Pazartesi, Temmuz 31, 2006

Dilimden Kelimler - I


1.Unutulur muyum gerçekten?
1.1. İnsan da “unutmak” demek değil mi?
1.2. Keşke “insan” sözü olmasaydı dilimizde. Ne güzel olurdu birbirimize “unutan” diye seslenmek. “Unutanlar” diye başlasaydı “insanlar” diye hitaplarımız. Hiç şikayetimiz olmazdı belki, unutuldukta ve unuttukta birbirimizi.
1.3. Mazeret mi bu? Belki evet, belki hayır. Ama bütün yaşamlar bu kelimeyi yaşayarak tatmış tattırmış unutmayı kendilerine, diğerlerine. Unutarak geçiştiririz içimizi acıtan sözleri, unutarak gömeriz bütün değerleri. Unutarak saklarız bütün günahlarımızı ve unutarak susarız erdemi bulmuşçasına. Unutarak kısaltırız yaşamımızı. Unutarak sürdürürüz soyumuzu. Unutarak kapatırız umuda kapılarımızı.
1.4. Unutulurum! Biliyorum. Çünkü bende unutanlardan ve unutulanlardanım.

2. Konuşan kim?
2.1. Ben mi, dil mi?
2.3. En eski ağaçtır dil, meyvesi kelimeler. Her insan bu anlamda çiftçidir. Kelime diker diline, kelime temizler dilinden. Kelime yer, kelime kusar, kelime satar, kelime alır. Kelimelerle okşarız sevdiklerimizi, kelimelerle acıtırız kalplerimiz. Kelimelerle satarız kendimizi. Kelimelerle kurulur her ömür. İnsan doğmadan önce adı doğar. Adıyla doğar. Kelimelerle başlar tanışlıklar, kelimelerle son erir ilişkiler. Sevapta kelime, günahta.
2.4. Bir arkadaşım vardı, dilsizdi. En büyük isteğinin diliyle kelimeleri tatmak olduğunu söylerdi. “Konuşmadan ölmek istemiyorum” derdi, elleriyle kelimeleri avuçlarına hapis edercesine.
2.5. Bir rüya görmüştüm. Kaynar bir sahrada her kes kendi dilinin gölgesine sığınmıştı.
2.6. Konuşuyorum. Konuşarak koşuyorum susmaya doğru.

3. Nasılsınız?
3.1. Neden sorar insan nasıl olduğunu birbirine?
3.2. Birbirini nasıl diye merak eder insan. Birbirinin nasıl olduğunu görerek gelişir, genişler ve nesilleşir. Nasıla bağlı selamlarımızın gerisindeki yaşamlarımız. Nasıl üzerine kurulu hayatlarımız.
3.3. En kolay yanıtlarımızı bu soruya veririz. En uzun, nasıl diye sorulduğunda konuşuruz. Sevdiklerimizin bizim nasıl olduğumuzu ve nasıl biri olduğumuzu sormaları mutluluk veriri yüzümüze. Nasıllarla anlatırız aşklarımızı, acılarımızı. Her şeyin nasıl olduğunu öğreniriz. Nasıl olduğumuzla övünür, küçülürüz. Neyi nasıl yaptığımıza bağlı her şey. Nasıl yaşadığına ve öldüğüne bakarız sevdiklerimizin ve sevmediklerimizin.
3.4. Nasıl olduğumu bilmiyorum. Bilmediğimi susarak nasıl anlatacağımı biliyorum ama.

4. Nisan.
4.1. Ayların biyografisi var mıdır?
4.2. En çok Nisan’da ağlar doğa. Nisâ gibi ağlar. Tabiatın gözü yaşlı halidir Nisan. Her fasıl bir sonrakini doğurarak ölür. Bütün aylar yaşamaz doğayı. Bu yüzden en güzel takvim Hicri’dir. Ay ömrü yaşar dünya bu takvimle. Ramazanı kışta da bulursunuz yazda da, baharda da. Bu yüzden ayların fasıllara ilişkin hasreti sonsuz değildir Hicride.
4.3. Ama Nisan öyle mi? Çivilenmiş gibi demir atmış, göz yaşından deniz olmuş tabiatın koynuna. Belki de bundan ağlar. Gözlerinden akan yağmurun kar taneciklerine dönüşmediğine, buz tutmuş ellerini kaynar güneşte yakmadığına üzülür ve hüzünlenir. Nisan, tabiatın dua ayı. Doğa üç aylık orucunu Nisan’da bozar, ağlayarak. Her canlı kendi çocuğunu ağlayarak doğurur.
4.4. Nisan, kalbimin buzul çağının erdiği ay.

5. Duvar.
5.1. Duvarsız mıdır duyarsızlarımız?
5.2. Duvarı olmayan her insan duyarsızdır. Tutarsızdır. Tıpkı ağaç diker gibi duvar diker insan kendine. Kendini kendinden korumak için.
5.3. Her şeyin bir sınırı vardır. Sınırsız olan bir sınır içine doğar. Duvar taş kalpli bir sınırdır. Kalbi olanın çektiği bir sınır. Kimi diliyle, kimi eliyle dizer tuğlaları birbirinin ardı sıra. Çatlak duvarlar çatlak beyinlerin eseridir. Fethedilemeyen kaleler kurmalı yazar kelimelerden. Sevenin kalesi gönlüdür, kapıları sonsuza açılır ancak. Duvar, yer yüzünün gökyüzüne dua için açılan elleridir.
5.4. Benim tuğlalarım kelimeler. Taşıyamayacağım kadar büyük ve ağır.

6. Son.
6.1. Her şeyin bir sonu olmalı mı?
6.2. Sonu olmayan tek şeyin sonsuzluk olduğu söylenilir. Ama bir şey söylendiği anda son bulur aynı zamanda. Sonsuzluk bir kelimenin içinde sonlanmışsa eger; bizde sonsuzluğu, sonu olanı yaşayarak buluruz. Sonu sonsuzlukla sonlandırarak tamamlarız hayatı.
6.3. Sonu gelmeden, neyin nasıl olduğuna karar verilmez. Her şeyin tartıldığı an sonun bittiği yerdir. Noktanın ağır bir kapı gibi kitabımızı yüzümüze kapattığı andır.

Önce “kelimeler” diktim dilime. Onları “Nisan”ın göz yaşlarıyla suladım ve korumak için bir “duvar” çektim. Sonra “nasıl” olsa “unutulacağım” değip “sonu” sonsuzluğa açılması için beklemeye koyuldum.

Pazar, Temmuz 30, 2006

Fırtınalar 2: MSN Notları


aşık olunca avuçlarım kızarıyor

ilk sevgilimin adı L… idi

bana elma çalmıştı mutfaklarından

ona kendimi sevdirene kadar neler çektim

boğuluyordum neredeyse

rakiplerimi bile ortadan kaldırdım

eşini ayartmak için mücadele veren belgesellerde gördüğümüz maymunlar gibiydim

şişko bir annesi vardı

sanki Ortaçağ cadılar döneminden geriye kalmıştı kadın

ölmüşse, türü kesilmiş olmalı

güzel gözleri vardı

kafam cennet bahçesinde bütün günah meyvelerini yiyecek kadar hayalle doluydu onun yanında

birbirimize tutsaktık

kim, kimim gönül zindanında belli değildi

sanırım diğer aşklarımda hep onu aradım

ama bir L… daha gözükmedi aşk falımda bana

birde gerçekten aşık olduğum A… isminde bir kıza vuruldum

ufak tefek bir şeydi.

bakışları güzeldi

sanki sarmaşık gibi sarıyordu insanı gözleri

ters bir ilişki yaşadık onla: o sevdi ben sevmedim, ben sevdim o sevmedi, sonrada kırıldı

sanırım zayıf olduğumu görünce koptu

bir dostum kadınlar şiiri severler ama şairleri sevmezler derdi.

şairleşince kaçıyorlar

birçok mektubumu ona yazdım

aşkın korku tünelinden bir jet gibi geçtim onun için

ama olmadığına seviniyorum

sanırım, onları ben yarattım

onlar benim sevdiğim gibi değillerdi

ben onların kısa ve küçük parmaklarını upuzun sanarak elime aldım

ben onların yanaklarına kendi kalp zarıma dokunur gibi dokundum

bir heykel yarattım önümdeki çamurdan

iyi ki kurtuldum ve böylece aşka dair inancımı da yitirdim

şimdi bir aşk dinsiziyim

sevdiğim gölgelere mezar kazdım mektuplarımda

ve hepsini oraya gömdüm

şimdi efkarlanınca sadece ziyaretlerine giderim

evet komik. komik çünkü girdiğim bütün kalplerin kapısında takılı kaldım

ve sonra da kendi canavarımı yarattım

yatakhanedeki aşık çocukların sevgi mektuplarını ben yazardım

birçoğu benim mektuplarımla tavlamışlardır sevgililerini

o kadar beceriksizlerdi ki

yazdıklarımı birde saatlerce onlara anlatırdım

okuma yazma bilmeyene divan öğretmek gibi bir şey bu

adamın derdi sevgili edinmek, ben ise sözlerimle onları kelepçeye vuruyordum

birkaçı inanmıyordu zaten

çünkü koluna girdiği hergelenin edebi bir sözcükten mahrum kaldığını hemen anlıyordu bir çoğu

ertesi gün için, hadi Nadir başka bir strateji bul derlerdi

genelde bulunurdu da stratejiler

yeter ki erkek inandığına kendisi inansın, kadını inandırmaya ne var ki

bir şeyi unutmayalım

ben kitapların sayfalarından fırladım

bazen de oradaki kahramanları oynadım

ama bu ülkede çok az insan kitap okuduğundan benim hangi romandan çıkıp geldiğimi fark etmediler bile. kitapların dilinden konuşuyorum, evet bu gerçek

Marks’ın hayatını okuyordum bir ara. Marks sevgilisinin karşısına geçmiş ve ona bir

mektup okumuş, ardından da sevgilisine seni seviyorum demişti

ben de sevdiğim bir kıza aynısını yaptım

kabul etmez mi? o dönem zor bir sezon geçirdik

kitaplar genelde sevgililerin dilinden konuşurlar

kitapların dilinden konuşmak estetiktir

estetik yani güzellik

ama ben yani konuşan olarak güzel değilim. Okuduğum romandaki yakışıklı kahraman değilim.

bir bedenim ve kelimelerle beslenmeyi alışkanlık yaptım kendime

ben sözlerimle yaşıyorum, yaşatıyorum

evet, artık kendi sözlerimi konuşuyorum, ama üslubumu kitaplardan arakladım

mürekkep afyon gibidir, alışan bir daha bırakamaz

ben yazar olmak istedim ve iyi yazmak zorundayım

Bukovski bir eserini yeteneksiz yazarlara adamış

Yazmayı beceremeyen adam bence kaleme bulaşmasın

kelime güzeldir

vahiy de bir kelime

günah da

aşk da

kelime olmayan şey aslında yoktur

Tanrı’ya inanmayanlar asla Tanrı kelimesini inkar edemiyorlar

bu yüzden kelimelerden korkmadım, onları en nadide sevgililer gibi okşadım

kelimelerin cisimleşmesini ister insan

bedenleşmesini

kelimler dokunuyor insana

kalkanını kullan

sen de kendi kelimelerden oluşan mızraklarını fırlat

belki bende yaralanırım ve o zaman susarım

trajedi aslında gözlerimizde başlar

bakışlarımız her şeyi yakalayabiliyor

yakalıyor ve yutuyor

aslında bizler birer bakış avcılarıyız

satırları, kelimeleri, gördüklerimizi böyle avlarız

her insan kendi aşkının tarifinden sorumludur

bu ansiklopedilerde yazmaz zaten

şu an sadece kabloların ucunda bir insanın kelimelerimi okuduğunu düşünüyorum

okunduğumu düşünüyorum.

nasıl okur, neden okur, niçin okur bilemem

ve bilmemeliyim

ama okuyor

sayfalarımı çeviriyor bir el

ve ben buna gönüllüğüm

bir kütüphanenin tozlu raflarından masya inmiş gibi gönüllü

ve belki de o kütüphanede yüzlerce kitaptan sadece biriyim bu mutluluğa erişen

ama kitap okumak asla pişmanlık vermeyeceği için okur da bundan memnun gibi

o sayfalar arasında en çirkin yaratık bile kelime olup cansızlaşmış olduğundan zararsız sayılır

ne var ki bütün kitapların da bir finali vardır

işte bu yüzden finalimi inanılmaz denecek kadar etkili yapmalıyım

Cuma, Temmuz 28, 2006

Umutsuzluğa Yolcu Mektuplar



Mektup 2.

