Salı, Mart 10, 2009

Cennet ve Cehennem

Kutsal kitapların en fazla dikkat çeken bu iki sözcüğü, birbirinin karşıtı olarak hep karşımıza çıkmaktadır. Anlam olarak genelde “cennet-iyi”, “cehennem-kötü” mekanlar olarak yorumladığımız bu iki sözcüğün etimolojisi oldukça derinlerde gizlidir.

“Cennet”, Arapça’da “canna-bahçe” anlamında geçmektedir. “Cann” – eski Sami dillerinde “sık dalları ve yapraklarıyla zeminini gölgelendiren hurmalık” anlamındadır. Bunun çoğulu olan “cannat” – setirler manasındadır.

Cennet’le ilgili en geniş açıklama Kur’an’ın kendisine bulunmaktadır. Burada “cennet” – ahirette ödüllendirilmiş insanların barındığı nimetler yurdu olarak tasvir edilmektedir. Kur’an’da cennet birden fazla tasvirle tanımlanmıştır: “dar el-salam” – selamet evi; “dar el-huld” – sonsuzluk evi; “cannat el-ma’va” – sığınılacak cennet; “dar el-mukama” – oturulan ev; “dar el-hayavan” – yaşam evi; “el-makam el-amin” – emin yer; “el-firdevs” – bağ-bahçe ved. Bunların dışında birde cennet çeşitlerinden söz edilmektedir: Cennet el-Na’im – nimetler cennetleri; cannat ‘adn – Aden cennetleri; cannat el-firdevs – bağ-bahçeli cennetler (Kur’an, 10:9-10; 19:60-63; 20:75-76; 26:55-57).

Cennet, bazı bilginlere göre, Kur’an’da iki türde tanımlanmıştır: maddi ve manevi. Maddi tanımlarda cennet genelde 5 içerikte sunulmaktadır: 1. “ev, kasır, oba, çadır” (9:73; 29:58; 39:20,37); 2. Eşleri dünyada görülmeyen ağaçlık alan (55:48, 56:29); 3. Türlü ve bol meyveli mekan (2:25; 38:51; 52:18; 55:52; 56:42); 4. Altından ırmaklar akan ve pınarlar çağlayan bahçe (4:12,56,121; 10:9; 15:45; 65:11); 5. Gönlün çekeceği her türlü nimetlerin olduğu yer (13:37; 38:51,69; 43:72; 52:19). Bununla bile cennetin süresiz olduğu, onu hak edenlerin burada hiçbir hastalıkla, sıkıntıyla, ihtiyarlıkla karşılaşmayacakları; asla sinirlenmeyecekleri, huysuzluk ve keder görmeeycekleri belirtilmektedir.

Buna karşılık “cehennem” ise kötülerin, zalimlerin, haksızların, kısaca suçluların gideceği bir azap mekanıdır. Arapçada “cahannam” anlamında geçen kelime aslen İbranice olup “gehinnom/gihinnam”dan gelmektedir. Kudüs yakınlığında bulunan Hinnom vadisi adını buradan almaktadır. Rivayete göre, bu vadide yer alan Moloç denilen bir kuyu vardı. Buraya kurbanları atardılar. Nitekim, eski metinlerde “cihinnam” olarak “bi’r” kelimesine sıfat olarak “çok derin” karşılığında da geçen bu sözcükle ilgili tanım ve tasvirler oldukça eskidir. İlk bilgiler Sumerler, Mısırlılar ve Akkadlarca yazıya geçirilmiştir.

Kur’an’da cennet’in karşıtı olarak geçen cehennem için çoğu zaman “ateş” anlamında “nar” kullanılmıştır. Yine Kur’an’da “cahim” diğe bir sözcükte bulunmaktadır.

Tasvir ve tanımlarda özellikle 7 sayısı dikkat çekmektedir. 7 katlı gök, 7 sütünlu cennet, 7 kapılı cehennem ifadeleri Kur’an’da sıkça geçmektedir. Arşın 7 günde yaradılması ve diğer tanımlarda da 7 ortak sayı olarak karşımıza çıkmaktadır. Sayıları ve harfleri kutsal kabul eden çevrelerde buradakı “7” rakamına önemli atıflar yapılmıştır.

