Çarşamba, Mayıs 21, 2008

Akıl Aleti

Teknolojiye ilişkin çocukluğumdan beri duyduğum üç “ilginç” hikaye aklımdadır. Babaannemin refikası radyo sesini duyunca kalp krizi geçirerek ölmüş. Bu olay, ona “demirin konuşması” gibi bir kıyamet vaakası olarak gözükmüş. İkinci hikeyenin kahramanı “traktör”dü. Köyümüze ilk traktör geldiğinde insanlar haftalarca uyuyamamış ve bu garip şeyi meraklı bakışlarla irdelemişlerdir. Hatta, geceleri “traktörün uyanıp kendilerini öldürmemesi için” nöbet dahi tutmuşlardır. Üçüncü hikayeni ise Malatyalı bir dostum bana anlattı. Malatya’nın bir köyünde (dilimin ucunda ama hatırlayamadım) kıskanç koca “karısına göz koyan televizyonu vurmuş, ertesi sabahta jandarmaya teslim olmuş”. Evet, olay aynen böyle gerçekleşmiş – sevgili arkadaşımın anlattığına göre. Zira, haber sipikeri ajansı sunarken “devamlı adamın karısını kesiyormuş”. Karısı durumdan işkillenmiş ve olayı kocasına şikayet edince, adam silahını çektiği gibi televizyonu kurşuna dizmiş. Partlayan ekrandan ses çıkmayınca, suçluluk psikolojisi adamı dürtmüş olmalı ki sabahın erken saatlerinde jandarmaya başvurmuş. Ben kendi adıma, “katilin” jandarmadaki sorgusunu merak ediyorum (!).

Televizyonun hikeyesi, sinema kamerasının keşfiyle başlar. Thomas Edison kamerayı özel eğlencesi için icat etmiş. Adını da kulağına “akıl aleti” diye fısıldamış. Kendi anılarında bu garip icadın amacını şöyle tanımlar: “aydınlanmış bir demokrasi için tasarımlanan dünyayı olduğu gibi göstermeyi ve gerçekliğin ahlaki gücünü gözler önüne sermeyi” hedefliyordum. Tipik rasyonel bir uygulamaydı, yaptığı. Kendini ve gerçeği kendi dışına aktararak kendine gösterme. Ama hiç kimse onun bu icadını iplemedi. Ta ki, bu “cevher” Amerikalı göçmen Yahduilerin eline geçene kadar. Neden mi? Çünkü, tüm 17, 18, 19 ve 20 yüzyıllar boyunca gerçein görüntülenmesine en çok Yahudiler gereksinim duymuşlardır. Görüntü, daha adil bir kanıttır onlara görmüş olmalılar.

Yahudiler “soykırım toplumudur”. Bu ne yalandır, ne de övgü. Tüm modern yöntemlerle ilk tanışmış toplum olduklarından basının ve baskının (matbaa) ne denli önemli bir güç olduğunu iyi biliyorlardı. Hemen hemen bulundukları her şehirde birden fazla mattabları vardı. Geç ortaçağ ve Yeniçağda en fazla kitabı onlar basmışlardır. Kısıtlmalara ve engellemelere rağmen en yüksek okur-yazarlık oranı bu toplumdaydı. Yakılmış ve imha edilmiş olmasına rağmen (Rusya, Fransa, Almanya ved. ülkelerde bu türden olaylar yaşanmıştır) eski basılı kitap arşivi Yahudi topluluklarına aittir.

Yahudiler bir millet değildir ve belki de asla olmayacaklardır. Siyonizme karşı en aşırı saldırıların kahramanları da başkalarından çok kendilerinden çıkmıştır. Rasyonelleşme sürecinde din, iki toplumda ulus ruhunu icra etmiştir: Yahudilerde ve Ermenilerde. Belki bundan dolayı çağdaşlaşmanın en darbesini de bu ulusların dinleri almıştır. Günümüzde Judaizm yamanmayacak kadar yıpranmış bir gömleyi andırmaktadır.

