Cuma, Ağustos 25, 2006

Müslüman Öldü


Çağdaş düşünce madem “İnsan’ın ölümünü” itiraf etmişse ve üstelik bu ölüm “Tanrı’nın ölümü”nün ardından gerçekleşmişse Müslüman’ın ve İslam’ın yaşadığını nasıl söyleyebiliriz?

Bir şey kesindir: insan “insani bilgiye sorulmuş olan ne eski, ne de sabit bir sorudur”. XVI. Yüzyıldan beri gelişen, birkaç yüzyılda beri dünyaya egemen kesilen ve yaşayan tek kültür olan Batı kültürü kapsamında ele alacak olursa burada bizim türümüzden bir insan modeli ve insanlık anlayışı çağdaş tarihin bir icadıdır. Biz üç veya dört kuşak önceki atalarımızın çocukları olmadığımız gibi, onlar da bizim atalarımız değillerdir. Bizim geçmişle, gelenekle, dinle olan kopuşumuz ve ötekileşmemiz sadece çağdaş, yani zamansal bir olay değil, aynı zamanda varlıksal ve mekansal bir olaydır. Biz artık çoktan beri çekilmez olduğuna inandığımız, ama sıkı biçimde tapındığımız ikiyüzlülüğümüzden dolayı bir türlü ifade etmeye cesaret etmediğimiz, ancak içinde yaşadığımız dünya için artık birer arık haline geldiğini içten içe kabullendiğimiz kendi artakalanlarımızı (dinsel amel, dünyasal bakış ve ilahi duygu, tek kelime ile “Müslüman kimliği”) varlıkbilimsel olarak tasarlayıp tüketime sokarak onların insan bilimleri anlamında karşılaştığı zorluklarını gidermeye, narinliklerini açığa vurmaya, bilim olmaya zorlanmış olmanın kararsızlıklarını yok etmeye, felsefeyle olan tehlikeli samimiyetlerini kaybetmeye, başka bilgi alanlarındaki iyi tanımlanmalarla desteklemeye, egemen bakış karşısında her zaman ikincil ve türev bir karakter olmaya, aynı zamanda evrensel iddiaları sıkıca içinde barındırmaya, onların nesnelerinin aşırı yoğunluğunu ve insani menfaatlerin ötesindeki aşkınlığını değil de, bize küresel olgular içinde statükomuza uygun mekanlar sunan üç boyutlu, ama sabit ilişkiler ağı oluşturan biçimde kurgulamaya özen gösteriyoruz. Allah’ın söylemini açığa vurduğunu inandığımız, aslında inanmadığımız ve asla inanmayacağımız, sadece iş görür olduğundan dolayı çoktan beri Batılılaşan bedenimiz üzerinde bir çeşit örtü olsun diye riyakarca taşıdığımız dinin dilini insan bilimlerinin kendine özgü mekan açan, kitle oluşturan ve bunu kişisel bir sermayeye dönüştüren, matematik bir tasarım gibi göstererek yalanı doğrulamanın yöntembilimi olarak kullanarak, insanın kendisini ilk kez son birkaç yüzyılda pozitif bir bilginin olabildiğine sunduğu dönemde yaşadığımızı sözde inkar ederek “Müslüman” kalmak saçmalığın günümüzde delillerle inkarına çalışmaktır sadece.

Evet, Müslüman ölmüştür; çünkü ona ait bütün değerler ölmüş yada insan bilimleri anlamında mevcut değerlerin birer ikincili ve türevleri haline getirilmiştir. Neye ve hangi söyleme dayanarak bunu yok sayabiliriz ki? Bizim için Kur’an dili şu veya bu biçimde Yeniçağın başlarına kadar yaşanmıştır. Aslında Ortaçağların son birkaç yüzyılında zorunlu olarak yaşatılmıştır. Ama artık bu dilin bittiği ve sona erdiği bir bilmece değildir. Bugün, dünyanın bir köşesine takılıp kalmış bir İslam Medeniyeti yoktur. Bu medeniyetin izlerine ancak bir mekanda rastlayabiliriz: kütüphanelerde. Diliyle ayet çözen çocuklarımızın, sabahları namaz kılan yetişkinlerimizin ve büyüklerimizin, yüz yüze geldiklerinde selamlaşan insanlarımızın, besmeleli ve dualı ihtiyarlarımızın varlığı bu gerçeği değiştirmez. Bir şey varlık değerlerini hareket ettirebildiği kadar vardır; ancak günümüzde İslami bir değer insani hareketliliğin sınırları dışındadır.

“Hayır” diyerek ve birkaç yüzyıldan beri gömülmeden bırakılan bu devasa cesedin yaşadığına olan inancımızı sürdürerek kimi kandırabiliriz ki? Diyelim bunu yaptık ve yapıyoruz da; ve diyelim birkaç kuşağı daha bu yalanla idare ettik, ediyoruz ve edeceğiz de; ve diyelim kutsalı kalbimizle idrak ettik ve ediyoruz da; peki yeryüzünün ikince en büyük dini nüfuzuna sahip olduğumuz bir ortamda kalbimizde beslediğimiz olguyu algı düzeyine çıkartmanın zorluğu bir kimliksizlik değil midir? Keşke olay birkaç kişinin umutsuzluğu ve inançsızlığı ile kapanabilse? Keşke doğruyu örtmek bu kadar kolay olsa? Kendi kimliği üzerine bu kadar “ölüm senaryoları” üreten, bunu yaşayan ve bu yolda kurbanlar vermeyi bir insanlık dramı olarak gösteriye dönüştüren ve en önemlisi bunu bir toplumsal kimlik egosu trajedisi halinde sunan ikinci bir ümmet var mıdır bizim dışımızda? Çözümsüzlüğün alışkanlığını ve çözümsüzlüğün kutsallığını içsel bir mitolojiye dönüştürüp yaşatan bilinçleri güden ikinci bir sürü var mıdır bizim dışımızda? Edindiği sermaye odağının çevresine duvarlar örerek orasını kendi özerkliğinin sitesi ilan eden, dış dünyaya sadece vahiysel ifadeler salgılayarak bu av alanını olabildiğince geniş tutan dinsel güruhları Tanrısal erdem ile donatan başka sosyal birlikteler de var mıdır? Onların üzerimizdeki derin ve şeytani gözlerimi midir bize kendi ölümümüzü inkar ettiren? Bize kendi ölümümüzle yaşamayı öğütleyerek bilincimizin katmanlarına siyah perdeler gererek bunu görselleştiren gücün dışımızda olduğuna ilişkin yalanları mıdır esir olduğumuz anlayış?

Ve şimdi küresel tecavüzün ortasında 1,5 milyarlık ceset dolaşıyor. Kendilerine “Müslüman” diyorlar. Onlara acıyın. Çünkü öldüklerinin farkında değiller. Çürümüş cesetlerini örterek yaşadıklarını sanıyorlar.

Ben bir ölüyüm, etti beni defni tesadüf

Zinde görünen bir bele meftaler içinde.

Perşembe, Ağustos 24, 2006

Rindlerin Ölümü



Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış;

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle,

Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış

Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle.

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter,

Ve serin serviler altında kalan kabrinde

Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.


Yahya Kemal'den

Salı, Ağustos 22, 2006

Çağdaş Dünya ve Bizim Sorunlarımız

Not: Bu konuşma 4 Ağustos 2006 tarihinde Yalova'da yapılmıştır.
Bilindiği gibi felsefe, Ferdi Ben’le dünya arasındaki ilişkiyi yansıtmaktadır. Nitekim Ferdi Ben, Beşeri ve Milli benlikleri kapsadığından zenginlik ifade etmektedir. Ancak Ferdi Ben, hiçte her zaman kendini anlamada yeterli değildir. Bazı bireylerin kendini anlama çabası milli ve beşeri idrakin ancak belli unsurlarını içermektedir. Daha doğrusu, ferdi idrak duygusallığı, kaygıyı ve irrasyonel olguları ihata etmektedir. Rasyonelleşmiş değerler burada cüzi anlamlar taşımaktadır. Burada ferdi şuur zenginleşse de, bu belirsizdir ve rasyonelleşmiş değerler içinde düşük bir orana sahiptir. Beşeri şuur ve beşeri idrak yüzyıllar boyu insanların dünyaya bakışının rasyonel ifadesini teşkil etmiştir. Burada duygu, duyarlılık ve tepkiden ziyade katılaşmış bilgi egemendir. Oysa insanın dünyaya ilişkin anlayışı çeşitli hiyerarşik aşamalardan geçerek olgunlaşmaktadır. Felsefe genel bilgiler üzerinden ve genel kanunlardan yola çıkarak dünyanın anlaşılmasına çalışmaktadır. Yaşadıkları ülkelerden ve bağlı bulundukları toplumlardan farklı olarak filozoflar dünyayı insani algılarla, insanın benlik prizmasından ve beşeri değerler mevkiinden idrak ederek dünyanın ve insan-dünya ilişkilerinin çeşitli biçimlerini ve yöntemlerini oluşturmuşlardır.

İnsanlığın gelişim tarihine genel baktığımızda bizde dünya tarihinin etnik-milletten milli devlete, oradan da beşeri ideallere ve bütün insanlar için geçerli olan dünya yurttaşı anlayışına, tıpkı Avrupa Birliği idealinde olduğu gibi ortak bir kimliğe doğru yol izlediği düşüncesi egemen olmaktadır. Nitekim Kant bunu doğanın insana yüklediği bir görev olarak tanımlamaktadır. İnsanlığın kendine veya Tanrının veya doğanın vermiş olduğu bu yükümlülüğün boyutları artık netleşmektedir. Yaşanan gelişmeler olayların gidişinin etnik-milli tefekkürden insanların hukuki bağımsızlığına ve ortak beşeri değerlere dayalı küresel bir insanlık cemiyetine doğru olduğunu gizletmemektedir. Öte yandan insanlığın ilk dönemlerine bakılırsa ilk devletlerin ve onların ilmi-felsefi anlayışlarının genel dünya tasavvurlardan ve etnik yapılanmalardan uzak olan mücerret insan-devlet ilişkisine dayanmaktaydı. Zira Platon devletten söz ederken herhangi bir milli gerçeklikten değil, genel anlamda insanlar arasındaki ilişkilerin en uygun biçimde düzenlenmesinden söz etmekteydi. Platon için insanlar arasındaki fark millete değil, sosyal niteliklere dayanmaktaydı. Aristo’da ise devlet kavramı milliliği yansıtması bakımından biraz daha netleşmişse de yine de mücerret insan-devlet ilişkisi esas oluşturmuştur. Çiçeron sosyal birliğin esası olarak hukuk normları ile birlikte sosyal çıkarları da göz önüne tutmuş, ki bu sonuncusu insanların bir halk gibi birleşmesine hizmet eden genel düşünceleri, inançları, gelenekleri ve ilkeleri içine almaktaydı. Buna rağmen adalet herkese eşit münasebet talep etmekteydi. Adalet prensipleri ve birlikte yaşamak ilkeleri herhangi bir milli kimliğe bağlılığı esas almadan herkese eşit mesafedeydi. Böylece Çiçeron’da genel insani ilkeler, kurallar ve yasalar milli değerlerin üzerinde yer almaktaydı. Roma İmparatorluğunda devletin bünyesinde milli kimliklerin ve kültürlerin barınması Roma Hukukunun âliliğine engel teşkil etmemekteydi. Çeşitli dinler, gelenekler ve görenekler, kültürler ve diller bir üst sistem içinde birleşiyorlardı. Latince resmi dil olsa da, bazı elit çevrelerde Yunanca da işlevini korumaktaydı. Eyaletlere vardıkta ise burada da yerel diller kendi etkinliklerini sürdürmekteydiler. Diller ve kültürlerin totaliterliği ve çeşitli medeniyetler ortamında tek yasal devletçilik ilkelerinin oluşması çağdaş dönemde insanlığın gerçekleştirmek istediği sosyal-siyasal bir ideale denk düşmektedir. Böylece, insanlık kendi gelişiminde büyük bir atlama yaparak, olumsuzluğu inkar ederek sentez oluşturma tutkusunu yakalamıştır. Ancak burada kurgulanan senteze daha yakın temasta bulunmak için Hegel kuramının ikinci aşaması olan antitezin epeyce karmaşık bir yapıya sahip olduğunu da hatırlamak gerekmektedir. Klasik devletçilik modellerinin tahlili antitez aşamasının da iki aşamadan geçtiğini, dinle başlayıp millette tamamlandığını ortaya koymaktadır. Roma İmparatorluğu sınırlarında Hıristiyanlığın yayılmasıyla ve nihayetinde devlet dini muamelesi görmesiyle zamanla din hukuku sıkıştırmaya başladı. Basit devlet idare anlayışı yerine karmaşık kilise-devlet ilkeleri ikame edildi. İslam dünyasında ise halife dini lider ve siyasi yönetmenliğin başı olarak bütün idare etme mekanizmasını kendi tekelinde tutmaktaydı. Hıristiyanlıktaki kilise-devlet çatışması bu şekilde İslam’da ortadan kaldırılmıştır. Bunun nedeni İslam’da dinle hukukun tekil olması ve şeriatla (fıkıh) ihtiva olunmasıydı. İslam kendisi bütünleştirici bir seciye taşımaktaydı. Bundan dolayı da hukuk, ahlak ve medeniyet birlik halindeydi. Din aynı zamanda bir hayat anlayışı olduğundan millilik unsurunun bağımsızlaşmasına olanak tanımıyordu.

