Salı, Nisan 29, 2008

Tarihte Ti – Oğuz Bağlantısı

Çin kaynaklarındaki ismiyle Ti veya Di olarak belirtilen bu kavimlerin tarihi m.ö. III. Bin yıla kadar uzanmaktadır. Örneğin Çin’de efsanevi Hsia hanedanına ait bilgiler arasında, m.ö. III. Bin yılda Çin’in kuzey kısmı boyunca yerleşim alanları edinmiş “barbar” (göçebe) kavimlerden söz edilmektedir. Çin kaynakları bu kavimleri toptan Ti (Di) ve Junğlar olarak tanımlıyorlardı (1). Bu kavimlerin menşei hâlâ tartışma konusudur. Son dönemlerde tarihçiler bunlardan Junğları Moğolların ataları, Tileri ise Türklerin ataları olavağı yönünde görüşe varmışlardır. Zamanında Alman Türkolog W. Eberhard bu konudaki Çin kaynaklarını tarayarak şu kanıya varmıştır:

“Di (Ti) işareti köpeği gösteren işaretle yazılır; bundan kurda intikal olunabilir, bunun da H’yunğ-nu (Hun) kavimlerinin totem hayvanı olduğu malumdur. Sonra, bundan başka yine köpek tabu ve Junğların efsanelerine yakınlaşmak, aynı zamanda kurt efsanesini bunlara bağlamak, böylece Junğları, Diler gibi H’yunğ-nu almak için denemelere girişilebilir”. Ama Eberhard’ın kendisi Dileri, Dunğ-hu’larla kıyaslamıştır (2). Bu Dunğ-hu kavmini İngiliz Türkolog S. G. Glasson “Oğuzlar”ın cedleri hesap edecekse de bu görüş tarihçilikte kabul görmemiştir.

Doktor Manchen-Helfen’e göre, Tiler aslında Ting-Ling’lerdir. Bunların adı sonraki kaynaklarda Ti-Li biçiminde de geçmiştir. Ancak Tiler, diğer bir görüşe göre Gav-çığ’lardan da olabilir. Ting-Ling ve Gav-Çığlar Türktürler. Bir başka görüşe göre de Ti’ler Ku-di’lerin de atası olabilir. Ku-diler Tobaların bir kavmi olduğundan bunlar da Türktür (3).

Anlaşılan, Tiler daha ziyade Türk kavimlerle bağlantılı bir topluluk olmuştur. M.ö. III-I. Binyıllar arasında Çin’in kuzey kısımlarından başlayıp, Aral Gölü’ne kadar geniş sahada Ti, Junğ, H’yenyun ve Hün-yu kavimleri oturmaktaydı. Bunlara daha sonraki Türk-Moğol kavimlerinin ataları olmuşlardır. Bazı bilgileri göz önüne alarak bunlardan Junğların Moğolların, Ti, H’yenyun ve Hün-yuların ise Türklerin ilk cetleri olduğu görüşü ileri dürülebilir. Daha sonraki Türk kavimlerinin şeceresini göz önüne alırsak, Türk boyları genelde iki büyük boydan teşekkül etmişlerdir. Tilerden Ti-Li, daha sonra Ting-Ling, onlardan da Töles ve Oğur/Oğuzlar; H’yenyun ve Hün-yulardan ise Hunlar, Hunlardan ise Göktürkler türemişlerdir. Bunu kanıtlayacak bazı bilgiler mevcuttur. Örneğin, Çin yıllığı Ch’un-ch’iu’nda yer alan bir bilgini yorumlayan Bahaeddin Ögel’e göre, Ti adı, m.ö. 10. Yüzyılda (yani, m.ö. I. Bin yılda) “kuzeydeki bir kısım Türk kitlelerine toptan verilen bir isimdir. Chao döneminde bunlar sıkça Çin’e saldırı düzenlerdiler”. Yine aynı müellif, bir diğer Çin kaynağına dayanarak şöyle der: “Kao-ch’eler (yani Çince karşılığı Yüksek Arabalılar olan Tölesler gastedilmektedir – E.N.) eski Kırmızı Ti’lerin neslinden, geri kalan kısımlarındandırlar. Onların ilk adları Ti-li idi. Kuzey bölgelerinde iken adları Ch’ih-lo idi. Bütün Çinliler onları Kao-ch’e ve Ting-Ling sayarlar. Onlar, Hsiung-nu (Hunlar)’la aşağı yukarı aynıdırlar. Fakat zamanla küçük farklar meydana geldi. Onların atası Hsiung-nu’ların yeğeni idi” (4).

Bu bilgi, Tilerin Hunlarla akraba boy olduğunu, yeni ikisinin de adını bilmediğimiz bir ana boydan türediğini, daha sonraki Oğur, Oğuz, Uygur, Ting-Ling ve Kao-ch’e (Töles) kavimlerinin Türklerin Ti kanadından indiğini ortaya koymaktadır (5). Burada dikkati çeken bir husus daha vardır. Aktarılan bilgiler, m.ö. I. Bin yılında Tilerin birkaç kola ayrıldığını göstermektedir. Türk hakimiyet ve boy anlayışına göre, boyların sağ-sol, renklere göre ise ak-kara, ak-kırmızı-yeşil ved. biçiminde bölünmesine ilk defa Tilerde rastlamaktayız. Zira Tiler de bu dönemde Kırmızı Ti ve Ak Ti olarak ayrılmışlardır (6).

Böylece, bu bilgiler, bize Tilerin Türk kökenli bir kavim olduğunu ve tarihte adı geçen ilk Türk kavmi (m.ö. III. Binyıldan itibaren) olduğunu söylemek olanağı vermektedir. Büyük Hun Devleti döneminde diğer Türk kavimleri gibi Tiler de bu devletin yönetimi altına girmiştir. Hunlar döneminde Çin kaynakalrı artık Tilerden söz etmezler. Onların adı bu defa kaynaklarda Ting-Ling biçiminde geçmektedir. Ahmet Taşağıl’ın verdiği bilgilere göre, “Mo-tun (Mete) tarafından Büyük Hun İmparatorluğu m.ö. 206 (206) yılından sonra Orhun nehri havzasında hızla geliştirlmeğe başlandığında, etrafındaki değişik kavim ve byları teker teker hakimiyeti altına aldı. Bu anda karşımıza konumuz itibariyle Baykal Gölü’nün batısından Güney Sibriya’ya Yenisey havzasına kadar uzanan sahada önemli en eski Türk boylarından Ting-Ling’ler çıkmaktadır. Ting-Linglerin yönetici olan grupları da bu sahada yaşıyordu. Onların batı grubu İrtış Irmağı, güney grubu ise Gobi Gölünden Çin’e doğru yayıldı. Kuzey grubunu ise Baykal-Yenisey civarında yaşayanlar oluşturuyordu. Batı grubu önce Güney Kazakistan’a sonra Avrupa’ya, güney grubu Sarı Irmağın doğduğu yere doğru yayıldı” (7).