Kimsin ve Kiminlesin?

Kendi bunalımlarımızı aydınlatan memelileriz. Ellerini topraktan arındırmış memeliler. Kalabalık nüfuzumuza rağmen yalnızız. Birer terkedilmişler soyu. Adem ve Havva: dünyaya çarpan ilk göktaşları. Ölümsüzlüğü çoğalmakta aradılar. Ve dünya insan soyundan çekilmez oldu. Başlangıçta kutsal bizimleydi. Şimdi duvarlar arasında. Bir gözlem evinde: Kilisede, camide, Buda tapınaklarında, Ağlama duvarının arkasında. Gezegenimizi koruyan mistik güçler.

Kimliğimiz tefekkürümüze yabancı. Akıl, bedenimizin dışında bir uydu. Beynimiz karanlık, uzviyetimiz şımarık. Geometrik üçgenden, vajinal üçgene doğru gelişim kat etmiş derin toplumun trajedisi.

Ölçü bütün sosyal düzenlerin yegâne tutkusu. Bir yöntem aracı. Kusursuz bir denge. Adaletin ayar balansı. Peki, terazinin tartısı kimin elinde? Soru yanıtsız.

Gelişmişliğin kara tahtası azgelişmişlik. Bir anlamda ölçüsüzlük. Tutuk iktidar güçlerinin yanılsaması. Barbarların soylu iktidarı.

Kilise yazılmamış bir komedi. Sisli, bulanık, karanlık, soluksuz duvarların büyüleyici ihtişamı. Tanrıya inanmak için insanın aptal olması gerekir. Zaten öyle. İnsan aptal mı, budala mı, yoksa bunak mı? Pek belli değil. Psikoloji de tıp kadar ahlaksız.

İnsanın savaşı kendisiyle değil, kendi benzerleriyle. Beyninin ve kalbinin salgıladığı düşünce denilen saçmalıkla. Cilalı taş döneminden bu yana insanın bir tek eylemi olmuştur: kendini bir halt sanmak. Bu yüzden insanlık tarihi içgüdüler antolojisi.

Metafizikoloji, fizikolojinin uydurduğu en büyük ve en sahte masal. Aristo, “Gördüklerimdir, bildiklerim” diyordu. Acaba üstat, bildiklerini görebildi mi? Görmek için bilmek gerekmez, bilmek için görmek kaçınılmaz en büyük sayısallık.

Klasik epistimolojiden günümüz tekno-bilimsel inancına kadar insan hiç değişmedi. Hala, doğumu kadınlar yapmakta, dölü erkekler salgılamakta. Peki değişen ne? Tek kelimeyle: insan zihninin kategorisi. Eskisinden daha birleşik ve daha zalim.

Kimliğimizi karartan kilise, yüzümüzü aydınlatmak için mumlara muhtaç. Senin kıblen gönlün. Bütünlükten ahenk doğar. Ahenk, yani huzurumuzun tek kaynağı.

Düşündüklerini yaşamak kendini deney konumuna sokmaktır. Yaşadıklarını düşünmek varlığımızın şifresini çözmektir. “Düşünüyorum, öylese varım” diyor Dekart. “Hayır” – diyor Haidegger – “Varım, o halde düşünüyorum“. Aslına bakarsan, ne var olduğumuz için düşünüyoruz, ne de düşünüyor olduğumuzda varız. Var olmak için düşündürülüyoruz. Varlığımız ve düşüncemiz olmaklığımızdır. O halde olduğumuz için varız ve düşünüyoruz.

Sevgili Şamil, olmak ve olduğumuzu kanıtlamak zorundayız.
18. 09. 2001.


Mektup 3.

Sevgili Şamil...
Tedirginlik, güven sorunundan doğar. Güven, korkuyu giderici sığınaktır. İnsanın sığınağı kendisi. Beden biçimlendirilmiş bir konumdur. Eylem, düş, inanç, akıl insana ait olan fiili bütün tavır ve tutumların birlikteliği.
09. 10. 2001.


Mektup 4.

Yaşama çılgınca bağlıyım ve bütün dargınlıklarım kadere.
25. 10. 2001.


Mektup 5.

Sevgili Şamil...
Kusurlu olmak, kahramanlıktır. İnsan’ın kendi varlığını iyi güçlerle kuşatmak güdüsü tümden gelim bir davranış. Sanal ve ucuzlamanın yükselişini burada aramak gerekir. İnsanın en büyük korkusu azınlık olmak.
26. 10. 2001.


Mektup 6.

Eskiden kader insanları kovalardı, şimdi insanlar kaderlerinin peşinde.
27. 10. 2001.


Mektup 7.

İnsanı kendi varoluşunun sırrına bağlayan duygu mistisizm. Tanrısal gizemin açıklanımı. Yeryüzü ile gökyüzünün meditasyonal bir titreşim serüveni. Varlıkların dışına açılan kapı. Bir hayal tradisyonalizmi. Mistisizm, kabaca görünmeyen iktidarın dillere destan ünlü ismi. Şeytani bir fırlama. Dangalak güçlerin Tanrı hobisi. Mistisizm içimizdeki tuaflığın elegeçirilme biçimi. Dünyaya fırlatıldığımızdan beri maddi dayanaklara yönelik iktidarın, damarlarımıza şırınga ettiği bunaltının deri altında boy gösteren trajedisi. Mistisizm, ufkumuzun dar karanlığı. Boğmak, uyutmak, izaya sokmak, sıraya koymak, yönetmek gibi eylemlerin doğa üstü ahengi. Mistisizm, Tanrı’nın yaratmadıkları, bir çeşit şırklar saltanatı. Tanrı’ya varmanın, affedersiniz varamamanın bir öteki yolu. Bedenimizin metafizik skeleti.

Bütün mistikler bunalımlı. Teşhis edilmemiş bir hastalığın cüzzamlılar ordusu. Ne altetmekte oldukları pek keşfedilmemiş. Zayıf bedenler, yoksul çehrteler, salt tutkulu, arzu ihtişamıyla varlıklarını yüceltmiş insan düşkünü canlılar. Bir kozmostik yığından düşen varlık sefaleti çeken gecekondu iktidarı.

Büyük zamanlar büyük dehaların olmasıyla doğmuş değildir. Yunan düşünce çağı, Latin iktidarın yükseliş dönemleri, İslam rönesansı, Hint mistik kuramsallığı, Çin’in ilham dönemleri, Avrupanın yükselişi. Bu görüntünün altında yatan bir tek gerçeklik var: İnsani varlığını unutmuş yığınlar. Büyük zamanlar, tarihin altın, gümüş ve hatta bakır çağları sessiz bedenler üzerinde inşa edilmiş sayısal karmaşa düzenlerinden doğmuştur. Sadece dilleri değil, bedenleri de zincire vurulmuş. Bakunin, Avrupanın sefil yaratıklarına bağırıyordu: “Zincirlerinizden başka kaybedecek neyiniz var”. Ama zincirler kollarımızda değil, beynimizde ve kalbimizde ve de uzuvlarımızda.

Refah asalak yığınların sayısal çoğunluğu ellerine geçirdikleri zamanlarda doğmaktadır. Refahı koklayan topluluklarda doğasal olan herşey terbiyesizliktir. Doğa, doğamızın dışına atılmış, varlığı gölgeselleştirilmişti. Refahın doğurduğu ahlaksızlık Tanrı’ya varınca buhran büyür. Aslında refahı ve buhranı yaratan aynı çoğunluk. Ahlaksızlığın ahlakiliğini başka nasıl savunabilirler ki. Mistisizm, bu dışlama insanlarda dargınlık yaratır diye devreye sokulmuştur. Mistisizm, asla bir eylem değildir, uzun bir uykudur: ayakta, yatakta, hayatta süren memnunedici zevkler üzerine kurulu uyur gezerliktir.

Adalet ve ahlakın inancı somut göstergelerden doğar. İşleyiş biçimi kalın ve anlaşılmaz hukuk metinlerin sayfalarında aranmaz. Hukukcu, bir çeşir iktidarın ruya tabircisidir. Hangi şeyh, gördüyü vahiysel rüya için cennete gidecek? Doğrusal hayat kazanılacak tek mutluluktur. Adaletin görevi ilkel olmalıdır: zarar görenin taraflar arası genel menuniyetini doyurmak. Dengeli bir eşitliği terazi edinir. İnancı gidermez doğrular. Mistisizm, örtülü bir nizam sergilemekte. Adaleti ve ahlakı soyut ve soysuz değerler yığınının göbeyine fırlatmakta. Karşı koyanları nizamı olmayan nefis şablonlarının krafikal ölçüsü olarak bastırmakta. İnsanı kendi insanal yapısının tersine itmekte. Maddi tutarlığa dayalı moderin iktidar tarzının, manevi tutarlığını sergilemekte. İnsan bu ve öteki dünyaların cenabet değeri olarak sahnede sürünmekte. Nefsi kontrol etmenin tek yolu vardır: hiç doğmamak, bu hataya düşüldüyse o zaman hiç yaşamamak. O halde nedir insan? sorusunun geriye bir tek cevabı bırakılmaktadır: kendi dışında herşey.
27. 10. 2001.


Mektup 8.

Şiir sükunetten doğar. Yavan bir alışkanlık. Doyurmaz acıktırır.
28. 10. 2001.


Mektup 9.

Kutsamak gerekir sevgiyi, aşkı, kini, nefreti. Lanetli olan tutarsızlıklarımız. Yaşamak bunalımlı bir ahlak gerektirir. Ve ben dünyanın tabanı olduğumu düşünüyorum.

Şifreli realitelerden kaçın. İnsanı yıpratırlar. Ne mabetleri vardır, ne cinsiyetleri belirli. İnsanlığın beynini ve kalbini karıştıran ara türler. Tefekkürü zorlayan ilhamlarımız. Aşkın tılsımı, kaderin trajedisi ve gönlün melodisi orada.

Düşündüklerini yazamayan insan acizdir. Söz paçavra değildir. Söz kudrettir. İnsan bu kudrete muhtaç. Söz güher ister. Bir tür meditasyon işlemi. Çileli bir yolculuk.
29. 10. 2001.



Mektup 10.

Bizim ülkenin aydınları dünyanın başka bir ülkesinde yaşasalardı yapacakları bir tek işleri olurdu: kerhanecilik. Seksoloji, analoji, oraloji, vajinaloji uzmanları.
30. 10. 2001.


Mektup 11.

Bence bütün kadınlar bakire kalmalı. Irz düşmanları erkeklere rağmen. Aslında savunmasız olan erkekler, çünkü savunulacak hiçbir şeyleri yok. Bekaret en büyük trajedi. Doğayı erkekler bozdu. Düşünce kadının icadı, bu yüzden koca bir çelişkidir. Zaman gelecek ağızdan yutulan spermalar da gebe bırakacak. Keşfedilmenin 31. yolu.
02. 11. 2001.


Mektup 12.

Var olmak sanal bir şey.
Yok olmak daha ötesi.
17. 11. 2001.


Mektup 13.

İnsanın duvarı boş kalmamalı.
18. 11. 2001.

Mektup 14.

Felaketler her şeyin bittiği anda başlamaz. Refahın, özgürlüğün hüküm gezdiği zamanlarda ayaklanır.
19. 11. 2001.

Mektup 15.