Ama Avrupa’da devletler dinden (kilise’den) ayrılarak milli devletçilik sürecine girdikleri dönemde İslam dünyası hâlâ birleştirici unsur gibi dinin kendisini görmekteydi. Çağdaş dönemde Avrupa artık bu antitez sürecini tamamlayıp olumsuzluğu inkar sürecine, yani yeniden hukuki devlet aşamasına girmiş bulunmaktadır. Batı bu temelde birleşme zeminini ararken Doğu dünyası hâlâ yenice milli devletler sürecine geçmiştir. Bu adımı İslam dünyasında ilk defa Türkiye (1923 yılında) atmıştır.

Batı’da Tanrısal yasanın devlet yasasıyla yer değiştirmesinde ve Kilise-Devlet ayrımından doğan Dünya İktidarı ve salt anlamda Kendini Bilen İnsan kavramının doğuşunda bence en önemli etken Batı’nın iki kanaldan Doğu’yu takip etmesi olmuştur: Birinci kanal Endülüs, ikincisi Osmanlı idi. Batı’da “Devlet Aygıtı” kuramının savunmacı bir zihniyet tarafından üretildiğini “Kapitalizm ve Şizofreni” adlı kitabıyla Fransız felsefeciler Deleuze ve Guattari ortaya koymuşlardır. Onlara göre, “kapitalizm, Batı’nın savunmacı yapısından ileri gelen şizofrenik bir girişimdir”. Yine onlara göre, Batı’da modern çağın başlarında, yani XV-XVI. Yüzyıllarda yaşanan fikri ve teknolojik gelişme yanında şehirleşme ve burjuvazi olgusu da kendini korumaya, savunmaya ve direnmeye yönelik bir anlayıştan doğmuştur. Her iki filozof açık biçimde Batı’daki bu gelişmeyi harekete geçiren gücün “Göçebe Devlet Aygıtı” olduğunu söylerler. Çağdaş Batı literatüründe Göçebe Devlet aygıtı ve genel anlamda Göçebelik “barbarlık eşittir yamyamlık”la aynı kabul edilmektedir. Ama bugün biliyoruz ki, Göçebelik tarihte yerleşiklik üzerine konumlanmış bir anlayış olup ve yerleşiklikten üstün sayılmıştır. Tarihte ortaya çıkan Göçebe güçler yerleşiklikten neşet etmişlerdir. Benim kanımca Batı anlayışında Göçebeliğin küçük görülmesinin nedeni Roma olmuştur. Çünkü Batı Rönesans’la geçmişe dönüş yaparken üstün ve yerleşik Avrupa uygarlığının temellerinin atıldığını gördüğü Yunan ve Roma’nın Göçebelerce yıkıldığını fark etmiştir. Öte yandan Avrupa modern çağın başlarında kendisi de Osmanlı karşısında savunmacı ve bir anlamda kendi kıta değerleri içinde sıkışmış yerleşik olduğundan ve gelişmekte olan yeni Devlet Aygıtı da bu savunmacı ilkelere dayandığından Göçebeliği kendisi için yok edici olarak değerlendirmiş ve Göçebeliğe karşı olumsuzluğunu daha sonra fikri anlayış düzeyinde hepten mahkum etmiştir. Bugün biz Avrupa’nın göçebeliğe karşı ve artı iyice kavramsallaşan kuramını edindiğimizden yerleşikliği tarihi mirasımızın bir parçası olan göçebelikten üstün kabul etmiş bulunuyoruz. Bu da bizim çağdaş tarihçilik anlayışında Batı’ya ne denli bağlı olduğumuzu gösteren bir diğer husustur.

Neyse, Osmanlı karşısında Avrupa’nın geleceği için ilk iki temel tezin XVI. Yüzyılın başlarında Erasmus ve Machiavelli’den geldiği görülmektedir. Erasmus, Doğu ve özellikle İslam’ı Endülüs kanalından, Machiavelli ise Osmanlı kanadından gözlemlemiştir. Her ikisinin de düşüncesinde görülen farklılık da buradan ileri gelmektedir. Ama her ikisi de kuram üretmemiştir. Ancak her ikisinin de tezi Avrupa’da sırasıyla benimsenmiştir. XVII-XX. Yüzyıl Batıda Machiavelli düşüncesinin etkin olduğu görülürken, XX. Yüzyıl ve günümüzde Erasmus düşüncesinin ağır bastığı görülmektedir.

Erasmus’un gözlemlediği Doğu Endülüs’tü ve Endülüs o dönemde doymuş, insanileşmiş ve daha evrensel kaygılarla ilgileniyordu. Bundan dolayı Erasmus “soyut bir insan anlayışına dayalı Evrenselci düşünceyi” temel aldı. Ama Machavelli’nin gözlemlediği Osmanlı atak, sert, haşin, fetih duygusu gittikçe artan bir süreç yaşadığından ve Avrupa’yı her geçen gün biraz daha köşeye sıkıştırdığından Machavelli tezini “somut güç ilişkilerine dayalı bir yerel iktidar düşüncesi” üzerine oturttu. Ancak her ikisi de tam bir ilke ortaya koymuş sayılmaz ve genelde kendi kimliklerini koruma kaygısı ile hareket etmişlerdir. Gerçekten de Erasmus bir kuramdan çok bir bakış ve bir hayat anlayışı sunarken; Machavelli devlet mantığını her türlü kaygının önünde gören bir anlayış geliştirmiştir. Zira o, iktidarı kullanana, hiçbir ilkeye bağlanmamasını önermekten başka bir şey yapmamıştır. Ancak Machavelli’nin anlayışı Avrupa krallıklarının daha fazla işine geldiğinden sonraki dönemde daha etkin oldu. Avrupa Machavelli’den vazgeçip Erasmus anlayışına ancak doğuma ulaştığı, dünya egemenliğini eline geçirdiği ve artık kendi değerleri doğrultusunda yeni bir dünya kurmak istediği zaman dönmüştür. Bu yüzden günümüzde sıkça kullanılan evrensel bir yasa tutkusu ve dünya insanlığı anlayışının egemenliğine olan inancın yaygınlaşmasına - ki bunun adı Küreselleşmedir – şaşmamak gerekmektedir.

Ben Çağdaş Avrupa’nın, Doğu’yu gözlemleyerek yok oluşun eşiğinden yükselişe geçtiği düşünüyorum. Bunun için şu kanıtı verebilirim. Biz maalesef Endülüs’ün Avrupa’ya kazandırdıklarını henüz tam bilmiyoruz ve öğrenmiyoruz. Örneğin, II. Dünya Savaşının sonlarına kadar Avrupa aydınlarındaki İspanya tutkusunun nedeni pek açıklanmaz. Hatta J. P. Sartre “Akıl Çağı” romanındaki kahramanını sürekli İspanya hayranlığı ile bize tanıtmaktadır. Neden İspanya?

Çünkü İspanya Endülüs üzerine kurulmuştur. Ve İspanya gerçekten de Doğu düşüncesini kendince özümsemiş, ama kendi değerleri içinde bu düşünceye bir evrim geçirerek yapılandırmıştır. O denli ki büyücü Nostradamus bile Endülüs’teki Arap kitaplıklarından yararlanmaktaydı. Nostradamus’un Latince’de daha iyi Arapçayı bildiği bir gerçektir. Sadece 1450 yılında – ki artık bu dönemde Endülüs çöküşün eşiğinde idi ve 1492 yılında da ortadan kalkacaktı – İspanya’da 150’den fazla Yahudi ve İspanyol tercüman vardı. Bu tercümanlar Arapçadaki eski Grek, Mısır (İskenderiye), Hint, İran ve İslam eserlerinin neredeyse tamamını Latinceye kazandırmışlardı. Latincenin XIX. Yüzyılın ortalarına kadar bir bilim dili olmasının nedeni de budur aslında.

Ayrıca ikinci bir kanıt olarak şunu gösterebiliriz. Bugün kullandığımız Batılı bütün kavramların üretim yeri İspanyadır. Örneğin, Machavelli’nin Hükümdarı yayınlanmasından (1532) beş yıl önce Francisco de Vitoria İspanya’da “iletişim hakkına ya da ticaret özgürlüğüne dayanarak, modern ve özgün bir uluslararası hukuk kuramını oluşturacak” dersler veriyordu. Bugün, Avrupa’daki “serbest piyasa ekonomisi ve ticari serbestlik” kuramı buna dayanmaktadır. Vitoria, haklı savaş kuramıyla, hükümdarın keyfi eylemlerini engelleyecek, savaşçıların haklarını kısıtlayan modern konvansiyonların fikir babasıdır. Batı’da savaş için meşruluk ilkesi bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bu kuramı Domingo de Soto 1532’de, Alonso de la Veracruz 1536’da daha da geliştireceklerdir.

Machiavelli’nin kitabındaki hükümdara “ne istersen yap” dediği sırada İspanyol antoni de Montesinos 1511’de başlattığı, Pedro de Cordoba’nın, Bartolome de Las Casas’ın, Vasco de Quiroga’nın ve sayısız başka İspanyol düşünürün sürdürdüğü bir Modern İnsan Hakları harekatı dikkati çekmektedir. Bunlar hükümdara “insanların tabii haklarına zarar veren hiçbir şey yapamazsın” diyorlardı. Yine Antonio de Torquemada, Antonio de Guevara ve antonio de Leon Pinelo “iyi vahşi” rejiminden söz ediyorlardı. Bu, bizim olsun, ama ne denli vahşi olsa da iyi olması için çalışalım bir Avrupa sistemi demektir.

Bitmedi, Dieho Duran, Bernardiono de Sahagun, Jose de Acosta gibi İspanyol düşünürler ancak XIX. Yüzyılda saygınlık kazanacak çok modern bakışlı bir bilimin Antropolojinin temellerini atmışlardır. Yine El Inca Garcilaso de la Vega’nın İknalar üzerine yazdığı ve ancak XVII. Yüzyılda basıldığı kitabı Fransız devrim düşüncesinde ve daha ziyade ütopik sosyalizmin ortaya çıkışında hayati rol oynamıştır.

1520’de Juan Luis Vives evrensel barış için en önemlisi Yoksulluk sorununun çözülmesi olduğunu açıkladı. Bu yoksulluk sorunu kapsamında modern devlete görevler yükleyen bir anlayıştır. Hemen ardından Juan de Robles, Alfonso de Castrillo ve Pedro de Valencia yoksulluk sorununa eğilmekle görevli, eşitlik ilkesine dayalı sosyalizan devlet kuramını oluşturdular. Bu kuram özünde Toprak reformunu da içeriyordu.

Öte yandan Huan de Valdes, alfonso de Valdes, Fernan Perez de Oliva hem Avrupa’da barış, hem de insan haysiyeti gibi güncel kavramları geliştirmeye çalıştılar. Andres Laguna, Jose Ortega y Gasset’in XX. Yüzyılda öngöreceği Avrupa Birliğine ilişkin modern çözümü 1542 yılında ortaya atmıştır.

Bütün bu İspanyol düşünürlerin hepsi Endülüs düşüncesinin içinden çıkıyorlar. Endülüs kaynaklarıyla dünyayı tanıyorlardı. Ve tek amaçları vardı tıpkı Doğu gibi tek vücut bir güç olacak Avrupa. Ama Avrupa, düşünsel olarak önce Machavelli-Bodin-Hobbes kuramının yolunu izledi ve ancak XX. Yüzyılda tek Avrupa anlayışına döndü. Görüldüğü gibi modern düşüncemizde yer edinen Batı terimlerin büyük bir çoğu daha XV-XVI. Yüzyılda İspanya’da ortaya atılmıştır ve bu İspanya Endülüs üzerine oturmuş bir kültüre sahiptir. Bir Yahudi yönetici, 1490 yılında kendilerinin İspanya’dan kovulmamaları karşılığı krala 50 bin bilgin vaadinde bulunmuştur. Bu Endülüst’te eğitim oranının ne denli yüksek olduğunun da bir göstergesidir.

Bugün ticaret etiğinin ve modern iktisat kuramının kuramcısı yine AVI yüzyılda İspanyada ortaya çıkmış ve Martin de Azpilcueta, Tomas de Mercado gibi iki düşünür olmuştur. Bu listeyi bir kitap dolusu uzatabiliriz ve her kuram üzerinde sayfalarca yazılar yazabiliriz. Ben sadece mevcut Batı’nın Doğu karşısında Doğu’ya rağmen ve Doğu’yu öğrenerek nasıl ortaya çıktığına değinmek istedim.

İşte Batı bu serüvenle ortaya çıktı. Ama ortaya çıkmadan önce Batı düşüncesi ortaya çıktı. Ve Batı’nın dayanağı bu düşünce gücünün pratiğe aktarılmasıdır. Günümüzde Batı kendi değerleriyle dünyayı yeniden kurma yoluna girmiştir.

İslam ülkeleri çöküşe geçince, teknik bilim, askeri eğitim falan derken Batı devlet kuramını benimsemeye başladılar. Ki bunun da ile örnekleri Mısır, Osmanlı ve İran’dır. Ardından burada milletleşme süreci başladı. Şimdi başında da belirttiğimiz gibi Batı’da milletleşme olgusu zayıfladığı bir sırada Doğu da bu süreç hızlanmaktadır.


Ancak İslam dünyasının gelişmekte olan ülkelerinde yaşanan sosyal-siyasi ve ideolojik proseslerin içeriğini Batı prizmasından görmek oldukça güçtür. Çünkü Batılı siyasiler hukuki devlete, insanlık cemiyetine doğru ilerleyen bir takım ülkelerin çok özel sorunlarını ve özelliklerini dikkatlice görememektedirler. Onlar bu ülkeleri sadece Batı standartlarına uygun hale getirmek için siyaset yürütmektedirler. Sonuçta kendi içlerinde ideolojisiz bir taraftara dönüştürmeyi amaçlayan Batı devletleri muhtemelen bize yeni bir ideoloji telkin ettiklerini dahi düşünmemektedirler. Nitekim gelişmiş Batı ülkelerinde artık sosyal bir gerçeğe dönüşmüş siyasi-hukuki değerler sistemi bize dışardan telkin edilirken ve üstelik nazari bir öğretinden ziyade kesin reçeteler halinde sunulurken tam bir ideoloji rolünü oynamaktadır.


XX. Yüzyılın sonunda uluslararası çapta yaşanan geniş çaplı sosyal-siyasi gelişmeler, iki dünya sistemi arasındaki mücadelede dengelerden birinin çökmesi, dünyanın en önemli güç merkezlerinden birinin devre dışı kalması ve yenidünya düzeninin şekillenmesi kapsamında her halk, her ülke ve her toplum kendi gelecek gelişim yolunu daha net biçimde belirlemenin yollarını aramaya başladı. Bunun için uluslararası düzeyde yaşanan sosyal-siyasi proseslerin mahiyetini düzgün anlamak ve ülkenin iç ve dış siyasetini dünya çapında gözlemlenen genel gidişat platformuna göre değerlendirmek gerekmekteydi.

Dünya vatandaşlığının oluşması, insanların hukuki anlamda insanlığının güvence altına alınması, söz ve basın hürriyeti, fikir hürriyeti, siyasi renklilik ved. bütün bunlar aşamayla, önceki değerler sistemini yıkıp dağıtmadan bir sentez halinde uygulamaya konulmalıdır. Batı ülkelerinde ideoloji-siyasi akımların tahlili onların liberalizmi sosyalist görüşün bir takım önemli unsurlarıyla zenginleştirdiklerini göstermektedir. Birçok ülkelerde sosyalistler yönetime gelmekte ve sosyalist söylemleri ön plana çıkartmaktadırlar. Bu durumda biz sosyalist ideoloji tarzımızı hangi gerekçeyle geçersiz kılacağız? Oysa sosyalizm hiç de bir takım sınırlı düşünceye sahip şahısların düşündüğü gibi Bolşevizm ve Marksist-Leninist öğretiden oluşmamaktadır. Sosyalist düşünceler Platon’dan beri söylene gelmekte olup, ilerici düşünürlerin öğretileri arasında da yer almıştır. Kuşkusuz XX. Yüzyılda “Yeni Liberalizm” öğretisi özel mülkiyetten ileri gelen eşitsizliğe ve sömürüye karşı mücadele gücünü de kendi bünyesinde taşıması bir tesadüf olmasa gerek. Bundan dolayı yeni dönemde liberalizm öğretisinin sosyalist söylemli öğretiyle entegrasyonu görülmektedir. Klasik Liberalizm, Sosyal Liberalizme ve hatta Liberal Sosyalizme doğru açık biçimde bir dönüşüm geçirmektedir.

Modernleştirme nazariyesinin yandaşları T. Parsons, W. Rostou ve Q. Almond Klasik Liberalizmin konumunu güçlendirmek için liberal plüralizmin daha da gelişmesinden yana tavır takınırlar. Onlara göre, plüralizm her taraftan sosyal oluşuma doğru yol izlese de diğer yandan uyumlu dengeleri de yükseltmektedir. Koalisyonlu siyasi partiler, bağımsız yargı sistemi de sosyal-siyasi entegrasyona hizmet etmektedir. Eğitimin önemine yönelik propaganda, kitle enformasyon araçları ve eğitim kurumları birleştirici roller üstleniyor, genel beşeri değerlerin yaygınlaşması ön plana geçmektedir. Kültür ideolojilere karşı direnmektedir. İdeolojik çatışmadan kültürlerin ve medeniyetlerin çatışmasına yönelik gelişmeler yaşanmaktadır. Ancak bu geçici bir durumdur. Bütün kültürler mahiyet itibariyle aynı yöne dönüktürler ve sosyal gelişime hizmet etmektedirler. Medeniyetlerin çeşitliliği ise çatışmadan ziyade karşılıklı tamamlanmaya hizmet etmelidir.

Çağdaş dönemde dünya çapında gözlemlenen esas gelişmelerden biri milli-etnik ve dini değerlerden dünya değerlerine doğru, ahlaki ve geleneksel hukuk ve yasal değerlere doğru bir yer değişme veya hareketliliktir. Bu girişim özellikle ABD çizgisinden gelmekte ve yenidünya düzeninde yer kürenin coğrafi-siyasi manzarasında ABD’nin rolü ve katılımı arttıkça etkisi daha da artırmaktadır. Oysa Batı dünyasının kendisi de tek tip ve aynı özelliklere sahip medeni-kültürel sistem olamayıp, birbirlerinden köklü biçimde ayrılan çeşitli tarafların sentezidir. Burada özellikle ABD ve Avrupa arasındaki farklar ölçü alınmalıdır.

Avrupa milli devletlerin klasik özelliklerinin tarihi gelişim sürecinde yaklaşması ve ulusal duyguların genel beşeri ideallik vahdetinde şekillenmesinde ile seçildiği halde, ABD daha başından beri pragmatik düşüncenin ve hukuki-siyasi değerlerin milli-kültürel değerlere nispeten içgüdüselleşmesiyle ile seçilmektedir. İki dünya sistemi arasındaki mücadele Komünist ideolojinin hezimeti ve Batı değerlerinin zaferiyle tamamlandıktan sonra dünyanın siyasi görünümü de ciddi biçimde değişmiştir. Dünyanın iki süper devletinden biri olan SSCB’nin çöküşü ile dünyada iki kutuplu güç dengesi tek kutba indirgenmiştir. ABD’nin askeri ve siyasi egemenliği ideolojik-siyasi ve medeni-manevi süreçlere de etki etmeye başladı. Sonuçta “Batı Dünyası”nın kendi yapısında da yeni gelişmeler kendisini açığa vurmaya başladı. ABD’nin siyasi rolünün artması Avrupa’da uyum hızını artırdı. Bu girişim ekonomik ayarda, muhtemelen dünyayı tek kutuplu gelişim tehlikesinden kurtarmak ve bununla Batı kültürünün içeriğini muhafaza etmek “güdüsünden” doğmaktaysa (nitekim rekabetin korunması ve plüralizm, özellikle de ekonomik plüralizm kapitalist toplumun içeriğinde yer almakta ve gelişimin esas temelini oluşturmaktadır), ideolojik-siyasi boyutta tam aksine ABD örneğine ve onun dünyasallaşmış değerlerine ulaşmak isteğinden ileri gelmektedir.

Avrupa’nın entegrasyonu muhtemelen ABD örneğine benzeyen Birleşik Devletler biçiminde yürümesi çok zordur. Avrupa ulusal devletleri istese de, kendi milli-tarihi geleneklerinden ve spesifik özelliklerinden vazgeçemez. Yani şimdi Avrupa’da yaşanan her yönlü entegrasyon süreci ister istemez milli-manevi düzeyde büyük tepkiyle karşılaşmaktadır.

Bilindiği gibi Sovyetler Birliği tek devlet olgusunun oluşturulması ve her yönlü entegrasyonun sağlanması için ciddi engellerden biri olarak gördüğü dini çeşitlilikten vazgeçmiş ve ateist dünya görüşünü ölçü edinmişti. Bir sonraki aşama ise milli farkların da ortadan kaldırılmasıydı. Nitekim buna girişilse de büyük zorluklarla karşılaşıldı. Sosyal-ekonomik gerekçeleri öne süren ve tekil üretim ilişkileri ve merkezi ekonomik yapıda bütün farkları tedricen ortadan kaldırmaya dayalı Komünist ideolojisi kendisini kanıtlayamadı. Pekala bu durumda Yenidünya düzeni hangi ideolojik temellere dayanmaktadır? XX. Yüzyılın sonları ile XXI. Yüzyılın başlarından dünyada yaşanan küreselleşme ve ekonomik entegrasyon sürecinin ilkeleri daha geçen yüzyılın (XIX. Yüzyıl) sonlarında tartışılmıyor muydu? Ancak bu düşüncelerden hemen sonra birleşmenin kimin bayrağı altında gerçekleşeceği sorunu doğunca iki büyük cihan savaşı yaşanmadı mı? Peki, günümüzde değişen ne? Yani, Avrupa Birliği ideali K. Marks’ın düşlediği gibi gelişmiş Avrupa devletlerinin sosyal-ekonomik birliği esas alınarak sosyalist prensipler üzerine yapılanması olarak mı; V. İ. Lenin’in “Avrupa Birleşik Eyaletleri” sloganına uygun biçimde mi; W. Churchill’in belirttiği gibi ABD örneği temel alınarak Avrupa Birleşik Devletlerinin oluşturulması tarzında mı, yoksa bunlardan bağımsız kendine özgü yeni bir yapıda mı olmalıdır?

Şunu unutmamamız gerekir ki küreselleşme ve ekonomik entegrasyon çağdaş dönemde sosyal gelişimin gerekçesi değil sonuçlarından sadece biridir. Gerekçe bilim ve teknolojinin yeni gelişim aşamasına girmesi, bilgi iletişiminin rolünün ve öneminin aşırı düzeyde hız kazanması ve sonuçta çok uzak bölgelerin merkezi enformasyon ağına katılmasıydı. Eskiden engelsiz enformasyon ağının oluşturulması, engelsiz ticaret, bilim ve kültür ağının kurulması için mutlaka askeri ve siyasi yöntemlere başvurulması gerekmekteydi. Bu mekân ancak siyasi iradeyle ve askeri yolla genişletilebilirdi. Nitekim tarih boyunca büyük medeniyetlerin büyük imparatorluklar ortamında yaşadığı bir tesadüf değildir. Makedonyalı Aleksandr, Sezar’ın askeri-siyasi yürüyüşleriyle Antik bilim ve felsefenin, Helen medeniyetinin, İslam Halifeliği ile Ortaçağ Doğu ilim ve medeniyetinin gelişimi arasında kuşkusuz bir uygunluk bulunmaktadır.

Amerika’da eyaletlerin birleşmesi gerçekleşmeseydi ve sınırlar genişlemeseydi ABD ekonomisi, bilim ve teknolojisi bu denli gelişme gösterecek miydi? Bugün Avrupa’nın birleşmesindeki amaç gümrüksüz ve vizesiz faaliyet olanaklarının oluşması ve genişlemesi, ticaret, teknoloji, bilim ve kültür alanlarının yüksek gelişimine daha geniş ortam açmak değil midir?

Bizim Batı dünyasıyle bağlarımız çağdaşlaşma sürecinde hâlâ oldukça siyasi bir karakter taşımaktadır. Bize kültürün bilim, teknik, ekonomik temellerinden önce demokratik ilkeler, siyasi plüralizm, insan hakları, soysal özgürlükler gibi ve benzeri prensipleri aşılamaya öncelik tanımaktadırlar. Çünkü bu sonuncuları dayatmak daha kolaydır. Bilim, teknoloji, sanayi ve gelişmişliğin kalıcı unsurlarını dayatmak daha zordur. Zira onları doğrudan doğruya oluşturmak gerekmektedir. Bu zorlu görev ise yerel yönetimlerin ve genç milli Türk devletlerinin kendi üzerine düşmektedir. Siyasi sahnedeki “sürekli gelişim” anlayışı bu zor görevin uygulamaya dönüşümüne katkıda bulunmamakla kalmayıp bazen de engellemektedir. Ekonomik temelden ve gerçek sosyal şuur düzeyinden uzaklaşmış, dıştan transfer yoluyla suni liberalleşme ve düzenli demokrasiye yerine demokrasi ve liberalleşmenin ekonomik reformlarla eş ayarda yürütülmesi, tekâmül yoluyla hayata dönüştürülmesi gerçek ve doğru gelişimin başlıca koşuludur.

Pazartesi, Ağustos 21, 2006

Doğu'da Son Türk Göçü: Kunlar

Öteden beri Mançurya sahasına sıkışıp kalmış Kıtan kabileleri X. Yüzyılın başlarında kıpırdanmaya başladılar. Bu dönemde Yeh-lü Ampa-kan liderliğinde toparlanan Kıtan kabileleri Cürcenler’e karşı başarılı saldırılarının ardından kendilerine siyasi biçim vermeye başladılar. XI. Yüzyılın başlarında ise Kıtanlar batı ve güney – batı topraklarına saldırılara başladılar. Güney-batı istikamerindeki saldırıları Karahanlılar tarafından durdurulunca, onlar batı yönünde sızmaya başladılar. Onların ilk tehditleri sonucunda Kun ve Kayı boyları yurtlarını terk ettiler. Bu boyların Moğol yoksa Türk kökenli oldukları tartışmalıdır. Bunlar, bir zamanlar Oğuz federasyonunun içinde yer almışlardı. Nitekim, daha sonraki dönemlerde de bunları Oğuz boyları arasında göreceğiz. Mervezî, bunların önceleri Kita ülkesinde oturduklarından söz etmektedir[1]. Bu bölge Kuzey Çin’de olsa gerek ve muhtemelen de Kıtalar’a yakın bir sahaydı. Kita adı Kitay adıyla da benzerlik içermektedir. Belki de, Kunlar başlangıçta Kıtanlar’ın sınırında bir yerlerde oturmaktaydılar. Avfî, onların Kuzeyde Kimaklar’la, batıda ise Yağma ve Karluklar’la sınır teşkil ettiklerinden söz etmektedir. Buna göre, Kunlar Kırgız, Kimak ve Karahanlı sınırında bir yerlerde oturuyorlardı[2]. Kunlar’ın askeri gücü Kıtanlar’ınkinden bir hayli azdı. Daha ilk karşılaşmalarında Kunlar yerlerinden oynatıldılar. Kalabalık bir biçimde önce Kimek Ülkesine akın ettiler[3]. Kimek Devleti parçalandı. Bu parçalanma Kimekler’in boylar halinde etrafa dağılmasına neden oldu. Yimekler Karahanlıların kuzey-doğu sınırını zorlarken, Kıpçaklar batıya doğru harekete geçtiler. 1030 yılında Kun göçlerinin bir ucu Avrupa’ya sızmıştı bile. Agacanov’a göre, “Kidan zaferleri, Batı Sibirya ve Kuzey Çin’de oturan Kun ve Kayılar’ın XI. Yüzyılın 30’lu yıllarında batıya göç etmelerine yol açmıştır. Bu göç dalgası, Doğu Asya’nın bir dizi bozkır kabillerini de içine almıştır”[4].
Kunlar’ın Macaristan’a kadar uzandıkları bilinmektedir. Yine kaynaklar Kunların iki kola ayrıldıklarından ve Kara Kun ile Ak Kun adını aldıklarından söz etmekteler[5]. Bu saldırılar sırasında Sarılar adını alan bir boyun aşağıya indiği, Cedi Su ile Sır-Derya’nın orta kısımlarına ve Karatav dağı eteklerine saldırdıkları söylenmektedir. Ancak bu Sarıların kimler oldukları pek belli değildir. Bazı araştırmacılar, bunları Kıpçaklar’a bağlı bir boy olarak göstermekteler[6]. G. Haloun, Kıpçaklar hakkında bilgi verirken bunları Kun olarak kabul eder ve bu adın Moğol-Tibet karışımı T’u-yü-hun kavim adının kısaltması olduğunu vurguluyarak Sarıları da buraya bağlar. Bir diğer görüşe göre, İslam müelliflerinden Birunî ve Mervezî’nin açıklamaları dikkate alınacak olursa, Orta Asya’da Kun adını taşıyan bir Türk kavimi, X. Yüzyılın başlarında Kuzey Çin’de teşekkül eden Moğol Kitan kaviminin 939 yılından itibaren Liao adıyla bütün bölgeyi ele geçirmesi karşısında yerlerini terk edip “Sarılar Ülkesi” (Şariya)’ne doğru çekilmişlerdir[7]. Bu Sarılarla adları bakımında aynı olan Kunlar’ın ilgisi araştırılma konusu yapılmıştır. Mervezî, Sarılar’ı Sarı Uygur olarak kabul eder gözükmektedir[8]. Yine Minorsky’de yer alan kayıtlara göre bunların Sarı Türgişler’le bağlantısı söz konusu edilmiştir[9]. Macar Czeglédy, Kıpçak-Kuman-Kun meselesini aynı çatı altında toplayarak konuya şöyle bir yaklaşım getirmiştir: Henüz Kumanlar yerlerinden oynatılmadan önce Orta Asya’nın İtil-Seyhun-İrtiş üçgeninde Oğuzlar meskûnlardı; Tobol ve İşim çevresi ise Kıpçakların vatanıydı. Doğuya doğru Nan-şan bölgesinde, Mervezî’nin Şarya dediği bölgede Sarı-Uygurlar yer almaktaydılar. Hoang-ho dirseği dolaylarında Nesturi Öngütleri oturuyordu. Kunlar’da bu civarda bir yerlerde bulunuyorlardı[10]. Bütün bu söylenenlerden bir neticeye varmak imkansızdır. Ancak Birunî ve Mervezî, Kunlar’ı Türk olarak zikrederler[11]. Kanaatimizce, Kidan ve Moğollar öncesi bölgede az sayıda kalmış Türk boylarından biri olan Kunlar (diğerleri Şatolar ve muhtemelen Kayılar) temelde üç kısma ayrılıyorlardı: Ak Kunlar, Kara Kunlar ve Sarı Kunlar. Madyar vakayinameleri ilk ikisi hakkında söz eder. Anlaşılan bu iki Kun boyunun hareket istikameti batı olurken, Sarılar Oğuz topraklarını hedef edinmişlerdir. Sarılar Karatav eteklerinde Türkmen illlerine saldırdılar. Bunun üzerine Türkmenler Sır-Deryan’ın aşağı kısımlarına, Harezm ve Horasan’a ve bazıları da Karahanlı Maveraünnehr’ine sığındılar. Sarıların önemli bir gücü ise direk olarak Oğuzlar’a saldırdılar[12]. Urfalı Mateos ‘Sarı Saçlı’, adlarının Yılan, yani Ots olduğu bir halkdan bahseder. Bu halk Peçenekler’e ve Oğuzlar’a saldırmış onları yurtlarından kovmuştu. Bu adı geçen halkın Kunlardan başkası değildir[13].
Böylece, XI. Yüzyılın ortasında vuku bulan Kun göçleri Karahanlıların kuzeyindeki etnik yapılanmayı büsbütün bozmuştu. Önce Kimek Devleti, ardından da Oğuz Yabgu Devleti ortadan kalkmıştı. Oğuzlar kitleler halinde Horasan’a inerken, bazıları barıya gitmişti, muhtemelen bir kısım Türkmen boyları da Karahanlı topraklarına sığındılar. Bu olay Kıpçaklara yaradı. Nitekim Kun göçlerinin hemen ardından Kıpçakların hareket alanının genişlediği görülmektedir. Kun göçleri bölgede öteden beri sıkışıp kalmış bazı Kanglı boylarını da yerlerinden oynatmıştı. Bunların bazıları Harezm’e gelmiş ve daha sonra Harezmşah devletinin askeri kanadından üst düzeyde konumlanmışlardı.

[1] Mervezî, Minorsky nşr, s. 102;
[2] S. G. Agacanov, Oğuzlar, s. 231; Birunî, Kay, Kun ve Kırgız gibi Türk kavimlerinin altıncı iklimde oturduklarından söz etmektedir. Bkz. el-Tefhîm li evâ’ili sinâ’at el-Tencim, London 1934, s. 145;
[3] Bu boyların göç nedeni hakkında bkz. S. G. Agacanov, Oğuzlar, s. 231-232;
[4] S. G. Agacanov, Oğuzlar, s. 233;
[5] B. Kassanyi, “XI-XII. Asırlarda Uzlar ve Kumanlar Tarihine Dair”, Belleten, VIII/29, s. 131-133;
[6] S. G. Agacanov, Oğuzlar, s. 233;
[7] İ. Kafesoğlu, TMK, s. 176;
[8] Hududu’l-Alem, Minorsky nşr, s. 317;
[9] Hududu’l-Alem, s. 284;
[10] A. Gökbel, Kıpçaklar, s. 34;
[11] Bunların Türklüğü hakkında bkz. A. Z. V. Togan, Umumî, s. 162-163;
[12] S. G. Agacanov’un Suriyeli Mikhail’e istinaden aktardığı bir olay Kıpçaklar’a değil Kunlar’a işaret olsa gerek. Nitekim, yazar göçebelerin yollarını kurayla belirlediklerinden söz etmektedir. Buna göre, kavimler üç oku havaya fırlatmış buna göre yollarını çizmişlerdir. Bu üç ok Kunların üç boyuna Sarı, Ak ve Kara’ya işaret olmalıdır. Bunlardan Sarılar’ın hesabına güney toprakları çıkmıştır ve onlarda bunun üzerine Oğuz topraklarına saldrımışlardır. Kunların Kimek, Oğuz ve diğer küçük boyları dağıtmalarından sonradır ki Kıpçakların Harezm’e kadar yolları açılmıştır. Oğuzlar, s. 233, n. 241;
[13] S. G. Agacanov, Oğuzlar, s. 234, n. 243;

Cuma, Ağustos 18, 2006

Peçenekler



VIII. Yüzyılın başlarına kadar Karahanlılar’ın (Karluklu Devleti’nin) kuzey komşuları arasında Peçenekler’de bulunuyordu. Peçeneklerin menşeî, etnik yapısı bugüne kadar kesin olarak çözülememiştir. Mevcut kaynaklar onların genelde batıya göç etmesinden sonraki dönemleri hakkında bilgiler vermektedir. İdil nehriyle Aral çevresi arasında barınan toplulukların konumu hakkında, tarih literatüründe iki türlü açıklama bulunmaktadır: Bir kısım Rus ve Avrupalı tarihçiler VI-XI. Yüzyıllar arasında bölgede barınan kavimlerin etnik yapısında yerel (Ari, Sak, Yüeçi) unsurlar aramaya çalışmışlar; bu tezin karşısındakiler ise bu kavimlerin Türk olduğunu vurgularken, menşelerinin netlik kazanmasında bir sıra güçlükle karşılamışlardır.
Peçenekler’in Töles boylarından oldukları ileri sürülüyorsa da[1], Tölesler’in hangi grubuna katıldıkları ve ana kümeden ne zaman ayrıldıkları hakkında kesin bilgiler verilmemektedir. F. Sümer, Peçenekler’in Töles boylarından olduğunu kabul ederken, bir eserinde onları On-oklar’ın Tulu, diğer bir eserinde ise Nu-şe-pi koluna dahil eder[2]. Peçenekler’le ilgili ilk bilgiler 710 yılına aittir. Bu hususta H. Salman şöyle bir açıklamada bulunmaktadır: “712 yılında Soğd halkını nizama kavuşturmak maksadıyla Bilge ve Kültegin büyük bir orduyla Seyhun nehrini geçip Demir Kapıya kadar gidiyorlar. Onlar bu seferde iken 710 sonrası zorla Teber’e iskan edilen Kara-Türgişler (Nou-che-pi oymakları) isyan ederler ve Göktürklerin düşmanı gibi görünen Otrar yakınındaki Peçenekler (Kenger kabilesi) tarafına geçiyorlar”[3]. Müellif, Peçenekleri Otrar çevresinde gösterirken, onları Kenger boylarına dahil eder. H. Salman’ın Kenger dediği kavim, eski Türk boyu olan Kengerler, daha sonraki dönemlerde de Kengeres veya Kangar/Kanğlı boylarıdır. Peçenekleri Kengerlerle özleştiren ilk tarihçi Rus araştırmacı P. Golubovskiy olmuştur[4]. Bu görüşe daha sonra Grumm-Grjimaylo katıldı[5]. Daha sonra L. Gumilev ve en sonda S. Klyaştornıy bu görüşe destek olmuşlardır[6]. H. Salman, Klyaştornıy’ın görüşünü olduğu gibi benimsemiştir. Türk tarihçilerinden A. N. Kurat ve F. Sümer’de net olarak Peçeneklerin menşeini açıklamış değillerdir[7]. Bunlardan A. N. Kurat, İstahrî ve Kaşgarlı’nın görüşünü benimseyerek, “Peçenekler, Oğuz zümresinin on dokuzuncu boyuna mensupturlar” açıklamasından sonra bunların adlarının anlamı üzerinde durmaktadır[8]. Bu durumda, Peçeneklerin Kengerlerden ve Töleslerden türediklerine dair iki görüş ortaya çıkmaktadır. Aslında Kengerler’de Töleslerin bir boyu olduğundan Peçenekler’in köken olarak Tölesler’in türemeleri olduğu anlaşılmaktadır, ancak Töleslerin hangi boyundan oldukları bilinmemektedir. Bu iki görüşe karşılık bir üçüncü görüş daha bulunmaktadır. E. Konukçu bir çalışmasında “Keng veya Kanglar’ı Peçenek camiasına giren topluluklar olarakta bilinmektedir” açıklamasında bulunmuştur[9]. Konunun etkin araştırmacılarından A. Taşağıl, Peçeneklerin Orta Kazakistan’da ortaya çıktığını, Batı göktürklerinden İşbara Kağan’ın 634 yılında yaptığı yeni boy düzenlemeleri sonucunda teşekkül ettiğini belirtmektedir[10]. Ona göre, onların ilk yurdu Issık göl-Balkaç arası bölgeler olacaktır. A. Taşağıl, Peçenek boylarını sıraladıktan sonra onlardan İrtim, Çor ve Yula boylarının daha soylu sayıldıklarnı ve onlara Kanger denildiğini belirtmektedir[11]. Anlaşılan, A. Taşağıl bir öncekilerin çıkmazlarına son vererek Kangar/Kenger adını Peçeneklerin ilk üç boyu için tasarlamaktadır.
Bilindiği gibi, 700 tarihinden önce Peçenek adına hiçbir kaynakta rastlanmaz. Öte yandan, 710-712 yıllarında aniden adlarının tarih sahnesine çıkışı ve özellikle Göktürkler’in düşmanı gibi Otrar çevresinde oturduklarından söz edilmesi çok ilginçtir. Nitekim, Göktürkler karşısında tavır takınacak kadar yetkin bir güç olmaları için uzun zamandan beri siyaset sahnesinde olmaları gerekiyor. Işte bundan dolayı onları Kangar gibi köklü ve eski bir boyuna dahil olabileceği ihtimali güç kazanmış olmalıdır. Aksi taktirde, F. Sümer’in ihtimal verdiği gibi Tölesler’den bir boy ise, ana kitleden yeni ayrılmış olacaklarından kendi varlıklarını bu kadar erken ve etkin bir şekilde ortaya koymaları kuşku uyandırmaktadır. Zira öte yandan Çin kaynakları Tölesler arasında onlardan söz etmemektedirler. Buradan anlaşılan Peçenekler, Töleslerden oldukça erken dir dönemde ayrılmış olan Kangar, yani Kanğlı boyları arasından çıkmışlardır. Bir diğer husus, Peçenekler Orta Asya’daki bütün kavimlerle (Hazar, Kıpçak, Karluk, Oğuz), tabiri caizse önlerine çıkan her güçle uğraşmış savaşçı bir topluluk olmuşlardır[12]. Gumilev’e göre, “Balhaş ile Aral arasında kalan daha güney kesimleri K’ang-chü veya Kang devletinin hakimiyetindeydi. Bu bölgede esasen fazla insan yaşamıyordu, ama burada yaşayanlar daha kültürlü ve bağımsızdırlar. Buranın sakinlerine Türkçe ‘Kang-er’ – ‘Kanglı kişi’ deniliyordu, fakat VIII. Yüzyıla gelindiğinde Ruslar tarafından Grekçe ‘Patsznak’ veya Peçenek ismiyle tanınmaya başladılar”[13]. Bu durum, Peçeneklerin Kang boyları arasından çıktığını gösteriyor. Ancak, bu görüş hâlâ netlik kazanmış değildir. Kaynaklar ve açıklamalar Peçeneklerin kökenini Kang-chüler’e götürmektedir. Aslında, Peçeneklerin menşeini Töles ve Kangarlara bağlayan her iki görüşte doğru kabul edilebilir. Eğer, Kangarlerın Töleslerle olan bağlılığı tam olarak çözülür ise Peçenek sorunu da açıklığa kavuşacaktır.
710-712 yıllarında adları Otrar bölgesinde geçen Peçeneklerin varlığına ilişkin bir sonraki kayıtlar, onları Aşağı Seyhun ve Aral Gölü çevresinde gösterir[14]. Araştırmacılar, “Kara Türgiş oymakları (Nou-che-pi) daha 712’de Peçeneklerin Kenger kabilesiyle Seyhun boylarında komşu” olduklarını belirtirler[15]. F. Sümer’e göre, Peçenekler, “Balkaş Gölü ile Sarı Su yönünden Aşağı Seyhun boylarına göç etmişlerdir”[16]. Peçeneklerin bu bölgeleri terk etmelerinin esas nedeni olarak Karluk baskısı gösterilmektedir[17]. Peçeneklerin yeni yurtlarına kalabalık bir biçimde göç ettikleri bilinmektedir. Zira bu dönemde Peçenekler 8 boy ve 40 obadan müteşekkillerdi. Peçenek boyuna dahil sekiz kabilenin adları şunlardır: İrtim/Ertim, Çor, Yula, Kulpey (Köl Beğ?), Karı Bey, Talmat, Kopun ve Çopan. Bunlar arasında üçü, yani İrtim, Çor ve Yula Peçeneklerin en yiğit ve en soylu boyları olarak gösterilirler. Bunlara yiğitliklerdinden dolayı Kangar denilmekteydi[18]. Peçeneklerin bu güce ulaşması 766 yılından sonra gerçekleşmiş olmalıdır. Göktürk hanedanlık tahtını Uygurlara kaptıran Karluklar On-ok boylarının topraklarına egemen olmak ve ekndi devletlerini kurmak için büyük uğraş veriyordular. Karluklu yönetimini kabul etmeyenler ise göç etmek zorunda kaldılar. Karluklu etkisiyle bölgeyi terk ettikleri bilinen boylar arasında Oğuzlar ve Peçenekler de bulunmaktadır.
Yeni yurtlarında Peçeneklerin komşularıyla ilişkisi çetin ve kavgalı geçmkteydi. “Onlar, Aral-Hazar Denizi arasındaki topraklarda da Harezmliler’le komşu olmuşlardı”[19]. Sır-Derya’nın aşağı kısımlarında Karluklu Devleti, Aral Gölü çevresinde Oğuzlar, kuzeyde Kimekler, kuzey-batı taraflarında Hazarlar’la sınır oluşturan Peçenekler sürekli olarak şu ve bu Türk kavimiyle savaşıp duruyorlardı. Aslında bölgedekiler de onların gelişini pek hoş karşılamamışlardı. Zaten, oldukça dar olan otlak araziler yeni bir misafiri kabul edecek kadar zengin değildi. Peçeneklerin en acımasız düşmanları hiç şüphesiz Karluklulardı. Onların yüzünden bölge bölge sürüklenip durdular. Üstelik, Karluklular diplomak olarak diğerlerinde de başarılı sayılıyorlardı. Hasımlarını çökeltmek için kendi düşmanlarıyla bile gerektiğinde dost oluveriyordular. Karluklular, bir kere Peçenekleri topraklarından kovaladıktan sonra, onların peşini hiç bırakmamışlardı. Geniş On-ok sahasını ele geçirmelerinin ardından Araplar, Çinliler, Uygurlar’la uğraşıp duran Karluklar, Oğuz ve Peçenekleri de sık sık rahatsız etmişlerdi. Belki de Karluklular’ın çevrelerindeki toplulukları sindirmek gibi hedefe yönelik bu politikaları sonucunda kuzey kavimleri Kitaylar’a kadar Karahanlılar’a saldırmaktan hep çekiniyor olmuşlardı. Özellikle, Kıtan saldırıları öncesinde başlayan göçler, hatta Selçuklu göçleri dahi Karahanlı coğrafyası dışındaki bölgeleri tercih etmişlerdi.
Karluklu-Peçenek savaşlarının tarihi muhtemelen 740 yılı sonlarına dayanmaktadır. Çünkü, 740 yılında Göktürk Devleti’nin dağılması üzerine taht uğrunda Uygur, Basmıl, Karluk boyları arasında kıyasıya bir mücadele başladı. Tahtı önce Basmıllar’a, ardından da Uygurlar’a kaptıran Karluklar Balkaş’ın aşağılarına inerek yirmi seneden kısa sürede hızla On-ok sahasında yayılmaya başlarken, ardından güçlü Türgiş hanedanlığına son verip, Fergan’a üzerinden Araplar’ın Maveraünnehr’deki üslerine saldırmaya başladılar. Anlaşılan bu boylar arasında Peçenekler, Karluklu egemenliğini kabul etmeyince, yurtlarını bırakana değin onlarla sürekli çarpışmak zorunda kalmışlardı. Bu savaşların Karluklar lehine sonuçlandığı bir gerçektir. Nitekim, Peçenekler göç ederek onlardan kurtulmanın en iyi çözüm olacağını düşünmüş olmalıdırlar. Ne var ki, Karluklular onların peşini kolay kolay bırakacak gibi gözükmüyorlardı. 775 yılında Karluklu-Oğuz ittifakı Peçenekler’e ağı bir darbe daha indirdi[20].
Peçenekler’in el koydukları topraklar daha ziyade Oğuzlar’ın hareket alanı olarak biliniyordu. Onların da bu bölgelere yayılışları Göktürk sonrasına, yani muhtemelen 760 yılı sonrasına rastlamaktadır[21]. Anlaşılan, Peçenekler’in asker ve boy bakımından kalabalık olması Oğuzlar’ı eski düşmanları Karluklar yanında ittifaka zorlamıştı. Öte yandan, Oğuzlar Karluklular’la ihtilaflı oldukları dönemlerde Kimekler’le irtibata geçerek Peçenekler’e karşı kendi yanlarında yer almalarını sağlamışlardı. Bu dönemlerde Peçenekler tam olarak Sır-Derya vadisi ile Aral sahili civarında geziniyorlardı[22]. Karluklu-Peçenek ve Peçenek-Oğuz savaşları IX. Yüzyılın sonlarına kadar bütün hızıyla sürmüştür. 798-802 yılları arasında Karluklular peşpeşe Peçenekler’e büyük darbeler indirdiler[23]. Daha sonra gelen Oğuz saldırıları, gelişlerinden beri bir türlü rahata erişmeyen bu boyların bir kere daha yerlerini değiştirmek zorunda bıraktı[24]. Yaklaşık 850-900 yılları arasında Peçenekler kuzey istikametinde göçlere başladılar. Arta kalanları Oğuz boylarına katılarak Selçuklu döneminde 24 boydan biri haline geleceklerdir. F. Sümer ve R. Genç’in açıklamalarına göre, muhtemelen Peçenekler Seyhun’a uğramayıp direk olarak Karluklu baskınını yedikten sonra ana yurtları Isık Göl’ün doğu ve kuzey yörelerinden doğruca Cim, yani Emba ve İtil arasına gitmiş de olabilirler[25]. Ancak, bu görüş, Seyhun boylarında Karluklu –Peçenek savaşlarının varlığı ve ayrıca Oğuz-Türkmen rivayetlerden pek olanaklı gözükmemektedir. Peçenekler’in, X. Yüzyıl başlarında Emba ile Yayık nehirleri arasına kaydıkları bilinmektedir[26]. A. Taşağıl’a göre, Peçeneklerin bir kısmı kuzeye göç etmeyerek Oğuzlar arasına katılmışlardı[27]. Nitekim, Oğuzlar arasında yer alan Peçeneklerin varlığını başka türlü açıklamamız imkansızdır[28]. Taberî ve İbnü’l-Esir’in 716 yılında rivayet ettikleri Dehistan bölgesine Sul et-türkî liderliğinde yapılan baskınların[29], iddia edildiği gibi Peçenekler’le pek bir bağlantısı olmasa gerek[30]. Daha X. Yüzyılın başlarında Peçenek adı Rus literatürüne girmeye başlar[31]. Bu dönemde Oğuz Yabgu Devleti kuruluşunu tamamlamış, eski düşmanları Peçenekleri Hazarların üzerine kışkırtmışlardı. Ama Hazarlar’ın ani saldırısına uğrayan Peçeneklerin büyük bir kısmı Kara Denizin kuzey bozkırlarına çekilmek zorunda kalmışlardı[32]. Peçeneklerin bundan sonraki faaliyetleri bizim konumuzun dışında kalmaktadır. Dolayısıyla, Karluk iktidarını kabul etmeyen Peçenekler çileli bir yolçuluk döneminin ardından Hazar ve Karadenizin kuzeylerine kadar sürüklenerek Orta Asya’nın sınırları dışına itilmişlerdir.
[1] F. Sümer, Oğuzlar, s. 44;
[2] F. Sümer, Eski Türklerde, s. 49-50; Oğuzlar, s. 44;
[3] H. Salman, Türgişler, s. 36;
[4] P. Golubovskiy, Peçenegi, torki i polovtsi do naşestviya tatar, SPb. 1884, s. 55;
[5] Grumm-Grjimaylo, Zapadnaya Mongolya, s. 314;
[6] L. Gumilev, Eski Türkler, s. 331, 417, 455; S. G. Klyaştornıy, “Orhon Abidelerinde Kengü’nün Kavmi – yer adı”, çvr. İ. Kaynar, Belleten XVIII/69, Ank. 1954, s. 98;
[7] A. N. Kurat, Peçenekler, İA, IV, s. 537; aynı müel, Peçenek Tarihi, İst. 1937, s. 22-26; F. Sümer, “Peçenekler: IX-XII. Yüzyıllarda Yaşamış Ünlü Bir Türk Eli”, TDA, İst. 1995, Sayı: 94; aynı müel, “Bayandır, Peçenek ve Yüreğirler”, AÜDTCF Dergisi, XI/2-4, Ank. 1954 (ayrı basım);
[8] A. N. Kutar, Peçenek Tarihi, s. 23;
[9] E. Konukçu, Kuşan ve Akhun Tarihi, s. 114;
[10] A. Taşağıl, Göktürkler II, Ankara 1999, s. 65 ved.
[11] A. Taşağıl, “İslam Öncesi Devrede Orta Asya’da Yaşayan Türk Boyları”, Türkler Ansikloedisi, c. 2, Ankara 2002, s.347; aynı müel., Çin Kaynaklarına Göre, s. 98.
[12] L. Gumilev, Eski Türkler, s. 455;
[13] L. Gumilev, Hazar Çevresinde, s. 284;
[14] F. Sümer, Eski Türklerde, s. 50, n. 97;
[15] H. Salman, Türgişler, s. 85; Daha geniş bilgi için bkz. Klyaştornıy, Kangü Kavmi, s. 97-104;
[16] F. Sümer, Oğuzlar, s. 44;
[17] F. Sümer, Oğuzlar, 44; H. Salman, Karluk ve Karluk Devleti, s. 195;
[18] A. N. Kurat, Peçenek Tarihi, s. 32-33, 43-44; F. Sümer, Oğuzlar, s. 44; F. Sümer’in ‘Kenger/Kangar’ adını hangi nedenlerden dolayı Peçeneklere mal ettiğini bu şekilde açıklamasına bakılırsa, Peçenek-Kenger bağlılığında ‘Kenger/Kanglı’ adı izafi bir anlam taşıdığı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, müellif, Çor ve Çoban adlarını esas alarak Peçenekleri On-oklar’ın Tulu grubuna dahil etmektedir.
[19] F. Sümer, Oğuzlar, s. 44-45;
[20] el-Mes’udî, el-Tenbih, s. 180-181; F. Sümer, Oğuzlar, s. 45; H. Salman, Karluk ve Karluk Devleti, s. 195;
[21] S. G. Agacanov, Oğuzlar, s. 183-193;
[22] S. G. Agacanov, Oğuzlar, s. 194, n. 37’de “Başkir boyları (Başkurtların ataları) Burziyan, Tangaur ve Usergan’lara ait rivayetlerde onların önceleri Sır-Derya vadisi ve Aral sahili civarında oturdukları anlaşılmaktadır. Başkir boylarının Güney Ural ve Yukarı Aral sınırlarına gelişi VIII-IX. Yüzyıllara rastlamaktadır” denilmektedir.
[23] H. Salman, Karluk ve Karluk Devleti, s. 195;
[24] Oğuz-Peçenek savaşları hakkında geniş bilgi için bkz. S. G. Agacanov, Oğuzlar, s. 194-197;
[25] F. Sümer, Oğuzlar, s. 45, n. 1; R. Genç, XI. Yüzyılda Türk Dünyası, s. 50;
[26] A. N. Kurat, Peçenek Tarihi, s. 39;
[27] A. Taşağıl, İslam Öncesi Devride Orta Asya’da.., s. 347.
[28] Kaşgarlı Mahmud, 24 Oğuz boyları arasında Beçenek/Peçeneklerden de söz etmektedir. Bkz. Divan, I/488.
[29] Taberî, II/1319, 1322, 1325; İbnü’l-Esir, V/29-35;
[30] F. Sümer, Oğuzlar, s. 50, n. 97. F. Sümer’in bu açıklaması pek uygun gözükmemektedir. Ayrıca müellifin belirttiği gibi Birunî’de geçen Peçenekler’le ilgili kayıtlar sonraki döneme aittir.
[31] Bu hususta geniş biligi P. Golubovskiy’de verilmiştir. Bkz. Peçenek, torki i polovetsi; Ayrıca bkz. A. N. Kurat, Peçenek Tarihi, s. 39-42;
[32] Peçeneklerin batıdaki varlığı hakkında A. N. Kurat’ın Peçenek Tarihi eseri hâlâ en sağlam kitap olarak esas alınmaktadır. Ayrıca bkz. Artamonov, İstorya Hazar, s. 350-450; Kaynak eser olarak Bogryanorodnıy Konstantin, Ob upravlebii gosudarstv, İzvestiya GAİKM, Vıp. 91, M-L; Peçenek-Kıpçak ilişkileri hakkında bzk. P. Golubovskiy, Peçenek, torki i polovetsi; A. Gökbel, Kıpçak Türkleri, İst. 2000, s. 44-47;

Salı, Ağustos 15, 2006

Ahmedî'ye...

Ben cemalin nurunu ettim imsak, hak imiş,
Hakka şırk koştum seni, sandılar İshak imiş,
Şükr kim çerh istikamet sende hakikat imiş,
Bir kulum ben, kul bu aciz; sandı her şey çok imiş
Ya İlahi bende senden başka bir şey yok imiş.


Ol nikabın aç göster, kıyamet devrandır gerek,
Tutiya kıl emr-i muciz, sende Süleymandır gerek,
Varmıdır teslim olmayan, hüsnüne hayrandır gerek,
Kim demiştir, Adem’in tek derdi hicrandır gerek
Ummanın yek, ırmağın yek, cümle alem yek imiş.

Sustu temam, çerh-i devran böyle kıyamettir gülüş,
Başladı Sur, yandı insan, hile cemiyettir gülüş
Yetti başa, ömr-ü yalan, dine cinayettir gülüş,
Aşığından ayrı düşmüş gönle zulmettir gülüş
Paslı yüz olsun, gümüş sırlı canlar pak imiş.

Almış başa zülmü taç, kesmiş her cana haraç,
Aklı durmuş Kelisa tek, çekmiş her çarmıha haç,
Yâr zulmünden sevayi görmedik başka mizaç,
Canlı cansız hepsi muhtaç, sendedir derman ilâç
Çün adın inkar eden aç, zikredenler tok imiş.

