Cuma, Haziran 30, 2006

Nasihat

HAYATIN SAHİLİ YOKTUR...

Büyükbabamın Babama Nasihatı

YAŞAM PARMAKLARININ ARASINDA; ONLARI KULLANABİLDİĞİN KADAR HAYATTAN PAY ALACAKSIN...

Babamın Bana Nasihatı

Çarşamba, Haziran 28, 2006

Günümüzün En Büyük Türk Tarihçisi


1941 yılında doğdu. Köken olarak bir Macar. Uzmanlık alanı Türkoloji ve Türk Tarihi. Peter B. Golden, dünyanın yaşayan en büyük tarihçisi. Neredeyse 30 dil biliyor ve bir kütüphane dolasu çalışmaya imza atmış. Efsanevi tarihçiler kuşağı V. V. Barthold, Z. V. Togan, Gy Nemeth çizgisini sürdüren birkaç isimden biri. En önemli özelliği ise dille tarihi birleştirmiş bir araştırmacı olmasıdır.

Golden 1967 yılında Queens Gollege Tarih Bölümünden mezun olmuş ve ardından soluğu Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde almış. Burada yüksek lisans eğitiminin ardından doktora çalışmaları için Colombia Üniversitesine gitmiş. 1969 yılında Rutgers Üniversitesinde akademik kariyetine başlamış ve aralıksız olarak 30 yıl boyunca bu görevini devam ettirmiş 1970’de doktorsını tamamlamış. Çalışma alanları Genel Türk Tarihi, İslam Tarihi, Bizans Tarihi, Türk-Rus Tarihi, Türk Dilleri ve Macar Tarihi. Kitap, Makale, Bröşür, Madde olmak üzere yüzlerce çalışmaya imza atan Golden’i Türk okurlar 2002 yılında Osman Karatay tarafından dilimize tercüme edilen ve KaraM Yaınları tarafından basılan “Türk Halkları Tarihine Giriş” eseriyle tanımaktadır. En büyük yapıtı ise iki ciltlik “Khazar Studiest” adlı Akadémiai Kiado – Budapest 1980 yılında basılmış dev eseridir. Bu çalışmasıyla Rus tarihçilerden Artamanov’dan sonra en büyük Hazar Tarihi araştırmacısı olarak gösterilmektedir. Rusça, İngilizce, Türkçe, İtalyanca, Yunanca, Latince, Macarca çok sayıda çalışması bulunmaktadır. Halihazırda Avrasya Tarihi, Orta Asya Türk Tarihi (Cambridge Serisi) ve Türklerde Bozkır Geleneği üzerinde çalışmaktadır.

Golden’in masamın üzerinde iki eseri bulunmaktadır: Türk Halkları Tarihine Giriş ve Hazar Çalışmaları: Hazarların Kökenine İlişkin Tarihi ve Filolojik İnceleme. İlki Türkçe bir tercümesi, diğeri İngilizce. Her iki çalışma beni kıskandıracak kadar değerli ve zengin bilgiler içeriyor. Her iki eserinde de yazar Türkçe, Tibetç, Çince, Soğdca, Ermenice, Gürcüce, Moğolca, Arapça, Farsça, İbranice, SüryaniceYunanca, Latince, Etiyopca, Slavca kaynaklarda Türk tarihinin izlerini aramış ve binden fazla çalışmayı taramıştır. Şayet Türk okur genel bir Türk Tarihi okumak arzusundaysa kesinlikle Golden’in Türk Halkları Tarihine Giriş eserini tercih etmelidir.

Yazarın kendisi ile diyaloga geçmek isteyenler aşağıdaki adresi kullanabilirler:
Tel: 973 353-5410
e-mail: pgolden@andromeda.rutgers.edu
fax: 973 353-1193

Salı, Haziran 27, 2006

Bir Savaşın Öyküsü - I


Bir Savaşın Öyküsü: Dandanakan

Türkmenistan; kumun ülkesidir. Kumun ve sıcağın. Kavurucu sıcaklık yazın +40 altına hiç inmez. Güneş taşı bile eritmektedir. Karakum, dev bir ejderha gibi ağzını açmış ateş püskürmektedir adeta. Bu cehennemi tadanlar hayatı boyunca kumdan nefret edebilir.

XI. Yüzyılda Karakum sadece yakmıyordu, yaşatıyordu da. Sahranın göbeyinde ateş bir imparatoluğu örseliyordu: Büyük Selçuklu İmparatorluğunu. Tanrı, Doğunun yeni efendilerini Karakum ateşiyle imtahan ediyordu. Bu yüzden Oğuz Türkmenlerinin yaşamı günün ancak belli vakitlerinde canlılık göstermekteydi. Güneşin tepeye çıktığı zamanlar Karakum tandırının iyice ateş tuttuğu vakitti. Kavurucu sıcak akşama kadar dinmez. Kırmızı küre, sahra tepeciklerinin ardında kaybolduğundan bir süre sonra bile çölün ateşi düşmez. Karakum ancak gecenin ortasında serinlemeye başlar. İşte tam bu sırada Türkmenler büyük deve, at, koyun sürülerini beslenmeleri için sahraya yayarlar. Türkmen atlı çobanları sabahın ilk ışıkları parladığında sürüler çölün nimeti sayılan su kuyularına doğru çekilmeye başlarlar. Sudan yararlanmak bir yasaya bağlıdır. Beylerle sıradan Türkmen arasında hiçbir fark gözetilmezdi. Sırası gelen sürüsünü kuyuya yaklaştırırdı. Sıralama değişkendi ve herkesin yılın belli sürelerinde en az birkaç defa sudan ilk yararlanma hakkı vardı. Sahra yaşamı ne kadar acımasız olsa da burada yaşamak için adalet gereklidir. Öğlene doğru göçebeler sürüleriyle birlikte Balhan Dağının eteklerinde dinlemeye çekilirlerdi, çünkü ateşini artıran sıcağa yakalanmak ölüm demekti. Ama sahradan beslenme olanakları dardı. Bir sürünün geçtiği yerden sabaha kadar onlarcası geçiyordu. Geriden gelen sürüler ilk sürülerin kopardığı bir parça otun ancak kökleri ile beslenebiliyorlardı. Bu yüzden daha ilkbaharda sahranın yem kaynağı tüketilmiş olurdu. Bir süre sonra kuyular da kururdu. Türkmenler için bu durumda iki yol vardı: ya daha güneye inip Horasan’ın bereketli topraklarından yararlanmak; ya da kuma teslim olmak. Her ikisi de ölüme eş değerdi. Ama hiç değilse birincisini denemeden ölünmezdi.

Eski Merv, bugün Güney Türkmenistan’ın Marı şehrinin açıklarında yer alan harabeler altında yatmaktadır. Bir zamanların Ortadoğu’nun incisi sayılan bu şehir şimdi korku uyandırmaktadır. Geceleri baykuş çığlıklarının duyulduğu bu harabelerin üzerinden ılık rüzgar kumları savurarak eğlenmektedir. Her şey ölür: insan, şehir ve toprak. Şimdi Eski Merv dev bir kabristanlığı hatırlatmaktadır. Kumlara teslim bu harabelerin 33 km güney-batısında yer alan Taş-Rabat denilen bölgesinde çöl rüzgarlarının yer yer tepecikler oluşturduğu alanda bir zamanlar tarihin en büyük savaşı gerçekleşmiştir. Burada adına Dandanakan denilen küçük bir kale yer alıyordu. Kale açıklarında birkaç bahçe ve birkaç kuyu vardı. Bir tarafta ölüm kalım savaşı veren Oğuz Türkmenleri, bir tarafta ise kendi varlığını korumaya yemin etmiş Gazneli Türkler 1040 yılında bu küçük kale önünde kafa tokkuşturacaklardı. Kimin boynuzu kırılacaksa, onu kollarına ölüm meleği takılacaktı.