Bkz: Halim Sabit Şibay, Cehennem, İA, c. III, s. 45-47;
Halim Sabit Şibay, Cennet, İA, c. III, s. 102-104;

Farukiler: Handeş'te Bir türk Devleti (1388-1600)

Sevgili dostum Faruk için...


Handeş veya bazı kaynaklara göre Hande olarak zikredilen bu memleket Hindistan’da kuzeyde Narbada, doğuda Berar, güneyde Acanta dağları ve batıda Gucerat eyaletiyle sınırlı bir vilayettir. Handeş/Hande adını tarih sahnesine çıkaran ortaçağın ortalarında burada ortaya çıkmış Farukiler (Fârûkî/Faruqî) hanedanlığıdır (Haig T. W, The Faruqi Dynasty of Khandesh (İndian Antiquary), Bombay 1918). Eyaletin merkezi Burhanpur (Burxan pur) idi. En güclü istehkam kalesi ise Asir (Aşir) hesap ediliyordu. Kaynaklarda muhtemelen “h/d” karışımı dolayısıyla, özellikle Babürlü Türk İmpartorluğu döneminde bu eyaletin adı Dandeş olarak geçmektedir. Handeş, muhtemelen “Han-deşt” biçiminde Türkçe “han/khan” (kağan’dan gan/han, yani hükümdar) adıyla İrani dillerde “çöl/bozkır” anlamında “deş(t)” sözünden (örneğin Deşt-i Kıpçak=Kıpçak bozkırı; Rabandeşt=Raban çölü gibi) türedilmiş olmalıdır. Bu anlamda Handeş=Han bozkırı anlamına gelmektedir. Gerçekten de arazinin yapısı bozkır özellikleri taşımaktadır (An Arabic History of Gujarat, et. by E. Denison Ross, London 1921 (2. bsk.)).

Farukiler’in kökeni tartışmalıdır. Hakim idareçi zümre kendisinin Halife Ömer el-Faruk’dan geldiğini iddia etmektedir. Ancak bu, hanedanın kendi hakimiyetini meşru kılmak için uydurduğu bir iddiadır. Daha güvenilir kaynaklar – ki, bunların başında hanedanın tarihini içeren Tarih-i Firişte eseri yer almaktadır (özellikle II. cilt) – hanedanın kurucusu sıfatıyla gösterdikleri Melik Raca’nı, Muhammed b. Tuğluk’ın emirlerinden Han Cihan Faruki’nin oğlu olduğunu belirtirler.

Muhammed b. Tuğluk, Hindistan’da Dehli’de 1320-1414 yılları arasında hüküm sürmüş Türk kökenli Tuğluklular hanedanının bir mensubudur. Tuğluklular kendileri Karaunaslar isimli bir boydan türemişlerdir. Hindistan’ı ziyaret etmiş ünlü seyyah İbn Batuta bu hususta şunları aktarmaktadır: “Sultan Tuğluk, Karavna olarak bilinen Sind ülkesi (Sind adı kaynaklarda Kuzey Hindistan için kullanılıyordu – N.M.) ile Türk ülkesi arasındakı dağlarda oturan Türkler’dendir” (İbn Batuta Ebu abdullah Muhammed ibn Muhammed, Voyages d’İbn Battutah, ed. C. Defremery-B. R. Sanguinetti, Paris 1854, t. III, s. 202). Karavna, Karaunas boy adının kaynaklarda “Karauna”, “Karavniye” biçiminde yazılışlarından biridir. “Unas/Una” adına bakılırsa, muhtemelen bu isim Sanskrit kaynaklarında geçen “Hun” adının tahrif edilmiş biçimi olmalıdır. “Kara” adıysa bir sıfattır; yerine göre “büyük”, “fakir” gibi anlamlar ifade etmiştir. Tuğlukluların kurucusu “fakir” biri olduğundan her halde “Karaunaslar”, Sind civarında oturan yarı yerleşik “fakir Hunlar”dan olmalıdırlar.