Buradan anlaşılan, Ti boyları Hunlar döneminde Ting-Ling adıyla tanınmakta olup, oldukça geniş bir alana yayılmışlardır. Onların yayıldıkları sahalar Göbi Gölü’nden başlayıp Aral Gölü ve Ural nehrine kadar uzanıyordu. Kaynaklar üzerine çalışma yapan araştırmacılar Ting-Ling adının ne anlama geldiğini de ortaya çıkartmışlardır. Bu isim Çin kaynaklarında T’ieh-le (okunuşu dek-lak0ti-lig, teg-reg), Ti-li (okunuşu: d’iek-liek, tiglig; Pulleyblank’a göre, dejk-lejk, drik-lek, dek-lek, t’ek-lek), Ch’ieh-le (okunuşu: t’iek-lek) ve T’e-le (bu ad daha sonra Tele/Dulu Türk kavimlerinin isiminde de rastlanılacaktır) (okunuşu: d’ek-lek) biçiminde geçmekte ve Türk –Moğol dillerinde kullanılan telegen, terge, tergen – araba; Tegreg – çember, kasnak, Tegrek
Böylece, W. M. McGoven, Tuan Lien-ch’en ve A. Taşağıl’ın da ortak görüş olarak belirttikleri gibi, “Neticede Ting-Linglerin Baykal Bölü’nün batısından Yenisey nehrinin kaynakları, Güney Sibirya ve Batı Kazakistan bozkırlarına kadar uzanan bir sahaya yayılmış olmaları söz konusudur. Diğer taraftan arkeolojik araştırmaların sonucuna göre m.ö. XII-VII asırlara arasında varlığını sürdüren Karasuk kültürünün Ting-Linglerin atalarına ait olduğu ileri sürülmektedir” (9).

Hunların çöküşünden sonra, Türk-Moğol karışımı Siyenbi kavimlerinin ortaya çıkışı, ardından da Ju-juan (Juan-juan) ve Uar (Avar, Uar-Hun, Ak-hun) boylarının eski Hun toprakalrında siyasi bir güç olarak belirmesi Ting-Linglerin yeniden isim değiştirmesine ve farklı adlar altında ortaya çıkmasına yol açmıştır. Miladan sonra V. Yüzyılda Ting-Linglerin iki kısma ayrıldıkları ve iki yeni isim altında ortaya çıktıkları görülmektedir. Birinciler doğuda, yani Gobi çevresi ile Orta Asya’nın doğu kesimlerinde yerleşen Çin kaynakalrında Kao-ch’e-Ting-ling biçiminde gösterilen Töleslerdir. A. Taşağıl’a göre, “Tabgaç (yani Toba, Çince adıyla Wei – E.N.) devrinde kuzeyde (Çin’in kuzeyinde, yani şimdiki Moğolistan’da – E.N.) yaşayan Türk kavimlerinin adları Kao-ch’e-Ting-ling şekliyle birleşik yazılmıştır. Bu da bize Ting-ling – Kao-ch’e – Töles devamlılığını ve bağlantısını göstermektedir” (10). İkinci gurup ise Güney Sibirya ve Kazakistan bozkırı boyunca batıya uzanarak Doğu Avrupa sahasını eline geçiren Ogurlardır. Ogur adı, Oğuz adının Türk dilinin “r
Ogur/Oğurlar Ting-lingler kanalıyla Ti’lerden geldikleri kesindir. Bu husutaki Çin kayıtlarını derleğen A. Taşağıl Ogurlar hakkında şöyle der: “Tarihi kaynakalrın ışığında Ting-ling’lerin batı grubundan çıktıkları anlaşılan Ogurlar, Doğu Avrupa’ya doğru göç etmeden önce üç ayrı kütle halinde yaşıyorlardı. Birinci kütle: Sır-Derya-Çu ırmakları arasında; ikinci kütle: Emba nehri havzası yani kuzey batı Kazakistan bozkırlarında; üçüncü kitle ise Yayık ırmağı civarında yaşıyordu. Büyük ihtimalle birinci kütle On-Ogurları, ikinci kütle Otuz Ogurları, üçüncü kütle ise Dokuz Ogurları meydana getirmiştir”.(12)

Batıya, yani Doğu Avrupa, Karadeniz ve Hazar bölgesiyle ta Güney Kafkasya’ya, Doğu Anadolu’ya yayılan yayılan Ogurlar (bir nevi erken Oğuzlar diyebileceğimiz bu Ting-ling kavimleri) kendi bağımsız boy adlarıyla da karışımıza çıkmaktadırlar. Bunlar boy adlarının sonunda “ogur/gur” adını barındıran isimlerle anılmaktalar. Kaynaklarda bu Ogur boylarından Sarogur (Sarı/Ak/Ogur), Bittigur (Beş Ogur), Ultingur-Altziagir (Altı Ogur), Kutrihur-Kuturgur (Tukutgur-Dokuz Ogur), Ungur-Hunugur (On Ogur), Utigur/Uturgur (Otuz Ogur).(13)

Ogurlar, 461-465 tarihlerinde Sabirler tarafından Ural dağlarının doğusundan batısına itilmişlerdir. Sabirlerin etkisiyle batıya çekilen Ogurlar burada yeni bir yapılanma içine girmiş ve uzun bir süre Bizans’ı, Sasanileri meşgul etmişlerdir. “Kafkasların kuzeyinde, Azak denizinin doğusunda On-Ogurlar, Don-Volga arasında yani daha kuzeyde Otuz Ogurlar, batıda Dnyeper’e doğru Doğuz Ogurlar”(14) oturmaktaydılar. Ogurların büyük bir kısmı Güney Kafkasya’ya inerek şimdiki Azerbaycan ve Ermenistan’da yerleşmişlerdir (15).

Göktürk devletinin ortaya çıkması Moğolistan’da Ju-juan-Apar (Avar) devletinin çökmesine neden olmuştur. bunun üzerine Avarlar Sabirleri yerinden oynatmış, Sabirler de Ogurları daha batıya sıkıştırmışlardır. Ama Göktürk tehdidi artınca Avarlar daha batıya gelmişlerdir. Bu göç harekatı Ting-linglerin iki kolunu, yani Ogurlar ile Tölesleri biribirnden ayırmıştır. Ogurlar Batı Türklüğü içinde erimişlerdir. Bunlar sırasıyla Sabir, Avar, Hazar, Peçenek ve Kıpçaklar arasında yer almış, önemli bir ksımı da Bulgarlara, Ruslara, Bizansa karışarak izini kaybettirmiştir. Orta Asya’da kalan Ting-linglerin Töles boyları Göktürk hakimiyetini kabul etmiş ev daha sonra ortaya çıkacak Oğuz teşekkülünün temelini oluşturumuşlardır. Böylece, elimizdeki kaynaklar bize kesin ve net biçimde Oğuzların Ti’lerden geldiklerini söylemeğe olanak tanımaktadır.


Kaynakça
1. Gumilev L. N, Hunlar, çev: D. Ahsen Batur, Selenge Yay, İstanbul 2002, s. 28.
2. Eberhard W, Çin’in Şimal komşuları, çev. Nimet Uluğtuğ, TTK Yay, Ankara 1942, s. 119.
3. Bu görüşler için bkz. Eberhard, Çin’in şimal., s. 119.
4. Çin yıllıkları Ch’un-ch’iu, Wei-shu ve Pei-shih’de geçen bu bilgiler için bkz. Ögel B, “İlk Töles Boyları: Ugur, Ting-Ling ve Kao-ch’e’ler”, Türk Tarih Kurumu Belleten Dergisi, cilt: XII, Sayı: 48, Ekim 1948, Ankara 1948, s. 811-812, dipnot. 76-79.
5. Nitekim, B. Ögel, Ugur/Ogur boyların ilk Töles, yani Ti boylarının sonraki devamcıları olarak tanıtmaktadır. Aynı makale, s. 801-805.
6. Bu hususta bkz. Eberhard, Çin’in şimal, s. 117; Ögel, İlk Töles boyları, s. 811, dipnot 76.
7. Taşağıl A, Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları, TTK Yay, Ankara 2004, s. 7.
8. Golden P. B, Türk Halkları Tarihine Giriş: Ortaçağ ve Erken Yeniçağ’da Avrasya ve Ortadoğu’da Etnik Yapı ve Devlet Oluşumu, çev. Osman Karatay, KaraM Yayınları, Ankara 2002, s. 75.
9. Bu ve diger kaynaklar için bkz. Taşağıl, Çin kaynaklarına göre eski Türk boyları, s. 8.
10. Aynı eser, s. 11, dipnot 17-18.
11. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 77-78’de “Oğur Türkçesi” kısmına.
12. Taşağıl, Çin kaynakalrına göre Eski Türk boyları, s. 14.
13. Aynı eser, s. 14-15; Bu kavimler hakkında geniş bilgi için bkz. Golden, Türk Halkları tarihine giriş, s. 78-84.
14. Taşağıl, Çin kaynakalrına göre Eski Türk boyları, s. 15.
15. Djafarov Yu, Gunni i Azerbaydjani, Elm neşriyatı, Baku 1993, s. 1-100.

Pazar, Nisan 06, 2008

Epistemoloji

İdrak (Algı)

