılar büyük bir zeka örneği sergilemişlerdir, Orakl kürsüsünün başına kadını geçirmekle. Çünkü, Orakl gücün odak noktasıydı. Ancak bir dişi bu odak noktasının göbeğine oturtulabilirdi. Çünkü, hiçbir statüsü bulunmayan kadının bu güce sırtını dayayarak Yunanlarda iddialı konuma gelmesi imkansızdı. Bir kere, varlık olarak değersizdi, ayrıca Yunanlılar ciddi biçimde cinsiyet ayarlaması yapmışlardı. Kadının, Yunan toplumu içinde ne kadar atılmış, itilmiş, gözden ve değerden düşürülmüş, hatta cinsellikte ve aşkta bile kadına duyulan istek ve sevginin sıradan, bayağı tavır, tutku ve psikoloji içine sokulduğunu Platon ‘Şölen’in de açık bir dille beyan etmektedir. 191d: Aristophanes “Zeus’un bundan amacı şuydu: çiftleşmede, eğer bir erkek bir kadınla birleşirse, çiftin bir çocukları olacak ve tür üreyecekti (sadece bu kadar – E. N.); yok eğer bir erkek bir erkekle birleşiyorsa, ilişkilerinden hiç değilse bir doyuma ulaşacaklar ve rahatlayarak aksiyona yönelecekler ve hayatlarının başka ihtiyaçlarını sağlamağa çalışacaklardı”. Ve 191e – 192a: “Bir erkeğin kesilmiş parçası olan erkeklere gelince, bunlar erkeklere yönelirler; ve daha çocukluklarında, yani ilkel erkekten kesilmiş küçük bir parça iken bile, erkekleri severler, onlarla yatmaktan, onların kolları arasında olmaktan hoşlanırlar. İşte, en iyi çocuklar ve delikanlılar bunlardır, çünkü en çok erkeklik onlarda vardır”. Dahası da var: “atılganlık, yiğitlik, erkeklik damarlarıdır ki, onları böyle kendi benzerlerinden hoşlanmaya sevk eder. ...Yalnız bu tür delikanlılardır ki, tam yetişkin hale geldiklerinde, polis (şehir devleti – E. N.) işleriyle uğraşmaya başlayarak gerçek birer erkek olduklarını gösterirler”. Phaidros, erkek aşık ve sevgililerden oluşan bir sitenin gerçek mükemmelliğin, birliğin ve dayanışmanın öreğini teşkil edeceğini belirtir (Şölen, 178e – 179a). Ve bunun gibi birçok Yunanlı düşünür gerçek aşkın erkek aşkı olacağını savunmaktadır. Yani kadının hiçbir alanı yoktur. Rahmine düşen yumurtaları üretmekle mesuldür. Kadının toplum içinde bu denli kimliksiz ve yurtsuz konumudur ki, onu Orakl kürsüsünün başına dikmişlerdir. İstese dahi hiçbir alt yiyemez.
Neden, özellikle kadın? Bu sorunun ‘özellikle’ kısmı henüz açıklanmadı. ‘Özellikle’yi nedenle kadın arasına oturtan düşünüş kadının özelliğinden ileri gelmektedir. Kadının özelliği doğurganlığıdır. Evrenin aklı Logosla, insanın aklı Gnothi seauton’un birleşmesi doğurgan bir gücün bedeninde gerçekleştirilebilir ancak. Rahim, akılların çiftleşme yeridir. ‘Dünya bir rahimdir’ — diyor şair. Bu çiftleşme Apollon’un gözcülüğünde gerçekleşirdi. Sokrates'i, Batı düşünce dünyasının ufkunda parlayan bu inancı, siyasal bir öğretiye dönüştürdü. Yedi Bilge büyük bir titizlikle seçilmiş iktidar heyetidir. Her birinin toplumda belirgin yeri ve konumu bulunmaktadır. Solon yönetici ve yasa koyucuydu, Thales filozof veya düşünürdü, diğerleri hukukçu, kanun adamı ve saire gibisinden toplumu idare edici, yönetici yetki ve bilgilerle donanmışlardı. Yedi Bilge, kısacası toplumu üretmekle (yönetmek, idare etmek, devamlılığını korumak, yani her türlü iktidarsal işle) uğraşmaktadır. Ürettikleri varlığın ilk ürünleri olarak ‘Kendini Bil’i gözcü Apollon’a kurban olarak sunmuşlardır. Peki kurban edilen neydi? Kader! Et ve kemik arasında yapılan pazarlık. Kaba bir kandırmaca ve büyük bir yalan.
Kendini bil, insanın dışa doğru uzayıp giden düşüncesinin ufkundan, Tanrılarla insanların oraklının zemininde duran Delphoi mabedinin kutsallığından koparıp, bizzat insan varlığının içine oturtmuştur Sokrates. Kendini kendinde tutuklamanın, alıkoymanın, gözetlemenin, gözlemlemenin, hapsetmenin, ölçüsü olarak.