Daha savaştan aylar önce devasa imparatorluğun muazzam ve iyi donanımlı ordusu yola koyulmuştu bile. Ordudaki fillerin naraları çöl boyunca yankılanıyordu. Zengin Hindistan gazalarında servetler kazanan Gazneli askeri, sürülerinden başka hiçbir şeyi olmayan çülsüz Oğuz Türkmenleri üzerine saldırmaktan hiçbir keyf almıyorlardı. Koca bir ordunun kıytırık çölde hareketi normal bir insanın hareketinden on kat daha zayıftı. Bu yüzden ordu Gazne’den Nişabur’a ancak bir aya varabilmişti. Asker yarım günlük yolculuğun hemen ardından oturup dinleniyor, çadırını dikerek safahatın keyfini çıkarıyordu. Askerlerin çoğu sefere ailesiyle birlikte katılmaktaydı. Bu olanağa sahip olmayan askerler ise ancak gecenin belli vakitlerinde koumatların çadırından dışarı atılan oğlanlarla cinsel iskeklerini giderebiliyorlardı. Geceleri becerdikleri oğlanları bir sonraki geceye kadar toparlanmaları için askerler çadırlı arabalarda taşıyorlardı. Her safahat bir hazinenin boşalması demekti. Konaklama sırasında kesilen hayvan kellesinden kaleler dikiliyordu. Binlerce tonu bulan etin bişirilmesi için yüzlerce kazan kuruluyordu. Bu binlerce kütüğün yakılması demekti. Her konaklama çevresine binlerce tuvalet kuruluyordu. Yüzlerce deve sadece büyük su tulumbalarını taşımak için istihdam edilmişti. Çağın tanklarının yerini tutan savaş fillerinin beslenmesi ise daha zordu. Her türlü olumsuzluğu ortadan kaldırmak için sefere alınacak fillerin kontrolü yapılıyor, çoğu iğdış ediliyordu. Boynuzlarının uzu ise bir ok gibi kazılarak iyice sivrileştiriliyordu. Bu ordunun bir kasaba veya köy civarından geçmesi orasının yıkımı demekti. Aynı ordu geldiği yoldan geri döndüğünde daha önce yakınından geçtiği köylerin ve kasabaların yerinde kendi yarattığı harabeyi seyrederdi. Bu yüzden köylüler daha ordu davullarının, fillerinin sesi duyulur duyulmaz yerleşimlerini terk ederlerdi.

Tarihçi Beyhakî’nin değimi ile dönemin “en büyük sultanı” Sultan Mes’ûd Dandanakan önlerine vardığında ordusuyla birlikte bitmiş bir haldeydi. Dönemin Horasan’ı pek parlak günlerini yaşamıyordu. Bıçak kemiye direnmişti. Sadece yaşam olarak değil, psikolojik olarak da bir kargaşa hüküm sürüyordu. Mezhepler arasında kıyasıya bir savaş gidiyordu. Ehl-i Sünnet mezhepleri de halk tarafından aforoz edilmişti. Çünkü, toplum Hanefî ve Şafi’i imamlarını iktidarın (dihkanların) haklarının savunucuları olarak görmekteydiler. O denli ki bazen imamlar fetva vermekten tereddüt ederleridi. Çünkü verilen fetvanın kendi çıkarlarına zarar verdiği görenler ertesi gün imamı yakalayp ağzına toprak doldurarak ölüme mahkum ederlerdi. Tarihçi Beyhakî şöyle der: “yürekler buz kesildi, önceleri sunulan teveccüh ve sevgi kaybolup gitti”. Fatimiler, Karmetiler, Şiiler, Hariciler, Zeydiler halkı kendi mezhep davalarının içine çekmek için günümüzün seçim kampaniyalarından farsız propaganda turları yapıyorlardı. İranlı feodallar ise aç gözlü itler gibi halkı donuna kadar soymakta kararlıydı. Vergisini ödemeyenin sonunu ancak Allah bilirdi. Büyük sultanın kıçının altındaki tahtın ayakları Süleumanın asası gibi çürümüştü. Dev bir imparatorluk olan Gazneliler ruhunu dinara ve dirheme satmışlardır. Devletin bel kemiğini oluşturan ordu Türklerden ibaretti. Ancak bir süre sonra Türk komutanlar devlet üzerindeki ağırlıklarını ve bürokrasideki makamlarını İranlı (eski Sâmânî kökenli) vezirlere ve memurlara kaptırınca bu işten zevk almaz olmuşlardı. Devletin beyni Divan entrika yuvasıydı ve en çok rüşveti veren bir makamı kapıyordu. Tarihçi Beyhakî, Gazneli veziri Surî’nin bütün Horasan gelirlerini nasıl ele geçirdiğini ve makamını korumak için servetini nasıl sultana peşkeş çektiğini anlatmaktadır.

1040 yılın Mayısında bazılarına göre 30 bin, bazılarına göre de 100 binlik Gazneli ordusu Karakum’un eteklerinde vardı. Baharın ortalarıydı. Kumlar daha yeni yeni ateşlenmeye başlamıştı. Yine de çölün serini Gazne şehrinin en sıcak günlerinden daha ateşliydi. Tulumbalardaki sular bitmiş, onları taşıyan develer ise kesilip yenilmişti. Bu devasa gücün karşısında sadece topu topuna 10 binlik bir Oğuz Türkmen atlısı belirmişti. Farenin kediyle oynaması misali Oğuzlar sahraya kadar son 100 km alanda Gaznelilerin gözünde serap misali bir görünüp bir kayboluyorlardı. Amaç, büyük ve ağır gücü savaşa girmeden tüketmekti. Türkmenler daha tedbirliydiler. Eşlerini, çoluk-çocuklarını ve sürülerini Karakum’un ortasına kadar sürmüşlerdi. Onları düşmana teslim etmektense ateşe atmayı yeğlemişlerdi. Kumun ortasına çekilen yaşlı, kadın, çocuk Güneşin ışınlarını hafifletmek için altı yedi kat çadırlarda barınıyorlardı. Sürünün sıcaktan korunması için ise boş bir alana çakılmış direye 5-10 koyunu kafası direğin dibine yaklaşacak şekilde bağlanılır ve bu şekilde hayvanların kafalarını birbirlerinin karının içine sokarak gölgelenmelerini sağlanıyordu. Sıcağa dayanmayan yaşlılar, hamile kadınlar ve çocuklar ölüyordu. Ölüler açılan çukurlara kefensiz gömülüyorlardı. Konaklamacılar yerlerini değiştirdiğinde ise vahşi hayvanlar bu çukurları açıp cesedlerle besleniyorlardu. Yaşam acımasız yüzünü her iki tarafta da gösteriyordu. Gazneli ordusunda bakımlı askerler ve hayvanlar çoktan bitlenmişti. Sefer başlarında karargah yakınlarında kurulan çadır tuvaletlere ibrikleriyle gidenler şimdi yanlarına çuvalla kum alıyorlardı. Oğlanlarla eğlenmekte artık tat vermiyordu. Bu yüzden çoğu zevk oğlanı asker kiyafeti giydirilip ordu sıralarına sürülmüşlerdi. Dandanakan’a vardıklarında önünde ocağı tüten sadece birkaç çadır vardı. İaşe ve su sıfırlanmıştı. Kendi abdest suyu ile elini temizleyen bile vardı. Çölde su altından daha değerlidir. Askerler önlerine çıkan su kuyularından yararlanmak için birbirleriyle ölümüne mücadele ediyorlardı. Aranan düşman ise bir türlü bulunamıyordu.