Bilginin Oluşum ve Gelişim Süreci Olarak Algı
İdrak (algı) felsefesi (gnosoloji veya epistemoloji) teorik felsefenin bir parçası olup; algının doğası, olanakları ve sınırları, bilginin gerçekle ilişkisi, algının öznel ve nesnel sorunlarını öğrenir; algı sürecinin genel ilkin koşulları, bilginin doğruluk koşulları, hakikatın ölçüsü, algının biçim ve düzeyleri ve bir dizi diğer sorunları öğrenmektedir. Bir diğer anlamda algı – bilginin edinilmesi ve geliştirlmesi; onun sürekli derinleştirilmesi, genişlendirilmesi ve olgunlaştırılması sürecidir.
İnsanların edindikleri bilgi, aynı zamanda onların özel ve toplumsal sermayesidir. Gelişmiş çağdaş toplumun serveti çoğu zaman bilgi düzeyinde ortaya çıkır; bilgili, eğitimli insanlarca oluşturulur.
Epistemoloji, Eski Grekçe episteme=bilgi ve logos=bilme sözcüklerinden türedilmiştir. Epistemoloji, algı sürecinin genel eğilimleri ve sonuçları olan bilgini öğrenir. Bilginin yorumlanması varlık hakkında öğrenim (ontoloji) ile birlikte geleneksel teorik felsefenin parçası hesap edilir. Avrupa klasik felsefesinde bu yorum genelde “insan aklı” hakkında genel öğrenim kapsamında araştırılırdı. Bizim algı hakkında şimdiki tasavvurumuzun temelini atmış Descartes, Locke, Leibnez, Yum, Kant sırf bu içerikte anlaşılmışlardır. XIX. Yüzyılın ortalarından itibaren felsefenin bu alanı özel felsefi dal gibi düşünülmeğe başlanmıştır. Onu bu dönemde geenlde gneseoloji (Grekçe gnosis=algı) adlandırılmıştır. Son on yıld epistemoloji tanımı daha ziyade İngiliz dilli ülkelerde kullanılmaktadır. Bazı düşünürler, özellikle C. Popper, sadece bilimsel algını araştırılmasını epistemoloji olarak tanımlar.
Bir takım bilim dalları da algı sorunuyla ilgilenemktedir. Örneğin R. Wolf’a göre, “...psikoloji de algını öğrenir, ancak epistemoloji algının iç mekanizmasıyla az ilgilenir, bizim nasıl düşünmemizi, ne bildiğimizi belirlemenin, kanıtlamanın veya öne sürmenin mümkünlüğü ile ilgilenir” (Volf R. P, O filosofii, Moskva 1996, s. 39).
İnsanın yaranmasıyla birlikte onun algısı da yaranmıştı. Materialist düşünürlere göre, algı gerçekliğin yansımasının özel biçimidir; yansıtma materianın genel özelliğidir. Dialektik materalizme göre, genellikle şuur (bilinç) yansımanın en yüce biçimidir; böyle yansıma ise insanın çıkarına uygun olarak emek, üretim uğraşı esasında çevresel gerçekliği değişmek yoluyla sadece insan toplumunda gerçekleşir; anlaşılan, sadece insana özgüdür. Örneğin, Lenin’in Yansıma Teorisi. Ancak bu anlayış Rus düşünür V. A. Lektorskiy tarafından şöyle eleştirilmiştir: “duygunu nesnel alemin öznel sureti düşünmek basitçe sesualist bir yaklaşımdır ve her halde geçen yüzyılın ortalarında (XX. Yüzyılın ortaları – N.M.) kesin biçimde anakronizme dönüşmüştür” (Lektorskiy V. A, Epistemologiya: klassiçeskaya i neklassiçeskaya, Moskova 2001, s. 8).
Mitolojide ve cosmogonide olduğu gibi algı çabası her şeyden önce dünyanın doğasını, onun yapısını ve insanın burada edindiği konumu anlamağa yöneliptir.
Bir dizi çağdaş Avrupalı düşünürlerin kanısınca, son dönemlerde algı teorisiyle düşünürlerden daha ziyade doğabilimlerinin temsilcileri ilgilenmişlerdir. Örneğin, Alman düşünür ve mantık bilimci H. Reyhenbach (1881-1953) göre, “ilginç olsa da XIX-XX. Yüzyıllarda kesin algı teorisi düşünürler tarafından değil, doğabilimciler tarafından oluşturulmuştur” (Reyxenbax G, Filosofiya prostranstva i vremeni, Moskova 1985, s. 14).
Algı teorisi, daha eski düşünürlerce öne sürülmüştür. Demokritus, algını yansıma olarak düşünürken; Platon, ruhun önceler arı düşünce ve güzellik saltanatında olduğu hakkında kendi tasavvurunu hatırlamasını algıyla aynılaştırırlar. Son dönemde materialistler, yansıma anlayışını pasif, seğirici süreç biçiminde açıklamaktalar. Tüm dönemlerin idealistleri yansımaya karşı çıkarak, algını öznenin keni bilincinin, ruhunun derinliğinden çıkardığı anlayışlar, kategoriler, idealar sistemini oluşturması süreci gibi, yani bilginin kendi-kendini oluşturması süreci olarak yorumlarlar. İdealizmin buradaki güçlü savı, algılayan öznenin, onun ruhunun, bilincinin yaradıcı etkinliğini daha da geliştirmesidir.
Algı, bilincin içeriğinin şekillenemesi olarak karmaşık bir süreç olup; dünya hakkında bilginin elde edilmesi ve geliştirilmesi sürecidir. Algı kendinin düşünmek, çevreni, aynı zamanda kendini kavramak yeteneğini göstern bilincin yardımıyla uygulamaya konulur. Bilgi, tüm algı sürecinin sonucudur. Algı süreci etkinlikte olan bilinçtir. Bunun yanı sıra bilgi, bilincin mevcutluk üsulüdür.
Algı tarihen gelişen ve bununla da salt insani süreç olarak bilginin korunması, toplanması, çokalmasıdır. Böylece, algı insan kimliğinin manevi gelişimidir.
Algı aynı zamanda hakikatın düşünülmüş biçimde kavranılması ve pratikte uygulanmasıdır. Algı da pratik gibi bazı hallerde direkt, bazı hallerde dolayı yolla tüm insan etkinliğini karakterize etmektedir.
Bizim düşüncemizin gerçek dünyanı kavramak yeteneği var mıdır? Bunu imkansız sayan düşünürlere agnostikler denilmektedir. Bunlardan biri olarak Kant’a göre, insan sadece kendi yarattığı şeyler hakkında bilir. Yeni Kantçılara göre, bu bilgi bizim hakkında hiç birşey bilmediğimiz ilk başlangıç tarafından yaradılır. Çünkü mutlak bilgiye sahip olmak olanaksızdır. Buna rağmen agnostikler bilimsel bilginin gücünü inkar etmiyorlar.
Algı teorisinin merkezi sorunlarından biri: kendini kavramaktır. Felsefi anlamda kendini kavramak – insanın kendi cismani doğasını bimesi ve hatta kendi ruhunun duyu, hiss ve emosya gibi taraflarını kavraması değil. Bu – insanın kendini kavrama yeteneğini, tefekkürünü, aklını kavramaıdır. Ama bu oldukça zor bir iştir, hatta bazı düşünürlere göre olanaksızdır.
Tüm felsefe gibi algı felsefesi de çağdaş dönemde Descartes ve Kant’ın temsil ettiği ve rasyonallığın klasik çeşidini yansıtan geleneğe yeni yaklaşım sorunu karşısındadır. L. Witgenshtein, M. Haidegger, J. Derrida’ya göre, bu gelenek ya tümden bir tarafa fırlatılmalı, ya da önemli biçimde öğrenilmelidir.

Algının Öznesi ve Nesnesi
Özne ve nesnenin karşılıklı ilişkisi felsefenin sonsuz sorunudur. Felsefe için algının nesnesi tümden dünya, bu dünyaya ait olan bu veya şu sonuçların çıkarılması olanağıdır. Ancak nesne araştırma kamsamından daha geniştir. Aynı nesne çok sayıda araştırmaya konu olabilir. Nesne kavranılan, özne ise kavrayadır. Algı sürecinde özne-nesne karşılıklı etkisini iki yönde yorumlarlar: ilki, marksistlerin öne sürdüğü felsefenin başlıca sorunu kapsamında, yani materianın bilince ilişkisi kapsamında. Burada nesne birinci, önze ikincidir. İkincisi, özne ve nesnenin karşılıklı etkisi gerçekliğin kendinin karşılıklı etkisinde olan iki biçimidir. Bu gerçeklikte ise kavrama faaliyeti sonucunda manevi süreç gibi hareket edir.