Kamu hukuku, insanın ön plana çıkarılmasında ve insanı toplumsal bir kimlik içinde tertipleyen idari ahlakın Sokrates tarafından onarıldığını belirtmektedir. Sokrates’e göre, insanın hedefi kendisidir. Bu önerme politik bir yorum taşımaktadır. Sokrates içtenlikçi iktidar tutumunu, düşünümün özüne taşımış, aşırı tutucu bulunan Yunan toplumunun kaygı imini bireyin benlik tamlığı alanında devinime koymuştur. Sokrates dönemi, Yunan polislerinin küçülme dönemidir. Toplum aşırılık ve karmaşa içinde ciddi bir bunalım geçirmektedir. Bunalımın kaynağını Sokrates, düşünümün insanın dışına konulmuşluğunda bulmaktadır. Yunan dil kuramında düşüncenin tabanı topraktır. Bu taban düşünceyi dışa doğru dikkatli yapmıştır. Oraklın yönelimi bu bakımdan içkin değil, dışarılıktır. Sokrates’e kadar Yunan toplumu kendi dışarılık dünyasında konumlandırmıştır. Sokrates aşırı Solon hayranıdır. Solon, Atina Polis Devleti’nin mimarlarından biri olmuştur. Solon’un reformları, Yunan toplumunun idari varlığını oluşturmakta ideal bir koşullandırmaydı. Solon’un yasaları konuluş bakımından diretmeci olmasına karşın bütüncüldür. Solon’un açımlanmasını öngördüğü yasaların bütüncül dili toplumun karma yaşamını tekile indirgemekti. Yazılı hukukun kurucusu olan Solon, borçtan kaynaklanan köleliği kaldırmış, çiftçilerin özgürlüğünü sağlamıştır. Doğumdan kaynaklanan siyasal ayrıcalıkları kaldırmakla, siyasal hakların servetin çokluğu yoluyla belirlenmesini şart koşmuş, yani para aristokrasisini benimsetmişti. Eğitim devletin denetimi altına girmekte ve gözetlenmekteydi. Kabaca, Solon Yasaları bundan ibaretti. Siyasallık bakımından dışsal, dayatmacı, güce dayalı, eritmeci kanunlardı bunlar. Devinim gücü dışa yönelik bulunmaktaydı. Toplumun üzerinde utkulu duran bu yasalar gökyüzüne çekilmiş karanlık şemsiyenin siyah yoğunluğunda korkunç bir vehim gibi durmaktaydı. Solon yasaları Eski Mısır’a özgü süse, ihtişama ve güce dayalı, merkezinde firavunların oturduğu Öklid’in çemberini hatırlatıyordu. Solon’un düşlemesi toprağa dayalı bir logos türüdür, insanın ötesindedir. Sokrates, Solon’un taktiğini doğrular, ama tabansız bulur. Çünkü, ona göre, söz konusu toplumun yönetimi ise iktidar içe dönük çalışmalıdır. Kendini bil, kaderin kanunu hükmünde bizzat insanın zihnini, kalbini, bütün davranışlarını dolduran soluksu devinimi burada devriye girmektedir. Bu anlamda Sokrates’in ne yapmak istediğini açıklayan en yetkili kaynak Platon’un ‘Şölen’inde yer alan Alkibiades’in konuşmasıdır. Alkibiades konuşmasına Sokrates’i tiye alarak başlar, ama büyük bir içtenlikle bunu vurgulayarak: “Sokrates’in az önce söylediklerinin bir tek kelimesine bile inanmıyor musun sen? Aslında gerçeğin onun söylediklerinin tam tersi olduğunu biliyor musun?” Alkibiades bu sorularıyla Sokrates’in inatçı ve doyumsuz düşlerini doğrular. Sokrates’in bizzat kişiliğini tanımlayarak ikilemler kutbuna yayıla kalmış karanlık ve çirkin yüzünü açığa çıkartmaya çalışır. Şölen 215b: “Ben, Sokrates’i — der Alkibiades — her şeyden önce tıpkı heykel atölyelerinde teşhir edilen Silenoslar’a benzetiyorum; hani şu sanatçıların, ellerinde bir kaval yada flavta tutar halde tasvir ettikleri ve ortadan ikiye ayırdıkları zaman içlerinden Tanrı heykelleri çıkan Silenoslar’a. Sonra onda Satyros Marsyas’a özgü bir taraf olduğunu söylüyorum.”
Eski Grek’te Silanos, ‘basık burunlu, küskün ve dargın bakışlarıyla bilinen, koca karınlı çirkin bir varlıktı; zamanının çoğunu sarhoş olarak geçirse de bilge bir kişiydi’. Ya Mersyas kimdi? Lira tanrısı Apollon’la yarışıp, flavtasıyla onu alt etmeye kalkışmıştı. Bu davranışı karşılığında Tanrı kendisini cezalandırmıştı. Alkibiades, Sokrates’in gerçeğini bir kahin gibi yüze vurmaktadır. Gerçekten de, Sokrates içindeki Daimonion güdülenmesiyle (tıpkı Silenos gibi) Tanrı Apollon’un yetkilerini ‘kendini bil’ öğretisiyle onun elinden alarak insana sunmuştur. Daimonion’dan türetilmiş olan ‘endaimonia’ (mutluluk) insanı kendi sınırları içine kapatmakta, kendi merkezliğinin bilgisi içinde mutlu yapmaktadır. Sokrates felsefesinin ve ahlak anlayışının temel özelliği ‘mutluluk bilgisi’ — ‘endaimonizm’dir. ‘İnsan insanın kurdudur’ Hobbesçi öğreti, en ilkin Sokrates’te ‘insan kendi kendisinin kurdudur’ şeklinde anlam kazanmıştır. İçkinlik ilkesi insanı kendisiyle uğraşa sokmakta, insanı kendi içinden parçalamaktadır. Yoğun bilgi katmanları, bölünür kendilikler üzerine derin ve bunaltıcı baskılar yaparak insanı uysallaştırmaktadır. Toplumun uysallığı, gücün ihtişamını yüceltmektedir. Solon uysal toplumun lideri olmadığı için Yunan devleti ufalanarak savrulup gitmiştir.
