Çarşamba, Kasım 03, 2010

Kitap notları...

Kani’ye sevgilerle...


Bir kitap ve 14 imza...
18.6.97 tarihinde Alkım’dan edinmişim... O tarihteki fiyatı 900.000 Tl. Yanlış hatırlamıyorsam üniversite yaşamımın 4-cü senesi. Kitaba bağımlı makine gibi yaşadığım yıllar. Her gün kurşun gibi... Yaralıyor, öldürüyor, parçalıyor...

Yazarı David Fromkın. Kitabın adı “Barışa Son Veren Barış” (Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı: 1914-1922). Tercüme Mehmet Harmancı üstadımız. Yayınevi Sabah Kitapları. Yer İstanbul. Baskı yılı 1994...

Daha kapak sayfasına sevgili B.Garipoğlu bir not düşmüş. Bütün sayfanı kaplayan bir açılış notu. Şöyle yazıyor: “Nadir Maramara Bey’e... (“sayın” kısmının üzeri sonradan kendisi tarafından çizilmiş. Zaten yakışmazdı da...)
“Gün uzar asır olur” söz uzar yalan olur. Kısa keseceğim... Bu kitabın sana hayır falan getireceğini sanmıyorum. Bir sürü kıylü kal, dedikodu... Şehirler de yalan, kadınlar da, kitaplar da (o zamanlar ikimizde Cemil Meriç’in lafına ekmek banıyorduk). “Var biraz da sen oyalan” diyor Yunus! Kendimiz aldatmayalım lütfen. 2 arşın bez bütün malımız. Ölüme inanıyorum, sadece. Aşk da saf deyil çünkü. Her şey laf... laf... laf..
Ben bir günhakarım. Sen de öyle. Bu kadar kitap ne işe yarar. Bir tek susuza su vermezsen, bir tek gönlü serinletmezsen, bir hastaya varmazsan neye yarar kitaplar. (?) Eğer seni secdeye götürmüyorsa uçuruma yollamamak için hiç sebep yok. Defet onları.
Açık konuşalım; Tarih, laf kalabalığı. Felsefe; fikir kabızlığı. Kim neyi çözmüş şu b..tan dünyada. Gelen deli giden deli... Koskoca bir yalan yaptığın yapacağın. SECDEYE VARMIYORSA YOLLAR; HİÇBİR KİTAP KURTARAMAZ SENİ. Efendimiz şöyle söylemiş “Dünyada bir garip yolçu gibi ol”. Tek ve en soylu ülküm budur. Sevgili Tavariş (Sovet kökenli olduğumdan “yoldaş”ın rusça karşılığı “tavariş” diye seslenirdi bana) Ben “garip” olmaya çıkıyorum Ya sen?... (B.Garipoğlu.18.06.97)

Sonrakı sayfadakı not yine kendisine ait.

“Ölüm haberi gelmeden ecel yakamızı almadan,
Azrail hamle kılmadan, gel dosta gidelim gönül” (YUNUS EMRE)
“17 Haziran 1997 Salı (tarihi bir gün öne almış). Kadıköy – İst. den alınıp Nadir Marmara Bey’e küçük bir hediyemizdir. B. Garipoğlu. İmza... Bay mükemmel deyil, bay Garip...”

Halbuki kitabı kendim aldım. Bursumun dörtte biri fiyatına. Ayın yarısı başkalarından dilenmek pahasına. Nasıl da kendi damgasını vurmuş benim “mükemmel” dostum...

Sonrakı sayfada kardeşim Şamil’in imzası var. İsim ve soyadı ve bir de imzası. Tarih 13.08.98.

Bu imzanın altında Feldmareşel Lord Wavell’in notu var: “Şavaşa son veren savaş’tan sonra Paris’te bir barışa son veren barış yapmada başarılı olmuş görünüyorlar”.

Ve nihayet kendime ait bir not. Aşırı küfürle dolu olduğundan kendim dahi alıntı yapamıyorum. Hangi ruh haliyle yazdıysam... Üstelik birkaç telefon numarasını da altına kaydetmişim... Hepsi de o sıralar peşinden koştuğum A... Hanımefendilerine ait. Sanırım beni kovduğu günün anısını kendi Kül Tigin anıtımı bu sayfalara dikmiş olabilirim...

Kitap ortasında 2001 yılına ait bir ordinaryusa ait notlar var. Nasıl eline düşmüş hatırlamıyorum. Üstelik Derbend (Dağıstan) kayıtlı. Kendince önemli sayfaların yanına “ilginç” diye kayıtlar geçmiş...

Kitap yine benim elimde. Lenin’le ilgili yerleri okumuşum... Notlarım ve derkenarlarım var... Yine o tarihte kitabın arka kapağında yer alan fiyatını koparıp kitabın içine yapıştırmış ve yanına tarihini düşmüşüm...

Tifliste’yim ve kitap çantamda... 2003 yılından sonraki bir tarih gözüyüyor. Sanırım 2004 yılının ilk ayları olmalı. Enkazdan yeni kurtulduğum seneler. Zamanın ipini boynumdan çıkardığım dönemler. M.Foucault dönemim... Çünkü alıntıların çoğu “Kelimeler ve Şeyler” kitabından...

Ardından İstanbul’dan tanıdık imzalar başlıyor. Cengiz Güzel’in, Harun Aziz’in (Çin’in Doğu Türkistanı’ndan), Hacıdimitrius’un (yunan arkadaş) ve onların çevresinden bir kaç arkadaş...
Tamamı 14 imza...

Salı, Ağustos 03, 2010

Düştü sahraya Sayha...

Kani ağa, Sayha'nın kepenklerini indirmiş.
Mecnun'u sahraya düşürdükten sonra, varsın Leyli adını bir ömür taşısın...

Bir, iki, bilemiyorum üç, belki de dört yıl olmuştur, Sayha'nın "siyah taşına" kalbimizi açalı. Ama, bizim bildiğimiz Hecerü'l-Esved gönül aşıklarına yüzünü kapamaz. Yüzü insanların derdinden siyah kesilse bile... Sayha ısmarladı Tanrı selam'ına parmakları mürekkep kanamış onca "sayh" dergahında saf tutanları... Ne gereği vardı... Sanki biz bilmiyormuyduk, selam-i aşk edenin ısmarlanmıştır her soluğu Tanrı'ya...

Molla Kasım misalı, artık yüzü bireysel blok sahnesinden bize merhaba diyecek.
Ne diyelim, ağa-yi Sayhamızın baş bileni, zaman ferdiyyet zamanıdır...
Rahat ettiğini sanma sakın... Fırsat ele geçirince bir kuş kondurarık Ferdi Elif'inin üzerine...

Deme Mecnun'a deli, belki de Leyla delidir,
Aşk olan yerde bütün aşik-i dânâ delidir...
(Vahid)

Salı, Temmuz 20, 2010

İtiraflar...

Çok uzak geçmişi olan insanların, hayata bağlılıkları başkalarından daha fazladır. Görüntülerinin yansıttığı yorgunluk, bıkkınlık, karanlık, uzaklık bundan olsa gerek. Bir süre sonra kendi yaşamlarını bir akvarium sanırlar. Dünyaya ve her şeye cam duvarlar ardından bakınırlar. Hatta, akvariumdakı yaşama el uzatanları dahi yabançı olarak görürler...

İnsanın trajedisi, hislerine pranga takmakla başlar.
Benim itirafım, zırhlarımı çıkardığım anda, bu aşk için bile olsa, derime vurulmuş yenilgi damgalarının aşkara çıkacağı ve uğraşılması anlamsız bir hale geleceğim korkusudur.

Korkmaktan korkmadım hiçbir zaman...