Ne ıstıraba inanıyorum, ne sana. Boş, ama içi hoşlukla dolu bir yaşam benimkisi. Cesurların, safların, dürüstlerin, namusluların haram olduğu çağda geldim dünyaya. Ne annem düşünmüştür kaderimi, ne babam şehvetsizce yaşmıştır beni kendi soyağacına. Bir fakir kulübesin de sessizce başlayan ömür, aynı sona doğru koşuşturmakta. Abuk-sabuk bir kör talih. Beynimin içine yazdıklarımı, kalbim hep karalayıp geçmekte. Tutunacak liman aradım bu ummanda. Kısmetim hep sahilsiz gözüktü bana. Ağlar mısın, güler misin koca şair. Senin gönlün eğleniyor, bu gizemsiz balolarda. Kıçlarına etek takmış erkekler arasında sidik yarışına girişmişsin.

Yaşam bana bir elmas gibi parlasaydı, kazıp çıkarırdım belki umudu gökyüzüne. Mutluluğu mezarlıklarda aradım, mutsuzluğumla. Yalnızlığı gırtlağımdan bir türlü söküp atamadım. Bilgiyi aradım senelerce ucubeler diyarı kütüphanelerde. Bilge gözüken onca insanlar hep züppe ve şımarık azizler olarak karşıladılar beni. Kapıyı yüzüme kapatan kadınlarım, içeride benim duygularımın üzerine işemekte erkek sevgilileriyle. Bir kahpe kadar hayâ göstermediler saflığıma. Midelerindeki bok kalplerine de bulaşmış. Bu pisliğin içine edesi daha iğrenç bir çirkef tanımıyorum, yapayım da rahatlayayım.

Eğer kral olsaydım, filozoflara bir baloda dans yaptırırdım ve onlara gerçek düşüncenin uzuvlarımızdan üretildiğini öğretirdim. Günler hızla geçiyor tren gibi, ama ben aynı günleri ve trenleri izledim öküz gibi. Gölgem bile beni izlemeyi bıraktı. Ve susuyorum gecenin kalbine gömülmüş gibi. H. Müller, dünyayı “ana rahmine” benzetmekte. Merak ediyorum, acaba bu sidik kokan rahmi kim döllemekte?

Ne zaman gelecek mutlak cehennem!
27. 11. 2001.


Mektup 16.

Bugün günlerden Cuma. Karanlık gömülüyor toprağa yavaş yavaş. Geçmişleşiyor her gün, her saniye. Seni de günlere kaybediyorum, geçmişime kaydediyorum. Neye yarar, hafızaya yığılman, putlaşman?

Unutmak, unutmayı unutmak. Yani seni unutmamak için unutuyor olmak. Düşünce çivi gibi. Kazılıyor beynime. Tedirginlik rahattan doğar. Oysa ben rahat değilim.

Yazıların masamda yine. Hayır beynimde. Çürük ahşaba çiviliyorum seni, gece. Ya tutar, ya tutmaz; bu hamur çoktan cıvıklaştı.

Kaybettin. Yaratıcılığını unuttun. Beni özgeçmiş yapmayacak kadar namussuzlaştırdın. Malzemen tükendi. Şimdi, geleceğe, hiç gelmeyeceğe umutlan dur. Düşün kendini bende biraz. Aktar içini beynime. Umutlandır sezgini.

Ben sana değil, sendeki kendimi kaybettiğime yanıyorum. Ah.., Ruh! Nerdesin, bul beni!
24. 11. 2001.


Mektup 17.

Camus haklı mı dersiniz? “Beğenemiyorsan çek gir, beğeniyorsan sus” diyor. Evet, beğenemiyorum, nereye gideceğimi de bilemiyorum. Susmak mı dedin? Ben hiç konuşmadım ki. 30. 11. 2001.


Mektup 18.

İnan bana, Müslümanları "cehennem fetişizmi" yok edecek. Din kapitalizmi bittiği gün özledikleri "asr-ı saadeti" yaşarlar belki. Ama sanmıyorum? Bu ülkede Tanrı'yı bile Müslüman yapanlar var. Bütün köşe başları "illalah" diyenlerin tekelinde. Cihat mı istiyorsun: Delir o zaman. Cennete giden yol tımarhaneden geçiyor. Yobazlar dindar olmadıklarını anlayınca, dini yozlaştırdılar.

300 yıldır korku tunelinde yol alıyoruz. Müslümanlar bu karanlığa ağlarını kurdular bile. Yakaladıklarını nimet sanıyorlar. Oysa içinden geçtikleri tunel, Batı'nın "bok kanalı". Arabî, "bok böcekleri için cennet boktur" der. Arife mallum mu olmuş halimiz?
31.12.2001

Mektup 19.

Dostum, bugün yıldız falıma baktım. Yamuk bir gün yine beni bekliyor. 3-4 aydan sonra ilk kez gece uyudum. Gündüzü özlemişim. Tenine sabah ışınlarının dokunması müthiş bir şey. Kış bile olsa. Düşünebiliyor musun, hiç mecbur olmadığı halde bir şey seni ısıtıyor? En son bu sıcaklığı sevgilimin kollarında yaşamıştım. Güneş de bir sevgili. Sadece fazla ateşli.

Ne diyordum? Yıldız falımdan söz ediyordum. Sanırım, halim yıldızları bile bunaltmış. Koca falda olumlu tek sözcük yok.
"Para durumunuz: elinizi sıkı tutun, harcamalarınızı kontrol edin"
"Aşk durumunuz: beklemediğiniz bir kişinin ilgisini çekiyorsunuz. Ama ciddiyetiniz, onu engelliyor" falan falan...

Bir sürü ıvır zıvır. Sanki yıldızlar, gökyüzünde insanların falcıları olsun diye yaratılmışlar. Senin anlayacağın, burcum bugün yine boku yemiş. Gökyüzünde nerede uğursuz yıldız varsa, bana denk gelmiş. Koca yıldız yıl boyunca falıma tek bir sevimli sözcük fısıldamadı. Bir de Güneş olmasa, geceye dükkan açacağım. Lanet olası fallar nasıl olsa geceleri hükmünü yitirirler. Ne yani, bilmem nerede pusu kurup beni bekleyen kişi, sırf ciddiyim diye gecenin köründe bana ilgisini aktarıp yatağıma girecek deyil ya. Gündüz yüzünü göstermeyen sevgili, gece mi gelecek?

Neyse, Güneşin tadını çıkarayım. Ama şimdi bakkala gitmeliyim. Ne çay kaldı, ne sigara. Of, Tanrım, ne olur birazcık zengin yapsan beni. Söz, verdiğin paraya bir sürü kitap alacağım.
1.01.2002.

Pazartesi, Temmuz 24, 2006

Tarih ve Karşı-Tarih

Tarihçiler, en az edebiyatçılar kadar hayal tutsaklarıdırlar. Bir tarihçi mesleki çalışmalarında iki şeyin izini sürer: Birinci, verileri toplar ve sıralar; ikincisi, verileri belli bir perspektifte yorumlar. Tarihçiği “veri eşeği” ve “laf cambazı” haline getiren bu meşakkatli uğraş sonucunda tarih yazını araştırmalarla şişirilip durmaktadır. Eğer, ölüleri diriltme yarışması yapılsaydı, tarihçiler Tanrı kürsüsünü anında işgal ederlerdi. Hayal zirvesinde tırmanan bu karınca sürüsü çok nadiren doğru taşların altında gezinmiştir. Akıl ordusunun bu saf görünümlü askerleri yazdıkları tarihler kadar tarih canavarıdırlar.
Tarih, asla masumiyet yanı olmayan bir bilimdir. Eğer bilimi modern iktidarın bir gölge düzeni olarak kabul ediyorsak – ki, etmeyen bu düşünceyi henüz edinemediğine yansın – tarih de bu düzenin boğazını doyuran mutfaktır. Bu mutfağın besinlerini etnikler, halklar, toplumlar, insanlar, söylemler, yalanlar, inkarlar ve doğrular oluşturmaktadır. Tarihçi ele mahkum bir aşçı gibi kendisinden beklenen menünü en güzel hazırlamanın telaşıyla çalışır. Mutfağın sahibi iktidar; her gün, her saat ve her an beslenmeyi alışkanlık edinmiş insanlarla psikolojik bir aldatmaca içinde geçmişi bugün uğruna tüketmektedirler. Eğer, tarihçiden “tarihte bir Çingene İmparatorluğu oluşturulması istenirse”, mevcut koşullar altında bu tarihçilik adına yapılmayacak bir şey değildir. Birkaç olgu, verilerin yönlendirilmesi, birkaç okumayı farklı biçimde kaydırmak ve bu iddiaya destek çıkacak bir dizi benzeri makale ve yazı insanların zekasını altüst edeceği gibi Çingeneleri de uygarlığın çekirdek toplumu haline getirmek için yeter ve artar bile. Dilin kemiği yoktur, ama büyüsü vardır. Günümüzde tarih artık büyük devletlerin fizik laboratuarlarında deneylenmektedir. Çağın soylularının beş vakit önce soysuzlar vadisinin haydutları olduğunu gizlemek pek insanî olmasa da, “insanî” sözcüğünün kapsadığı anlam kadar da meşrudur. Hırsızların melekleri tecavüzünden ne hırsız doğar ne melek. Yalanı takılarla süslemek pekâlâ mümkündür, ama bu yapay süsleme “çirkin babanın çirkin kızını” koca sahibi yapması için yeterli değildir. Yani, “insanî olanın alanı” ne kadar genişse, bir o kadar da dardır. Dolu bir çuval ambarı doldurmaz, sadece yer kaplar. İnsan ve insanın oyun masasında harcanan dünyanın da yeri gizemli evren haritasında sadece bir nokta işgal eder. Anaksagoros şu ünlü değiminde ne kadar haklı: “Eğer aslanlar resim yapsalardı, kendi Tanrılarını aslan görünümünde çizerlerdi”.
Günümüzde bilgi cehalet kadar tehlikelidir. Çünkü bilgi, doğuştan edinilmiş simgelerden koparıldı ve hiyerarşik bir bütünün figürleri haline getirildi. Tarih bilimsel anlamda görüntü zenginliği içinde günübirlik beklentileri karşılayacak bir depoya dönüştürüldü. Marietti Foucault’u okurken ince bir ayrıntıyı atlatmamaya epeyce özen göstermişe benzemektedir. Şöyle der, Foucault’un “Bilgi Arkeolojisi” adlı eserine yorumunda: “Düşünce alanlarının varlığı, eğer düşünce kurulmuş ise, düşünce alanlarının kopukluğunu da içerir”. Yani bir Tarih ve Tarih bilimi varsa, karşı bir tarihte vardır. Her orduda askeri disiplin adına sırıtan bir er olduğu gibi, tarih düzeni adına kurgulanan düşünce alanının varlığı içinde konuşturduğumuz zaman feryat edecek karşı tarihi bulgularda bulunmaktadır. Ancak tarihçi psikolog olmadığından – ki, burada “psikolog” benzetmesinin pekte uygun olmadığını itiraf edelim ve biz bunu “dertleşecek insan” olarak algılayalım – haylaz askerin yaptıkları ile değil de, onun içinde yer aldığı tüm bir ordunun macerasıyla ilgilenmektedir.
Çağdaş tarihçilik, klasik anlamda olayların tarihsel olarak çizgisel bir tutanak içinde birbirlerinin peşi sıra dizilişleri prensibini yok ederek, gündem kaygısının şemsiyesi altında derinlemesine bir dalış sergilemektedir. Yani kutsalın kalbi, Kaf dağına mühürlenmiş Prometeus gibi her gün bir yırtıcı kuş tarafından yenilmektedir. Artık yem o gün kime kısmetse.
XVIII. Yüzyıl gibi dünya tarihinin çarpık bir döneminde coğrafi, siyasi, ekonomik avantajları birbiri ardı sıra kontrolü altına alan Batı sahip olduklarının kendince bir algılamasını da yapmaya başladı. Muzafferler perişan ettikleri düşmanlarının kanını kutsamazlar. Tarihte ilke, ilkin olanın değildir, sonuncunundur. Batının dünya ile yumruklaşması araçlar kadar anlamlar alanında da hız sürmekteydi. Yeniler için yeni bir tarih ve yeniden bir tarih her zaman gereklidir. Böylece, bu tatsız ve tuzsuz zaman aralığında çağdaş tarihçilikte dünyanın başını ezecek örs kadar ağırlık kazanmaya başladı. Yamalılar kendilerini yeni giysilerle donattıkça soyağaçlarını da süslemeye koyuldular. Tarihin bu Noel kutlaması insanlığın miladı oldu. Bin yıllara ulaşan cetler, birkaç asırlık çocuğun maskarasına dönüştü. Şeytanın bile kendi aklını geri kalmışlıkla suçlayacağı ince nüanslar, su artıklarının geçirdiği yol boyunca çoğalarak büyük sele dönüşmesi gibi felaketler zincirini hazırladı. Artık insan “yaratılışın zencisi” konumundadır.
Rasyonalizm salgını bütün kayıkları Titanik uğruna yaktı. Bu devasa hilkat garibesinin bir buz dağına çarpası ise an meselesi. G. Bachelard, bu tarihsel yaratılışı “bilgikuramsal aktlar ve eşikler” teziyle tanımlarken “insafın orada adının olmayışına” şaşırmamak mümkün değil. Buna göre, bilgilerin belirsiz ve türü tayin edilmeyen bir yığını kullanımdan kaldırılmakta, mesafeleri yavaş keteden gelişmeler durdurulmakta, onların hepsi yeni dönemler içinde belirlenmekte “empirik kaynaklardan ve ilk güdülenmelerinden koparır, düşünsel karmaşıklıklarından arındırırlar; böylece onlar Tarih hakkındaki çözümlemeden sesiz başlangıçların araştırılmasını değil, ilk habercilere doğru sonu gelmez bir geriye gidişi değil, yeni bir rasyonellik tipini ve onun çeşitli etkilerinin tespitini beklerler” (Foucault, Bilgi Arkeolojisi, s. 15). Böylece yer değiştirmeler ve hal değiştirmelerle geriye dönüş yeniden bölünmeler yapılmaya başlandı. Tarihsel tanımlamalar mecburen bilginin gündeme ilişkin gözlemi içinde yer edinmeye başladılar, gündemsel dönüşümlerle çeşitlenmeye, zenginleşmeye ve bu hareketleriyle birlikte yeniden parçalanmalara yol açtılar. Bunun matematik bir doğru olduğunu kanıtlamak içinde (matematiğin kesin bilim olmasına yönelik inancın dokunulmazlığına sığınarak) M. Serres bu olayı matematik bir teoriye dahi dönüştürdü. Eski tarihçilikte siyasal güçlerin “kutsalı kapmak yarışının” yerini “dünyayı kapmak yarışı” almış oldu. İnsan “eşeğini daha sağlam (daha dünyalı) kazığa bağlamak” yolunda ter akıtmaya başladı. Sanalın olgular yoluyla gerçeğe dönüştürülmesi, yapaylığın zenginleştirilerek inanılır bir doğruya çevrilmesi, tarihin en güçlü olanın ekseninde arz-ı endam ettirilişi, sürekli güncelleşme ve yenilenme hızı çağdaş tarihi ıslah olunmaz bir delinin tıpbilimsel düzeni içine oturttu. Artık aynalarla kader biçen hükümdarlar, kılıcıyla düğüm çözen fatihler, destursuz bağa girmeyen komutanlar, fakihleri önünde eriyen şahlar rafa kaldırıldı. Onların yerini gerekçelerin, matematik hesapların, global kaygıların rakamlarla şişirilmiş iktidar güçleri aldılar. Devasa bir ruhsuzlar hiyerarşisi oluşturuldu. Bu yapı içinde normal dışı bir kıpırdanış can kaybıdır. Demokratik çekirgelerin tarlayı işgali köylüğü emeğini korumasına karşı umutsuzluk içinde eritti. Teknik yönlendirmeler hayati gerçeklerin “a priori” doğruları yerine geçmeye başladı. Böylece, tarih yazgının değil yazanın güncesi haline geldi.
Foucault’la birlikte tarihe, iktidarın eseri gözüyle bakılmaya başlandı. Bu tarz bakan ilk düşünür olarak bizzat Foucault’un kendisi olmuştur. Ancak Foucault “karşı-tarih”ten yazılmayanın tarihini, yani delinin, cinselliğin, suçun tarihini anlamıştır. Bu amaçla derinlemesine bir okuma gerçekleştirdi ve hiçbir tarihçinin cesaret edip değinmediği konuları su yüzüne çıkardı. Foucault’un tarihçiliği bir çeşit direniş odaklarının tarihini oluşturmak, iktidarın işleyişini anlatmaktı. Ancak, karşı-tarih söylemin en derin uçlara doğru inceltilmesi değildir. Karşı-tarih, tarihin içinde, yanında değil bizzat onun karşısındadır. Karşı-tarih, tarihten daha çok tarihtir. Karşı-tarih, bizzat tarihin kendisidir. Karşı-tarih kaynaklar üzerinden bir tezi doğrulamak için göndermeler yapmaz; susar ve tarihi dinlemek ister. Bir kaynağın düşlemelerini, okumalarını, onu dinlemeyi yeğler. Karşı-tarih ölüdür. Anlamayı değil, anlatmaya ilişkindir.

Cuma, Temmuz 21, 2006

Cemil Meriç’ten Aforizmler


Kime yazıyorsun bu mektupları? Domuzlar kutsal kitaptan anlamaz ki!

Sevgi feragattir. Senin his dünyan yarı kuru bir dere, Hint şairinin dediği gibi, insan ancak parmaklarının ucunu ıslatabilir sularında.Çiçekleri dikenleriyle beraber sevmesini bilirim. Hatta çiçeksiz diken bile sevimli.

Düşünce cangılında yolumuzu aydınlatan hırsız feneri: sempatilerimiz. Her çağda zekanın, karşısında yüz geri ettiği Herkül sütunları var.

Karanlık yağıyordu göklerden. Soğuk ve ıslak. Yerden karanlık fışkırıyordu, çamur gibi. Mezarlar arasında yürüyordu düşe kalka. Bir ışık parıldadı göz bebeklerinde. Işık bir kulübeden geliyordu. Koştu. Kapı açıktı ardına kadar. Ama kulübe boştu. Bir avuç soğuk kül vardı ocakta. Belli ki zavallı yolcu sarhoştu.

Söz zehirli bir kama. Ama kelimelerin gönülde açtığı yarayı ancak kelimeler iyileştirebilir: Aşil’in kılıcı gibi söz. Kelimeleri ciddiye almamalı. Bir avuç konfeti onlar. Günlerin rüzgarı hepsini alıp götürür. Bir rebabın tellerinden dökülen ses ne kadar rebabsa, kelime de o kadar insan. Kelime şuurun güneşinde eriyiveren bal mumundan düşüncelere giydirilmiş elbise. Kelime sinen, şahlanan, kanatlanan, kah uçuruma atılan, kah ufuklara süzülen rüya mahkumlarının boyunlarına takmak istediğimiz kement.

Öldürdüğün her canlıda ölen kendinsin.

Kadın da , bayrak gibi, bir sevgiyi mihraklaştırdığı ölçüde kutsallaşıyor.

Mağaradan kaçmak. Fakat nereye? Gece karanlık. Ve rüyalarından başka kılavuzun yok.

Düşüncelerin, müphemin duvarlarını aşmayacak. O duvarı korkuların ördü, korkuların ve şükranların. Sen bir kölesin, İbni Musa’nın kölesi değil, vehimlerinin kölesi.

Asrımız tonlarca mutluluk yarattı diyor, ama bu tonlarca mutluluk milyonlarca insanı ezdi. Zevkperestlerin mutfağına sırtlarında çuval çuval şeker taşıyan milyonlarca öküz. Netice: zevkperestleri için hasta bir karaciğer, öküzler için kırılan bir bel. Şeker latif, latif ama, yarattığı mucize bu.

Osmanlı rahatsız ediyordu Mustafa Kemal’i. Silinmesi gereken bir vesikaydı yakın tarih. Mazi zaman zaman gevezelik ediyordu. Dil devrimi Selanik’in İstanbul’a isyanıydı, Selanik’in ve bütün Anadolu’nun. Dil devrimi kamusa Anadolu’nun doluşudur.

Tarih inatçı bir katır, kamçısız yürümüyor.

1876 Anayasası küffarı aldatmak için ilan edilmiş. Çöküş devirlerinde Avrupa’yı kızdırmaktan korkmuşuz hep. Kapitalizm için sadece Pazar olmuşuz.

Türkiye’de fikir her zaman bir anakronizmdir.

Benim hiçbir mektubum sahibini bulamamıştır.

Hatıralar çürüyüveriyor dalında. Çabuk koparılmaları gerek. İntibalar sıcak sıcak sunulmazsa tadını kaybediyor.

En güzel şarkılar en ümitsiz olanları

Kant için kadın yok. Anquetil için kadın yok. Demek Nietzsche haksız. İnsan isteyince tanrılaşabiliyor.

Kleopatra’nın bütün aşıklarını kıskanırım. Bir şiir için öldüler.

Bazen bir kuyuya benziyor hayat. Kör, pis, zehirli bir kuyuya.

Varlığım bir tele asılıyor.

Ezelden beri zırhsızım.

Mühim olan değerimiz hakkındaki inancın sarsılmaması.

Çingene ruh hekiminden daha cana yakındır.

İnsan her şeyi söyleyemiyor. İnsan olduğu için söyleyemiyor.

İnsan da ilim gibi binlerce ciltte.

Sanat eseri tabiatı ifade etmeli, olabilir’den uzaklaşmamalı, edep dışına çıkmamalıdır.

Hoşa gitmek, etkili olmaktır.

Kesinti insanlar içindir, olaylar için değil.

Hayal söz konusu olunca mistik üstündür.

Fırtınalar: MSN Notları


biraz duygusuzum ama şekil olarak

kendi evrenimde bende aşık olabilirim

yapı olarak tutunamayan bir tipim. girdiğim her yerden kovulmuşumdur

birçok kişiye aşık oldum, ama hep kapı dışı edildim

sevmediler beni

hem de hiç

bilmem, sıkıcı buldular

gerçekten de sıkıcıyımdır

bir kız arkadaşıma bir defasında Sipinoza’nın Ahlak bilimini anlatmıştım saatlerce, gidiş o gidiş, sonra bir daha görüşmedik

maalesef öyle

kafayı yemek üzereydim bir ara

akşama doğru kitapçıları gezerdim, sırf o gece beni teselli etsin diye bir kitap bulmak için, sabaha kadar okuyup bitirirdim

o sıralar üç şey yoktu: aşk, iş, para; şimdide değişen pek birşey yok ta, neyse...

karanlık bir gölge gibiydim

ellerim ve ayaklarımdan ibarettim sadece

tılsıma basıyormuşum gibi yürüyordum ve sadece geceleri yaşardım

o durumdan nasıl kurtuldum hala benim içinde bir sır

Güneşi ve insanları görmeye tahammülüm yoktu

Kimsesiz; kafan ve sen, iki arkadaş

böyle bir dünyanın içine hangi sevgiliyi sokabilirdim ki. onlara hep hak vermişimdir

ama bitti, geride sadece zübbe bir kimlik kaldı. işte bu kadarım.

yüzlerce mektup yazdım. geçenlerde bakıyordum da 700'den fazla olmuş

yaşamımı noter gibi kayıt altına aldım: donarken, sobanın dibine sığınırken, bir parça sıcak ararken, ağlarken, gülerken, okurken, hepsi mektuplara yansımış. kedim ve kedime ebelik yaparken, hepsi not edilmiş.

kime yazdığım meçhul, üzerinde isimleri var ama bazılarını hatırlamıyorum bile

bir ara dostlarım umudu kesmişti zaten

bunalmıştım bu gerçek. normal olmadığımı biliyordum

çok sevgilim oldu. yo fazla olmadı. belki de ben abartıyorum. onlara sorsan bir soytarı zamanında musallat olmuştu başımıza derler.

hırsız gibi çalacak sevgi arıyordum, ama girdiğim bütün kalplerin güçlü alarm sistemi vardı. beni anında yakalayıp cezaevine atıyorlardı

bazıları sadece birer cümleden ibaret, bazıları sayfaları alıyor

ama, şunu rahatlıkla söyleyebilirim kimseyi incitmedim. buna seviniyorum

ve asla kimsenin özeline müdahale etmedim.

her anlamda

bir güneş gibi sadece uzaktan yaktım, en fazla kendimi

ama biliyor musun bir tek sadık sevgilim oldu hayatımda: kitaplar

onlar beni asla bırakmadılar

kurtuluşu onlarda aradım.

tıpkı rahiplerin kurtuluşu İncil'de araması gibi

ailem olmasaydı ve onlara verilmiş sözlerim derviş olurdum

çünkü derviş olacak kadar sabırlıyım

asamı durmadan dünyanın tepesine indirirdim

ama artık olamam

çünkü şimdi hafiften terleyince günde 4-5 defa duş alıyorum. derviş gibi nasıl yaşanılır.

konfor insanı değiştiriyor.

biraz rahat olunca insan daha fazlasını arıyor

cemiyeti refah bozar demiş bir filozof

geçmişi hatırladıkça fırtınadan kurtulmuş sanıyorum kendimi.