Pazartesi, Haziran 19, 2006

Şiirin Yara İzleri

ŞİİRİN YARA İZLERİ:
BİR NİLGÜN MARMARA KİTABI
TAMAMLANMAMIŞ YAZILAR

ÖNSÖZ
Benim için alışkanlıkların en kötüsü okuma eylemidir. Bu kötü eylemin henüz cezalandırılmamış olması ise mutluluk vericidir (Valery Larbaud). Bundan olsa gerek, her yazar yazmakla kendi infazını kendi elleriyle gerçekleştirir. Ceza, parmakları arasında tıpkı kalbini tutarmış gibi sımsıkı tuttuğu kalemden mürekkep mürekkep beyaz boşluğa akar, ve kendisini yok eder. Bu mutluluk eylemine kendisi mutsuz sonu verir. Sayfa sayfa çoğalan karanlık, onu daha da yalnız hale getirir. Yaşamını karanlık kitaplara hapseder. Bir dev gibi, her an kırıla bilecek şişeden camlar yaratarak, belki de şişe canlar yaratarak. Bu camları veya canları kıracak olan okur günahların en büyüğünü işler. Satır altlarını bir kalbi kırar gibi, çizip gider; kanın, volkanın kaynadığı son durağa doğru. Benim sevdiğim okurlar, kitaplar alıp, okumayanlardır. Onlar, aşkı anlayanlardır.
Hepimizin çocukluğu büyüklerimizin söylediği yalanlarla geçti. Çoğu zaman, bize bilgeliğin bir denge içerdiğinden söz ederler. Hayallerimizin gökle olan bağlarını keser, ayaklarımızdan toprağa çivilerler. Geriye kalan ömrümüzü onlar gibi, birer yalancı olarak tamamlarız. Daha kötüsü bütün yaşamı, yalan olduğunu bile bile gerçekmiş gibi tanımlarız. Ömür, imgelere alınmış gecelerin kabuslarıyla biter. Yaşamayı bir aşağılanma olarak tüketiriz. Dünya, bütün kavimlerin kendi yalanlarını bir tek dilde ve bir tek sözcükte birleştirdiği zaman yok olacaktır.
Okur için, yazar her zaman savaşan ve her zaman kaybeden konumdadır. Ona bulaşmak bir cesaret işidir. Sözlerinden, düşüncelerinden ona yaklaşmak, bir felaketle neticelenecektir. Bu tıpkı, kuşların Simurga değil de, Simurgun kuşları ziyaret etmesine benzer. Kitap, en acımasız biçimde yazılmış büyülü bir duadır. Kötülük kokar, saflığı köreltir. Her kitap bir tabuttur.
Bu kitap Nilgün Marmara için yazıldı; yazılmak istendi. Onun mezarına bırakılacak bir çiçek olsun diye. Onun toprağına dokunsun diye.
Bir insanı yazmak onunla birlikte yaşamak istediğimizdendir. Birbirlerini davet ederler teyitlerin sonsuza kadar durdurulmayan buluşma noktasına. Yerle Ay gibi bağlanırlar birbirlerinin çekimine, çekiciliğine. Küskünler gibi, bakışırlar bulutların arkasından. Birbirlerini tanımazlar, acımazlar, azarlamazlar sükunetin aksamadan süren iletişiminde. Geceleri görüşürler, geceleri örtüşürler. Kısık kısık, algın algın, uzun uzun ayrılırlar gündüzleri, yeniden bulutların örtüsüne dayanmak için, bulutların örtüsünü dağıtmak için.
Bir insanı yazmak onu yaralamaktır. Yaşamını kanatmaktır. Akıtmaktır onu kalemin karanlık ucuna. Karalamak, kazanmak, kutsamaktır. Dünyasından ayırarak avlamaktır. Kesik kelimelerin içine atmaktır. Renklerin katılığına karıştırmaktır. Doğru, bu düz ve erdemsiz yasaların kabulü uğruna, ihanet mizahı altında onarmaktır zalimce; kırpmadan gözleri zulmetmektir. Çetinlik, kendi içinden kopup gelen yaraları sarmaksa eğer, insafsız duygular için tekrar tekrar oynamaktır üstü örtülmüş kanlı izlerle. Yazının çirkinliğini, beyazı dolduran karanlığını ve göğsümüze çöken tılsımın kuraklığını bir günah olarak ona yüklemektir.



YALNIZLIK

22. 01.
Sevgili Nilgün!
İntiharların en çok konuşulduğu bu günlerde anıyorum seni. Seni tanıdığımdan, seni sevdiğimden değil, yenildiğin için anıyorum... Çile sadece sana mahsus mu?
Sevgili Nilgün, dünya artık kötülerin esiri olmuş. Kötülerin, körlerin, gönülsüzlerin... Ölmüş olman ne güzel.


Schlag mich nicht
Bana vurma, beni himaye et

Moğollarda bir dua


24. 01.
Artık masumiyetin hiçbir anlamı yok. Artık kader de yok, kadere olan bağlılıkta. İnsan dünyanın bütün çivilerini söküp attı. Çetin doğumların, derin derin susmaların, acıklı hüzünlerin anlamı kalmadı. Örtünün altı gözüktü ve hayaller karardı. Ve zamanın hafızası köreldi. Üstümüze örttüklerimiz günahlarımızdır. Ve yürüyemeyecek kadar kocadık, daraldık. Ve insan haysiyetini yitirdi. Adalet ve ahlak kurda, kuşa yem oldu. Doyurabilecek bizi ne kaldı ki? Her şeyi tüketmedik mi? Öfkenin sınırı gözükmüyor. Ve kaplumbağa Aşili çok gerilerde bıraktı. Yaşamak katılaşmaktır.



Burada daha ne kadar öleceğim?
Yeryüzüyle gökyüzünün aracısı olarak bulutu haraca kestiğiniz yerde?
Ben size alışamam
.
Nilgün Marmara, Mart 1982.


Uzanıp gitmek istiyorum, sözcüklerin kopup geldiği yere. Daraltmak istiyorum arzı, kuşatmak istiyorum Tanrıyı kollarımla. Ve kendi gök renkli güzelliğimle seslenmek istiyorum yeryüzüne, kelimelerimle ... Solmuş çiçekleri diriltmek, ölüleri kutsamak için. Bir tutku, az işitilir bir seslilikle, çıplak vücutların sağ omzuna yaklaşıp dokunmak isterdim ölüme koşan kadınların susuz dudaklarına. Atmak isterdim başlarından dertlerini, almak isterdim kendilerini.
İsterdim, ama olmadı... Bütün istediklerim yarıda kaldı. Ve isteklerim beni yaraladı. Şimdi, yaratmak istediklerimin düş kırıklığı üstüme çökmüş, beni kendi enkazımın mutlu görüntüsüne terk etmişler.


Gidin, kaybolun...
Kesin dişlerinizi etlerimizden.
Terk edin, uzaklaşın, yok olun, bırakın dünyayı, atılın başımızdan. Çürük varlığınızla ezilin gölgelerimizde. Azalın, yaşlanın ve ölün.



