Gerçek anlamda Türkiye Avrupa Birliği, Arap Dünyası ve Türk Dünyası yol ayrımında dördüncü bir çıkış yolu olarak Avrasyacılık akımıyla Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra tanıştı. Sadece ismen tanımlanabilen ve iyimser bir düşünce olarak gözüken Avrasyacılık anlayışı özünde Asya ve Doğu Avrupa’nın Amerika ve Avrupa devletleri ve onların oluşturdukları egemen güç dışında kalan, kendi kimliklerini ve varlıklarını korumak azminde olan ülkeleri ve devletleri bir birlik içinde tutmayı hedefleyen içeriği tam belirlenememiş bir akım olarak yansıdı bize. Bu kapsamda bir dizi eser ve tercümelerde yayınlandı. Bazı çevreler tam olarak ne olduğunu açıklamadan bunu Türkiye’nin ayakta kalması için kabul etmesi gereken tek yol olarak yorumladılar. Ancak, Dügen’in eseri Türkiye’de basılınca Avrasıyacılık anlayışı bir düş olmaktan sıyrılıp içinde birçok korkular barındıracak ve çok sayıda somut özellikler taşıyan ve başta Rusya olmak üzere bir çok devlet tarafından gelecekte takıp ve ithal edilecek bir nazariye olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine bazı araştırmacılar bu görüşün olumsuz yönlerine de dikkati çekmeye başladılar.
Anlaşılacağı gibi, Avrasyacılık tezi, ilk anlayışta Avro-Asya kıtasının coğrafi bütünselliğini esas edine bir söyleme çanak tutmaktadır. Bu anlayış Sovyetler Birliğinın en ihtişamlı döneminde tarihsel içerikli bir savunma bicimi olarak doğmuştu. Ortaya çıkış nedeni siyasaldır. Düşünce olarak daha ileriki dönemlerde birkaç araştırmacı tarafından gündeme getirilmişse de 1960’lara kadar pek önemsenmemiştir. Sovyetler Birliği, Çin’de sosyalist bir rejimin kurulmasıyla Çin’in kendi ekseninde döneceğini düşünmüştür. Ancak Çin, sosyalist devletlerarasında başa oynayacak güç olduğunu kanıtlarken SSCB ile Çin arasında etkisi Gorbaçov’un başa gelmesine kadar sürecek bir soğuk savaş dönemi yaşandı. Hatta, Kuruşçev döneminde Amur bölgesinde iki güç arasında bir takım sıcak çatımlar da yaşandıysa da pek fazla büyümesine imkan verilmeden önlenildi. Bunun üzerin, her iki tarafta olayı ideoloji ve düşünce sahnesine çektiler. Bu alan değiştirme Türklerin işine yaradı. Çin’le Sovyetler arasında toprak, kültür ve tarih kavgası başlayınca Sovyet tarihçiliğinde yoğun biçimde Türk tarihine önem verilmeye başlandı. Gerçekten de Sovyet tarihçiliğinde 1960 yılından sonra Türk dili, tarihi, antropolojisi, etnografisi ve coğrafyası alının büyük bir patlama yaşanmıştır. Avrasyacılık tezi bu çalışmalar üzerinde doğdu denilebilir. Çin’in Orta Asya, Altaylar üzerinde tarihsel, kültürel ve siyasal miras talep etmesi karşısında Soveytler Rusların bu bölgede işgalci olduklarını unutturmak için bu bölgelerin yerel ve Çinden bağımsız tarihçiliğine, kültürüne ve kimliğine destek verdiler. Yapılmak istenen Sovyet ideolojisi bünyesinde Slav-Türk halklarının “kardeşliği” idi. Yani Avrasyacılık bu girişim, daha doğrusu savunma sonucunda şekillenmeye başladı.
Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Rusya bu görüşte kendi lehinde yeni bir takım değişikliğe gitti. Hint-İran grupları da bu tez kapsamında değerlendirilmeye başlanıldı. Merkezi rol Rusya’ya biçilmekte, Orta Asya, Kafkaslar ve İran sahası (Tacikistan, Afganistan ve İran’daki İrani etnikler) onun periferisinde dönmekteydi. Ancak, ABD ve AB’nin artan baskıları karşısında Çin de bu düşünce kapsamı içine alındı. Ardından da bu tezin nazariyesi hazırlanmaya başlanıldı. Avrasya’nın siyasal anlamda dört merkezi olacaktı: Moskova, Taşkent, Pekin ve Tahran. Bu merkezler Avrasya’daki dört kültürel, tarihi ve etnik gücün taşıyıcısı konumundadır. Ancak, buradaki sorun merkezler arasında eşitliğin olmamasıdır. Her merkez bir diğeri üzerinde bir basamak önde olduğunu iddia etmektedir. İşte bu kapsamdan bakıldığında Türkiye’de şimdiden önemli bir akademik kesimin beğenisi toplayan, yaklaşık 10 kadar eseri basılan ve toplamda 25 bin kadar tüketilen ünlü Rus tarihçi Lev Nikolayeviç Gumilev’in çalışmaları ilgi çekmektedir. Gumilev, farklı bir yönden Avrasiyacılık tezini oluşturanların başında gelmektedir. O da bizzat, Çin’e karşı oluşturulan Türk halklarının Soveytler tarafından tarihi savunması projesi içinde yer almış ve Çin’e karşı en sert üslup kullanan ender Rus tarihçilerinden biri olmuştur.