Etse cemiyet inkılab, kovsa seni puthaneden,
Tutsa âhı Nadir'in, öldürse seni sahiden,
Dert bulunmaz mı bana, senden sevayi mâhiden,
Bülbülün derdi gülden, derd-i aşktır kahreden
Ahmet’im fani isem ben, bil ki baki Hak imiş.

Pazartesi, Ağustos 14, 2006

Avrasyacılık ve Lev Gumilev


Gerçek anlamda Türkiye Avrupa Birliği, Arap Dünyası ve Türk Dünyası yol ayrımında dördüncü bir çıkış yolu olarak Avrasyacılık akımıyla Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra tanıştı. Sadece ismen tanımlanabilen ve iyimser bir düşünce olarak gözüken Avrasyacılık anlayışı özünde Asya ve Doğu Avrupa’nın Amerika ve Avrupa devletleri ve onların oluşturdukları egemen güç dışında kalan, kendi kimliklerini ve varlıklarını korumak azminde olan ülkeleri ve devletleri bir birlik içinde tutmayı hedefleyen içeriği tam belirlenememiş bir akım olarak yansıdı bize. Bu kapsamda bir dizi eser ve tercümelerde yayınlandı. Bazı çevreler tam olarak ne olduğunu açıklamadan bunu Türkiye’nin ayakta kalması için kabul etmesi gereken tek yol olarak yorumladılar. Ancak, Dügen’in eseri Türkiye’de basılınca Avrasıyacılık anlayışı bir düş olmaktan sıyrılıp içinde birçok korkular barındıracak ve çok sayıda somut özellikler taşıyan ve başta Rusya olmak üzere bir çok devlet tarafından gelecekte takıp ve ithal edilecek bir nazariye olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine bazı araştırmacılar bu görüşün olumsuz yönlerine de dikkati çekmeye başladılar.

Anlaşılacağı gibi, Avrasyacılık tezi, ilk anlayışta Avro-Asya kıtasının coğrafi bütünselliğini esas edine bir söyleme çanak tutmaktadır. Bu anlayış Sovyetler Birliğinın en ihtişamlı döneminde tarihsel içerikli bir savunma bicimi olarak doğmuştu. Ortaya çıkış nedeni siyasaldır. Düşünce olarak daha ileriki dönemlerde birkaç araştırmacı tarafından gündeme getirilmişse de 1960’lara kadar pek önemsenmemiştir. Sovyetler Birliği, Çin’de sosyalist bir rejimin kurulmasıyla Çin’in kendi ekseninde döneceğini düşünmüştür. Ancak Çin, sosyalist devletlerarasında başa oynayacak güç olduğunu kanıtlarken SSCB ile Çin arasında etkisi Gorbaçov’un başa gelmesine kadar sürecek bir soğuk savaş dönemi yaşandı. Hatta, Kuruşçev döneminde Amur bölgesinde iki güç arasında bir takım sıcak çatımlar da yaşandıysa da pek fazla büyümesine imkan verilmeden önlenildi. Bunun üzerin, her iki tarafta olayı ideoloji ve düşünce sahnesine çektiler. Bu alan değiştirme Türklerin işine yaradı. Çin’le Sovyetler arasında toprak, kültür ve tarih kavgası başlayınca Sovyet tarihçiliğinde yoğun biçimde Türk tarihine önem verilmeye başlandı. Gerçekten de Sovyet tarihçiliğinde 1960 yılından sonra Türk dili, tarihi, antropolojisi, etnografisi ve coğrafyası alının büyük bir patlama yaşanmıştır. Avrasyacılık tezi bu çalışmalar üzerinde doğdu denilebilir. Çin’in Orta Asya, Altaylar üzerinde tarihsel, kültürel ve siyasal miras talep etmesi karşısında Soveytler Rusların bu bölgede işgalci olduklarını unutturmak için bu bölgelerin yerel ve Çinden bağımsız tarihçiliğine, kültürüne ve kimliğine destek verdiler. Yapılmak istenen Sovyet ideolojisi bünyesinde Slav-Türk halklarının “kardeşliği” idi. Yani Avrasyacılık bu girişim, daha doğrusu savunma sonucunda şekillenmeye başladı.

Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Rusya bu görüşte kendi lehinde yeni bir takım değişikliğe gitti. Hint-İran grupları da bu tez kapsamında değerlendirilmeye başlanıldı. Merkezi rol Rusya’ya biçilmekte, Orta Asya, Kafkaslar ve İran sahası (Tacikistan, Afganistan ve İran’daki İrani etnikler) onun periferisinde dönmekteydi. Ancak, ABD ve AB’nin artan baskıları karşısında Çin de bu düşünce kapsamı içine alındı. Ardından da bu tezin nazariyesi hazırlanmaya başlanıldı. Avrasya’nın siyasal anlamda dört merkezi olacaktı: Moskova, Taşkent, Pekin ve Tahran. Bu merkezler Avrasya’daki dört kültürel, tarihi ve etnik gücün taşıyıcısı konumundadır. Ancak, buradaki sorun merkezler arasında eşitliğin olmamasıdır. Her merkez bir diğeri üzerinde bir basamak önde olduğunu iddia etmektedir. İşte bu kapsamdan bakıldığında Türkiye’de şimdiden önemli bir akademik kesimin beğenisi toplayan, yaklaşık 10 kadar eseri basılan ve toplamda 25 bin kadar tüketilen ünlü Rus tarihçi Lev Nikolayeviç Gumilev’in çalışmaları ilgi çekmektedir. Gumilev, farklı bir yönden Avrasiyacılık tezini oluşturanların başında gelmektedir. O da bizzat, Çin’e karşı oluşturulan Türk halklarının Soveytler tarafından tarihi savunması projesi içinde yer almış ve Çin’e karşı en sert üslup kullanan ender Rus tarihçilerinden biri olmuştur.

L. N. Gumilev, 1912 yılında Petersburg’da Rus bir baba ve Türk bir annenin çocuğu olarak dünyay gelmiştir. Annesi, Kırım Türklerinden ünlü şaire Anna Ahmetova’dır. Yani Gumilev bir Türk bağı taşımaktadır ve bu bağını ölene kadar koparmayacaktır. Bundan olsa gerek Türk kimliğine onun kadar öenem veren bir Batılı tarihçi bulmak zor olmanın dışında imkansızdır denilebilir. Ayrıca, bazı olaylar onun Türk tarihçiliğinin haklarını savunmasında doğal gerekçeler oluşturmuştu. Babasının Stalin döneminde kurşuna dizilmesi, kendisinin defalarca gözaltına alınması ve en son ceza kampına gönderilmesi onda rejime karşı antipati oluşturmuştur. Toplamda 15 esere ve 50’den fazla makaleye imzasını atarak Rus tarihçiliğinde silinmez bir iz bırakmıştır. O denli ki kısa zamanda Eski Sovyetler Birliğinde ve Rusya’da, Türk Cumhuriyetlerinde Gumilev hayranları oluşmuş, Avrupa, ABD ve Kanada’da belli bir Gumilev okuru ortaya çıkmıştır. Türkiye’de de yaklaşık 10 bin civarında bir okur son beş yılda onun eserlerinin sıkı takipçisi konumuna gelmiştri. Türkçemizde yayınlanan başlıca eserleri şunlardır: Hunlar (3. baskı), Eski Trükler (5. baskı), Hazar Çevresinde Bin Yıl (3. baskı), Eski Ruslar ve Büyük Bozkır Halkları (2. baskı), Etnogenez: Halkların Şekillenişi ve Düşüşü, Muhayyel Hükümdarlığın İzinde (3. baskı), Son ve Yeniden Başlangıç, Makaleler (2 cilt olarak). Gumilev'in eseleri Türkiye'de Ötüken, Birleşik ve Selenge yayınları tarafından basılmıştır.

Gumilev’in çalışmaları iki yönde değerlendirilmelidir: teknik ve söylem açısından. Teknik olarak Gumilev geniş bir tarih literatürüne sahip olup, bir tarihçi titizliği ile kaynakları irdelemiştir. Söylem açısından ise Gumilev kendine özgü bilimsel bir yöntem ve anlayış geliştiren ve çalışmalarını bu yönde sunan ender tarihçilerdendir. Bir yönünden daha basetmek gerekirse o da yazarın dilidir. İronik, bazen alaycı bir üslup kullanan Gumilev’in eserlerinde ünlü bir tarihçinin tezinden ve görüşünden söz ederken hemen ardından şu ifadeleri duyarız: “Hadi ordan be”, “Nereden biliyorsun, ordamıydın”, “Yalanın bu kadarı”, “Kim daha barbar ve vahşi, Avrupa mı, yoksa bozkırlılar mı” ve niceleri.

Gumilev’in tarih anlayışında yabancı olmayacağımız İbn Haldun’a özgü bir görüş yer almaktadır. Toplumların şekillenişinde coğrafyanın etkisi görüşü. Ancak Gumilev coğrafi etkenleri evrimci bakış açıda izlemektedir. Bu açıdan o ünlü Rus tarihçilerinden Vernardski’nin bakış açısını daha da geliştirmiştir.

Gumilev’in Türk tarihi açısından en dikkat çeken önemi, tümden Türk tarihi üzerine yoğunlaşması, Türklere yakıştırılan “göçebe” kimliğin “barbarlık” olmadığı, Türklerin dünya tarihine yön veren diğer toplumlardan hiçte geri kalır yönlerinin olmadığını savunması ve en önemlisi Avrasyacılık anlayışının göbeyinde türklerin olduğunu çeşitli biçimlerde dile getirmesidir. Sovyetlerin çöküşünden sonra düşüncelerini daha rahat ifade etme olanağı bulan Gumilev, Eski Ruslar ve Büyük Bozkır Halkları eseriyle geleneksel Rus tarihçiliğine adeta bir darbe indirmiş, Rus toplumunun şekillenişinde ve etnik oluşumunda Türk ve Moğol halklarının önemli bir rolünün olduğunu kanıtlamıştır. Aynı saldırıyı Avrupa tarihçiliğine de yönelten Gumilev, özellikle Yahudi kimliğinin en sert eleştiricisi olmuştur. Kısaca, her tarihçinin tarihsel ufkunun açılması açısından Gumilev’in eserleri okunmaya değerdir. Ancak, her tarihçi gibi Gumilev’in de yanlışları yoktur denilemez. En büyük yanılgısı kendi tezini doğrultamak için zaman zaman yer ve zaman kavramlarını zorlamasıdır. Bu yazıyı Gumilev’in henüz dilimize kazandırılmayan bir kitabından küçük bir alıntıyla bitirmek en doğrusudur: “Türkler büyük bir millettir. Tarihe yön ve şekil vermişlerdir. Ancak kendilerini yenileyemedikleri takdirde korkarım kaybolup gideceklerdir”.

Cumartesi, Ağustos 12, 2006

Eşeklere Yazıyorum


Eşeklere yazıyorum, eşeklerle konuşuyorum çoğu zaman. Sırtına tuğlalar yüklenmiş ve onları taşımakla yükümlü olduğu içgüdüsüyle yaşayan eşeklerle. Yaşıyorlar mı? Kölenin hayatı yoktur. Onun hayatı, efendisinin yaşamının küçük bir ayrıntısını tamamlamak için vurulmuş bir zincirdir.
20.10.2000.

Madam Simone de Beauvoir'i okuyorum günlerdir. Eserinin ismi "KADIN". Üç ciltlik dev bir yapıt. Olağanüstü derecede harika. Ama Beauvoir'in yönteminde ve olaylara yaklaşımında hatalar var. Yöntem olarak tekrarcı, bayıltıcı bir eleştiri. ERKEK'e ve erkek soyunun egemenliğine devamlı çatıp duruyor. Yazara "tarihin erkeklerin tekelinde olduğu ve erkekler tarafından yazıldığı" konusunda hak veriyorum. Ama hangi ERKEK? Bu soruya cevap vermek gereğini bile duymamış, "Bay" Kadın yazarımız.
21.10.2000.