Bu ne ihtişam, bu ne sarhoşluk;
Yüzündeki kan, alnındaki kaderin.
Söyle, kim çarmıha gerdi seni
Ve yapyalnız bıraktı, ölümün ötesinde.


Bırakmak kalıyor, bize, dünyayı çöle.
Kesilecek soyu intiharın ve kurtlar asmak için bizi podyumlara,
Sırıtacak dişleri açların ahlak koltuklarında,
Kimin sonu geldi kumar kuyruklarında.
Hiddet kusuyor karanlıklarda, Güneşe deli olanlar.
Kesik uzuvlarla kandırılan kadınlar
Irzı kopmuş insan sürüsü ve tespihli namuslular.
Alınlarını kirleten günah,
Bellerini büken günah
Az gelir bu dünya size.


Keten giyinin, bugün ölü gömülecek,
Kefen giyinin, bugün ölüler dirilecek.


Salıncaklar görüyorum mezarlığın ortasında...
Günahsızlar geceleri oynuyorlar yıldızların ışığında
ve bir masum ağlıyor kendi tabutuna şiirlerle...
İmkansız, bu karanlıkların akşam uyanan düşleri.
Ve sabah terli kefenlerle koşuyorlar yataklarına,
görünmemek için kendilerine benzemeyen ölülere.


Kemikleri kırılmıştı öldüğünde,
Kemikleri kırılmıştı
Dostlarına...

Sevgili Nilgün...
Yaşamak yoruyor beni. Sana doğru geliyorum. Yoldayım. Az sonra tabutumdan ineceğim. Ve toprağın altında yaslayacağım başımı ayaklarına. Affet, diyeceğim, geç kaldığım için. Ölümü kaçırdığım için. Kurtulamadım, bedenime vurulan zincirlerden. Asmadım, tavana varlığımı. Hiç peşimden ayrılmadılar. Durmadan zehirlediler beynimi, organlarımı. Susturdular, kanattılar yüreğimi. Artık bitti, geliyorum hızla, koşarak. Orada mısın? Beni bekliyor musun? Yanındaki yabancılar da kim? Melekler mi? Yoksa zebaniler mi? Burada da bize gün yok. Yine mi ölmeliyiz?


Küçük Satırlar
Kendisini tanımayanlardandır, Nilgün Marmara. Kendisini hiçe sayanlardan, yok kabul edenlerden, görmeyenlerden. Yağmurda yürürken ıslandığını değil, küçük su taneciklerinin nasıl toprağın göğsünde masumca öldüğünü düşünenlerdendi. Arabaların gürültüsünü lanetlemek yerine, bu gürültüye eşsiz bir sabırla dayanan yeryüzünün sükunetine hayrandı. Kırılmalarla geçen aşkın sonsuzluğunu düşünürdü. Büyüyemeyenlerdendi, hep çocukluk yaşayanlardandı.
Az zamanda her zamanı dolduracak kadar yaşamak bir mutluluktur. Kendi zamanının çekilmezliğinden korksa da, en büyük tehdit kendisi olarak çıkar karşısına Nilgün’ün. İnsanın kendisine alışması ömür boyu bitmeyen bir uğraştır. İnsan en çok kendisinden çeker, hayatta. Gölgemiz dışımızdan, kendimiz içimizden takip ederler bizi. Üzerler, gülümsetirler, kırarlar, küfrettirirler, beğenemezler kolay kolay, ama hiçbir zamanda bırakmazlar salt yalnızlığımızla baş başa.
Kendisini bilmeyi bilmek, insanın en büyük saçmalığı. Bilinmeyeni bilmek, bilinmezlikle denenmek deliliği. Bilen olarak bilimle kendinde bilmenin bilinçsizliğine bırakılmak deliliğin tutkulu güldürüsü ve trajedisi. Aklın aklı, akılsızlığı akılsızlığına karşı. Ve akılsızlıkla denenen akıl, akılı akılsız yapmakta. Trajedinin komediye, ve tersine yapılan anormal atlamalar. Normallik için insan sınırda tutulmakta, ip cambazı gibi. İpten düşmek ölmektir, ipten sarkmak hastalık. Kendimize, kendi ellerimizle yapılan bu işkence, kendimizi bilmenin bilinemezliği ile son bulmakta. Akılımızın akılsızlığımızı ak çıkarıp bize karanlığa gömmesiyle bitmekte.
İnkar etmek, göz göre göre bitirilmek saldırılarıyla baş edebileceklerin başaramadığı tek şey. İnkar etmek sonuçsuz kalmak, yorulmaktır. Hiç geçmeyen günlerin sürekli aynı sayısını tekrarlayarak bitkin düşmek, ölümü dayatır. Ve dalıp gideriz sonsuzluk uykusuna.

Perşembe, Haziran 15, 2006

Manifesto


Dünyamız, gittikçe daha bilimsel hale gelme yönünde bir tercih yapmıştır. Bu tercihe göre, düşüncenin, anlaşılabilir olanın ve evrensel tutarlılığın tek gerçek zaferi Bilim'dir. Oysa, dünya bilim adamlarının beyniyle donatılmış olarak doğmamıştır. Bilim tamamlanmamış bir sonuç olmaktan ziyade süreçtir. Bu süreç pürüzlü, karmaşık, vahşi olanı içinde barındırıyorusa onunla savaşmaya değer. Benim savaşımın tam olarak özü budur. Bütün'ün ele geçirilemeyeceğini kanıtlamak.

Salı, Haziran 13, 2006

GÜNDEM – POLEMİK: SÖYLEM, SÖYLEM, SÖYLEM



Irak’ta yaşanan savaşın şiddeti arttıkça, buradaki askeri güçlerin keyfi girişimleri ve davranışları çoğaldıkça, Filistin ve İran cephesinde durumlar iyice gerildikçe; yeni dünya için yeni modeller de tekrar tekrar gündeme gelmeye devam etmektedir. Üzerinde en fazla durulan model ise “İslam Dünyası”. En son Hakan Albayrak da aynı içerikte bir yazı yazdı: “Tek Adres: İslam Dünyası”. İslam ülkelerinin birlik ve beraberliğine vurguda bulunan bu türden yazıların ve düşüncelerin daha sık ifade edilmesi güzel. Güzel, ama nedense bütün yazıların içeriği aynı. İstisnasız, bu türden yazılar çağdaş Batılı devlet başkanlarının Müslümanlara karşı söyledikleri nefret kokan ifadeleriyle başlar, ardından çizilen görüntüde hedefin yeni bir Haçlı saldırısı olduğu vurgulanır. Ve devamında da tıpkı Hakan Albayrak’ın dediği gibi şu açıklamalara yer verilir: “Bizim yerimiz İslam dünyasıda. İslam dünyasının mevcut durumu ümit ve cesaret verici değil gerekçesiyle Batı dünyasında ısrar etmek saçma, zira Batı dünyası da ümit ve cesaret telkin etmiyor. Öyleyse ne yapacağız? İslam dünyasına, gidecek başka bir yerimiz olmadığı için, boynumuz bükük, ümidimiz ve cesaretimiz kırılmış olarak mı yöneleceğiz? Hayır. Aşka ve şevk ile, İslam dünyasını yeniden inşa etmek azmiyle yöneleceğiz. İşte Türkiye ve Suriye’yi birleştirerek başlayacağız. Bu birleşmeyle doğacak cazibe merkezi Mısır’ı da çekecek [İktidara yürüyen İhvan-i Müslimin zaten İttihad-i İslam’cıdır]. Mısır birliğe katılınca, arada kalan Ürdün de mecburen katılacak. Sonra Ürdün üzerinden Filistin ile birleşeceğiz. Irak halkı bu gelişmelere kayıtsız kalmayacak tabii. Osmanlı dönemindeki Ortadoğu İslam birliği günümüz şartlarına uygun olarak yeniden kurulacak. Önce konfederasyon, sonra federasyon ve nihayet tek devlet. Ulusçuluğun, ulus devletçiliğinin canı cehenneme yollanacak. Bu arada Kürt sorunu diye bir şey de kalmayacak”.