Duyusal Algı ve Onun Biçimleri
Algı – öğrenilen şeylerin duyuların yardımıyla insan tarafıdan yansıtılmasıyla başlar. Farabî’ye göre, “Hissiyat sahası – yaradılan dünyadır. Yaradılandan ve hükümden yüksekte olan (İlk Varlık) ham hisiyattan, hem de akıldan gizlidir. Ancak onun gizliliği onun açılmasından farklı değil; zira, Güneş tutulduğundan o daha açık gözükür”( Al-Farabi, Estestvenno-nauçnıe traktatı, s. 269-270).
Duyu. Duyu en basit hissi surettir.
Kavrama. Eşyaların tam sureti insanların bilincinde algının yüksek biçimi olan kavrama düzeyinde belirir. Kavrama duyular sonucu belirir. Fakat, kavrama duyuların toplamı değildir. Bu eşyanın tam suretidir ki esas insanın hiss organlarının doğrudan kabul edebileceği dış özelliklerin, niteliklerin, tarafların toplamı kendinde birleştirir. Kavrama – duyulara göre hissi algının daha karmaşık biçimidir.
Tasavvur. Eşyaların insanın hiss organlarına doğrudan etki etmediği zaman onu görmektir. Önceden bizim duyularımıza çarpmış, kavranılmış, sonradan ise bellenimize kaydedilmiş eşya ve olayların gerektiği zaman bilinçte yeniden canlanmasıdır.
Tahayyül. Tahayyül, kavrama sürecini tekrarlar ve bizim psişik yarma olanaklarımızın daha bir örneğidir.

Somut Düşünce ve Onun Biçimleri
Somut düşünce süreci algının teorik düzeyinde gerçekleşir ve üç temel biçimde sürer: anlayış, muhakeme ve akli sonuç.
Anlayış: anlayış eşyaların, olayların en genel, esas ve gerekli özellikleri, alametleri, niteliklerini yansıtır. Anlayış herhangi düşünce olayının esasını oluşturur, yani anlayışsız fikir yoktur. Anlayış, söz ve cümle ile tanımlanır.
Anlayış, muhakemelerin tamamlanmış toplamıdır. Özne kendinin zihinsel faaliyetlerinde anlayışlarından yararlanarak muhakimeler öne sürür. Tüm mantıksal muhakemeler elementar tekiller gibi anlayışlardan oluşmaktadır.
Muhakeme yürütmek için özel yeteneğe intellekt denilir. İlkin esas hesap edilen birkaç muhakemeden sonuç hesap edilen yeni muhakeme çıkarılmasına akli sonuç denilir.

Hakikat Hakkında Öğreti
Felsefenin amacı hakikata varmak değil, onu aramaktır. İbn Rüşt’e göre, “bir şeyin hakikilik koşulu onun herkez tarafından itiraf edilmesi değildir. zira, herkez tarafından itiraf edilme, her keze malum olmaktan öte birşey değildir. Bir şeyin herkezce itiraf edilmesinden kesinlikle bir sonuç çıkmır, ki bir şey ne ise kendi kendiliğinden hakikidir” (Averroes, Oproverjenie oproverjeniya, Kiev-SPb. 1999, s. 13).
Hakikatın neliği hakkında farklı görüşler mevcuttur. Hakikat nesneldir, aksi halde o hakikat olamaz. Hakikat ideal olaydır, çünkü o fikrin özelliğidir, tüm fikirler de idealdir. Hakikat – düşünce ve varlığın aynılığıdır. Hakikat sadece Allah’tır.
Ontoloji, hakikatı kanıtlara uygunluk olarak öğrenir; epistemoloji ise hakikatı bizim düşüncemizin – bilgi ve inancın özelliği hesap ediyor. Max Blank’a (1858-1947) göre, “bilimsel idealerin önemi çoğu kez onun içeriğinin hakikiliğinde değil, değerinde bulunur” (Sbornik k stoletiyu so dnya rojdeniya Maksa Planka, Moskova 1958, s. 60). Gazzali’ye göre, “Hakikatın mantık yoluyla yüze çıkarılması algı demektir. Kendini bu duruma getirmek aynı anı doğrudan yaşamaktır. İyi niyetle diğerleriyle konuşmaktan ve onların deneğiminden elde edilmesi mümkün olan ise inançtır” (al-Gazali, İzbavlyaşiy ot zablujdeniya, Bkz. Averroes, Oproverjenie, s. 569).
İki tür hakikattan söz edilir: mutlak hakikat ve göreceli hakikat. Bilim, mutlak hakikatı inkar etmiyor, aksine onu gittikçe geliştiriyor. Mutlak hakikat nesne hakkında tam ve her yönlü bilgini kendinde birleştiren hakikata denilmektedir. Göreceli hakikat, herhangi bir şey hakkında sınırlı bilgidir.

Hakikatın Ölçüsü
Herhangi bir düşüncenin hakikatı veya yanlışlığının çözümlenmesine hakikatın kriteri denilmektedir. İnsan etkinliğinin tetkiki ile ilgilenen felsefi bilgiye praksioloji (yunanca praksioloji=etkinlik) denilir. Marksist felsefede buna praktika denilmektedir. Praktika, felsefi katgori gibi insanların her şeyden önce kendi maddi ve aynı zamanda manevi gereksinimlerini öğrenmeye doğru yöneldikleri maddi-değiştirici etkinliği demektir. Ancak, Maksist düşünürlerin çoğu bunu kabul etmiyorlar. Fransız düşünür T. V. Adorno (1903-1969) teori ve pratiğin ilişkisi hakkında şöyle der: “hiç tesaadüf değil ki marksist felsefede biçimlendirilen ve sonralar Lnein tarafından teorik yönden geliştirilen teori ile pratiğin birliği hakkındaki düşünce, genellikle, sonuçta herhangi teorik anlamda yoksun “diamat”ın kör dogmasına dönüşürdü. Burada praktizm biçiminde hem sonsuz irrasyonelizm, hem de baskıya ve insanı ezmeğe yönelik pratik ortaya çıkmaktadır” (Adorno T. V, Problemı filosofii morali, Moskova: Respublika 2000, s. 8-9).

Algı ve Yaratma
Algı sürecinde insan bireğin sahip olduğu tüm bilgiden yararlanır, konunun koşullarına açık biçimde katılmayan içeriğini açır, onun malum olan bigiyle kıyaslar, öğrenir, sorun durumu yeniden değişir ve sorunun çözümü başlayır.
Yaratma, özne ile nesnenin öyle bir karşılıklı etkisidir ki burada özne etkendir, dış dünyayı değiştiren, nesne ise öznenin kendi faaliyetine yöneltdiği şeydir. Nesnenin özelliği aynı faaliyetin içeriğini belirleyir. Bununla birlikte yaratma aynı zamanda öznenin kendisinin değişmesi, onun manevi ve fiziki yeteneğinin gelişimi demektir.



Bilimsel İdrak ve Yöntemleri

Bilimsel Algı’da İdea, Sorun, Hipotez, Konsept, Teori
İdea (Grekçe idea=gözüken şey, suret) anlam, önem, içerik anlayışlarını ifade eden felsefi kavramdır.
Problem (Grekçe roblem=engel, zorluk, görev) algının gelişimi sürecinde ortaya çıkan ve çözümlenmesi önemli ameli veya teorik ilgi taşıyan sorun veya sorunlar yığınına denilir. Popper’e göre, “...bilim sorunlardan başlar ve sonra onlarla rakabette olan ve eleştirel değierlednirilen söylemelre doğru gelişir” (Popper K, Logika i post nauçnogo znaniya, Moskova: Progress 1983, s. 485). Gadamer’e göre, problem “soru ve yanıt mantığı aracılığıyla” anlamak olanaksızdır (Gadamer X, G, İstina i metod, Moskova: Progress 1988, s. 443).
Hipotez (Grekçe hypothesis=esas, ihtimal, sanı), hakikiliği kanıt talep eden bilimsel sanıdır. Hipotezte yasalar ayrıca ortaya konulmur, çünkü içerik hiçbir zaman eşyanın yüzeyinde bulunmuyor. Hipotez belli kanıt ve olayları doğuran nedenler hakkında temellendirilmiş, bilimsel yönden düzenlenmiş bilgilere karşı olamayan öneriye denilir. Hipotezin başlıca özelliği onun sanı özelliği taşımasıdır.
Konsept (Latince conseptio=anlama, sistem) temel fikir, idea, herhangi olayı kavramak ve açıklamak yöntemi. Deleauz ve Guatarri’ye göre, “felsefe konsept bişimlendirmek, keşfetmek, oluşturmak sanatıdır. Filozof konseptin dostudur ve potensial olarak ona bağımlıdır... daha kesin söylersek, felsefe konsept yaradıcılığından ibaret bir öğretidir” (Delez J – Gvattari F, Çto takoe filosofiya, SPb: Aleteyya 1998, s. 10, 13-14, 25).
Teori (Yunanca Theoria=gözlem, araştırma, nazariye) algının tüm diğer biçimlerini bir tüm halinde birleştirir ve mükemmel mantıksal sisteme dönüştürür.

Algının Amprik ve Teorik Düzeyi
Bilimsel algının iki çeşidi bulunmaktadır: rasyonel ve amprik algı. Kant arı ve amprik algını birbirinden ayırmaktadır. Her algı deneyden başlar. Dış etkenler bizim duyularımıza sadece etki eder, insanın algı yetisini harekete geçirir. Bilimin amprik aşamasında başlıca görev kanıt (Factum=görülen iş, gerçekleşen iş) toplamaktır. Bilimde kanıt (factum) iki anlam taşır: gerçekte mevcut olan olay gibi; bu veya şu öneri konteksinde kanıtın tasvir edilmesi.
Teori kategoriler sistemidir. Bilgilerin toplamı teori olarak belirir ve buna göre teori somut zihinsel etkinliğin sonucu hesap edilir. T. Parsons’a göre, “doğal olarak hakiki teori kanıtlara dayanmalıdır. Ancak buradan şu sonuç çıkmaz, teoriden asılı olmadan ortaya çıkarılan kanıtlar teorinin nasıl olmasını belirleyen ve yahut teori hangi kanıtların açılacağını belirlemelidir ve bilimsel arayışlar hangi yönde yürütülmelidir” (Parsons T, O strukture sotialnogo deystviya, Moskova: Akademçeskiy Proekt 2000, s. 47-48).
Teorinin işlemleri şunlardır: a). Sintetik işlem – ayrı ayrı doğru bilgilerin tam, tüm biçimde birleştirilmesi; b). metodolojik işlem – teori doğrultusunda araştırma faaliyetinin çeşitli yöntemlerinin, araç ve üsullerinin biçimlendirilmesi; c). Önceden görme yeteneği işlemi; d). pratik işlem – teorinin pratiğe tatbiki.


Bilimsel Yöntem
Yöntem (Yunanca methodos=amaca ulaşmanın üsulü) en geniş anlamda herhangi sorunun teorik, algı, pratik yönden çözülmesi yoluna, üsulüne, kurallarına denilri. Metodoloji, bilimsel algının yöntemleri, onların teorik yönden yönlendirilmesi hakkında öğretidir. Yötemelr iki türdür: 1. Net ilmi veya özel metotlar; 2. Genel bilimsel yöntemler.
Yöntemler bilimin içeriğini oluşturur, onun birliğini ve gücünü temin eder. Onlar hakikatın açılmasına ve temellendirilmesine yönelmiş işlerin teşkilini ifade edir. Çağdaş bilimde yöntem sorununun oluşturulmasının iki yönü bulunmaktadır: Birinci yön, intelektin etkinliğini açıklamakla ilişkilidir ve bilimsel düşüncenin psikolojisini araştırır. İkinci yön, onun yüksek uzmanlaşmasının esaslarının açılması ile ilişkilidir.

Sinerji
Sinergetika (sinerji) karmaşık sistem, kaosda belli kuralın nasıl oluşması ve hem de bu kuralın er-geç dağılması hakkında bilimdir. Sinerji, kendi kendini oluşturan karmaşık sistemler hakkında bilimdir. German Haken (1927), “ben, sinerji sözcüünü önerirken aşağıdaki yorumu da ekledim: karşılıklı etki hakkında öğreti, ayrı ayrı parçalardan oluşan sistemlerde faaliyet gösteren genel yasaların araştırılması” (Jurnal Voprosı filosofii, No: 3, 2000, s. 54). O, sinerji’nin içeriğini şöyle açıklamaktadır:
1. Sistemin araştırılması birbirne karşılıklı etki gösteren bir kaç veya daha ziyade aynı ve yahut çeşitli kısımlardan oluşmaktadır.
2. Bu sistemler çizgisi değil.
3. Fiziksel, kimyasal ve biyoloji sistemleri gözden geçirende sıcaklık karşı koymasından uzak olan açık sistemlerden söz getmektedir.
4. Bu sistemler içsel ve dışsal kıpırdamalara maruz kalırlar
5. Sistemelr düzensiz olabilir
6. Nitelik değişimleri olabilir
7. Yeni emercent (meydana gelen) nitelikleri ortaya çıkır
8. Mekan, zaman, mekan-zaman ve yahut işlevsel yapılar ortaya çıkır
9. Yapılar düzenlenmiş veya kaos durumunda olabilir
10. Çoğu durumlarda matematikleşme olanaklıdır (Aynı dergi, s. 55).
Sinerji’nin metodolojik temeli “düzen kaostan yaranır” önerisidir.