Tuğlukluların en güçlü hükümdarı “Giyaseddin” unvanı taşıyan Muhammed b. Tuğluk (1325-1351) olmuştur. Çevresinde Alaeddin Kalçı (Halçı), Han Cihan gibi güclü Türk emirlerinin bulunduğu bu hanedanlık ele geçirdiği yerleri kendi emirlerine tahsis etmiştir. Şems Sirec Afif’in Tarih-i Firuzşahi ve Barani’nin Tarih-i Firuzşahi isimli eserlerine bakılırsa, Muhammed b. Tuğluk’un emirlerinden Han Cihan’ın nüfuzu Tuğluklu hükümdarı Firuzşah (1351-1388) döneminde hayli artmıştır. Firuzşah 77 yaşına vardığında devlet işlerini tümden Han Cihan’a bırakmıştır. Ancak bu durum diğer emirler arasında hoşnutsuzluğa neden olunca, Firuzşah torunu Giyaseddin II. Tuğlukşah’ı velieht, Han Cihan’ı da onun naibi ilan etti. Bir süre sonra da kendisi hakimiyetten çekilip, devleti bu ikisine bıraktı. Nitekim Ekim 1388 yılında da vefat etmiştir. Ancak Giyaseddin II. Tulukşah ile Han Cihan’ın hakimiyeti uzun sürmedi. Melik Rükneddin Candan isimli bir emir tarafından 1389 yılında ortadan kaldırılan Giyaseddin II. Tuğlukşah ile Han Cihan’ın yerine Tuğluklular tahtına Ebu Bekrşah oturtuldu (Şems Sirec Afif, Tarih-i Firuzşahi, A. M. Hüseyn nşr., Agra 1938, s. 36 ved; Barani, Tarih-i Firuzşahi, Seyyid Ahmed Han nşr., Calcutta 1862, s. 508 ved.).

İşte, adı geçen bu Han Cihan, Farukiler devletinin kurucusu Melik Raca’nın babası olup, devletin adı olan Farukiler de onun adından gelmektedir. Farukiler’in isim babası Han Cihan köken itibariyle Baranlu boylarına mensuptur. Bu boy, türk tarihinde önmeli bir yere sahip idi. Taşıdıkları boy adı “baran”, Türkçe “koç” demektir. Daha, IX-XI. Yüzyılarda Orta Asyada Yabgu Oğuz Devleti’nin hanedan boyu olmuş, XI. Yüzyılın ortalarında ortadan kalktıktan sonra Selçuklu coğrafyasına yerleşerek, bir kısmı Azerbaycan ve Anadolu yönünde göç ederken, bir kısmı da Kuzey Hindistan’a gitmiştir. Batıya gelenleri burada merkezi Tebriz olan Karakoyunlu Devleti’nin (1410-1468) temelini atmış ve kurucuları Kara Yusuf başkanlığında Osmanlılarla ittifak içinde Timur’a karşı savaşmışlardır. Karakoyunlu Baranlı boyunun Osmanlı ve genel anlamda bölge toplumları üzerinde büyük etkisi olmuştur. Zira, Osmanlı tarihinin “asabiyyet” dönemi olarak gösterilen II. Murat sonrası dönemlerde Osmanlılar’da güçlenen “Oğuz” anlayışında Baranluların yoğun etkisi vardır. Zira Karakoyunlular, Osmanlılar’ın “Oğuz Han’ın torunu Kayı’dan geldiği”ni öne sürerek kendilerinin kardeşleri ilan etmiştiler (Geniş bilgi için bkz. Köprülü M. F, Osmanlı’nın Etnik Kökeni, İstanul 1999 (2.bsk), s. 74 ved.). Kısaca, Farukiler, köklü bir boydan ve gelenekten geliyorlardı.

Tuğluklu hükümdarı Firuzşah döneminde Han Cihan eline geçirdiği geniş yetilerden yararlanarak oğlu Melik’in, Firuzşah tarafından Handeş eyaleti hakimi olarak tayin edilmesine çalışmıştır. Bunun üzerine de Firuzşah, Melik ibn. Han Cihan’a Handeş’i cagir (malikane) olarak vermiş ve onu bölgenin valisi tayin etmiştir. Handeşi eline geçiren Melik, buradakı yerli hükümdar unvanı olan “Raca”nı kabul ederek, 1388 yılında Firuzşah’ın ölümüyle Tuğluklu Devletinde meydana gelen kargaşadan yararlanmak suretiyle kendisini bağımsız ilan etmiştir. Böylece, Farukiler Devleti 1388 yılında Melik Raca tarafından kurulmuştur (Haig T. W, Farukiler mad., İA, c. IV, s. 471).