Kendini bilmek ne demektir? Bildiğim kendim miyim? Kendimi kendime bildiren kim? Hangisi ben? Bütün bu sorular insanı gebe bırakan bilmecenin sonsuz şifre oyunları gibi bitmez tükenmez doğum çilesi ve sancıları içinde kavurmaktadır. Sokrates kendi görevinin ‘ebelik’ olduğunu vurgular. Yani, toplumun kendilik doğumunun bekçisi. Bunu Alkibiades’in ağzından dinleyelim. Şölen 216d: “Sokrates’in güzel delikanlılara aşık olmak gibi bir iptilası vardır; onların çevresinde dolanır durur, onları gördü mü aklı başından gider. Öte yandan, o, her şeyin cahilidir, hiçbir şey bilmez”. Ve 216e’de: “O, bütün ömrünü safdillik taslayarak, insanlarla alay ederek geçirir”. Alkibiades açık ve net biçimde Sokrates’in kişiliğinde iktidar tiplemesi yapmaktadır.
Ne var ki, Sokrates’i ne kendi toplumu, ne de Rönesans’a kadar sürüp gelen Batı toplumları anlayamadı. Ve her şeyden önce Batı siyaset aklı onu keşfetmekte çok cahil kaldı. Dahası, Sokrates, gençliğin ahlakını bozmak gibi suçlardan yargılanarak idam edildi. Öğretisi, mistisizm kervanına yama edilerek yetersiz ve tabansız biçimde kullanıldı ve ezberletildi. Asla anlamı anlaşılamadı, bugün bile.
Şimdi, Rönesans’la Latin-Germen düşünürleri bu defa şaşmadan ve eksiksiz olarak Sokrates’in öğretisini uygulamak eylemiyle ayaklanmışlardı.
Rönesans’ın Batı düşüncesine kazandırdığı bütüncüllük metodu ‘sistemler çokluğu’ olmuştu. Sistemler çokluğu içinde, Evren ve Dünyada oluşan ve oluşmakta olan ne varsa her şey bir bütünlük içinde yerini almaktadır. Çok renkli bir tablo, bu. Rönesans, idrakin sularını bulandırdı. Bulanıklık bunaklığı doğuracaktır. Hayatın türlü yolları ve yordamları açılacaktır. Aşındırma tekniğinin kurulu güçlerini tarihin derinliklerinden bulup ortaya çıkartan Rönesans, onların üzerinde katmanlarca yığılı duran pas kilitlerini söküp atarak keşifler haritasını oluşturmaktaydı. Adsız yapıtların sonu gelmişti, düşünürün simgeleme işlemi kendi isminin altında sonsuza kadar kovalamaca biçiminde uzayıp gitmektedir. Derin, sisli uykular dizisini paramparça eden Rönesans, sabahın ışınmamış alaca karanlığında insanı titreten yüze serpilen su gibi üşütücüydü. Kişilik, benlik sevdasını ayaklandıran bu titreksi yıkanma insanı acıktırmakta ve doyumsuz yapmaktaydı. Rönesans’la birlikte doyumsuz insan türleri üremeye, artmaya ve hatta dünyanın her köşe bucağına kök salmaya başladı. Rönesans, dili resimle bağlantıya sokarak sonsuz ilişkiler oyunu yaratmaktaydı. Türlerin en açgözlüsü olan bu doyumsuz insan resimle dilin sonsuz derinliği içinde gölgeleri yok ederek dünyanın göğsünde büyük kraterlerin açılmasına meydan vermenin bilgisini, kurnazlığını, tekniğini ve sarsıcı güdüsünü değerlerin kategorik titizliği ve ayarı olarak onarmaktaydı. Rönesans, Eski Grek düşüncesinin çıkışını belirleyen ‘şaşırmak’ ilkesini ‘şaşırtmak’ olarak onarmıştı. Bu düpedüz Sokratesçi düşüncenin ciddi, pürüzsüz ve yetkin gücünü haykırmaktaydı. Şaşırmak, insanı belirsiz bir varlık olarak algılamamıza neden olmuştu; oysa, şaşkınlık insanın varlık yapısını merkeze taşımakta, onu dünyasal tasarımın göbeğine oturtmaktaydı. Benzeşiler öğretisi tiksinç bir biçim almakta, büyük bir organizmanın küçük dünyası olarak algılanan insan sabırlı dogmalar diyarını terk etmekte, kendisine her şeyin merkezi haline gelecek bir yurt aramaktaydı. Birbiri üzerine eğrilip duran bilgi fanatizminin doğası büyük bir içtenlikle taraflı bir varlığın elinin altına koyulmakta; insan, yığılı duran bu bilgi kayalıklarından sarkık bir vaziyette her an düşme korkusuyla tırmalayıp, çırpınmaktaydı. Onarma amaçsal olarak ticari öngörü, psikolojik tedirginlik, kazanıma dayalı zenginlik, bireyler hiyerarşisi ve sonu uzayıp giden bilgi hattı gibi uçurumlu dünyanın üzerine kalın bir duman gibi çökmekteydi. Rönesans’ın onarma metodolojisi çok yönlü, ama birbirine sıkı bağlılıklar arz eden temele dayalıydı: insanı sorun eden yeni bir sorgulama türü olan hümanizm ahlakı; yeniye varmak özlemini açıklayan Platonist hayranlık; kategorik zeminin oluşması için başvurulan Aristotelizm; çekirdeğin veya varlığın temeli olarak Atomcu görüşün tetkiki; ve insanı doğuran yeni gözlem türü olan Şüphecilik. İşte, Rönesans resminin benzersiz renkli düşüncesi bütün ihtişamıyla önümüzde dikilmektedir.