Cuma, Temmuz 09, 2010

Yaz suskunluğu...

Modern insan ilginç bir tür. Anlaşılması güç bir tasarım...
Doğadakı tüm canlıların heraretle çalıştıkları bir mevsimde, insanın suskunluk menopozuna girmesi ne garip.
Çok değil, daha birkaç 50 yıl önce, insanlar yazları çalışır, kışta dinlenmeye çekilirlerdi. Doğanın mantığı da bunu gerektirir zaten... Şimdi tam aksi bir canlı olu verdik...

Böyle olunca en büyük komiklikler dostların sitelerinde yaşanıyor...
Örneğin, Sevgili Aleksandr bey, üç haftada üç kez arayıp bulamadığı sevgili Warrior hakkında www.patagonya.org-da koca bir duyuru yayınlamış. Mihribanım Kani Çınar'ın göz nuru, el emeği www.sayhadergi.com "istifa" etmiş galiba. Son bir haftadır sayha kapıları internetimde kepenk indirmiş gözüküyor.

Sevgili Davut, zaten tüm bit seneyi terk-i dünya geçirdi... Banu Hanımefendileri Anka kuşu gibi bin senede bir damarlarındakı ilham genlerini harekete geçirip, bir yazı yazıyor. Eski göz mahbubu www.cemaat.com tümden benim internet sistemimde açılmadığından sevgili Ercan'ın kırathanesinde nelerin olup bittiğini anlamam olanaksız.

Dostum Ridvan, postama bir güvercin uçurmuş... Sanırım uzun yol, onu da yormuş... Sözlerin kanadları kırık, sevgiye muhtaç kuşcağız, haftalardır kafamdakı kafeste suskun. Hâlâ bir yanıt bulamadım, kendimde ona...

Telefonumun mesaj düymesine basan yegane derd-i aşiyanım sevgili Zeynebî. Dün yine kandili miracıma fikir yakıtı doldurmuş... Allah razı olsun...

Sevgili Şamil'den hiç haberim yok. Ama iki dünya arasında bir yerde olduğundan da şüphem yok...

Armağanım Yusuf, bu hızla giderse Osmanlı edibi Bosnevî'den sonra Türkiye'nin "bosnaşinası" olacağı gün gibi aydın... Uzun süre oldu kulaklarımı sesiyle havalandırmadığım...

Sevgili Gülseli Işık, miralay bahçesine çekildiğinden kitapların ciltlerine dokunmayı arzu-haline gam getirir inancıyla geçici "derrake" dışı galiba... Ne diyelim, Allah mutlu mesut etsin...

Orta Asya cephesinden tüm kanallarım kapalı. Umarım, hepsi "Turanlı diktaörlerin" hapishanesinde yok olup gitmemişler...

Gündemimi kabartan dosyalarım şimdilik sevgili Nadiya'dan gelmekte...

Akademik dostların ismini hallandırmaya ne ihtiyaç var... Zaten hepsi bir yerlerde kalem-i inkılab ediyor...

Kütüphanem bomboş... Çoğu rusça edebiyat ve bu dil beni hiç çekmiyor...
İnternette yeni Kazak ve Kırgız edebiyatı keşfettim... Postmodernizmin bu denli hızlı biçimde Eski Sovyet edebiyatını istila etmesine doğrusu şaşırıyorum... Bu edebiyat sayfalarında insan dışında her şey bulmak mümkün... Daha ziyade bir tuvalet edebiyatı... Terröre dönüşmüş cinsellik... Her an bir üstyapını içgüdüsel tasvirle doyuracak cinsel aclık... İntihar, pişmanlık ve müthiş günah sevgisi... Dosto'nun bahçesinde Gorki'nin yaratdığı moloz yığınları gölgesinde insancıkların yazın aşkı cehennem naraları atıyor...