II. Dünya Savaşı sırasında “Yahudi soykırı”mından dolayı sadece Hitler Almanyası’nı suçlamak bana hep komik gelmiştir. Evet, Hitler Almanyası’nın bu olaydan yakasını uzak tutması olanaksızdır, ama 1930 ve 1940’lı yıllarda Yahudileri suçlamayan tek bir Batı ülkesi bulmak zor. Fransa’da, İngiltere’de, ABD’de, hatta Romanya’da bile dönemin basınını şöyle bir taramak bunun için yeterlidir. 27 Kasım 1919 tarihli The Times dergisinin kapağı “Yahudiler ve Bolşevizm” başlığını taşıyordu. Yazının müellifi Verax, İngiltere’deki Yahudileri için şöyle der: “İncil’i her şeyden fazla seven bu ülkede Yahudi düşmanlığının olmadığını söylemek olanaksızdır”. Morning Post’un editörü İ. H. A. Gwynne ise dergi kapağına “Dünyadaki Huzursuzluğun Nedenleri” bağlığını çıkarmış ne huzursuzluğun kaynağını açıkca “Yahudiler” diye belirlemiştir. Times, ise bu konunu devamlı işlemekten vazgeçmemiş ve hatta 8 Mayıs 1920 sayısında “Yahudi Tehlikesi” başlığını kapağına taşımıştır. Dergi, Yahudileri “Pax Judaica” kurmakla itham ediyordu. Düşmanlık boyutlarının nereye vardığını söylemek için en ilginç örnek kuşkusuz ünlü Yahudi hayranı ve Yahudi devletinin mimarı Churchill’in durumu olsa gerek. Daha I. Dünya savaşı sırasında yazılarında ve mektuplarında “Yahduiler yeryüzünün en seçkin ırkıdır” diyen Churchill, 1921 yılında şunları söylemekten kendini alıkoyamamıştır: “Bu şaşırtıcı ırkın değişik bir ahlak sistemi vardır. Hıristiyanlığa karşı dolu gözükmelerine karşılık felsefeleri kin ve nefretle yoğurulmuştur”.

Bir “Yahudi ülkesi” ABD’deki durumu hiç göz ardı etmeyelim. ABD basınındaki haberlere göre, Rusya’da meydana gelen Kızıl Korku’nun (Komunizmin) gerçek mimarlarını uzakta ramak saçmalıktır. Komunizmin kurucuları ABD’deki “60.000 Yahudi’dir”. Ve bunlar “içimizdeki düşmanlardır”. Bazı gazeteler komunistlerin para babasının Amerikalı Yahudi milyoner Jacob Schiff olduğunu açık biçimde beyan etmiştir. ABD’de yürürlüğe giren 1917 Casusluk Yasası, 1918 Kışkırtma Yasası, 1919 Kota Yasası ve 1924 Johnson Reed Yasası’nın hedefindekiler de Yahudiler’di. Amaç, Amerika’ya daha fazla Yahudinin göçünü engellemek ve onları denetim altına almaktı.

Fransa’da durum Yahudiler açısından tam bir kaostu. Her an yok edilmesi gerekilen kesim olarak gürülüyorlardı. “Siyon Büyüklerinin Protokolleri”nin Fransa’da “uydurulduğu”nu (bu belgeler toplusunun uydurma olduğu III. Napolyon’un “dünyaya hakim olma” nutkunun üslup ve içeriğini taşımasından belli oluyor, ama aralarında gerçekleri de olabilir) hatırlayalım. Benzer uydurma 1890’lardaki Dreyfus davasıydı. Yani, Hitler Almanya’sının “Yahudi soykırım” mantığı böyle bir ortamda bekişmiştir. Ama II. Dünya Savaşından sonra tüm Batılı ülkeler kendi “Yahudi suçlarını da Hitlerinkine ekleyip” arındılar.

Tüm bunlar bir toplumun “akıl aleti”ne neden gereksinim duyduğu psikolojisinin mantıksal nedelerini ortaya çıkartmaktadır. Görüntü, her şeyden önce kendilerine gerekliydi. İlginçtir, sinemanın ve televizyonun kurucuları kadar izleyicileri de ne zenginler, ne de orta sınıflardır. Hele aydınlar hiç değildir. Sineme ve televizyon fakirlerin (fakir Yahudilerin) icadıdır. Tüm Amerikan sinema ve televizyon şirketlerinin kurucularının tamamı (tabii ki Yahudi olanları) Doğu’dan (Batı Avrupa ve Rusya’dan) kaçmış fakir ve sıkıntılı ailelerin çocuklarıydı. Küçük bir liste bu durumu rahatlıkla ortaya çıkartmaktadır:

Carl Laemmle (1867-1939) Universal’ın kurucusu. 13 çocuklu fakir bir Yahudi ailesinin 10. çocuğu. Amerika’ya gelince önce katiplik işlerinde, ardından bir muhasebe dairesinde, sonra da bir giyim mağazasında çalıştı. Emeğine karşılık günlük birkaç on dolardan fazla alamıyordu. Daha sonra beş sente film seyredilen bir sinema açtı. Sonra bunu zincir haline getirdi. 1912 yılında artık bir filim stüdyosunun şefiydi. Hemen peşinden de Universal’ı kurdu.