Çarşamba, Mart 15, 2006

DUYURU

İstanbul Üniversitesinde 14-15-16 Mart 2006 tarihlerinde "Ermeni Meselesi" adlı Türk ve dünya tarihçilerinin katılımıyla bir konferans yapılacaktır. İlgililerin katılması rica edilmektedir.

Bir Direniş Hikayesi: Göktepe


Türkmen Milli Mücadelesinin en büyük kanıtı olarak dünya tarihine geçen Göktepe direnişinin üzerinden tam 122. yıl geçmiştir. Bu süre içinde Türkmenler ulusal bir kimlik kazanmış, Rus ve Sovyet işgalini üzerinden atarak bağımsız kimlikleriyle Türkmenistan Cumhuriyeti adı altında ortaya çıkmışlardır.

Göktepe savaşları bugüne kadar çok sayıda çalışmanın, makalenin konusu olmuştur. Gerek Türkmen, gerek Rus ve diğer ülkelerin araştırmacıları bu konuda çok sayıda çalışma ortaya koymuşlardır. Göktepe olaylarının lehinde ve aleyhinde ortaya konulan görüşlerin hemen hemen hepsinde, savaş sırasında Türkmen ulusunun gösterdiği direniş hep övülmüştür. Daha, direnişin gerçekleştiği tarihlerde dönemin Osmanlı matbuatı Türkmenlerin direnişine övgüler yağdırarak “Göktepe Zaferi” başlığını atmıştır.

Savaş, belki Türkmen tarihinin en büyük direnişi ve kahramanlık eseri olarak görülebilir, ancak bir gerçek asla gizletilemez. Göktepe savaşı Türkmenler adına tam bir kıyım olmuştur. Kaynaklar bize, II. Göktepe savaşının sonucunda 6500 Türkmen askerinin, 28.000 kadın, çocuk ve ihtiyarın öldürüldüğünden söz etmekteler. En ürkütücü tablo bu savaş sırasında ölen yüzlerce Türkmen bilgin ve din aliminin, Türkmen toplumunun kültür ve edebiyatında bıraktıkları boşluktur. Savaş Göktepe kalesinde korunmakta olan çok sayıda eser ve kitabında kaybına neden olmuştur.