Başlıca bilimsel ve mantıksal yöntemler
Bilimsel ve mantıksal yöntemler şunlardır:
Gözlem, araştırılan nesnelere ait parçaların amaca uygun, önceden düşünülmüş biçimde kabul edilmesi, kavranılmasıdır. İki türlü gözlem vardır: 1. Olayların dıştan gözlenilmesiyle ilgilenen sade veya basit gözlem; 2. Birlikte uygulamaya konulan ve olayı içten yorumlayan gözlem.
Exsperiment (Latince experimentum = deney), nesnenin özellik ve ilişkileri hakkında bilgi elde edinmek amacıyla oluşturulmuş özel ortamda onun uygun biçimde değiştirilmesi veya yeniden oluşturulmasıdır. Deney, yapısal (struktur) ve işlevsel (Funksiyonel) özellik taşımaktadır. İlkinde olayların teknik akarına bilinçli müdahale; ikincisi ise bu veya şu ilişkilerin neden ve sonuçları hakkında olasılıkları kontrol etmektedir. Haidegger’e göre, “Doğa bilimlerinde araştırma alanında ve açıklamanın amacından bağımlı olarak araştırma deney sayesinde yürütülür. Bu şu demektir, bilimsel deney sayesinde araştırma olur, aksine deney ilk defa orada ve sadece orada mümkün olur ki doğanın kavranılması artık araştırmaya dönüştürülür. Çağdaş fizik kendi temelinde sadece ona göre matematikleşir ki o deneysel olabilir” (Xeydegger M, Vremya i bıtie, Moskova: Respublika 1993, s. 44).
Analiz, düşünce biçimi gibi araştırılan önceliğin esasen fikirde onu oluşturan kısımlara, taraflara, özelliklere, ilişkilere, gelişim aşamalrına ved. ayrılmasıdır.
Sintez, parçalanmış kısımları tam sistemde birleştirmek.
İnduksiya, genel sonuç özel fikirlerden oluşur.
Deduksiya, genel öngörülerden özel sonuçlara yönelen ailgı yöntemi.
Analoji, (Yunanca analogia=uygun düşme) aynı olmayan nesnelerin bazı tarafları, nitelikleri, ilişkileri arasında benzerlik.
İdealleştirme, gerçekliği mevcut olamayan ve hayata geçirilmeyen, ancak gerçek yaşamda önreği olmayan nesneler hakkında anlayışlar oluşturmak üsulü. “Bilimde yeterli kadar sıkça olayların sadeleştirilmiş modeli kurulur. Bu türden sadeleştrimeni de sıkça idealleştirme adlandırırlar. İdealeştirmeni – bilimsel benzerini sadeleştirme gibi ve yahut ciddi bilimsel anlayışlar oluşturmak gibi anlamakla aynılaştırmak olmaz” (Kanke V. A, Osnovnıe filosofskie napravleniya i kontseptsii nauki, Moskova: Logos 2000, s. 206).
Modelleme, yeni bilgi edinmek amacıyla nesneye, onun özelliklerini ve ilişkilerini değiştirmek yönünde amaca uygun etki göstermedir.
İntuisionizm veya construktivizm (kurucusu Holandalı matematikçi L. Bauer) riyazi yapıların başlangıcını formalistler yaptığı gibi semboller ile değil, intelektin açık riyazi intusiyalarla (Latince intueri=dikkatle bakmak) ilişkilendirirdler.
Soyutlaştırma (Latince abstracto=aralamak, uzaklaşmak) ve netleştirme’de, “burada biz raslantısal, önemsiz taraflardan uzaklaşır ve bilmi, nesnel algıya ulaşmak için genel, gerekli, önemli yönleri ayırırık.. Absrtac, anlayışların oluşması aracıdır” (Filosofskiy entsiklopediçeskiy slovar, Moskova: İNFRA 1999, s. 9). Netlik (Latince concretus=bitişme) çeşitliliğin birliğidir.
Mantıksal ve Tarihi metotlar: tarihsel denince hareket eden ve gelişen; mantıksal denince nesnel dünyanı insan bilincinde ideal biçimler biçiminde yansıtan düşüncelerin biribiriyle belli ve gerkli ilişkisidir.
Sistem metodu. Nesnenin kendi aralarında karşılıklı ilişkide olan elementlerinde olulşan tam sistemelr olarak öğrenir, araştırmayı karmaşık nesnenin çeşitli ilişkilerini ortaya çıkartmağa yönelir ve bu ilişkileri tek teoride birleştirir.


Bilim

Bilim
Bilim – insan tarafından toplanmış bilgi sistemidir, varlığı kavramaya yöneldilmiş insan etkinliğidir. Bilim sadece bilgi sistemi değil, aynı zamanda bilgi üretimi , hem de onların esasında yaşama dönüştürülen pratik etkinliktir. Kant’a göre, bilim doğayla diyaloga girmiyor, kendi dilini ona zorla kabul ettiriyor.

Bilimsel Bilginin Gelişim Süreci
Romantik dönem (XV-XVIII. Yüzyıllar) Bilim amatörce uğraşmalardan kurtularak bir sanat halini alıyor.
Klasik dönem (XVIII-XX. Yüzyılın başları) köklü teorilerin ortaya çıktığı dönemeç.
Post-klasik dönem (XX. Yüzyılın birinci yarısı), dünyanın çağdaş tanımlanmasının yapıldığı dönem.
Post neo-klasik dönem (günümüzde) bilimin devletin başlıca amaç ve gerecine dönüştüğü dönem.