Değerli gazeteci H. Albayrak’ın bu yazdıkları Türkiye’de büyük bir kesimin dilinin ezberi düşünceler. Benzer istekleri ifade eden yüzlerce site, gazete, kitap ve dergiye rastlamak mümkündür. Peki, ümit ve cesaretimizin kırıldığı Avrupa birliğine koşmamızı isteyenlerin söyledikleri neydi: “Türkiye AB’ye girerse, ekonomik olarak rahatlayacak, insanlarımız toplumsal ve ekonomik refaha erişecek. Ülkemiz büyük bir siyasal gücün içinde yer alacak, Türkiye doğu ile batı arasında köprü olacaktır”. Bu ifadelerde Avrupa’nın ve Batı’nın adını geçtiği yerleri çıkararak yerine istediğimiz her hangi bir birliğin adını yazdığımızda içeriğin ve isteklerimizin değişmediğini göreceğiz. Yani, “ümit ve cesaret verici birlik” tarzındaki kendimizi kurtarmamıza yönelik sınav sorusu önümüzde yazılı, bizi bekliyor. Biz sadece kendimize uygun alttaki şıklardan birini seçmekteyiz: A) Avrupa Birliği; B) İslam Birliği; C) Türk Devletleri Birliği; D) Rusya ve Çin’in ortaklığı ile Avrasya Birliği. İşte, Türkiye’deki siyasal söylemin adı “birlik” olan noktalı [...], şıkları belli ve doldurulması bize bırakılmış içeriği bu.

Gümrük Birliğine katıldığımızda dönemin siyasal iktidarı Türk insanına öyle bir telkinde bulundu ki halkın neredeyse %70’i saf bir inançla şunları düşünmeye başladı: “Bugün Gümrük Birliğine girersek, yarın artık çalışmaya gerek yok. Artık Avrupa çalışıp bize bakacak”. Evet, Avrupa çalışmasına çalışıyor, ama bize bakmak için değil. Kendi siyasal olgularını ve değerlerini sürekli üreterek bize satmak için ve dünya üzerindeki egemenliğini kanıtlamak için çalışıyor. Biz ise birlik konusundaki saf inancımızı farklı dünyalara taşıyarak hayali birlikler yaratmakla sürdürmekteyiz. Alternatif olarak topluma sunduğumuz birlik idealleri birer ütopya. Tomas More’den daha idealist olan gazeteci ve yazarlarımız bizi bir ada olarak görmeye devam etmektedirler. Oysa, sınırlarımızın ötesinde “ümit ve cesaretimizi” yeniden kazanmak için gidebileceğimiz ne bir “Avrupa Birliği” var, ne de İslam, Türk ve Avrasya birlikleri. Hele son üçü hiç yoktur.

Bunlar saf sözler: Türkiye ve Suriye birleşecek, Mısır buna katılacak. Ürdin de mecburen bu oluşumun içinde yer alacak. Ve ardından Filistin ve Irak. Kürt sorunu da bitecek. Ne kadar iyimser bir tablo. Türkiye ve Suriye nasıl birleşecek? Neden ve nasıl? Mısır neden ve nasıl katılacak bu birliğe? İktiradın değişmesiyle Mısır bir anda değişecek mi? Ve Ürdin mecburen bu birliğe girmek zorunda. Neden mecburen? İslam Birliği “aşk ve şevkle” inşa edilmiyor muydu?

Öte yandan, İslam dünyası Türkiye, Suriye, Mısır, Ürdin, Filistin ve Irak’tan mı ibaret? Dünyada ABD’ye karşı kafa tutan tek devlet olan İran nerede? Şii olduğundan dolayı bu dünyanın içinde yer alamaz mı? Peki Arap ve Afrika ülkeleri? Yoksa, kafamızdaki hayali Osmanlı modelini mi dayatmak istiyoruz bu devletlere? Yapabilir miyiz? Bu devletler, Amerika’dan daha çok Osmanlı adından ürkmüyorlar mı?

İslam Dünyası neresi? Birkaç Arap devletinin güney sınırlarımızın ötesinde yer aldığı coğrafya mı? Orada bir İslam Dünyası yok ki? İsmi bizi yanıltmış olmasın? Hanedan devletleri var orada. Burada kurulan bütün siyasi, idari, askeri yapılar bu krallık rejiminin savunulmasına hizmet etmektedir. Bu yüzden bu devletler her hangi bir dış saldırıya karşı direnemezler. Tıpkı Irak’ta Saddam Hüseyin’in “devasa” ordusunun tek kurşun bile atmadan yok olup gitmesi gibi. Suriye böyle, Ürdin hakeza, Mısır deseniz o da malum.

Peki, İslam Dünyasını birleştirecek entelektüel bakış nerede? Mısır’daki İhvan-i Müslümin ideologları bile Heideggerci “teknik Batı” karşıtı görüşlerden beslenmekteler. İran’daki İslami akımlar da öyle. Batı düşüncesine karşı İslam Dünyasından koyabilecek birtek düşünce ve entelektüel akım var mı? Oldu mu? İttihad-i İslam yeni bir olgu değildir. XIX. Yüzyılın sonlarından beri mevcut. Ama nasıl mevcut?

“Aşk ve şevk” sözcükleri ve duygusuyla bir aile kurabilirsiniz. Ama o aileyi yaşatmak için düşünceye, ekonomik desteye, yaşamsal güçlere gereksiniminiz var. Aksi taktirde o ailenin boşanması kaçınılmazdır. İnsan beyni ve bedeni kalbinden ve gölgesinden beslenmez. Oysa, neredeyse bir kıtanın aşkından, dahası yaşamından söz ediyoruz.

Ulusalçılığı “cehennem yollayacağız”. Bütün bu devletler bu söylem üzerine kurulu. Suriye, Mısır, Filistin, Irak, Türkiye, Urdin kendi kimliklerinden mi vazgeçecekler? Geçebilirler mi? Bu ülkeler ulusalçılık duygusuyla Osmanlı’ya karşı savaş açtılar ve yine aynı duygu ile sömürge olmaktan kurtuldular. Bir Arap’a Arap olmasının üzerinde bir kimlik belirlemeniz mevcut koşullarda imkansızdır. Devletlerarası hukukta “birleşmek” sözcüğü yoktur. Devletlerin anlayışında ve yasasında da böyle bir hukuksal tanım bulunmaz. Devletler birlşemez, birleştirir, kendisine katar ve büyür. Avrupa devletlerinin içinde bulunduğu yapısal ve hukuki süreçte bir birleşme değildir, birliktir. Hukuk terminolojisinde birlik ve birleşmek sözcükleri farklı anlamlar taşır.

Avrupa Birliği son 50 yılın eseri değildir. İlk kez Leibniz “Hırıistiyan devletler birliği” tanımıyla karşımıza çıkmaktadır. Avrupa sözcüğü dahi siyasal anlamda bir düşünceye, siyasal güce ve toplumsal baskıya karşı duruş olarak oluştu. Burjuvazi ve aydınlar elele verip bu kuramı her anlamda inşa ettiler. Mevcut siyasal görüntü bu mücadelenin ürünü. Bırakın benzer bir mücadeleyi, böyle bir birlik anlayışının kökenlerine inip sosyal ve toplumsal gerekçelerini bir araya getirecek düşüncenin İslam Dünyasında esamesi bile okunmamaktadır.

Ve son bir düzeltme daha. Lütfen, Haçlı saldırıları karşısında Arap hanedanlarının durumunu da göz önüne alalım. Haçlı birlikleri ve devletleriyle anlaşmalar yaptıklarını da unutmayalım. “Mazlum” edebiyatını siyasal literatüre İsrail Devleti kazandırmıştır. Bu siysal söylem bütün Müslüman yazarların dilinde hiç düşmüyor. Müslümanlar mazlum değillerdir, sadece diğerlerine göre aşırı tembellerdir. Tembeller sadece “hayali dünyalar” yaratırlar. XX. Yüzyılın başlarında yaşamış ünlü mizah şairi Sabir’in bir beytini burada hatırlatmak yerinde olacaktır diye düşünüyorum:

Biz de ederiz âlem-i rüyâda terakki.
Not: Bu yazı "Bu Yaka" gazetesinin Sayı 6'da yayınlanmıştır.

Cuma, Haziran 09, 2006

ÇAĞDAŞ İKTİSAT SÖYLEMLERİNİN OLUŞUM SÜRECİ


ÇAĞDAŞ İKTİSAT SÖYLEMLERİNİN OLUŞUM SÜRECİ:
ADAM SMİTH - 1


Marksist kuramın ve özellikle de Das Kapital’in ekonomi kritiğinin temelinde yer alan iki isimden biri A. Smith; diğer David Ricardo. Bu ayardaki yazılarımın ilkinde Çağdaş İktisat Söylemlerinin kurucuları gibi Cantillon ve Condillas’tan söz etmiştim. Söz konu bu iki isim, İktisat Tarihi ve Felsefesiin göz ardı ettikleri önemli isimlerdir. Marksist söyleme göre, Çağdaş Batı üç temel üzerine oturmaktadır: Klasik Alman Felsefesi; Fransız Ütopik Sosyalizmi ve İngiliz Ekonomisi. Benzer türden bir tasnife diğer düşünürlerde de rastlanılmaktadır. Buradan çıkarılacak sonuca göre, Çağdaş Batı ve onunla birlikte Çağdaş İktisat ve Dünya ekonomisinin temelelri İngiliz iktisat anlayışına dayanmaktadır. Yani paranın kasası nerede olursa olsun; bu kasanın zeka anahtarları Britanya adasındadır. Ünlü bir iktisat söylemleri tarihçisi T. W. Hutchison A. Smith üzerine yaptığı değerli bir çalışmasında (Before Adam Smith: The Emergence of Political Economy 1662-1776, Oxford – New York, Blasic Blackwell 1988), çağdaş iktisat anlayışının neden Smith’le başladığının sorgulamasını yapmaktadır. Şöyle der eserinin bir yerinde (s. 380-381): “şayet, Boisquilbert, Cantillon ve özellikle Condillac’ın görüşleri İngiliz klasik düşünce sistemi tarafından büsbütün gözardı edilmeyesdi; insanın kamil bilgisi ve geleceğine ilişkin bekleyişlerin doğru olarak gerçekleştiği varsayımları üzerinde bu denli kafa patlatılmasaydı; Cliffe Leslie, Keynes, Shackle ve diğerlerinin protestolarının bir anlamı kalmaz ve XX. Yüzyılın dengesizlikleri, dalgalanmaları önünde iktisat teorisi daha adamakıllı bir görünüm kazanıdı”. Hutchison bu yorumunda haksız sayılmaz. Gerçekten de bir Condillas dururken neden Çağdaş İktisat A. Smith’le başlamıştır. Bu kurt tuzağının altında ne türden bir bit yemi bulunmaktadır. Bunu öğrenmenin yolu da Çağdaş İktisat söylemlerinin içinden geçmektedir. Nitekim, Foucault’un açıklamasıyla: “canavarlar, cinslerin kendilerinden daha başka bir doğa’dan değillerdir”. Ancak ben burada bu soruyu yanıtlayacak değilim. Çünkü bu soruyu yanıtlamak için önce Çağdaş İktisat Söylemleri konusunda birkaç durak mesafe almamız gerekecektir. Bu yüzden direkt olarak Çağdaş İktisat söylemlerinin babası A. Smith’in iktisat, bilgi ve felsefe kuramları üzerinde duralım.

İktisadın Korkak Çocuğu
Beri baştan söyleyelim: buradaki görüş ve düşüncelerimiz A. Smith’in kayda değer en önemli eseri History of Astronomy yapıtına göndermede bulunacaktır. Eser bir teoriler kitabıdır. Bugünkü anlamda bu teorilerin bazıları Çağdaş İktisat kuramında yer edinebilmiştir. Sanırım bu az ilgisizlikte Marksist eleştirinin rolü fazladır. Smith söylemlerinde ilk gözağrısı olarak insanı konu edinir. O, insanı yanılmalar ve belirsizlikler faktörü içinde algılar. Çünkü ona göre, insan davranışlarının cemiyet içinde biçimlenişinde yanılma ve ya belirsizliklerin rolü inkar edilemez. Yani, o bir tür deneme yanılma algısını sorun edinir. Buradan yola çıkarak da Smith “olağan dışı olayların” insan hayatındaki konumuna değinir. Ona göre, insan yaşamında beklenilmedik sürprizlerle karşılaşabiliyor. Bu beklenilmedik sürpriz onun zihninde bir şok etkisi yapmaktadır. Bu insanda bir şaşırma sürecine yol açıyor. İnsan bir süre zihninde yaşadığı bu şokla dengesini yeniden kurmanın mücadelesini vermektedir. Zihnin yeniden toarlanmasından sonradır ki insan kainata hayranlık duymaktadır. Bu hayranlıkla da insan davranışsal çerçeveyi irdelemeye konulmaktadır. Smith olay öncesine ex ante, olay sonrasına ise ex post der. Bu ikisi arasında yer alan “olay” insan yaşamında en belirleyici güç olarak ortaya çıkar. Böylece insan olay sonrasında kendi zihnine bilgisizliği yerleştirir. Smith’e göre, bilginin gelişimi sürecinde insan iradesinin asgarî bir düzeyde rolü vardır. İşte, felsefe de Smith’e göre buradan doğmuştur: bir ihtiyaçtan ziyade insanın kainatı algılayışı ve buna göre kendi hayatını düzenlerken uğradığı hayal kırılığı sonucunda. Smith’in bütün bir ekonomi anlayışı da bu belirsizlik üzerine kurulacaktır. Bu tarz bir düşünüş biçimi Popper’de de daha sonraları kendisini gösterecektir. Aslında bu düşünüş tarzı klasik Yunan felsefesinde Stao okulunun bilgiye bakışı arasında yer almakta olup, yüde yüz yeni bir buluş sayılmaz.