Cuma, Temmuz 14, 2006

Türk Tarihi Üzerine Araştırmalar


Kayıp Halkın İzinde: Kimekler
766 yılında Talas’ı ele geçiren Karluklu Türk boyları bölgedeki Türgiş ve On-ok boylarını egemenlikleri altında derleyip toparlayıp kendi devletlerini kurdular. Bu dönemde eski Göktürk Hakanlığının ana toprakları Uygur Devleti’nin yönetiminde bulunuyordu. Karluklar’ın kuzey-batısına doğru, Uygurların ise batısı boyunca uzanan geniş bölgede ‘unutulmuş’ bir topluluk yaşamaktaydı. Arap müellifleri bu topluluğa Kimak veya Kimek adını vermekteler[1]. Varlıkları kadar yaşadıkları coğrafya da tartışmalı olan Kimekler en geniş sınırları içinde B. Y. Kumekov’a göre, “Yukarı Obi nehrinden İdil’in aşağılarına, Aşağı Sırderya’dan Sibirya taygalarına”[2] kadar bölgeye hâkimlerdi. Hududu’l-Âlem’in müellifi, Kimek yurdunun sınırlarını şöyle çizer: “Kimak ülkesinin doğusunda Kırgızların bir boyu yaşar. Güneyde Artuş ve Etil nehirleri, batısında Kıpçaklar’ın bir kısmı, kuzeyinde gayr-i meskun arazinin bir kısmı bulunur”[3]. Kimekler hakkında en erken bilgi veren Arap müellifi İbn Hurdadbih’tir. Kitabu’l mesalik ve’l-memalik isimli coğrafya eserinin çeşitli kısımlarında Kimak Ülkesi’nin tarifi yapılmaktadır. Müellifin verdiği bilgiler, Kumekov’un da belirttiği gibi VIII. Yüzyılda Kimek Ülkesi’nin sınırlarını belirleme imkanı sağlamaktadır[4]. Ona göre, Kimek Ülkesi Toguz-Guzlar’ın solunda bulunuyordu[5]. Kimekler hakkında en geniş bilgi Gardizî’de bulunmaktadır. Efsanevî bilgilerle dolu olan Gardizî’nin Kimekler hakkında anlattıklarından anlaşılan o ki, bu boyun oturduğu ana topraklar İrtiş çevresi olmuştur[6]. Avfî’nin Camî el-hikayat adlı eserinde Karluklar’la Kimekler (İmek) birlikte zikredilmektedir. Avfî’ye göre, Karluklar dokuz kısma ayrılırlar: üçü Çigil, üçü Heskeli, biri Bevavî, biri Kevâkinu ve biri Kîmâkend[7]. Bize göre, Avfî, Kîmâkend’le Kimekleri kastetmiş olmalıdır. Buna rağmen, müellif Kimekler’i Karluklar’ın sağına oturtur[8]. İdrisî, Türk boylarından söz ederken, bunları doğudan başlayarak şöyle sıralar: Tibetliler (?), Toguzguz, Kırgız, Kimak[9]. Buradan, Kimekler’in Kırgızların batısında oturdukları anlaşılmaktadır. Müellif, eserinin bir diğer yerinde ise şöyle der: “Buranın doğusunda (Toğuzguzlar’ın doğusunda) Çin Denizi yanında Kırgız Ülkesi bulunur. Çin hududu yukarıda güneydedir. Toğuzguzlar’ın kuzeyinden Kimak Ülkesine birleşir”[10]. İdrisî, Kimek Ülkesi’ni dördüncü iklime dahil eder. Kimekler hakkında en geniş bilgiye de burada rastlanmaktadır: “Kimakların ülkesi çok geniş, çok bereketli, çok mamurdur. Kimakların güneyinde Toguzguzlar, güney batısında Tibet’ten sonraki kısımda (yani Tibet’in batı tarafında) Karluklar, batısında Halaçlar, doğusunda ise Okyanus bulunur”[11]. İdrisî dışında diğer Arap-İslam kayanaklarını incelediği anlaşılan M. Kemal Özergin, genel anlamda Kimekler’in bulunduğu coğrafyayı şöyle tasvir etmektedir: “Kimek ülkesi, Batı Sibirya ovasında ve yaklaşık 48/49 – 57 K ile 70 – 85 dereceleri içinde kalan geniş bir bozkır alanı idi. bu geniş alanın güney-batı ve güney-doğu köşelerine bakılmazsa çoğu yüksekliği 125-150 m’yi geçmeyen bir bozkırdır. Güney-batıda yüksekliği 1000 metre yüksekliğe varan bir yayla (bugünkü Kazak Bozkırı) bulunur. Güney-doğu ise Altay dağlarının 1500 metre yüksekliği geçen etek ve uzantılarıdır. Kimek ülkesinde Ertiş (İrtiş), Ob, İşim gibi büyük ırmaklar ile daha bir çok küçük akarsular ve göller vardır. Baraba Bozkırı ile Çan Gölü bu bölge içinde kalır. Ülkenin daha kuzey kesimi taygalık ve ormanlık olup, kışın soğuğu fazladır”[12]. M. Kemal Özergin’le Kumekov’un çizdiği Kimek coğrafyası benzerlik gösterir. Ama, Kumekov’un Kimek Ülkesi’ni Aşağı Sırderya’dan başlatması pek doğru değildir. Bu bilginin kaynağı el-Mukaddesi olsa gerek. Nitekim, müellif, X. Yüzyılda Kimek Ülkesi’nin güney-batı sınırlarını Seyhun havzasındaki Sabran ile Sağlcan kasabalarına kadar indiriyor. Savran veya Şabran, Oğuz ve Kimek sınırında bir kasabadır. Agadjanov’un da belirttiği gibi, barış döneminde Kimekleri’in bu Oğuz sınırlarına geldikleri bölgeler olsa gerek[13].

Kimekler’in doğusunda Kırgızların oturduğu bütün kaynaklarca teyit edilmektedir. Bu bölgeler bugünkü Altaylar ile daha doğudaki arazilere tekabül etmektedir[14]. Batıda Kimek yurdunun İdil’e kadar uzandığını Hududu’l-Alem’e dayanarak söyleyebiliriz[15]. Sırderya’nın kuzeyi boyunca Hazar Denizi istikametinde İdil’e kadar Oğuz ve Peçenek boylarının oturduklarını hesaba katarsak VIII – IX. Yüzyıllarda Kimekler’in güney ve güney-batı komşularının bunlar oldukları aşikardır[16]. Güney-doğusunda Uygurlar, doğuda da Kırgızların oturduğu göz önüne alınırsa, Kimek Ülkesi Altaylar’dan aşağıya inerek Sırderya’nın yukarısından bir kavis çizerek İdil’e kadar geniş kuzey bozkırlarını kaplamaktaydı. Kuzeyde Obi ve İrtiş’in karanlıklaşan kuzey uçlarına kadar varan Kimek Ülkesi coğrafi açıdan en büyük Türk ülkesiydi.

Tarih itibariyle, 766 yılında Karluklu Devleti’nin kuruluşundan Karahanlılar’ın ikiye ayrılmasına kadar, yani yaklaşık VIII. Yüzyıldan XI. Yüzyılın ilk yarısına kadar kuzeyin en büyük gücü Kimekler olmuştu. Karluklar ve ardından Karahanlılar, Kimekler’le ancak güney-batı açıklarında sınır teşkil etmektelerdi. XI. Yüzyılın ortalarına doğru Yimekler’in Karahanlı topraklarına saldırdıklarını gözönüne alırsak, bunların İrtiş, Balkaş ve Ala Göl taraflarında Karahanlılar’la komşu oldukları bilinmektedir[17]. Anlaşılan, Kimekler Karahanlılar’ın kuzey-doğu taraflarında komşuluk sınırı oluşturmaktaydılar.

Kimekler’in coğrafyası kadar isim ve etnik mensubiyetleri de tartışmalıdır. Arap coğrafyacıları bu ismi Kimak olarak okumaktalar[18]. Buna sadık kalan Rus araştırmacıları da genelde Kimak tarzını benimsemişlerdi[19]. A. Z. V. Togan ise Kimak veya Kemak olarak okumaktan yana olmuştur[20]. Kimak/Kimek adı ne Çin, ne de yerel Türk kaynaklarında geçer. Kaşgarlı Mahmud dahi bu adı sözlüğüne almamıştır. J. Margurat’a göre, Kimak/Kimek adı İkiz İmäkin kısaltıulmışı olup, “belki boy birliğinde bulunan ilk iki boydan (imi + imäk) oluşarak” ortaya çıktığı yönünde bir açıklamada bulunmuştur[21]. M. Kemal Özergin, Kimek adının Kime – gemi sözcüğünün ilk şekli olan Kimeg’den geldiğini kuvvetle belirtmektedir[22]. Bu açıklamayı pekala kabul etmek müökün gözükse de, Kumekov’un Kimekler’i Çü-yü boylarına bağlaması[23], Gumilev’in de bunlara Çumugun adını vermesi[24], Kimak/Kimek adının ilk tarzının Çumug/Çumuk/Kumuk olabileceği ihtimalini akla getirmektedir. Gerek Kumekov, gerekse de Kumekov’un açıklamalarını esas alan Gumilev konuya Kazak tarihi perspektifinden baktıklarından böyle bir açıklamayı esas almışlardı[25].

Kimekler’in menşeî oldukça karanlıktır. Bu konuda şimdilik tek kaynak Gardizî’nin sözünü ettiği bir yaranış efsanesidir[26]. Bu hikayeye göre, Tatar hükümdarı ölünce geride bıraktığı iki oğlu arasında taht kavgası baş gösterdi. Küçük kardeş Şed/Şad kaybedince cariyesini de yanına alıp büyük bit suyun kenarına kaçtı. Daha sonra onlara Tatarlar’ın çocuklarından yedi kişi İmi, İmak, Tatar, Balandur, Kıpçak, Linkaz (Nilkaz) ve Eclad katıldılar. Ardından Şad’ın haka ağabeyi ve maiyeti dış düşman tarafından ağır bir yenilgiye uğrayınca oradakile 700 kişilik kuvvetle Şad’ın liderliğinde birleştiler. Daha çonra çoğalınca bunlar yedi kişinin adını taşıyan yedi boy halinde çevreye dağıldılar. Hikayede bu olayların İrtiş nehri çevresinde geçtiği söylenilir[27].