Bilimsel Rasyonelizm
XX. Yüzyılda bilimsel rasyonalizm hakkında iki görüş bulunmaktadır: Birinci görüşe göre, bilim, rasyonel bir öğretidir. Buna göre, öyl bir teori oluşturulmalıdır ki onun kendine özgü muhakeme yürütme yasaları, mantığı, kanıt ve hakikat ölçüleri olmalıdır. İkinci görüşe göre, bilimsel araştırmaların belli ölçülerine ve kriterlerine yönelmelidir.
Neopozitifistler, bilmsel rasyonellik için matematiksel fiziği esas almaktalar. Poppe’ye göre, rasyonellik sadece bilimsel algının gerekli koşulu değil, aynı zamanda “açık toplum”un temelini oluşturmaktadır. Büyük Bilim, “açık toplum” için ideal örnek oluşturmaktadır. Ancak, “bireylerin kişisel karar verdiği” toplumlar açık toplum hesap edilmektedir (Popper K, Otkırıtoe obşestvo i ego vragi, Moskova 1992, t. I, s. 218).

Bilimlerin Sınıflandırılması
1. İki çeşitli bilim alanının karşılıklı eleştirisi sonucunda yeni bilim ortaya çıkmaktadır: fizi-kimya=kimyasal fizik, biyo-kimya, jeofizik;
2. Bir somut bilim bir dizi diğer bilim alanlarına nüfuz eder: kibernetika.
3. Çeşitli taraflardan aynı zamanda aynı konuyu öğrenen birkaç bilimin birleşmesi, hatta kaynaşması da mümkündür: molekülyar biyoloji.

Bilim dışı bilimler de mevcuttur:
Kvaz-bilim: hayali, gerçek olmayan bilim.
Anormal bilim: çağdaş bilimsel toplum tarafından kabul edilmiş normların dışında kalan bilim.
Anti-bilim: bilim düşmanlığı.
Yabancı bilim: anti-bilimin bir diğer tanımlanması.
Raymont Aron’a göre, “kavramak istediğimiz bizi çevreleyen gerçeklik karşımızda neyse sonsuz bir şey gibi iki anlam taşır: extensiv ve intensiv. Şeyler mekanda sonsuz olarak genişlenir, olaylar zaman kapsamında gelişir. Materianın her santimetri kendinde sonsuz düzeyde özellik gizlemektedir... Dünyanın sürekliliğini içeren, bizin duyusal yeteneklerimizle edinilen bu sonsuzluk düşünceyle anlaşılmır... Tüm bilimlerin genel özelliği vardır: onlar duyusal sonsuzluğu ortadan kaldırırlar. Onlar aynılığın zorunluluğunu temine den üsullerle ayırılırlar” (Aron R, İzbrannoe: Vvedenie v filosofiyu istorii, Moskova-SPb: Universitetskaya kniga 2000, s. 78).
Gazali’ye göre, “zahiri ikim duyularla kavranılan ilimdir” (Gazzali, Kimya el-Saadet, İstanbul: Bayazit 1981, s. 24).
Günümüzde Thomas Khun (1922-1996) ve R. Feyerabend’e (1924) göre, bilimsel yöntemin doğasını belirlemeyen en iyi üsulü filozofluk yapmak değil, geçmiş ve günümüz bilginlerinin yapıtlarını gözlemleyip kaytetmektir.

Bilim ve Felsefe
A. L. Nikoforov’a göre, “bilim felsefesi özel felsefi akım, doğa ve toplum bilimlerinin felsefi sorunlarını değil, bilimin algı etkinliği gibi öğrenilmesi demektir. Bazen bilimin felsefesini, bilimsel yöntemlere dikkat etmek için bilimsel algının metodolojisi adlandırırlar. Bilimin felsefesini bilimin şu veya bu yönünü araştıran dalların toplamı olan bilimselbilime ait edirler” (Nikoforov A. L, Filosofiya nauki, Moskva: Dom intellektualnoy knigi 1998, s. 9).
T. Parsons’a göre, felsefeni bilimlerle birleştiren rasyonel algıdır (Parsons T, O strukture sotsialnogo deystviya, Moskva: Akademiçeskiy Proekt 2000, s. 66).
İlk bilim filozofu Aristoteles hesap edilir. O, rasyonel bilmi düşüncenin aracı (orgonon) olan formel mantık’ı oluşturmuştur. Yeni orgonon’un (bilimsel mantığın) kurucusu N. Copernicus’tur. Onun çabasını Galileo, Frans Becon, Descartes ve Newton geliştirmişlerdir.

Bilim ve Ahlak
M. Weber’e göre, bilmi – mutluluğa, özellikle de Allah’a götüren yol hesap etmek doğru değil, çünkü o aşağıdaki sorulara yanı vermiyor: Biz ne yapmalıyız? Biz, nasıl yaşamalıyız? Bu dünyanın anlamı var mı ve burada yaşamağa değer mi?
Barbur’a göre, “Genelde, bilimin etikaya bağımlı olduğu sanılıyor. Birçok bilgine göre, bilim nesnel ve tarafsızdır. Onlara göre, bilimsel teoriler değerlerden büsbütün serbestir, buna göre de kanıtları ve değerleri kesin olarak birbirinden ayırmak gerekir. Pozitifistlere inanacak olursak bilim rasyonel ve nesneldir; değer hakkında muhakemeler ise duygusal ve özneldir. Bağımsızlık düşüncesinin yanlıları bilim ve teknoloji arasında böyle kesin sınır çeker ve bilimadamları kendi keşiflerinin pratiğe geçirilmesi için sorumluluk taşımadıklarını kanıtlamağa çalışırlar. Onların kanısınca, bilim kesiflerin sonuçlarını önceden kesitrmek mümkün değil ve bilim adamlarının kendi yetkilerinden dışarıda kalan işler hakkında konuşmağa hakkı yoktur” (Barbur İ, Etika v vek texnologii, Moskva 2001, s. 34).
XX. Yüzyıl fizikçilerinden Max Born’a göre, “İnsani ve ahlaki değerler büsbütün bilimsel düşünceğe dayanamaz” (Born M, Moya jizn i vzglyadı, Moskva 1973, s. 128). Bunu Enstein’de destekler. Ona göre, “ben, bilimin insanlara ahlak öğreteceğini sanmıyorum. Ben, ahlak felsefesini genellikle bilimsel temelde kurulmasına inanmıyorum” (Eynşteyn A, Sobranie nauçnıh trudov, V 4-x tt., Moskva 1967, t. IV, s. 165).