Smith’in Bilgi Anlayışı
Smith kendi kuramını oluşturmak için modellerini test etme mantığını önemsemedi. Nitekim, Smith bir kural koyucu söylem geliştirmemiştir. Öncelikli olarak Newton Fiziği’ne yöneldi. Newton’un fizik kuramını toplumsal bilimlere uyguladı. Bununla Smith, olay ile teorik çatışmayı ortadan kaldırmayarak bu çatışmayı korudu ve onu muhafaza etmenin peşine takıldı. Smith, Locke, Hume ve Berkeley gibi fikri yakınlık duyduklarının bir parça söylemleri dışında durarak bilimsel söylemlerin mantığından ziyade zihinsel muhakemenin mantığıyla ilgilendi. Nitekim, eserinde doğrudan “insan zihninin belirli bir andaki denge” durumuna yönelmiştir. Smith’e göre, denge ile insan huzuru ve sükuneti aramaktadır. İşte, Smith ekonomi söylemine buradan geçiş yapar. Gelişim için ticaretin büyümesi için sükunete gerek vadır. Ancak sükunet daimi değildir. İşte buradan yola çıkarak Smith ikinci kuramını geliştirir: sürpriz ve şok etkisi. Sürpriz bir yıkılma anıdır. Zihin dengesinin dağılmasıdır. Smith bu kuramı için Berkley’in “zamanın izafiliği” fikrini temel almışa benziyor. Bu dağılma anında insan ne geriye dönebilir, ne de öteyi kesitebilir. İki arada bir derede kalan insan için en iyi topralanma anı Gelenek’tir. Şöyle der Smith: “gelenekler acı ve hazzın taşkınlığını azaltıyor… Gelenek herhangi bir olay karşısında şiddetli bir değişme maruz kalmadan, (insan) aklını ve muhakemesini alışılagelen hale ve tabiata uyduruyor, uyumlu hale getiriyor”. Burada da Smith, Hume’nin “geçmiş ile gelecek zamanı teşkil eden farklı iki zaman dilimi arasındaki mutlak uyum hiçbir zaman kanıtlanamayacağı” söyleminden yola çıkmaktadır. İşte, bu iki arada bir derede kalma hali insanı felsefeye, bilgiye taşımaktadır: felsefe, bu kopan iplerin (şok anındaki dağılmanın) keşfi için insan yaşamında ve akıl yürüten bilim adamının teorik gezegenindeki yerini almaktadır. Simith’e göre, insanı çalıştıran, didindiren ve sürekli uğraş halinde tutan şey de bu kopma ve yanılma duygusunun önüne geçebilmesidir. Burada Simth, d’Alembert’in kuramına ters düşerek Lord Kames Home’nin görüşünü benimsemiştir. d’Alembert’e göre, “bilimsel keşif ve mantık ihtiyaç ve kullanım zorunluğundan” doğmuştur. Home ise “belirsizlik, zihnimizdeki bilgisizliğimizi bize fark ettirmekte ve böylece bilgiye yönetmektedir”. Nitekeim, Smith’de çatışmada ve karmaşada bir hayat aramaktadır: “karmaşa bilime isteği yanında bizi ayakta tutabilecek gerekli bilimsel keşiflere de sürüklemektedir” der. Demek ki, bilgi, Smith’e göre, dengesizlikleri ortadan kaldırmak için, sürekli şok yaşamamak için insanı bir adım ötede gitmeye götüren bir şeydir. Bu zincirleme kazalar arasında zaman, Smith’e göre, birbirine hiç karışmayan farklı büyüklüklerle birbirinin peşisıra dizilen anılar zinciridir. Smith, ahlak anlayışını da bu söylem içine oturtmaktadır. Ona göre olay karşısında sarsılan insan kendi sükunetine yeniden kavuşmak için kainata hayranlık duymaktadır. Bu duygu ile de insan kainata ait olduğu kanısını iyice pekiştirmektedir. Ahlaksal olan da bu duygudur.

Devam Edecek...

Çarşamba, Haziran 07, 2006

Kim Demiş, Kurtuluş İncilin İçindedir...


Not: Bu resim idak.gop.edu.tr/ myavuz/karikatur.htm da alınmıştır.


İnsan bu. Cildi kararmış kitap. Yağmur da yemiş, nem de. Onu rafı dünya. Ve dünya devasa bir eskiciler dükkanı. Değerli oluşu, eski oluşundan.

Sevgili dostumla kanuşuyorum. Hava, su, derken söz anahtarlarımız Amerika'daki Siyahların harabesini açıyor. Yağmalanmış dünyanın renkli kurtları. Kaybetmedikleri tek şeylerinin kaldığını öğreniyorum: "renkleri". Ve sohpet başlar:

Şekspir:
Dil ve kültür insanı yıkıyor .. yeniliyor. Şayet direnirsen halin duman. Değişime yol vermediğin sürece kayıplardası
Marmara:
En iyisi ben köyüme döneyim. Dostum, sence gelecek güzel mi?
Şekspir:
Biz umut ettiğimiz ve aşkı öldürmediğimiz sürece güzel bence abi. Bu çöplüğü temizleyecek çok zamanımız var. O yüzden umutluyum ..
Marmara:
Sen de idalistsin benim gibi. Kafasına dünyayı koynalardansın yani
Şekspir:
Dünya mı? Orası neresi? Ah be dostum. Bileydim bir gün sana ukalalık yapacagimi. Kurtuluş'un kitap tezgahını hatırla. Ordaki Şekspir'e bir bak
Marmara:
Hatırlıyorum, bakıyorum
Şekspir:
o zavallıya elini senden başka kim uzattı?
Marmara:
Ya, ben uzattım mı?
Şekspir:
Sen zehiri verdin usulunce yavaş yavaş beynime, dölledin zihnimi. Suçlamıyorum sakın yanlış anlama. Herşey olacagina vardi
Marmara:
Rica ederim
Şekspir:
Ama bunu etrafımda hala anlamayan insanlar var burada. Dokunurlarsa ölmekten korkuyorlar benden. Aynalı güneş gözlükleri ile geziyorlar etrafımda. Gözüm yanlışlıkla birine değer de yanarlar diye
Marmara:
Malzemen çok desene
Şekspir:
Diyorum ya.. sen köyüne dönmeden bir buraya düşesin.. ben birşeyler ayarlamaya çalışacagim. 6 ay benim siyah kardeşlerimle bir takıl. Müziklerini dinle.. ızdıraplarını anla
Marmara:
Siyahları tercih ediyorsun demek. Siyahlar işe yarar mı
Şekspir:
Sen beyaz olduğunu düşünyorsun tabi hâlâ.. buraya gelince sende siyah oldugunu anlayacaksin benim gibi. Benim de beyaz siyahtan kastım deri rengi degil zaten. Mentalite, biliyorsun. Ne siyahlar var burda beyazlaşmış, ne beyazlar var simsiyah olmuş ve ne griler var benim gibi. Bir komutan bekliyorlar. Köleliklerinin hesabını sormak için... Onlara sen yakışırsın, yada kardeşim johnatthan
Marmara:
Acımasız bir dünyadan söz ediyorsun, rengi olmayan bir dünyadan, bütün renkliliğine rağmen. Bunun sonuçları daha acımasız olur. Kayıp bir geçmiş, kayıp bir gelecek doğurur.
Şekspir:
Komutan, sözlerini verecek bunlara... Sözler ile intikamlarını alacaklar
Marmara:
Los Angeleste misin
Şekspir:
Orasi melekler için dostum... Gitmedim.. gitmek te istemiyorum oraya... Ben utancim ve insanligimla.. hayvanligimla bildigim hayatima devam edecegim. Ve bu siyah cocuklar burada aglaya aglaya rap yapiyorlar: "ben bir hayvanım" diye... Hayvanı insandan aşağı gören zihniyete ne acı? Aslına bakarsan ilk ıslahatımız hayvanlar üzerinde olmalı. Köleleştirdiklerimizden bahsediyorum. Mutlu olanlar zaten mutlu
Marmara:
Merak etme esaretin cebi deliktir. Kimse açları hapse atmaz.
Şekspir:
Kapısı her zaman açık .. dilediginde evine girip cikan bir hayvan varsa o kalmalı.. gitmek isteyen gitmeli... Ağlıyor köpekler kediler çünkü... Mutlu öten bir tek kuşlar gördüğüm... Zaptı en zor olanlar. Kanatlılar
Marmara:
O zaman insanlara kanat tak; uçan her şey özgürdür
Şekspir:
İnsanlarin ucabilecegini bilmek ve bunu kullanmamak da ayri mesele. Bu arada sana soyleyecegim şey: yazılarına umut pompala, insanlarin buna ihtiyaci var. Karanligi çek içinden
Marmara:
Bunu ben de düşünüyorum. Çözüm sunmam lazım. Gelecek vaat etmem lazım. İnanmadıklarıma onları inadırmam lazım.
Şekspir:
Umudu umutsuzluğun içinde göster. Sen bilirsin o kalemi kullanmayi.. sen cok iyi bilirsin