Gardizî’yi esas alırsak, Kimek soyunun kurucusu Şed/Şad ve ona katılan yedi Tatar eri veya soyu ile birlikte Tatar ordasına veya boyuna bağlıdırlar. D. G. Sevinov, Sibirya’nın güney halklarından söz ederken Kimekler’in saf bir unsur olmadıklarını, bölgedeki eski İskit veya Saka boylarını, Töles/Tölös boylarını ve Ugor-Samoyedler’le kaynaştıklarını ileri sürmektedir[28].
Kimekler’in yayıldıkları geniş coğrafyaya ve yedi Tatar erinin taşıdıkları isimlere bakarsak böyle bir boylar karışımının olma ihtimali çok yüksektir. Öte yandan, Gardizî’nin sözünü ettiği Tatarlar’ın gerçek Tatarlar olup olmadığı da bilinmiyor. Kumekov, buna değinerek Tatar adının Türklerde iki farklı anlamda kullanıldığından söz etmektedir: birincisi, yabancı, yani şehirli; ikincisi boy adı olarak (Otuz Tatar boyu). Bu tespite dayanarak Kumekov, II-VIII. Yüzyıllar arasında İç Asya’da, yani bugünkü Kazakistan’ın doğu ve kuzey-doğusunda oturan kavimleri incelemeye almıştır. Onun araştırmalarına göre, VI-VIII. Yüzyıllarda, buralara daha II. Yüzyılda gelmiş Hunlar’ın türemeleri olan Çü/Çu boyları oturmaktaydı[29]. Bilindiği gibi, Çu’lar Çu-yü, Çu-mi, Şa-to ve Kimekler’den müteşekkildi. Çü-yü, Çu-mi ve Şa-tolar hakkında geniş bilgilerimiz olduğu halde Kimekler’in doğrudan bu kavimler arasından mı çıktığı veya katıldığı kesin bilinmemektedir. Bugünkü bilgilerimizle, Şatolar’ın, doğrudan Hunlar’dan gelen Çü-yüler’in içinden çıktıkları kesin olarak biliniyor. Aynı şeyin Kimekler için söz konusu olup olmayacağı hakkında net bir fikir yoktur. Her ne kadar Kumekov’un açıklaması, Kimekler’in Çü-yüler’den indikleri yönündeyse de bu pek açık değildir. Ama, Kumekov’un bir tespiti bir takım hususları netleştirmektedir. Ona göre, bölgede iskan tutan Çü-yü kabilelerine Çinliler Çöl derlerdi, yani Sahra grupları. Bunlar 808 yılından itibaren Çin’e tabî olmuş ve Tang İmparatorluğunun sonuna kadar onlara bağlı kalmıştılar. Bu kabile gruplarından olup, ama Çin yönetimine girmeyenler ise bağımsız hayat sürmekteydiler. Çinliler’in bunlara hepten Çü demesi ve Gardizî’nin de bu bölgedeki boylara Kimek demesi coğrafi olarak aynı boydan söz edildiğini gösterir[30]. Işte, buna dayanarak Kumekov, Kimekler’in Çü olma ihtimalini kuvvetle savunmuştur[31]. Kumekov’un bu görüşüne destek çıkan bir diğer husus ise, Kimekler arasında yer alan Balandur, Kıpçak gibi Türk oldukları kesi olarak bilinen boyların birliği teşkil eden ana kitle arasında gösterilmesidir.

Anlaşıldığı gibi, adları kadar menşeleri de tartışma konusu olan Kimekler’in kuşku götürmeyece en büyük gerçekliği IX – XI. Yüzyıllar arasında Karahanlılar’ın kuzeyi boyunca büyük bir güç olduklarıdır. Rus sinolog Biçurin’den sonra Çin materiyallerini derleyip yayınlayan V. S. Taskin, Hunlar’ın batı göçleri sırasında Altaylar’dan Aral’a kadar geniş Kazakistan sahasında dağılan Hun gruplarından söz eder[32]. L. Gumilev’e göre, bu göçler sırasında Avrupa’ya göç etmeyen “zayıf Hunların” torunları[33], Orta Asya’ya gelerek Çu-yu, Çu-mi, Çumugun ve Çuban dört kabile[34] ile bölgede iskan tutmuşlardı. M. Özergin’e göre, VII. Yüzyılda Kimekler Altay dağlarının kuzey-batısında ve İrtış nehrinin orta kıyılarında oturuyordular[35]. Bu dönemde Kimekler, Göktürk Hakanlığına bağlı olup, devletin terkibinde önemli rol oynamışlardır[36]. Kısa sürede, yani Göktürklerin yıkılışından sonra bağımsız konuma gelen Kimekler, daha sonra Türgişlere tabî oldular[37]. Kumekov’un söylediklerini esas alırsak, VII. Yüzyılın başlarında Batı Göktürk Devleti’ne (582-659) bağlı Türk boyları şunlardır: On-oklar, Karluklar, Çü-yü, Çu-mi ve I-oular. Bu boylardan Karluklar Altay dağlarının batısında, Zaysan – Ala Göl – Urungu üçgeninde otururken, Çü-yüler Beşbalık civarında bulunuyordular. Çu-milerin Ayar Nor’a dökülen Manas nehri kıyılarında, I-oular ise Hami şehri çevresinde bulundukları biliniyor[38]. Bu duruma göre, Çü-yü ve Çu-mi boyları Kimek yurdunun epeyce uzağında yer almaktaydı. En erken Arap kaynaklarından Hurdadbih’in eseri, Kimeklerin en eski VIII. Yüzyıldaki tarihine açıklık kazandırmaktadır. Hurdadbih, Kimekler’in Toguz-Oğuzlar’ın solunda bulunduğunu, ön tarafında 300 fersahlık mesafede Çin’in yer aldığını belirtir. Yine buna göre, Kimekler’le Taraz arasında 81 günlük mesafe bulunmakta ve Kimek hükümdarının ülkesine giden bu yol çöllerden geçmektedir[39]. Bu durumda, Kimekler’in Türgişler’le bağlantısı pek mümkün gözükmüyor. Nitekim, Hurdadbih’in açıklamalarına bakılırsa, Türgişler’in Kimekler üzerinde hak iddia ettikleri akla yatkın gözükmemektedir. Aslında Kimekler’in bölgedeki varlığı en erken VIII. Yüzyıldan öteye gitmemektedir. Sonuç ne olursa olsun, Kimekler VIII. Yüzyılda İrtış nehri kıyısında karar kılmışlardır. Buna en açık kanıt, Abbasî elçisi Temim b. Bahr el-Muttavvi’î’nin heyet raporudur. Temim’in raporunun 760-800 yılları arasını kapsadığı göz önüne alınırsa, VIII. Yüzyılın ikinci yarısında bölgede başlarında bir hükümdarın bulunduğu göçebe topluma hüküm edecek bir Kimek Devleti mevcuttur[40]. Çu ve Talas çevresindeki olayları, Uygur-Basmıl çatışmaları, Tang İmparatorluğunun Talas’daki yenilgisi gibi Orta Asya tarihi için peş peşe ve birbirleriyle bağlantılı biçimde gerçekleşen bütün bu vakaların vuku bulduğu tarih VIII. Yüzyılın ortaları olarak gözükmektedir. Bu, II. Göktürk Devleti’nin çöküş tarihi olduğundan bölgedeki gerginlik ve çözülmeler daha iyi anlaşılmaktadır. Yani, 740-760 tarihleri arası Orta Asya tarihi açısından bir kırılma noktasıdır. Bu dönemde Uygurlar Göktürkler’in merkezi topraklarını ellerine geçirip kendi devletlerini kurarken, 766 yılında Karluklar Türgiş Devleti’ne son verip On-ok boylarını kendilerine tabî ederek Karahanlı Devleti’nin temellerini atmışlardır. Aynı tarihte Aral Gölü ve Sır-derya çevresinde Peçenek ve Oğuz/Guzlar’ın birer yarı bağımsız boy birlikleri teşekkül etmiştir[41]. Muhtemelen, Göktürk siyasal gücünün ortadan kalkması üzerine VIII. Yüzyılın ikinci yarısından sonra İrtış nehri çevresinde Kimak Devleti teşekkül etmiştir.

750-810 yılları arasında Orta Asya’daki genel siyasi durum kabaca şöyleydi: doğuda Uygurlar, onların güney-batısında Karluklar, Aral ve Sır-derya çevresinde Oğuzlar, Aral Gölü kuzeyi ile Hazar arasında Peçenekler, Uygurlar’ın ülkesinden Peçenek bölgesine kadar alta doğru kavis çizen bölgenin yukarısında ise Kimekler. Bölgesel olarak sabit bulunan ve belli anlamda eşit konuma sahip olan bu Türk boyları sürekli bir çatışma halindeydiler. En ciddi çarpışmalar ise VIII. Yüzyılın sonlarında parlak verdi. Karluklar’la Uygurlar durmadan birbirlerini yıpratırlarken, Peçenek – Oğuz – Kimekler de kendi aralarında amansız bir kavgaya tutuşmuşlardı. Olaylara Peçni, Bacgırt/Başkurt, Nugerde, Kıpçak, Çigil/İsgil gibi daha ufak boyların da katıldıkları bir gerçektir. Bu olayların en iyi tasviri el-Mes’ûdî tarafından yapılmıştır. Ona göre, “Kimak-Baygurların ülkesinde Kara İrtış ve Ak İrtış” nehirleri bulunur. “Kimekler Seyhun’un ötesinde Türklerden bir cinstir. Bu iki nehir üzerinde Türklerden Gurlar (Guzlar) bulunur”[42]. Kanaatimizce, Mes’ûdî’nin sözünü ettiği ‘Baygur’lar, Bay-Gur, yani Baygu Oğuzlarıdır[43]. Mes’ûdî ‘el-Tenbih ve’l-İşraf’ isimli bir diğer eserinde Ak İrtış çevresinde Kimekler’le Oğuzların kışlak ve yaylaklarının bulunduğundan söz eder[44]. Buna göre, Kimekler’le Oğuzlar arasında yakın bir ilişkinin tesis edildiği anlaşılmaktadır. Bu ittifaka zaman zaman Karluklar’ın da katıldıkları biliniyor. Ancak Karluklar’ın bunlarla kurdukları ittifak bir çıkar ilişkisine dayanmakta ve süreklilik arz etmemekteydi. 772 yılında Karluklular’ın Oğuzlar üzerindeki baskıları artmaya başlamıştır. Daha 766 yılında Karluklu baskıları sonucunda Balkaş Gölü ile Sarı Su yörelerinde bulunan On-oklara bağlı Peçenek boyları Aşağı Seyhun boylarına sığınmışlardı[45]. Bunun üzerine Karluklar saldırı yönlerini Oğuzlara çevirmişlerdi. Karluklar’ın Oğuzlara ciddi kayıplar verdikleri anlaşılıyor. Öte yandan Peçeneklerin bölgede yeniden güçlenmesi, Karlukların bu defa Oğuzlar yanında Peçeneklere karşı savaşmasını gerektirmişti. 772 yılında Karluklu – Oğuz ve Kimek ittifakı Peçeneklere saldırdı[46]. Üç yıl sonra (775yılında) aynı ittifakın Peçeneklere bir darbe daha indirdiği bilinmektedir[47]. Sürekli bu durum arz eden Karluklu-Oğuz-Kimek saldırıları sonucunda 798-802 yılları arasında Peçenekler iyice Hazar çevresine ve kuzeyine kaymaya başlamış, burada da Kimek saldırıları artınca Hazar ve Karadeniz’in kuzeyine göç etmişlerdir[48]. Peçeneklerin göçlerinden sonra Oğuzlarla Karluklar arasında sürtüşmeler devam etse de, Kimeklerin bu çarpışmalardaki konumlarının ne olduğu bilinmiyor. Böylece, bu olaylar Kimeklerin Karluklar gibi kendilerine özgül bir devletlerinin olduğunu açığa çıkartmaktadır.