Latinler "soluklanmaya" - "re-spiratio" derler. Sözcük aynı zamanda "yaşama geri dönmek" anlamına da geliyor. Her soluklanma yaşama geri dönmedir zaten. Yaşama dönme, yaşama koşma, koşuşturma. İnsan, soluklanmayla kendi bedenine tıkanmış. Nefes, bir korku anıdır. Bu an, her saniye bizle birlikte yaşar; daha ziyade her saniye bizi korkutup durur. Bu satırları yazarken bile bu anın korkusu altındayım. Bu korku anı, içten bir sıcaklıkla varlığımızın içini dışına, dışını da içine çekip durur. Bu korku, bizim aydınlığa ve karanlığa aynı anda açılan kapımız. Açılan ve kapanan.
26.11.2000.

Tabiat örtünmeyi sever. Örtünmek, yani utanmak. Yasak meyveyi tadan ilk insana İncir yapraklarıyla örtünmeyi kim öğretti? Adem'in düşün gücü, silah yapmakla mı parladı? Yaprak bir silah mıdır? Örtü, bir savunma mıdır? Neye ve kime karşı?
26.11.2000.

Ramazan'ın ilk sahuru. Aç kalmak veya kalmamak işte bütün mesele bu! İki şık arasında gidip geliyorum. "Aç kalmak" dedim, benim için öyle. Niyetimde kararsızım, karanlığım, inançsızım.
26.11.2000.

Kiekegaard "insan yürüyor da yürüyor" diyor. Durmak için yürüyor olmalı, durdurulmak için, yorulmak için.
26.11.2000.

Cuma, Ağustos 11, 2006

Günah Defteri'nden II


Ben yokum, ey pir!
Ve çaldığım yaşamları dunyalıların üzerine kusuyorum.
Bütün aşklarım kırık ve Tanrı, sana nefret ediyorum.
Çünkü sen sevdiğim en güzel kadınlarımı hayalsız erkeklerin ahırına kapattın.
Varsın kendi katılıklarını eriterek rahatlasınlar ve işledikleri günahlarıyla sana malzeme çıkarsınlar.

GÜNAH DEFTERİ’NDEN
13.02.2001

Cuma, Ağustos 04, 2006

Günah Defteri'nden...

Neden okuyorsun beni

Bu satırların yazarının bir canavar olduğunu görsen belki iğrenirsin

Burada sana ne tuzaklar hazırladım salak okur.

Ne yalanlar söyledim.

Ne şaklabanlıklar yaptım seni tavlamak için

Bir defa bulaştın ya satırlarıma, artık çaren yok

Bu zehir senin için hazırlandı.

Ya sen kendini yok edeceksin, ya da ben seni.

Kurtuluş mu?

Hiç komik değil!

Küçük düşürüldüğünü göreceksin

Ama yırtılan sadece seni saran kibir kefeni

Kurtuluş arıyorsan eğer

Kendini örttüğün Benlik tabutunun dışına çık

Yıkanarak mezara konulmanın anlamı bu.

Az gelişmiş olduğunu biliyorum

Kelimelerimle seni doyuramayacağımı da

Unutma, ben de bir kapitalistim

Eline kelime sıkıştıran bir söz adamı

Fabrikalarım kütüphanenler

Ne Müslümanım, ne Hıristiyan

Ne havraya gittim, ne Buda’ya selam verdim

Ne Tanrım oldu, ne de baştan çıkarıcı Şeytanım

Ne cennet için bir çivi çaktım, ne cehennem için bir günah işledim

Bütün yaptıklarım kabukları kırmak

İçinde meyvelerin olduğuna inandırıldığım yalan kabuklarını


Ve kuşların göç mevsimi geldi. Ah, sevgilim, keşke kırık olmasaydı kanatlarım. Senle, ama senle bir yolculuk daha yapabilseydim. O sıcak Afrika’yı yarılayabilseydim. Akdeniz’den, İstanbul’dan geçip gitseydim Sibirya’ya doğru. Konsaydım Sahalı şamanın kulübesine. Yıkansaydım Irtış’ın sularında. Neşideler söyleseydim İrkutsk’ın yarı sarhoş kadınlarına. Süzülseydim bir çırpıda yasak aşk odalarına. Ah sevgilim, keşke uçabilseydim kalbine...



GÜNAH DEFTERİ'İNDEN
02.02.2001.

Yitik Mektuplar Mezarlığı


Derya Akel'den Çalınmıştır...

O´nun ölümü hepimizi yasa boğdu. Daha çok gençti, ölümü onun adıyla yanyana anmak istemeyeceğimiz kadar gençti. Basit bir soğuk algınlığı sanmıştık hepimiz. Hastahaneye yattığında bile bir kaç gün kalır ve çıkar diye düşünmüstük. Yanına ziyaret için gittiğimde hiçte hasta gibi gelmemişti bana, her zaman ki gibi sakalaşmış, gülüşmüştük. Hatta vedalaşmak için kalktığımda günlügünü elime vermiş; "Buralarda yazacak zaman bulamıyorum, gün boyu o tahlilden bu tahlile koşmak yoruyor insanı. Sana emanet ediyorum, nasılsa bir kaç güne kalmaz çıkarım" demişti.

Halen gelmedi...

En çokta babasını göremeyeşine yanıyordum. Yıllar olmuştu babasını görmeyeli, keşke dünya gözüyle son bir kez görebilseydi. Bu nasıl acıydı, nasıl bir sancıydı ki, kalbime her vuruşunda içimden bir şeyler kopuyordu. Gitmişti.. İzin istemeden, vedalaşmadan, bana bile haber vermeden gitmişti.

Yatağımın üzerine oturdum, gözlerim hep onun yatağındaydı. Ne güzel günlerimiz, gecelerimiz geçmişti bu odada. İki akraba gibi değil, iki kardeş gibi büyümüştük. En güzel ezgileri mırıldanmış, birlikte saçmalamış, en olmadık şeylere gülmüştük. Biz onunla hep gülmüştük.

Şimdi niye ağlıyordum? Üstelik tek başıma ağlıyordum ve ağladığım yetmiyormuş gibi birde onsuz kalmıştım. Günlerdir yastığımın altında duran, ve bir türlü okumaya cesaret edemediğim günlüğü elime aldım. Başkalarına ait bir günlüğü okumak isteyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Canım benim, ne kadar da hoş bir yazısı vardı. Zarif kalem darbeleriyle birbirine kenetlenen harfler, inci tanesi gibi belirmişti kağıdın üzerinde. Günlüğün ilk sayfasını açtığımda "Yitik Mektuplar Mezarlığı" diye bir başlık göze çarpıyordu. Önce günlüğün bütün sayfalarını karıştırdım. Ne çok mektup vardı!

Ortasında kurumuş bir papatyanın bulunduğu sayfa dikkatimi çekti, üstelikte doğum gününde yazmıştı. Doğum günlerini çok anlamsız bulduğunu söylerdi her fırsatta, buna rağmen herkesin doğum gününü ezbere bilirdi. Biraz merak , biraz da ondan bir şeyler bulmak adına okumaya başladım.

08´Ağustos Cuma
Bugün doğum günüm...

Bu mektubu sana yazıyorum baba, bilsen yıllar oldu sana mektup yazmayalı. Oysa ben çocukken sana ne mektuplar yazmıştım, hiç cevap yazmadığın için ulaşıp ulaşmadıklarını bile bilmiyorum halen. Tek hatırladığım bana bir resim gönderdiğin ve rengi benim olmayan gözlerden öptüğün. Ne kadar yakışlıydı benim babam. Ne kadar uzundu, kocamandı elleri, benim babam, aslan babam benden ne kadar uzaktı...

En çok kışın düşünürdüm seni, dışarıda kar yağardı, bazen elektrikler kesilir haftalarca gelmezdi. Soba başında oturur, omuzlarımı sobaya çevirir seni düşünürdüm. Esra hep babasının kucağında uyuya kalırdı ve onu hep babası yatağına taşırdı. Oysa sen yoktun. Başımı dizlerine koyamıyordum, kimseye "babacığım" diye sarılamıyordum. Yanımda birisi babasına sarılsa, bilsen nasıl üzülüyor, nasıl yanıyordum. O yıllarda keşfettim gülmenin ağlamayı bastırdığını, o yıllarda öğrendim acının nasıl bir şey olduğunu. Bana duygularımı saklamayı sen öğrettin baba.

Sana hiç anlattılar mı? Mahallenin erkek çocuklarıyla top yüzünden kavga ederdik, almazlardı beni oyuna , sen kızsın kızlar top oynamaz derlerdi. Hele kızlarla hiç anlaşamazdım, çünkü kimse ağaca çıkmayı sevmezdi. Kiraz ağacının tepesinde oturup kiraz yemek, dut koparmak, kızlara göre değilmiş, öyle derlerdi... Kim uyduruyorsa bunları, o zamanda inanmazdım, halen de inanmıyorum bu safsataya. Oysa ne lezzetlidir kirazı ağacın dalından yemek, sonra ağacın altında "bir tane de bana, bir tane de bana at" diyenleri duymazlıktan gelmek. Sahi kızlar hep bebek oynamak, hasret çekmek için mi vardı?

Kimseye söyleme ama ben seni çok özlüyordum baba...

Şimdi çok şeyi anlıyorum , "yaramazlıklarımın ardındaki yalnızlığı, suskunluğumu, kırgınlığımı" çok iyi anlıyorum. Bugün elime bir kitap geçti, sayfalarını karıştırdım da bügünkü çocukların ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. "Çocuklarınızı yalnız bırakmayın, onlara yanlarında olduğunuzu daima hissettirin "diyordu bir yerinde. Keşke onların göz renklerini belleğinize kazıyın, silüetlerini gözbebeklerinizde tutun diye de yazmış olsalardı.

Sensiz büyümek çok zor oldu baba.

Aklıma anlatmak kolaydı, yokluğuna mantıklı cevaplar bulmak, arkadaşlarıma sensizliğimi açıklamak kolaydı, ama yokluğunu kalbime anlatmak çok zor oluyordu. Ne tuhaf hayaller geçerdi aklımdan, ders notlarım ne kadar iyiydi bir bilsen. Neden kimse anlatmamıştı beni sana, neden merak etmemiştin, neden tanımıyordun?

Gözrengimi unutacak kadar nasıl unutmuştun?

Sana dair bir gün arıyorum, zihnimi karıştırıyorum, karıştırıyorum ama seninle geçmiş bir tek anı bile bulamıyorum. Doğduğumda bile yanımda yokmuşsun, niye yoktun baba? Tüm ağaçların kökü vardı, tüm ağaçları toprağa bağlayan bir neden vardı. Ya benim köklerim? Köksüz, hava da asılı kaldım, düşmekten korkuyorum, keşke benimde köklerim olsaydı baba. Şimdi düşünüyorumda.. üstünde ağlayabileceğim, toprağını yüreğime bastırıp, içimdekileri dökebileceğim bir mezar taşı bile yok.

"Benim gözlerim kahverengi değil , benim gözlerim hiç kahverengi olmadı baba..."

Not: bu yazı http://www.cemaat.com/?q=node/1187'den alınmıştır. Yazarın affına sığınarak yayınlıyoruz.

Perşembe, Ağustos 03, 2006

Şeyhülislam Yahya Efendi'den


Sun sâgarı sâkî bana mestâne disünler

Uslanmadı gitti gör o dîvâne disünler


Peymânesini her kişi doldurmada bunda

Şimden gerü bu meclise mey-hâne disünler


Dil hânesi yık koma taş üstüne bir taş

Sen yap anı iler ana vîrâne disünler


Gönlünde senin gayr ü sivâ sureti n’eyler

Lâyık mı bu kim Kâ’be’ye büt-hâne disünler


Yahyâ’nın olup sözleri hep sırr-ı mahabbet

Yarân işidüb söyleme yabane disünler


Not: Bu gazeli bana gönderen Fatih Tyanşan'a teşekkürler