Melik Raca kendisini “han” ilan etti ve Handeş’teki konumunu pekiştirerek burada kendi devletinin temellerini attı. 9 Nisan 1399 yılında vefat eden Melik Raca’nın yerine Farukilerin başına büyük oğlu Nasir Han geçmiştir. Farukiler Devleti’nin yükseliş dönemi işte bu hükümdar zamanında gerçekleşmiştir. Nasir Han babasında kendisine miras kalan küçük devletin sınırlarını genişlendirmiş, Asirgah’ı bir Hint reisinin elinden alarak buraya Handeş adını vermiştir. Ardından da Burhanpur’u devletinin merkezi ilan etmiştir. Nasir Han, Darkan hükümdarı Alaeddin Ahmed’le de iyi ilişkiler kurmuş ve Farukiler’in varlığı için tehdit oluşturacak güçlerle iyi geçinmeğe çalışmıştır. Bu amaçla kendi kızını Alaeddin Ahmed’le evlendirmiştir. Uzun bir süre hükümdarlık ettiği anlaşılan Nasir Han Faruki, 1436 yılında damadı Alaeddin Ahmed’in elindeki Darkan’a hücum etdi. Ancak, Ahmed topladığı yeni birliklerle ona karşı koymuş ve 1437 yılında Farukileri ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Nitekim, bu olaydan hemen sonra da Faruki hükümdarı Nasir Han 1437 yılında vefat etmiştir. Yerine, daha babasının sağlığında veliaht ilan edilmiş büyük oğlu Miran Adil Han geçmiştir. Ancak onun hakimiyyetinin uzun sürmediği anlaşılıyor. Zira, kaynaklar I Adil Han olarak zikredilen bu Faruki hükümdarının 1441 yılında bilinmeyen bir nedenden suikasta kurban gittiğini yazırlar (Tarih-i Firişte, c. II). Olayda, kendisinden sonra tahta çıkan oğlu Miran Mübarek Han’ın parmağının olup olmadığını bilmiyoruz. Miran Mübarek 5 Haziran 1457 yılında vefat etmiş ve hakimiyyet dönemi huzurlu ve sükunet içinde geçmiştir. Ölümünden sonra yerine II. Adil Han adıyla bilinen Melik Gani geçmiştir. Farukilerin en güçlü hükümdarı olarak tesmiye edilen II. Adil Han, Gucerat krallığına karşı mücadele etmiş ve kendisinden önce Handeş hakimlerinin ona ödemek zorunda kaldığı vergini kesmiştir. 15 Temmuz 1492 yılında vefat edince Farukiler Devletinin tahtına kardeşi Davud Han (Da’ud) geçmiştir. Davud’un “sessiz” geçen hakimiyetliyi 28 Ağustos 1508 yılında onun vefatıyla tamamlanmıştır.

Davud Han’dan sonra Farukiler tahtı uğrunda iç mücadelelerin prtaya çıktığı dikkati çekmektedir. Bu kargaşadan yararlanan Davud’un yeğeni ve anne taraftan Gucerat hakimi I. Mahmud’un torunu olan III. Adil Han hakimiyyeti eline geçirmiştir. Kaynaklar, onun bizzat dedesi I. Mahmud tarafından 1 Nisan 1509 yılında Faruki tahtına çıkarıldığını belirtirler (Fanshawe H. C, Gucerat mad., İA, c. IV, s. 820). Ancak, bu durum, Handeş’teki Faruki hanedanının Gucerat etkisi altına girmesine neden olmuştur. Nitekim, bundan sonra ancak Gucerati hanedanına mensup kadınlardan olan şehzadeler Faruki tahtına oturmuşlardır.