Göktepe, bir topluluğun kendi bağımsızlığı için verdiği bir varoluş mücadelesidir. Genel Türk tarihinde Türklerin sergiledikleri bu türden direnişlere dört veya beş kez rastlanmaktadır. İlki, 1804 yılında Azerilerin Ruslara karşı sergiledikleri Gence direnişi olup ardından 1881 Göktepe, ardından Çanakkale ve İran’daki Kaşkay Türklerinin İngilizlere karşı sergiledikleri Şiraz direnişidir. Bunların son ikisi düşmanın hezimetiyle sonuçlanırken, ilk iki direniş kaybedilmesine karşılık toplumun hafızasında bir kahramanlık destanı olarak kazılmıştır. Gence ve Göktepe direnişleri eğer Rusların topluluk üzerinde yoğun baskısı gerçekleşmemiş olsaydı yerel halkın dilinde ikinci bir Köroğlu Destanının ortaya çıkışıyla sonuçlanacaktı. Ancak, bugün bu direnişleri destan olarak gelecek kuşaklara anlatmak biz tarihçilerin, edebiyatçıların, roman ve hikaye yazarlarının elindedir. Zira, Göktepe direnişi toplumsal varlığımızı incitse de kimliğimize ve hafızamıza ulusal bir güç vermektedir.

Göktepe sadece anlamlara ve anlatımlara sığdırılacak bir olay değildir, aynı zamanda ulusça ders alacağımız bir olaydır. Araştırmalara göre, Göktepe olayı uzun yıllardan beri ve planla gerçekleştirilen bir işgal girişiminin son safhasıdır. Diranişin yaşandığı 1881 yılı olaylarının en az 60 yıl öncesinden itibaren bölgeyle ilgili Rusların işgal raporları hazırladıkları bilinmektedir. Rus silahlı birlikleri komutanı N. N. Muravyev’in 1819-1820 yıllarında Türkmen bölgesine gerçekleştirdiği gezide bunun ip uçlarına rastlamaktayız. Ondan önce de Binbaşı Ponomaryev Türkmen yomutlarının oturdukları bölgelere geziler düzenlemiş, ticari amaçlarla ele geçirdiği üstleri askeri amaçlar için kullanmaya başlamıştır. 1820 yılı sonrasında bölgeye gelmiş Rus ordu mensuplarından Lalayev’in çar yönetimi adına hazırladığı raporlarda açı ve net biçimde “Türkmenler Rusya’ya tâbi olmalıdırlar” ifadeleri yer almaktadır. 1832 yılında G. S. Karelin’in başını çektiği heyetin raporları ise tam bir işgal girişiminin planlarını içermektedir. Dolayısıyla, Göptepe adım adım gerçekleşmekte olan bir işgali durdurmak için Türkmen toplumunun karşı koymasını yansıtmaktadır.

Göktepe savaşının Türkmen tarihinde bir diğer önemi, Türkmen boylarını bir araya getiren top yekun bir ulusal direniş olmasıdır. Direniş sırasında o zamana kadar boylar halinde örgütlenen Türkmenler bir araya gelerek ortak bir cephede birleşmişlerdir. Oysa, araştırmacılar Türkmen boyları arasında birliğin olmadığından söz etmektedirler. Anlaşılan, Göktepe savaşı bu görüşü boşa çıkartmaktadır. Zira, Türkmenlerin boylar biçiminde sosyal bir yapılanma göstermesi aralarındaki birliğin olmamasından değil, bir çeşit yaşam tarzından ileri gelmektedir. Bilindiği gibi, Ortaçağlardaki Türkmenistan sahasının coğrafi koşulları göz önüne alındığında Türkmen toplumlarının aynı çatı altında yaşaması olanaklı görülmemektedir. Büyük sahra bölgeler arasındaki ilişkiyi ve bağlantıyı zorlaştırmaktaydı. Kısaca, Türkmenler arasında her zaman için etnik, boy, kan bağı olmuştur. Onlar özellikle bütün bölgeyi tehdit eden düşmana karşı defalarca birlik oluşturmuşlardır. Bunu Türkmen tarihinde Safevilere, Nadir Şaha, Kaçarlara ve en sonra Ruslara karşı görmekteyiz.

Göktepe Türkmen tarihinde bir dönemin sonu, yeni bir dönemin başlangıcıdır. Göktepeyle Türkmenlerin bağımsız yaşamı sona erdiği gibi, Türkmen boylarının feodal siyasal düzeni de sona ermiş, kabile tarzı küçük etnik gruplara dayalı sosyal hayat biçimi tamamlanmıştır. Bunun yerine Türkmenler başka bir gücün tesirini altına düşmesine rağmen aydınlanma hareketleri, ulusal bilinç ve millet kimliği kazandıkları bir dönemeç almıştır. Rus işgali adı üzerinde bir işgal olmasına karşın Ruslar Türkmen bölgesine koloni yaşam düzeni yanında Batı idare anlayışını da getirmişlerdir. Böylece, bu gelişmeler sonucunda Türkmenler Doğu toplumu olma kimliğinde sıyrılıp Batılı toplumlarla aynı düzeyde olma seviyesini yakalamıştır.