İran ve Çin edebiyatı da suskun... Şirazî'nin pornografiyasının Avrupa'da "İran edebiyatı" olarak mabedleşmesi Batı kininin vandalizme doğru sürüklendiğini bir kez daha kanıtladı... Hint ve Japon dünyasından haberim yok. Sanırım, dünya edebiyatını sarsacak bu diyarlardan bir yazar da yok...

Bazı ilginç bloglar dikkatimi çekiyor... Sustucu kullanır gibi bir üslupla yazıyorlar. Ses yok, gürültü yok, ama ceset ortada yatıyor... Daha ilginci kahraman da yok, suç da... İnsan kafasını bir uğultu işgal ediyor, bu yazıları okurken... Amacı belirsiz bir intifada çocukları sanki...

Bunların karşısında baygınlar ve ağzının duasını bilmeyenler ordusu yer alıyor... Mübarek görünmek için her zülme tedbir deyü dünyanı kazanma yarışındalar. Dillerinde yer alan çoğu sözcüğün Nirvana'nın çöpleri olduğunu bilmemeleri ne acı... "Hazreti Zibil" mürüdleri...

Gerçek şu ki, sırtına sosyal kamçı yemeyen insan yazamıyor... Fikir, sürgün olmadan, katorga mahkumiyeti almadan doğmuyor... Her zihin acıya mahkumdur, yazar olmak için... Arabın Irak cehenneminden bir roman çıkaramaması ne acı...
Hangi Filistin aşığının dilinde bir Kudüs edebiyatının anahtar sözcüğü var? Bosanlı neden Serebrenitsa göz yaşlarını sayfalara akıtmıyor? Azeriler ya postmoderist düşlerdenyazıyor, ya kalkınma medhiyeleri okuyorlar... Oysa, Bakü sokakları Noterdam kaburlarından geçilmiyor... Onları gören, izleyen bir Hugo taslağı bile yok...

Fikrin sustuğu dünyada, mevsimlerin ölmesine şaşırmamak gerekir.
Beni sormayın...
Bu mezarlığa bir fatiha-han gerekmez mi?

Cuma, Mayıs 21, 2010

Ah kalbim...

Kalbim yorgun...
Tılsımı kopmuş boş bir harabe gibi. İhtişamı sönmüş zamandan sana miras bıraktığım enkaz. Yalnız baykuşlar çınlatıyor kulağını, bu harabenin. Yalnız akrepler ısırır dilini hayalin.

Ben, bay dinazor. Kalbine çarpan aşk taşı ile yok olan bir tür. Şimdi kaburğalarım arasında sürüngenler çiftleşiyor. Zamana yataklık eden mundar görüntü.

Toplumu çürüten şey kuşku. Bizim çağın Hubel’i: Şüphe. İnsanı içinden kemiren inançsızlık kanseri. Düşünce pamukları aşınmış bu yatağa mahkum. Bizi dünyaya bağlayan bilimsel saçmalık hastalıklarımız. Ve birde kustuğumuz kabın kokusundan sarhoş beyinlerimiz. İğrendiyimiz şey kendimize yakıştıramadığımız gerçek kendimiz.

Ne kendime ayna tutabiliyorum, ne ötekini görecek gözlere sahibim. Ne yüzüm var, yüzüne gölge salacak; ne yüzün var, yüzümü ağartacak.

Ah, bilsen güzelim ben ne kadar kötüyüm...
Tümden gizletilmiş şiddet; hapsedilmiş intikam ve zincire vurulmuş içgüdü...

Benim haç çıkardığım teslis: günah, azap, arzu...

Ve ne acı ki, ancak günah, rahibeleri bu harabeye çeken kutsallığa sahip...

Cuma, Nisan 02, 2010

Kitapsızım...

Kafam duman...
Eski raflar ve eski kitaplar. Doğal olarak eski eller ve eski gözler.
Çamurlular adasındayım.
Yeni yüzlere, yeni kitaplara, yeni dostlara ve yeni sevgililere hasret.
Doğa uyandı, ben kışkan çıkıp kışa giriyom...
Kitapsızım...
Ve kurt gibi acım kokusu ellerime sinen sayfalar.