Son Not: Ve sen, ancak doğru düşleri gören adam. İnsanların mutluluğunu, mutluların insanlığına tercih etmekle doğruya vardığını sanacaksın. Onların ortak yönü insanlık değil "mutluluk" olduğunu haykıracaksın. Ama şunu unutmayalım, mutlular insanlıklarını kayıt altında, mutluluklarını ise kayıtdışı tuttukları sürece, insanlar, tarih içinde sayım memurlarının kalemiyle soluklanan ve raklamların peşine katılmaktan başka işe yaramayan uzun sıfırlar treninin kalabalık vagonlarını dolduracaklardır. Çünkü tarih, Meleklerin tutanakları karşısına çıkarılacak insan oğlunun yegane yalancı şahitleridir.

Cumartesi, Haziran 03, 2006

UMUTSUZLUĞA YOLCU MEKTUPLAR

Mektup 1

Sevgili Şamil...

Geceleri bunalımın gölgesi altında geçirdiğini biliyorum. Bir ıstırap kasırgası veya karanlık bir korku beyninin ve kalbinin yarım küresini kaplar durur. Gölgelerin ve hayallerin bütün bir gece sürecek olan savaşı başlar. Ama kanayacak olan senin vücudun. İçten içe bir sızı kopacaktır göğsünden. Kafan çatlayacak, kalbin katı kanları pompalamaktan bitkin düşecek. Bir savaşı daha kaybetmenin huzuruyla geceye veda edeceksin.

Ya sonra ne mi olacak? Anlatayım.

Geceyi uğurladın mı, gündüz gelecek. Gündüzün cazibesi pek fazla sürmez. Sabahın Güneşsiz geçen yarı karanlık ve yarı aydınlık arası şafak sökümünden sonra koca bir ateş topu kafanın üzerinde dikilip durur. Bir salgın adeta. Hiç terk etmez dünyayı. Yakıcı ışınları beyninin yarısını kızartır. Ya uyuyarak kendine en uygun uyuşturucuyu almak zorundasın, ya çığlık atarak senin acılarına misilleme yapan iki ayaklıların neşesine katlanmak zorunda. Seçim her zaman istenmeyen iki şey arasında yapılmaktadır. Korkarım çoğu zaman bu hakkın da olmaya.
Farz edelim uyudun. Gözkapaklarını yarıya indirdin, tıpkı hayatının yelkenlerini suya indirdiğin gibi. Sadece bir defaya mahsus gösterilecek rüyalar dizisini takip etmek zorundasın. Bazen sevimli, bazen abuk sabuk. Ya haz duyarak boşalacaksın, ya kabus görmüş gibi donacaksın. Günün bu kısmını da atlattın mı? Sorun yok demektir. Geceye doğru yolculuğa devam. Ömür nerede kırılacaksa, orada gece ile gündüzün oyunu sona erecektir.

Aslında hep aynı günleri yaşarız farklı sayılar, haftalar, aylar ve seneler adıyla. Bu aynılıktan insan ne zevk alabilir ki? Hiç önemli değil. Asıl sorun bu aynılığa insan nasıl dayanmakta? Cevabı çok basit: Korku. Trajedinin kocaman harfli başlığı. Savaşın hiç değişmeyen biricik taktiği. Bilgi bu vahşi kaygılanmayı yenmek için doğdu. Eski Yunan’dan bu yana bilginin söylenile gelen açıklanması şu: Güvenmek için bilmeliğiz. Neye güvenmek için? Tanrıya, doğaya, İnsanlara, varolan her şeye, kadınlara bile. Güven, korkuyu yok etmek için yaratılmış adeta. Gecenin ardından gündüzün geleceğine güvenmeseydik nasıl uyuyabilirdik?

Ama sorun bununla da kalmıyor, kalmayacakta. Bilginin kamçısı birilerinin elinde. Kim bu birileri? Aslında kim oldukları meçhul. Onlar kimlik ötesi varlıklar. Devamlı ve hiç durmadan kimliklerimize saldırmakta. Nasıl mı? Habil ile Gabil’in hikayesini bilirsin? Biri çoban, ötekisi çiftçiydi. Bir yıldönümünde ürünlerini Tanrı’ya sunmak için huzura çağrıldılar. Birinin ürünü ötekisine tercih edildi. Habil ile Gabil’in savaşı ve insanoğlunun sevap-günah ikilemi başlamış oldu. Onları bu savaşa iten Tanrı’nın adaletsizliği mi? Hiç sanmıyorum. Eğer ikisinin de ürünü kabul edilseydi veya ikisinin de kurbanı geri çevrilseydi savaş yine olacaktı. Bu defa da iyi ile iyinin veya kötüyle kötünün savaşı patlak verecekti.

İşte tıpkı bunun gibi, Eski Yunan’da Yedi Bilge adını alan yedi kişilik bir uyanıklar çetesi bilgeliklerinin ürünlerini Tanrı Apollon’a sunmak için Delphoi tapınağının yolunu tuttular. Ve Apollon’un yapacağı arabuluculukla Yüce Zeus’a bilgeliklerini şöyle sundular: “Kendini bil!” Yani, bir kimlik bilmecesi. Bu, Yedi Bilge toplumun yöneticileri, yani iktidar. İktidar, kaderimizin hakiki sahibi gibi davaranıp, kaderin bilgisini Tanrılar’ın eline sunarak, hayatımızı kırbaçlamaya başladılar. İnsanoğlunun sado-mazoşist tarihi böyle başlamış oldu.

Ben kimim? sorusu karşısında beynimizi, kalbimizi ve hatta penisimizi dahi gecenin, gündüzün derinliklerine fırlatarak bulanık, hayaletsi, sıkıntılı zaman aralıklarında düşünüp dururuz. Bir tek amaç uğruna: Kırbaç karşısında köleliğimize sadık olduğumuzun güvencesini iktidara duyurmak için.

- Ben kimim?
- Güvanilir bir köleyim.

Nereden nereye geldik ve daha nerelere doğru gideceğiz. Senin nereye gideceğini bilmiyorum. Belki de ben yanılmaktayım. Aslında umurumda bile değil. Benim savaşım basit: Kimliğimizi kimlik sorunuyla ele geçiren bilgeler ordusunu yok etmek. Başaracak mıyım? Önemli değil. Bu hayal bile bana yetiyor. Ya başarırsam? Yok ettiğimin yerine koyabilecek bir tek şeyim var: İnanmak.
21. 09. 2001.