Türkmen ulus kimliği işgal sonrası gelişen biri dizi olaylarla açıklanmaktadır. Ancak bu gelişmenin temel kökleri Göktepe öncesi Türkmen sosyal ve kültürel yaşamında yatmaktadır. Göktepe sırasında Türkmenler zaten ulusal bir varlık ortaya koymuşlardır. Tek bir dil, tek bir etnik kimlik, aynı inançsal unsurlar ve kendi karakterleriyle özleşmiş coğrafi yapı alt yapıda Türkmen ulusunu oluşturacak nedenler olarak görülmektedir. Bunun tamamlanması için sadece yetkin bir siyasal güç gerekliydi. Dolayısıyla Eski Sovyet tarih anlayışında belirtildiği gibi, Türkmenler Rus işgali sonrasında milli bir kimlik kazanmış değillerdir. Tabii, Rus işgalinin Türkmen milli kimliğine olumlu veya olumsuz etkileri olmuştur, ancak bu olay Rusların bölgeye nüfuz etmesiyle birinci dereceden bağlı bir olay değildir ve daha geniş süreçleri içermektedir.

Göktepe savaşı aslında 1863 ile 1884 yılı arasında yirmi seneden fazla süren bir işgal sürecinin son durak noktalarından biri olmuştur. Eğer, o sürede Rusların katıldıkları Kuzey Kafkas, Balkan savaşları göz önüne alınırsa Ruslar en sert direnişle burada karşılaşmışlardır. Bunu, o zaman kadar bir çok savaşa katılan General Skobelev’in raporları da doğrulamaktadır. Gerçekten de, ateşli silah olmayan bir topluluğun her türlü silahla teçhiz edilmiş manevra kabiliyeti yüksek bir ordu karşısında sergileyebileceği en sert ve en güçlü bir direnişi Türkmenler Göktepe’de ortaya koymuşlardır. Öte yandan Türkmenlerin Göktepe’de yenilmesinin faturası sadece Türkmenlere kesilmez. Türkmen beyleri usun süre kendi çevrelerinde müttefik arayıp durdular. Doğuda ortaya çıkan Rus tehdidinin önüne geçmek için İran, Afgan Emirliği ve Orta Asya’daki küçük siyasal birliklerle birlikte savaşmak isteklerini dile getirmelerine rağmen yalnız bırakıldılar. Dolayısıyla, Türkmenler işgal karşısında gereken bütün mücadeleyi sergilemişlerdir.

Ancak, her savunma veya yenilgi ve hatta zafer kendi kahramanlıklarıyla anılmaktadır. Göktepe savaşı Türkmen tarihine çok sayıda kahraman kazandırmıştır. Bunların en büyüğü hiç şüphesizi savaşlarda iki oğlunu kaybetmesine rağmen son ana kadar direnen ve 5 Mayıs 1880 günü savaşın meydana getirdiği harabeler üzerinde gözlerini yuman Nurberdi Han olmuştur. Onun ölümü bir anlamda Türkmenlerin de Ruslara karşı lidersiz kalmasına neden olmuştur. Ancak Türkmenler bu savaşın kahramanları arasında Mahtumkulu Han, Dıkma Serdar, Kurban Murat İşan’ın adlarını Nurberdi Hanın adı kadar aziz tutmuşlardır.

Kısaca, Göktepe Türkmen milli mücadelesinin yükselen bir kahramanlık abidesidir.

Konuyla İlgili Kaynakça İçin Bakınız
Saray, Mehmet – Yeni Türk Cumhuriyetleri Tarihi, Ankara 1995.
Saray, Mehmet – “Türkmenlerde Demokrasi Anlayışı ve Parlamento”, Türk Kültürü, N: 197.
Necef. E, Annaberdiyev. A. – Hazar Ötesi Türkmenleri, İstanbul 2003.
Dr. Ahmet Annaberdiyev
Tarihçi-Araştırmacı

Pazartesi, Mart 13, 2006

Hazar Sözlüğü


Rivayete göre , Hazar Hakanı bir düş görür ve düşünün derin anlamını öğrenmek için üç dinin (İslam, Hıristiyan, Musevi) temsilcisini sarayına davet eder. Hangisi düşünü en inandırıcı biçimde yorumlarsa halkıyla birlikte onun dinini kabul edecektir. Her dinin temsilcisi Hazarlar’ı kendi dinlerine kazandırdıklarını iddia etmektedir. Hazar Sözlüğü bu yorumu bir araya getirmiş ve 1691’de Daubmannus tarafından yazılmış bir kitaptır. Ama bir nüshası dışında bütün baskıları engizisyonca yakılmıştır. 1982 yılında ise üç Düşavcısı İstanbul’da buluşur: Yahudi Dorothea, Hıristiyan Kvaşnivskya ve Müslüman Dr. Ebu Kebir Muaviye. Her üçü de Hazar Sözlüğü’nün izini sürdürüyordu ve öteden beri yazışıyorlardı.