Çarşamba, Mart 17, 2010

İstanbul'dan Mektup Var...

İstanbul'dan Mektup Var...Yağmurun yağdığına dair beyanatımdır

seni selamlıyorum aziz dostum,

.............................................................................................................................................................
.............................................................................................................................................................
.............................................................................................................................................................
bu hal hatır meselesinden sonra...beni anladığını düşünürek, aynı yaraları aldığımızı düşünürek...belki aynı hapishanenin yanyana iki koğuşundan konuşuyormuşcasına yahut aynı hastanede yan yana duran iki sedyede...

bilmem sen farklı başka mekanlarda mısın?

nasıl bir zaman içerisindeyiz, sevgili dostum...
oturmuş olduğumuz koltuğundan atmadan bizi zaman, usul usul bizi birbirimizle eliyor. ve elendikçe ve her defasında elendikçe ve her defasında elendiğimi bildikçe üzüntüm kat be kat artıyor.

sorgum sıhhatimi neden bu denli eziyor. sigarayı bıraktım oysa. bir kaç gündür bir iki sigara yakmış olsamda yaklaşık 200 gündür içmiyorum...
yaşamayı bu kadar güçlü kılan nedir?
bir dostun yitip gitmesine karşın bizi burada tutan yetkinlik nedir?


Suyun Boğma Arzusu Kolların Sarmasını Geçti

Üzüntüm artıyor
Ağaçlara vurarak Tanrıyla konuşmak umuluyor
Çöküp sallanarak düşünüyorum
Kar üstünde yeşil giymeliyiz desem
Bir çığ arzular mı beni?

Güneşin altında tok karnına
Siyah, kanatsız birikintiler kıpır kıpır
Daha kaç kişi yerine yaşamam gerekecek?
Yerine ölmek için birini arayan
Kaybolacak mı aradığında?

Soluk almak boğulmaya nasıl da yetiyor
Soluk almak oldu yaşayabilmek için
Yerine ölecek birini bulmak
Soluk almak benzimdeki solgunluğu
Durmadan tazeliyor.

Üzüntüm artıyor
Meğer tekrar eden tekrar etimden de diri imiş
Yaşarken işini tez bitirenler yaşayanlar içinden
İşi tez bitenler değilmiş.
(Celal Fedai)

yakın zamanda görüşmek dileği ile...

rıdvanünal


YANIT YERİNE...

Sevgili Rıdvan...
Gündemin Celal Fedai’nin şiiri kadar “boğuk”... Yıldızlara ok fırlatan mutlu çocuğun, hedefe ulaşamayan kırık oklarını toplmanın üzüntüsü ile yazıyon...

İyi ki yazıyon. Zaten, kötü kalpli kraliçe aynama mektupla yansıyan iki yüzden birisin. Diğeri “nehir meleyi”...

Benim gündemime gelince...
Ne zaman umrumdadır, ne onun çarkından düşenler...
Tek istihbaratım annemin yerel “Dedikodu” gazetesi... Onlarda bir köyün sınırları dışına çıkmıyor. Çayım var, sigaram ve kitaplarım... Birde göğsüne taht kuracak odun sobam... Bir asırı bunlarla idare edecek kadar iradeliyim. Hz. Süleymanın şişeye hapsettiği karınca gibi yaşıyorum. Sahibim çok unutkan...

Bahar geldi... Doğa tılsımdan kurtuluyor... Aşkın kokusunu duyuyorum...