Kimekler, IX. Yüzyılda İrtış nehri boyunca ve bugünkü Kazakistan’ın kuzey-doğu bölgesine hükmeden bağımsız bir güçtü. Bu dönemde Kimekler esasen yedi boydan müteşekkildi: İmi – Eymi – İmey, İmek – Emek – Yemek, Tatar, Balandur/Bayındır, Khıfçak – Kıpçak, Lankaz – Lanıkaz – Nılkaz, Aclad – Eclad[49]. İdrisî, onlar hakkında şöyle der: “Kimeklerin hükümdarları en kudretli ve en tehlikeli hükümdarlardandır. Kimaklar kalabalık olup ateşe tapan mecusidirler. Aralarında zındıklar da vardır. Bunlar korularda ve gür ormanlarda otururlar, otlakları gezerler”[50]. Gardizî ise onların suya taptıklarını ve suyun Kimekler’in tanrısı olduğunu söyler. Yine Gardizî’ye göre, Kimek Devleti’nin ilk hükümdarı Şad’dır. Onlarda hükümdara ‘Ta’ ismi verilmektedir. Ta – korkmadan suya giren demektir[51]. Bu arada Kimeklerin doğusunda bir takım kıpırdanmalar baş gösterdi. 840 yılında Uygur Devleti, Karluklu – Kırgız işbirliği sonucunda yıkıldı. Uygur sahası Kırgızların eline geçerken, son Uygur hakanını öldürme şerefine nail olan Karluklu hükümdarı kendisini ‘Kara Hakan’ ilan ederek Orta Asya’nın yeni ‘efendisi’ oldu. Kırgız saldırıları, Uygurların çevreye dağılması ve IX. Yüzyılın 20-40’lı yıları arasında baş gösteren kuraklığın[52] etkisini X. Yüzyılda da göstermesi kavimleri bir daha harekete geçirdi. Mançurya’daki kıpırdanmalar Moğol Kıtan kavimlerini sahneye çıkardı[53]. Bu dönemler Kimeklerin en güçlü oldukları dönem olarak biliniyor. Gardizî, bir Kimek – Toğuz Oğuz savaşından söz eder. Buna göre, “Toğuz Oğuz hakanı kendi kabilesiyle perişan durumdaydı. Kimakların hışmına uğramış, onlar Oğuzların çoğunu öldürmüşlerdi. Kalanlar birer ikişer Slavın (Ruslar’ın) yanına gittiler. O da gelenlerin hepsini kabul etti”[54].

Gardizî’nin efsanelere bağlı kalarak anlattığı hikayelerde bir takım doğruluk payı bulunmaktadır. Ancak, müellif olaylar arasında bağlantı kurmakta ciddi sorunlarla karşılaştığından olsa gerek hadiseleri tarihi sıralama gözetlemeden birbirine karıştırarak aktarmıştır. Buraya birde efsanevi anekdotlar eklenince olayların izini takip etmek neredeyse imkansız olmuştur. Gardizî’nin Kimaklarla Toğuz-Oğuzlar arasındaki savaş, Oğuzların çoğunun öldürülmesi, ardından Kırgızların Oğuzlar üzerine saldırıp “onlardan çok kişiyi telef etmesi”[55], müellifin iki farklı olayı birbirine karıştırdığını gösteriyor. Birinci olay, 840 yılında gerçekleşen Kırgızların Uygurlara saldırarak onların varlığına son vermesiyle ilişkilidir. İkincisi ise, Guzların batıya göçünü anlatmaktadır. Gardizî’nin anlattıklarını dikkatle incelersek, Guzların batıya göçlerinde Kimeklerin etkisini görmekteyiz. Müellif, Toğuz-Oğuz hükümdarının Kimekler tarafından perişan edildiğini söyler. Muhtemelen, Gardizî, Toğuz-Oğuzlarla Oğuzları karıştırmış olmalıdır. Nitekim, Gardizî’nin “onlar Slavların yanına geldiler” açıklaması bunu doğrulamaktadır. Bilindiği gibi, batıya göç eden Guz ve Tork/Türk boyları daha sonra Rus knyazlıklarının idaresini kabul etmişlerdir. Rus kaynaklarında bunların ismi ilk kez 1015 yılında Knyaz Gleb’in katliyle ilgili bir olayda geçer[56]. Oğuzların Slav sahnesinde ortaya çıkışları 985 yılında İdil Bulgarlarına karşı Ruslarla yapılan bir işbirliğine denk gelmektedir. Gardizî’nin hikayesinde Toğuz-Oğuzlara karşı Kimeklerin, Oğuzlara karşı da Kırgızların saldırdığını belirtirse, hikayenin genelinde Kırgızlarla Kimeklerin yerlerini değiştirirsek olaylar netliye kavuşacaktır. Aksi taktirde Gardizî’nin ne demek istediği anlaşılmaz kalacaktır[57]. Bu bize, oğuzların Hazar’ın kuzeyine doğru yayılmalarında Kimek baskısının söz konusu olduğunu kanıtlıyor. Bazı araştırmacılar, bu göçleri genellikle XI. Yüzyılda vuku bulan ‘Kun göçleri’ne bağlarlar. Ancak, oğuzların Kun saldırılarından yaklaşık 40 yıl kadar önce Slav ülkelerindeki varlığını açıklamazlar[58]. Kimeklerin Oğuzların batıya hareketinde ufakta olsa etken oldukları inkar edilemez. Buda, bölge açısından Kimeklerin küçümsenmeyecek bir konumda olduklarını göstermektedir. Öte yandan İstahrî, İdil nehrinden bahsederken şöyle der: “Etil (İdil) nehrine gelince, ... bu nehir Kırgızların (?) yakınından çıkar. Kimeklerle Oğuzlar arasında akar. Kimeklerle Oğuzlar arasındaki hudut bu nehirdir”[59]. Bu bilgiyi esas alırsak, Kimeklerin batı sınırlarının Oğuzlar hesabına bir hayli genişledikleri görülüyor[60]. Bu dönemde Kimeklerin bir hayli güçlendikleri; onlara bağlı boyların sayısının yediden on bire yükseldiği bilinmektedir[61]. Kimeklere bağlı yedi boy, sonradan katılan boylar arasında Kıpçaklar veya Kanğlı, Kırgızlardan bir boy, muhtemelen Başkurtlardan da bir boy vardı[62]. Bütün bu boylar X. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızla büyüyen Kimek Devleti’nin büyük gücü ve kudreti karşısında onların egemenliği altına girmişlerdir. Durum ne olursa olsun 950-1050 yılları arasındaki yüzyıllık dönem Kimek Devleti’nin yükseliş dönemi olarak kabul edilmektedir. Gumilev’in sözünü ettiği “Sessiz halk: Kimekler” sessizce yüzyıl boyunca bozkırın tek efendisi olmuşlardır.

Kimeklerin yaşam tarzları, karakteristik özellikleri ve ekonomik konumuna ilişkin kaynaklarda azımsamayacak kadar bilgi bulunmaktadır. Gardizî, Kimeklerin “kötü huylu, cimri ve çok gaddar” insanlar olduklarını, sağlam yapılarının bulunmadığını, ormanlarda “vahşi hayvanlar arasında ve kırlarda” oturduklarını, esas besinlerinin at sütü; koyun, at, öküz etinden yapılan kurutma (pastırma) olduğunu kaydetmektedir[63]. Hududu’l-Alem’de ise Kimek “halkı keçe kulübelerinde yaşar, yaz ve kış otlaklar boyunda, sular ve çayırlar etrafında dolaşırlar. Kimeklerin malları samur ve koyundur. Besinleri yazları süt, kışın ise kurutulmuş ettir. Ne zaman Guzlarla (Oğuzlar) aralarında sulh olursa o zaman kışları Guzlara doğru göç ederler” denilmektedir[64]. Avfî, Kimeklerin diğer ülkelerle ticaret yaptığını ve “pazarlıksız” alış-verişte bulunduklarını anlatmaktadır[65]. Arap müellifleri arasında Kimekler hakkında en geniş bilgiyi İdrisî aktarmıştır. İdrisî, Kimek Ülkesi’nde on altı şehrin olduğundan söz eder: Astur, Nec’a, Burağ, Sisiyan, Manan, Mestnah, hükümdarın oturduğu Hakan, Bencer, Zehlan ve Hanaviş şehirleri. Bu şehirler arasında Astur’un nüfusu Türkler olup, “ziraat alanları geniş, suları bol bir şehirmiş. Halkı buğday ve pirinç ekerler. Burada demir madenleri bulunur”. Bu Kimeklerin göçebe yaşamın yanında yerleşik hayatı benimsemiş gruplarının olduğunu göstermektedir. İdrisî, Kimek hükümdarından da söz eder: Kimek hakanı “büyük bir hükümdardır. Bunlar arasında hükümdar sülalesinden en yaşlı olanı hakan olur”[66]. Yine ona göre, “Kimeklerin hükümdarı altından elbise, taçlı altın börk giyer. Senede dört kere halkın önüne çıkar. Onun hacibi, vezirleri, adaletli ve emniyetli devleti vardır. Halkına iyi davrandığı, onların durumuyla yakından ilgilendiği, onları düşmanlardan koruduğu için sevilir. Bu hükümdarın sarayları, yüksek binaları, güzel bahçeleri vardır. ... onlar Sabirlerin dinini benimserler[67], güneşe ve meleklere taparlar”[68]. İdrisî’nin anlattıkları abartılı gibi gözükse de (ki bu mümkündür) Kimeklerin kültür, ekonomi, idari yapı ve sosyal alanda küçümsenmeyecek düzeyde bir gelişim sağladıkları ve diğer Türk devletlerinden geri kalmadıkları anlaşılmaktadır.

Kimek Devleti varlığını XI. Yüzyılın ortalarına kadar korudu. Bu tarihte nedeni pek bilinmeyen olaylar sonucunda Kimek boylar birliği arasındaki bağlar hızla çözülmeye başladı, boylar merkezi yönetimden ayrılıp bağımsızlıklarını ilan ettikleri gibi kendilerine yeni topraklar aramaya koyuldular. Kıpçaklar, Yimekler, Bayandırlar artık Kimek hakanının yetkisi dışında hareket etmekteydiler. Bunda XI. Yüzyılda etkisini bütün Orta Asya’da hissettiren Kara Kitay hareketlenmesinin de etkisi düşünülmelidir. Netice itibariyle, Kimekler varlıklarını 1208 yılında Sibirya halklarıyla birlikte Moğol hakimiyetine girdikleri tarihe kadar muhafaza etmeyi başarmışlardı[69].

Karahanlılar’la Kimekler’in birbirleriyle olan münasebetleri hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. Gerek Karluklu Devleti döneminde, gerekse de Büyük Karahanlılar döneminde kaynaklara yansıyan bir takım küçük hadiseleri ciddiye alacak olusak iki devlet arasındaki işiklilerin pek de iyi geçmediyine kanaat getirebiliriz. Her ne kadar Karluklular Peçenekleri ortadan kaldırmak için Oğuz ve Kimekler’le bir ara ittifak yapmışlarsa da, Peçeneklerin bölgeyi terketmesiyle bu yakınlık sona ermiştir. Karluklular’ın Oğuzlar üzerine yaptıkları saldırılara bakılırsa, Kimekler’le de pek anlaşamadıkları söylenilebilir. Öte yandan Karahanlılar İslam’ı kabul ettikten sonra gayr-i müslimleri, özellikle de tek Tanrılı dine mensup olmayan toplulukları hep dışlamışlardı. Karahanlılar’la Kimekler arasında ciddi anlamda gerçekleşmiş tek olay Yimekler’in Kuzey-doğu tarafından Karahanlı Ülkesi’ne saldırılarıdır. Bu hususa yukarıda değindiğimizden, burada Yimeklerin başarısız olduklarını belirtmekle yetinelim[70].