Ancak, bunlardan Dr. Ebu Kebir Muaviye kaldığı otelin odasında esrarengiz biçimde öldürüldü.

Hazar Sözlüğü, VI ve IX. yüzyıllar arasında, Transilvanya'nın ötelerinde bir halka, Hazarlara dair düşsel bir romandır. Hazarların IX. yüzyıldaki din değiştirmelerini anlatıyorsa da bununla kalmıyor. Tartışma XVII. yüzyıla sıçrıyor ve 1982'de yeniden alevleniyor ve İstanbul'da son buluyor (şimdilik). Bu sözlük-roman, üç büyük dine göre düzenlenmiş üç sözlükten oluşmakta.Geçmişle gelecek arasında gidip gelen maddeleri, üç günahkar bilgeyi, zehirli mürekkeple basılmış bir kitabı, düş avcılarını, ölümü ve daha birçok şeyi anlatıyor. Hazar Sözlüğü, sözlük görünümünde, bir macera romanı, bir öykü derlemesi, bir Kabala yapıtı, kayıp bir dinin incelemesi, fantastik bir anlatıdır.Hazar Sözlüğü bin yıllık eski bir hikayeyi anlatsa da XXI. yüzyılın ilk romanı olarak kabul edilmektedir.

Çeviri: İsmail Yerguz
Türkçe (Orijinal Dili: Fransızca)
318 s. -- 1. Hamur -- 14 x 20 cm
İstanbul, 2001

Rusya'nın Değişmez Soykırım Politikası



Çeçenler ve İnguşlar diğer Kafkasya halkları gibi, özellikle XIX. yüzyılda Rus saldırısına ve kolonileştirme çabalarına uğrayan bağımsız dağlı halklardı. Müslüman liderleri Şeyh Şamil'in önderliğinde bu saldırıya karşı koydular. 1859'da Şamil esir düştü,1864'de ise toprakları Rus İmparatorluğu tarafından işgal edildi ve kendileri de dağlara sürüldü. Uzun süre karşı koymaları nedeniyle Kafkas savaşı 1817'den 1864 yılına kadar sürdü ve aşamalı bir Ruslaştırma siyaseti uygulandı.

Çarlığın yıkılışı Çeçen halkının bağımsızlığını yeniden kazanmasına yol açtı. Mart 1917'de, din alimleri, tüccarlar ve memurlardan oluşan Çeçen Ulusal Kabinesi Çeçen Kongresince seçildi. İnguş Ulusal Kabinesi de oluşturuldu. Güvenliklerinin sağlanması amacıyla Kuzey Kafkasyalılar 11 Mayıs 1918' de bağımsız Kuzey Kafkasya Dağlı Halklar Cumhuriyeti'ni kurdular ve Bağımsızlık Deklarasyonu'nu ilan ederek Ruslardan ayrıldılar.

Çarlığın emelleri Sosyalizm postunda Moskova'daki rejim, Kızıl Ordu aracılığıyla eski Çarlık kolonilerine saldırdı. Çarlık, "Rusya Merkez İcra Komitesi" adı altındaki yeni hükümetin bünyesinde yeniden canlandırılıyordu.Komite, 20 Ocak 1920 tarihli kararnameyle Çeçenistan ve İnguşya'yı RSFSC bünyesinde Dağlık Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olarak ilhak etti.
20 Kasım 1922'de Çeçenistan Dağlık Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti(DÖSSC) bünyesinden ayrıldı ve RSFSC bünyesinde Özerk Eyalet olarak yeniden oluşturuldu.

7 Temmuz 1924'de DÖSSC lağvedildi ve İnguş Özerk Eyaleti oluşturuldu. 15 Ocak 1934'de Çeçen ve İnguş Eyaletleri tek özerk eyalet olarak birleştirildi ve 5 Aralık 1936' da Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adını aldı.

1817-1864 tarihleri arasında Çarlık, 1920'de Kızıl Ordu, 1944'de Stalin, 1994-1996 tarihlerinde Yeltsin, 1999-2000'de Putin'in sürdürdüğü soykırım hareketleri şunu gösteriyor: Rusya Çeçenleri yokedinceye kadar soykırıma devam edecek.

1920'de Lenin, komünist cumhuriyetler için "bu dünyadaki emperyalist güçlerin ortamında varlıklarını sürdürmek, Sovyetler olmadan olanaksızdı" diyerek bu pragmatik emellerinin gerekçesini anlatıyordu.