Bu aralar Eski Sovyet mekanında yayınlanan ilk kitabımı kutluyorum, sigara ve çayla...
Tanrı kimseni kitapsız koymasın. Benim soyumun varisi onlar. Çok geçmişte kaldığıma o denli seviniyom ki, “çivi yazı”nın benim icadım olduğunu bile söyleyebilirim sana... Gölgenin içinden çıkıp gelen süvarileden, devlerden, perilerden, masal gezegeninden binlerce hikaye anlatabilirim. Dışarda kurtlar 40 haramiler gibi...

Ben, hayalimdeki İstanbul’un karşısında “açıl susam, açıl” diye haykırıyorum...
Açılırsa, görüşürüz...
Açılmazsa, demek tüm hikayeler benim gibi düş avcılarının uydurması...

Not: Faruk’u ziyare edersen, benim adıma Hafız’dan bir beyt oku ona...

Çarşamba, Şubat 17, 2010

Denize akan hayaller




Sevgili ...

Benim isimlere karşı hayranlığım var. İsmin her şeyin üzerindeki yaratıcı büyüsüne tutkunum. Çoğu zaman, aslında her zaman bir isim olarak varız. Bir isim olarak yürürüz, bir isim olarak kapatırız, kendisi de isim olan kalplere ismimizi. Bir isim olarak uçarız özgürlüğe, sonsuzluğa, ismi asla görünür bir anlam taşımayacak olan aşka.

İsmine hayranlığım var. Tıpkı, ismi gemi olan, isim olarak kağıttan yapılan, büyük bir isim Tuna’ya bırakılan, uzaklardakı bir ismin gönül limanına ulaşmak üzere bir sürü isim yüklediyin ellerine hayran olduğum gibi.

İsim olarak keşfettik birbirimizi, milyonlarca ismin yüklü olduğu isimleri dışında belki hiç var olmadıkları isimler arasında. İsim olarak sevdik, isimlerimizi. İsimlere hapsettik sevgimizi. İsimlermizin koynuna bıraktık isimlerimizi. İsimlermiz için terk ettik varlıklarımızı.

İsmin üzerine hayallerim var. Kağıt yelkenlerin fırtınalı denizleri aşıp, köksüme demir atması kadar kutsal hayaller. İsminle başlayan, isminle yaşayan ve yaranan hayaller. İsminle açılan kapılar, limanlar. İsminle mühürlü duygular. İsmine talip dünyalar.

Çarşamba, Şubat 10, 2010

İstanbul'dan mektup

sevgili dostum,

geçen akşamların birinde namaz kılma sebebiyle çengelköye gittik ve bu bahaneyle de faruk'u ziyaret etme fırsatı yakaladım.
yağmur çisil çisil yağıyordu. her taraf karanlık idi. rüzgar sesi, yere düşen yağmurun çıkardığı ses ve rüzgarla birlikte bir o tarafa bir bu tarafa hışımla çarpan bayrağın sesi...edebiyat yapmıyorum gerçekten böyleydi.

faruk'a bir çok misafir gelmiş. yahut başka bir deyişle dünyada ki konuklukları bitenler evlerine dönmüş.

velhasıl-ı kelam...

buyurda gel bir çay içelim bir dua edelim...

Rıdvan Ünal

Cuma, Ocak 29, 2010

Her şey soğuk!

Her şey soğuk!
Tıpkı senin gibi
...

Salı, Ocak 12, 2010

İyi ki doğdum Marmara



Babaannemin dediğine göre tavışkan (tavşan) yılının birinci ayının birinci günü şafak vakti doğmuşum.
Miladi hesapla 1 ocak 1975-e denk geliyor.
Kara Hazarlar boyunun Sul kolunun Necefkoli soyuna mensubum.
Şaman inançlarına göre, kötü ruhlardan korunmak için babaannem beni 4 kilo demire Atakam'dan satın almış.
Beni getiren kuş Turna. Doğduğum yer Muğan bozkırı.
Yazgım: kır
Burcum: oğlak
Kalbim: soğuk
Eşim olacak kadın: nehir kızı.

İyi ki doğmuşum...

Cumartesi, Ocak 09, 2010