[1] Hududu’l-Alem, Minorsky nşr., s. 99;
[2] B. E. Kumekov, Gosudarstvo kimekov v IX-XI vv. po arabskim istoçnikam, Alma-Ata 1972, s. 105 (bundan sonra B. E. Kumekov, Gosudarstvo kimekov).;
[3] Hududu’l-Alem, s. 99;
[4] Kumekov, Gosudarstvo kimakov, s. 36;
[5] İbn Hurdadbih, Mesalik, s. 31;
[6] Gardizî, Zeynü’l-Ahbar, s. 257-259;
[7] Avfî, Camî, R. Şeşen, İslam, s. 92-93;
[8] Avfî, Camî, s. 92;
[9] İdrisî, Nüzhet el-müştak fi ihtirâk el-âfak, R. Şeşen, İslam, s. 100;
[10] İdrisî, Nüzhet, s. 100;
[11] İdrisî, Nüzhet, s. 100;
[12] M. Kemal Özergin, Kimekler, s. 167-168;
[13] S. G. Agadjanov, Oçerk, s. 132;
[14] M. Kemal Özergin, Kimekler, s. 168;
[15] Hududu’l-Alem, s. 99;
[16] F. Sümer, Eski Türklerde, bkz. Harita;
[17] F. Sümer, Oğuzlar, s. 18-19; H. Salman, Basmıllar, s. 179-180; M. Kemal Özergin, Kimekler, s. 167;
[18] Hududu’l-Alem, s. 99-100; Gardizî, Zeynü’l-Ahbar, s. 257-259; İdrisî, Nüzhet, s. 107-108; İbn Havkal, Surat el-arz, s. 23; İbn Hurdadbih, Mesalik, s. 30;
[19] Kumekov, Gosudarstvo kimakov, s. 53-55;
[20] Togan, Umumî, s. 41, 45;
[21] M. K. Özergin, Kimekler, s. 160;
[22] M. Kemal Özergin’e göre, Kimekler “Ertiş (İrtiş) ırmağının iki yakasında yaşamışlardı. Işte, bu büyük akarsuyu geçmek için, onların kullandıkları bir tür gemiden alarak komşularınca verilmiş olabilir”. Kimekler, s. 161;
[23] Kumekov, Gosydarstvo kimakov, s. 53-55;
[24] L. Gumilev, Hazar Çevresinde, s. 275;
[25] Kumekov’un çabası Kazak Türkleri tarihinde yer yer mevcut olan etnik boşluğu doldurmaktı. Pek belli etmese de Çü-yüler’le Juzlar arasındaki etnik dağınıklığı onarmaya çalışmıştır. Sanırım Gumilev’de buradan kendine bir pay çıkartmayı denemiştir.
[26] Gardizî, Zeynü’l-Ahbar, s. 257-59;
[27] Gardizi, Zeynü’l-Ahbar, s. 257; Gardizî’nin anlattıklarını geniş biçimde tetkik eden Kumekov ve onun açıklamaları üzerinden yorum yapan Gumilev’in tespitlerine katılmak mümkün olmadığı gibi, büyük yanlışlıklarla doludur. En büyük yanlışlık, Kumekov ve Gumilev’in bu olayların XI. Yüzyılın sonunda gerçekleştiği yönünde iddialardıdır. Zira, Gardizî eserini XI. Yüzyılın ortasında yazmıştır. Bunun dışında, Gumilev’in Gardizî’nin eserindeki coğrafya isimlerini gerekçe göstermeden değiştirmesidir. Ona göre, Gardizî’nin yanlışlıkla sözünü ettiği İrtiş Ursul veya Katun adı verilen Obi’nin kollarından biri olsa gerek. Müellif, Gardizî’nin yanlışlığını da belirtnmemektedir. Zira, söz konusu olay ona göre, XI. Yüzyılın sonlarında cereyan etmiş ise, bu dönemde bütün Arap coğrafyacıları, Kimekler’in İrtiş üzerinde berhayat tuttuklarını yazarlar. Anlaşılan, Kumekov Kimekler’le Kalmuklar arasında bir bağ kurmak girişiminden, Gumilev’de coğrafi etkenleri birebir doğru kabul ettiğinden (örneğin, “bir süre sonra mera tükenince, ot aramak için” Gardizî’nin yorumunu X. Yüzyıldaki kuraklığa bağlaması gibi Sovyet tarihçiliğine özgü maddi karakterli nedenleri ön plana çıkartması. Tabii, coğrafi etkenler tarihsel hadiseler üzerinde yoğun bir baskı oluşturmuşlardı, ama olayları tarihsel boyutunun dışına çıkaracak kadar değil) Gardizî’yi istedikleri yönde yorumlamışlardı. Bkz. Kumekov, Gosudarstvo kimakov, s. 36-60, 114; Gumilev, Hazar, s. 276-278;
[28] D. G. Sevinov, Narodı yujnoy Sibiri v drevnetyurkskyu epohu, L. 1984, s. 115-118;
[29] Kumekov, Gosudarstvo kimakov, s. 53;
[30] Kumekov, Gosudarstvo kimakov, s. 54;
[31] Kumekov, Gosudarstvo kimakov, s. 55;
[32] V. S. Taskin, Materialı po istorii syunnu, M. 1968, t. I, s. 43;
[33] L. N. Gumilev, Hazar Çevresi, s. 275;
[34] L. H. Gumilev, Hunlar, s. 505;
[35] M. K. Özergin, Kimekler, s. 163;
[36] M. K. Özergin, Kimekler, s. 163; L. Gumilev, Hunlar, s. 505;
[37] M. K. Özergin, Kimekler, s. 163;
[38] H. Salaman, Türgişler, Kültür Bakanlığı Yay, Ank. 1998, s. 4; H. Salman bu tespitini Chavannes’in haritasına göre yapmaktadır. Bkz. Chavannes, Documents I, Harita;
[39] İbn Hurdadbih, s. 31;
[40] M. K. Özergin, Kimekler, s. 164;
[41] A. S. Agacanov, O. Pritsak’ın Oğuz Devleti’nin kuruluşuna dair verdiği tarihin doğru olmadığını belirterek, bu devletin ancak IX. Yüzyılın ikinci yarısı olarak kurulduğunu açıklamaktadır. Bkz. Oğuzlar, çvr. E. N. Necef – A. Anneberdiyev, İst. 2002, s. 197-198;
[42] Mes’ûdî, Mürûc ez-Zeheb, I/213;
[43] A. S. Agacanov, Oğuzlar, 207-210;
[44] Mes’ûdî, el-Tenbîh ve’l-İşraf¸ de Goeje nşr., Leyden 1894, s. 62;
[45] F. Sümer, Oğuzlar, s. 44-45;
[46] H. Salman, Karluk ve Karluk Dev, s. 195;
[47] Oğuz – Peçenek savaşları hakkında geniş bilgi için bkz. A. S. Agacanov, Oğuzlar, s. 194-197; ayrıca bkz. A. Djikiev, Etnografiçeskiye dannıye po etnogenezu turkmen-salırov, M. 1964. Bu eserde müellif, bir takım efsaneler ve rivayetler doğrultusunda İt-Becenalar’la Salır Kazan arasındaki savaşları açıklamaya çalışmıştır. Bu olayların tarihlerini belirlemek pek güçtür. Agacanov, IX. Yüzyıl olarak yuvarlak bir tarih belirler. Dijikiev’de aynı tedirginliği göstermektedir. Ancak, S. G. Klaştornıy, bu olayların VIII. Yüzyıldan beri süre gelen çatışmayı yansıttığını belirtmektedir. Bkz. Drevnetyurkskiye runiçeskiye pamyatniki kak istoçnik po istorii Sredney Azii, M. 1964, s. 161-162; Nitekim, bu tarihi göze alan Agacanov, “uzun süre devam eden savaş ve muharebelerin neticesinde Oğuzlar, Peçenek federasyonunu mağlup etmeye muvaffak oldular”. Oçerk, 131; Bu çatışmalar Karlukların karıştığına dair bkz. H. Salman, Karluk ve Kaluk Dev., s. 195;
[48] Mes’ûdî, Peçenek göçlerinin nedeni olarak Karluklu, oğuz ve Kimek saldırılarını göstermektedir. El-Tenbih, s. 180-181; Ayrıca bkz. F. Sümer, Oğuzlar, s. 45; H. Salman, Karluk, s. 195; A. S. Agacanov, Oğuzlar, s. 196-197;
[49] Gardizî, Zeynü’l-Ahbar, s. 258; M. K. Özergin, Kimekler, s. 170;
[50] İdrisî, Nüzhetü’l-Müştak, s. 107;
[51] Gazdizî, s. 258. Burada ‘Ta’, eski Türk inancında ‘Gu/Ku’ – yani ‘su’ olsa gerek.
[52] L. N. Gumilev, Eski Türkler, s. 511;
[53] Erken İç Asya Tarihi, Der: D. Sinor, İletişim Yay, İst. 2000, s. 538-539;
[54] Gardizî, s. 261;
[55] Gardizî, s. 261;
[56] Türk boylarının Rus knyazlıkları üzerinde saldırılarını içeren Doğu Slav dilinde yazılmış vakayinameler için bkz. Patriarshaya ili Npkonovakaya letopis, Poloe sobrenie russkih letopisey, SPb. 1904, t. IX-XIII;
[57] Gardizî, s. 261’de bu olayları şöyle açıklar: “Toğuz-Oğuz (Uygur) Hakanı kendi kabilesiyle birkin durumdaydı. Kimeklerin hışmına uğramış, onlar Oğuzların çoğunu öldürmüşlerdi. Klanlar birer ikişer Slavın yanına geldiler. O da gelenleri kabul etti ve onlara iyilikte bulundu. Nihayet çoğaldılar. Kırgız, Başkurd’un yanına dam gönderip dostluk kurdu, kuvvetlendi. Sonra Oğuzlar üzerine yağma akınları yaptı. Onlardan çok kişiyi öldürdü”. Metinde, Kırgızların üzerine saldırdıkları Oğuzlar Uygurlardan başkası olmasa gerek ve bu olay 840 tarihine rastlar. Öte yandan Kırgızların Başkurt’larla ilişkiye girmesi ve Uygurların Slavlara sığınması pek mantıklı gözükmemektedir. Gardizî, 840 ile 960 yılı olaylarını birbirine karıştırmıştır.
[58] Oğuzların batıya göçlerini başta Agacanov olmak üzere bir çok araştırmacı Kun göçlerine bağlar. Öte yandan ise, Gardizî’nin bu açıklamasını hesaba alıp Oğuzlar üzerinde bir Kimek saldırısının söz konusu olduğuna dikkat etmemişlerdir. Bunun nedeni, Arap kaynaklarında genellikle Kimeklerle Oğuzların dostane geçindiklerine dair bilgilerden kaynaklanan yanılgı olsa gerek. Bkz. S. G. Agacanov, Oğuzlar, s. 220-240;
[59] İstahri, Mesalik el-Memalik, de Goeje, Leyden 1927, s. 222;
[60] Bu hususta mevcut tartışmalar için bkz. M. K. Özergin, Kimekler, s. 165;
[61] Hududu’l-Alem, V. Minorsky, s. 100; M. K. Özergin’e göre, Hakana bağlı bulunan boy da buraya ilave edilirse, Kimeklerdeki boy sayısı 12’e yükselecektir. Kimekler, s. 169;
[62] M. K. Özergin, Kimekler, s. 170-171;
[63] Gardizî, s. 258-259;
[64] Hududu’l-Alem, s. 99-100;
[65] Avfî, Camî, çvr. R. Şeşen, s. 92-93;
[66] İdrisî, Nüzhetü’l-Müştak, s. 107;
[67] İdrisî’de geçen bu açıklama incelemeye değerdir. Muhtemelen, Kimekler köken olarak Sabir Türklerinin Sibirya’da arta kalanlarıyla kaynayıp karışmışlardır.
[68] İdrisî, Nüzheti’l-Müştak, s. 107-108;
[69] Kumekov, age, s. 90-96;
[70] Kimak ve Kimak kavimleri hakkında ayrıca bkz. A. Taşağıl, Çin Kaynaklarına Göre, s. 86-87; E. Buharalı, “Kimek Hakanlığı”, Tarihte Türk Devletleri I, Ankara 1987, s. 263.