Bu durum, Çeçenistan dahil Kuzey Kafkasya halklarının bağımsızlıklarının tanınmasına karşın, Rus imparatorluğunun başka bir adla, RSFSC olarak yeniden doğuşu için bir temel hazırlıyordu.
Komünist olmak bile işe yaramadı. 1924 yılında Lenin'in ölümünden sonra Stalin RSFSC'nin Rus olmayan uluslar ve dinler üzerindeki saldırgan siyasetini yaygınlaştırdı. Stalin, Moskova emperyalizmine karşı koyan Çeçen ve İnguşlara soykırım uygulayarak tepki gösterdi.
Zengin toprak sahipleri 1937-38 yıllarındaki soykırım hareketleriyle etkisiz hale getirildiler. Çeçen-İnguş Komünist Partisi de soykırımın hedeflerinden birisi oldu. 1934 yılında Komünist Parti'nin 11 bin 966 üyesi bulunurken, 3 bin 500 üye "istenmeyen kişi" ilan edildi.Bin 500 üyenin ise "başka bir yere yerleştirildiği" açıklandı. 1938'de ise 822 üye "halk düşmanı" veya "Troçkist" olmakla suçlandı ve daha sonra da yokoldular.

Geniş çaplı diğer bir soykırım hareketi 1944 Şubatında gerçekleştirildi. Karar aslında bir yıl önce Politbüro ve Kızıl Ordu genel karargahı tarafından alınmıştı. Stalin, Voroşilov, Karanoviç, Hruşçev, Kalinin ve Beriya Almanlar ülkeyi terkedene kadar sürgünü erteleme niyetindeydiler. Molotov, Jdanov, Voznesenski ve Andreyev zorunlu göçün hemen gerçekleştirilmesi taraftarıydılar.

Fehim Taştekin
http://www.kafkas.org.tr/ bgkafkas/

Pazar, Mart 12, 2006

Nilgün'ün Anısına...



CAM KELEPÇEYE EVET

Ilık bir süzülüşle
Geri dön hayat,
Bırakma yeryüzü salına
tünemiş pek kara kuşlar
Örtsün bakışımı,
pencere tutsağının
Düşsün hayatı suya...
NİSAN, 84


KURAKLIK ANA
Kuraklık ana! Bir son bulamadık senin için, bir başlangıç da.
Bilememe kapanında öyle yönsüzüz ki!
Felaketin kıyısını hatırlatan senin tarafsızlığındı, her zaman.
Gündüz kaçağı gözün geceye saldı bizi,
susku karanlığında yazdı hep giz sözünü, çekinmeden.
Önceleri, tayfun yığınları, bora çoğulluğu soluyordu yaşamımıza.
Sonra, zifir durukluğu; söndü, çekip gitti yıldızlar da.
Böylece serildik yatay, paylaşım olanaksızlığı konutunda.
Işıltılarını geri alanşimşeklerin ilenciyle, yer dışı kaldık.
Bu yer ölümü tanımamıştı, henüz, yaşama tanıklığına ant içmişti.
Bu yemin kalkanını yüzümüze çevirerek savunmakta kendini hâlâ;
kollarımız bağlı, hiçbir karşılık yok bizden, yansıtabileceğimiz.
Bir an kısacık bir önsezi anında, bir bileşim umudunda, kalkanın gözü değişiyor;
konutun, kızgın ve atılgan, tehditleriyle geri bıraktırıyor
bu önseziyi ya da devinim umudunu.
"Dur" diyor, "hangi karşılık sana kucak açar, belli sayı için,sıfırdan farklanan?"
"Nasıl bir kaçışla vazgeçmek bu ara'lıktan?"
Ürkünç tavrıyla başlamanın hiçliğini yineliyor, alıkoyuyor en küçük kımıltıdan.
Bizlerin yanıtı bu alıkoyuşta buluyor varlığını,
dönencenin dışına bırakılmış olanda, kendiliğinden.
Ürkekçe bakıyor, bakıyoruz...
Bu verimsiz otlaklı köyün dışı için bize de ki,
Ey Kuraklık ana!
Bütün yollar ardıç ağaçlarıyla, kuş sesleriyle kilitlendi.
Sizin bileceğiniz gömütlük ayinleri, yüzyılların sözü ses olarak,
ancak terkedilmiş yıkıntılarda bulunur.
Sözün tınılarını dönendiren de bir duvar, duvarlar kümesi...
Bu örtük açıklık, kırmızı bir yüzeyin mavi muskası kabul edilerek,
göğsümüze takacağımız uğur, nişan olacak,pekâlâ!
Bir örnek giysili çalışkan cüceler bile,
hiçbir etkin düşsüzlük parçası bile geri alamayacak bu belirlenmeyi bizden.
Azınlık sorusu şudur; Kuraklık ana!
Ben kimim'in arayışı kaç adım gider öz-tanıma?
Engin bir su izinde yanıta vardığında, ne kadar bilebiliriz Kimiz'i?
Korku ağına sarınarak, değirmi bakışını yineliyor.
İmliyor sessizce; "Tam bu kadar işte!" diyor, oluş tarihine, bizi geri gönderen.
Sonra, gözleri yeniden karanlığa yönelmiş,
Kuraklık ananın.
Mart, 1981