III. Adil Han 24 Ağustos 1520 yılında ölmüştür. Yerine anne taraftan Guceratlı bir kadından doğmuş oğlu Miran Muhammed Şah geçmiştir. Farukiler ailesinin en politik ve kurnaz hükümdarı hesap edilen Miran Muhammed, dayısı Bahadır’ın vefatından sonra Gucerat üzerinde de hakimiyetlik iddiasında bulunmuştur. Nitekim, bu amaçla Gucerat tahtına çıkmak üzere yola çıkmış, ancak Ahmedabad’a varmadan yolda 4 Mayıs 1536 yılında vefat etmiştir. Yerine kardeşi Miran II. Mübarek geçmiş ve 19 Temmuz 1566 yılında vefatına kadar Handeş’i yönetmiştir. Ondan sonra oğlu Miran Muhammed Handeş hükümdaır ilan edilmiş ve 1576 yılına kadar Farukilerin başında bulunmuştur. Ölümü, oğulları arasında kısa sürelik taht kavgasının ortaya çıkmasına neden oldu. Zira, Miran Muhammed’in bir oğlu Baburlu hükümdarı Ekber şah’ın hizmetinde bulunuyordu. Muhammed ölünce yerine geçen ve ilk kez bir Faruki olarak “şah” unvanını alan Hasan’ın deneyimsizliğinden yararlanan kardeşi Raca Ali, Ekber şah’tan aldığı destek ile Agra’dan Handeş üzerine hareket etmiş ve tahtı eline geçirmiştir. Bu durum, Farukilerin Baburlu hakimiyeti latına girmesi anlamına da geliyordu. Nitekim, Raca Ali “şah” unvanını kullanmaktan kaçınarak, Baburlara bağlı olduğunu beyan etmiştir. Akıllı ve siyasetçi biri olan Raca Ali, güclü Baburlu devletiyle ortak hareket etmiş ve zamanının çoğunu Ekber şah’ın yanında Ahmednagar’da hüküm süren Dehli hakimleriyle muharibelerde geçirmiştir. Bu sırada Berar eyaleti üzerinde taraflar arasında ciddi bir savaş sürmekteydi. Berar’ı eline geçirmek isteyen Hadım Süheyl Han’a karşı Ekber şah’ın ordusunda yer alan Raca Ali meydana gelen Sonpat savaşında 1596 yılında vefat etmiştir. Ondan boşalan Faruki tahtına oğlu Bahadır Han geçmiştir. Ancak son derece beceriksiz olan Bahadır Han zamanının büyük bir kısmını içki meclislerinde ve kadınlarla eğlencede geçirmekteydi. 4 yıllık hakimiyyeti döneminde devlet hazinesini boşaltmış ve keyfi davranışlar sergilemiştir. Hatta, bir defasında güclü Baburlular’a karşı savaş bile ilan etmiş, sonunda 1599/1600 yılında Ekber şah’ın Handeş’e hareket edip burasını eline geçirmesine ve Bahadır Han’ı hapsedip Lahor’a sürgün etmesine neden olmuştur. Bahadır Han Lahor’da 1623/24 yılında vefat etmiştir. Farukiler Devleti ise 1600 yılında sona ermiş ve Handeş Baburlu eyaleti haline gelerek Dandeş adını almıştır (Bayur H, Hindistan Tarihi, Ankara 1987, c. II, s. 71 ved).

Böylece, Handeş’te kurulan bir Türk hanedanlığı olan Farukiler 212 yıl (1388-1600) varlığını korumayı başarmıştır. Yeterli kaynakarın olmaması, onlarla ilgili gerekli bilgilerimizin az ve kısıtlı kalmasına neden olmaktadır. Ama, Farukiler’in genel anlamda “adil bir hükümdarlık” olduğu belirtilmektedir. Müslüman olmalarına karşılık, Faruki hanları yerel Hintli halkların inançlarını ve geleneklerini yaşamalarını hoş karşılamış ve onlara karşı hiçbir baskı uygulamamışlardır. Hatta, bir çok Faruki hükümdarının sarayında Hintli bilgelerin, Hintli rekkasların (dansçılar) yer aldığı belirtilmektedir. Aralarında “hinduzme” merak salan hanlar da olmuştur. Örneğin, sonuncu han Bahadır, Hintli bir güzele aşık olduğundan din değiştirmeği bile göze almıştır. Özetle, tarihçiler ve araştırmaçılar, Hindistan’da bin yıldan fazla devam eden İslam serüveninde Farukiler’in de konumunu ve önemini ciddiye almak zorundalar. Farukiler, Hindistan’da bin seneden fazla devam eden Müslüman, iki binyıl süren Türk siyasi geleneğinin de bir parçasıdır.