Marcus Leow (1872-1927) – Metro-Goldwyn-Mayer’in kurucusu. Garson bir Yahudi çocuğu. Çaresizlikten 12 yaşında eğitimine son vermiş ve bir matbaada çalışmağa başlamıştır. Daha okuldayken 6 yaşından beri gazete satıyordu. Matbaadan sonra da deri sektöründe işçi olarak çalıştı. 30 yaşına geldiğinde artık iki defa iflas etmiş bir tüccardı. Tiyatrolar zinciri kurdu, ardından medya patronluğuna soyundu.

William Fox (1879-1952) – Twentieth Century sahibi. Açlık sınırının da altında bir yaşamın içinde gelmiştir. Macaristan doğumludur ve 12çocuklu bir ailenin evladıdır. New-York’a geldiğinde çocuktu. Yıllarca Castle Garden Göçmen bürosunda kaldı. 11 yaşında sanayide çalışmağa başladı. Sonra bir sineme zincirinin başında görüyoruz onu.

Louis Mayer Yahudi bir bilginin oğlu; Sam Goldwyn bir demirçi yardımcısı; Harry Cohn troleybüs şöförü; Jess Lasky kornetçi; Sam Katz kuryelik; Dore Schary garson; Adolph Zukor kürk satıcısı; Darryl Zanuck aynı; ünlüWarner Brothers’in sahipleri Warner kardeşleri ise Polonyalo fakir ayakkabı tamircisinin dokuz çocuğu payesini taşıyorlardı. Yani, sinema ve televizyonun kurucuları fakir ve dilenci Yahudi çocukları. İzleyicileri de farklı kimseler değildi.

Eğlence 1890 yılına kadar Batı’da zenginler içindi. Fakirlerin eğlenmeye ya hakkı yoktu, ya da imkanı. Sinema ve televizyon fakirlerin eğlence alanı olarak doğdu. 1890 yılında New York’ta bir tek eğlence merkezi yokken, 1900 yılında 1000-‘i bulunuyordu. Neredeyse tamamı sinema kulübü, amatör tyatro sahneleri ved.

Çok daha ilginci ise sesli ve renkli sinemaya daha önceden de geçilebileceği gerçeğinin olmsıydı. Ama herkes uzun bir süre sessizlik ve reksizlik içinde kalmayı tercih etmiştir. Gerekçe mi, ses ve renki görüntü toplumu “kızşkırtabilirdi”. Duymak ve gösterileni tüm ayrıntılarıyla izlemek tehlikeliydi. Bu cesareti gösterenler Warner kardeşleri olmuşlardır. Çünkü kardeşler güzel sesi ve fiziği olan kız kardeşleri Raso’nun “sessiz ve karanlıkta” kalamsına daha fazla dayanamamışlardır. Hollywood, böylece sesli sinemaya geçmiştir.

1930’lu yıllarda sinema sanayisinin Yahudi devleri televizyona el attılar. Perakendecilik Yahudi aklıydı ve bunu rasyonelleştirenler de bizzat kendileri olmuşlardır. Dolayısıyla, müşteri onlar için her şeyden önce idi. Çünkü, gerçek güç tüketiciydi. Ve bunu Yahudiler daha 18. Yüzyılda tüm çıplaklığıyla kavramışlardır. Çağdaş Yahudi sermayesi, daha da gerçeği kapitalist sermayesi böyle doğmuştur.

Evet, çağdaş akıl aletimizin mimarı Yahudiler. Macaristan’ın, Polonya’nın, Ukrayna’nın, Almanya’nın kırsallarından çıkmış, bıkmanın ve usanmanın ne olduğunu bilmeyen bir avuç insan. Medya çağının ve medya imparatorluğunun devleri. Çağın nasıl oluşturduğunu onlardan öğrenme gereksinimi duymasakta, bilmemiz “ahlaki” bir sorumluluk gerektirmektedir. Nede olsa, dünyanın en fazla televizyon izleyen ikinci milleti olma payesini haketmemiz gerekir.

Ünlü Yahudi sosyoloğu Arthur Ruppin’in dediği gibi: “Hıristiyanlar elleriyle suç işliyorlar, Yahudiler ise akıllarıyla”. "Adam yerine koyup" adımızı anmadığı için Ruppi’ye teşekkür mü etmeliyiz, karar vermek güç.