L. N. Gumilev, 1912 yılında Petersburg’da Rus bir baba ve Türk bir annenin çocuğu olarak dünyay gelmiştir. Annesi, Kırım Türklerinden ünlü şaire Anna Ahmetova’dır. Yani Gumilev bir Türk bağı taşımaktadır ve bu bağını ölene kadar koparmayacaktır. Bundan olsa gerek Türk kimliğine onun kadar öenem veren bir Batılı tarihçi bulmak zor olmanın dışında imkansızdır denilebilir. Ayrıca, bazı olaylar onun Türk tarihçiliğinin haklarını savunmasında doğal gerekçeler oluşturmuştu. Babasının Stalin döneminde kurşuna dizilmesi, kendisinin defalarca gözaltına alınması ve en son ceza kampına gönderilmesi onda rejime karşı antipati oluşturmuştur. Toplamda 15 esere ve 50’den fazla makaleye imzasını atarak Rus tarihçiliğinde silinmez bir iz bırakmıştır. O denli ki kısa zamanda Eski Sovyetler Birliğinde ve Rusya’da, Türk Cumhuriyetlerinde Gumilev hayranları oluşmuş, Avrupa, ABD ve Kanada’da belli bir Gumilev okuru ortaya çıkmıştır. Türkiye’de de yaklaşık 10 bin civarında bir okur son beş yılda onun eserlerinin sıkı takipçisi konumuna gelmiştri. Türkçemizde yayınlanan başlıca eserleri şunlardır: Hunlar (3. baskı), Eski Trükler (5. baskı), Hazar Çevresinde Bin Yıl (3. baskı), Eski Ruslar ve Büyük Bozkır Halkları (2. baskı), Etnogenez: Halkların Şekillenişi ve Düşüşü, Muhayyel Hükümdarlığın İzinde (3. baskı), Son ve Yeniden Başlangıç, Makaleler (2 cilt olarak). Gumilev'in eseleri Türkiye'de Ötüken, Birleşik ve Selenge yayınları tarafından basılmıştır.
Gumilev’in çalışmaları iki yönde değerlendirilmelidir: teknik ve söylem açısından. Teknik olarak Gumilev geniş bir tarih literatürüne sahip olup, bir tarihçi titizliği ile kaynakları irdelemiştir. Söylem açısından ise Gumilev kendine özgü bilimsel bir yöntem ve anlayış geliştiren ve çalışmalarını bu yönde sunan ender tarihçilerdendir. Bir yönünden daha basetmek gerekirse o da yazarın dilidir. İronik, bazen alaycı bir üslup kullanan Gumilev’in eserlerinde ünlü bir tarihçinin tezinden ve görüşünden söz ederken hemen ardından şu ifadeleri duyarız: “Hadi ordan be”, “Nereden biliyorsun, ordamıydın”, “Yalanın bu kadarı”, “Kim daha barbar ve vahşi, Avrupa mı, yoksa bozkırlılar mı” ve niceleri.
Gumilev’in tarih anlayışında yabancı olmayacağımız İbn Haldun’a özgü bir görüş yer almaktadır. Toplumların şekillenişinde coğrafyanın etkisi görüşü. Ancak Gumilev coğrafi etkenleri evrimci bakış açıda izlemektedir. Bu açıdan o ünlü Rus tarihçilerinden Vernardski’nin bakış açısını daha da geliştirmiştir.
Gumilev’in Türk tarihi açısından en dikkat çeken önemi, tümden Türk tarihi üzerine yoğunlaşması, Türklere yakıştırılan “göçebe” kimliğin “barbarlık” olmadığı, Türklerin dünya tarihine yön veren diğer toplumlardan hiçte geri kalır yönlerinin olmadığını savunması ve en önemlisi Avrasyacılık anlayışının göbeyinde türklerin olduğunu çeşitli biçimlerde dile getirmesidir. Sovyetlerin çöküşünden sonra düşüncelerini daha rahat ifade etme olanağı bulan Gumilev, Eski Ruslar ve Büyük Bozkır Halkları eseriyle geleneksel Rus tarihçiliğine adeta bir darbe indirmiş, Rus toplumunun şekillenişinde ve etnik oluşumunda Türk ve Moğol halklarının önemli bir rolünün olduğunu kanıtlamıştır. Aynı saldırıyı Avrupa tarihçiliğine de yönelten Gumilev, özellikle Yahudi kimliğinin en sert eleştiricisi olmuştur. Kısaca, her tarihçinin tarihsel ufkunun açılması açısından Gumilev’in eserleri okunmaya değerdir. Ancak, her tarihçi gibi Gumilev’in de yanlışları yoktur denilemez. En büyük yanılgısı kendi tezini doğrultamak için zaman zaman yer ve zaman kavramlarını zorlamasıdır. Bu yazıyı Gumilev’in henüz dilimize kazandırılmayan bir kitabından küçük bir alıntıyla bitirmek en doğrusudur: “Türkler büyük bir millettir. Tarihe yön ve şekil vermişlerdir. Ancak kendilerini yenileyemedikleri takdirde korkarım kaybolup gideceklerdir”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder