Pazar, Temmuz 17, 2011

Perşembe, Haziran 02, 2011

Final

Bir romandan yırtılmış sayfa gibi uçuyordum soğakta. Daha ziyade kitabın son sayfasını, “roman bitti” kısmının yazıldığı parçasını hatırlatıyordum. Gerçekten de içimde bitmiş ve parçalanmış romanın finali idim. Ya iyi kalpli sahibim rüzgarın etkisiyle açıq kalmış pencereden dışarıya fırlamış sayfanın peşinden koşup beni bulup koparılmış yerime yapıştıracak; ya da nefret dolu bir okurun hışmıyla yırtılmış içimin son sayfası gibi bir köşeye takılıp kalacak ve çöpe süprülecektim.

Bir insandan ziyada bir kitap olduğuma inandım hep. Bir romana, bir bilgenin eliyle bütün inceliklerin çivilendiği sayfalara benzediğime... Şık bir ciltin arasına sıkıştırılmış yüzlerce sayfalık kağıtlara...

Kaldıran olmadı kapağımı. Çeviren olmadı sayfalarımı. Hiç kimse beni okuma zahmetine katlanmadı. Öylece yıllarca yattım kütüphanenin bir köşesinde. Ve işe yaramaz olduğum anlaşılmış olmalı ki yırtılıp atıldım.

Bitti...

Salı, Mayıs 31, 2011

Günah...

Kan eline bulaşmıştı. Ne tür bir cellatlık yaptığını o an anlamıştı. Susturmuştu onu, ama sanki şimdi daha fazla duyuyordu sesini. Daha fazla acıtıyordu sözleri onu. Daha fazla bulaşıyordu elleri bedenine.

Bütün suçluları yeniden insan olmağa zorlayan kurtuluş reçetesi onun da aklına gelmişti. Temizlenmeliyidi. Yıkanmalıydı. Yırtıp atmalıydı üsütündeki günah giysilerini. Hafiflemeliydi. Sonra, sonra, çözmeliydi odanın bir köşesinde yatan, teni soğumuş büyük sorunu.

Ama yararı olmamıştı. Soğuk duş sanki derisini yakmıştı. Banyodan çıktığında vücudunda kırmızı lekeler belirmişti. Durmadan da artıyordu. Hafiften de kaşınıyordu. Derken, birden hatırladı, kana karşı alerjisi olduğunu. Daha 7 yaşında bir kurban bayramı fark etmişti annesi bunu. Dokrotlar şaşırmıştı. Bunun milyonda bir gözüken hastalık olduğunu söylemişlerdi.

Çıplak geziniyordu odada. Yerdeki, duvardaki, aynadakı, yataktaki ve sevgilisinin göğsündeki kanı gördükçe daha da artıyordu rahatsızlığı. Bir süre sonra dokunamaz oldu, eşyalara. Sigara yakmak istedi, dokunamadı. İçki içmek istedi, yapamadı. Ayakta duramazdı, oturamazdı da. Her şey batmağa başlamıştı etine. Durduğu yerde kala kaldı.
***
Ürkütüyordu, konuştukça dostum beni. Polisti. Bu hikayeyle yeşermişti içindeki inanç tutkusu.
Tesadüfen tanışmıştık.

O gün, erkenden uyanmıştım. Cumaya gidecektim. Hiç Fatih’te namaz kılmamıştım. Kararlıydım. Hayatımın yarısının bu şehirde geçmesine rağmen Fatih Camiinde ibadet etmemek üzüyordu beni.

Namaz öncesi hocaların konuşmalarını seviyordum. 90’ların başıydı. Hutbe konuları çok komikti. Hoca saatlerce tabiat, hayvan sevgisinden söz ederdi, hutbelerinde. Konuşurken, ne kadar zorlandığı belliydi. Diyanetin ona dünyevi konularla muhattap kılması cemaatin gözünde itibarinı düşürmüş duyğusuna saplanmıştı. Sigaranın zararlarını anlatmıştı bir defasında, bizim Bakkalköy imamı. Tam o sırada müezzinin küçük oğlu camiye girmiş, hocaya yakınlaşıp namazdan önce bakkaldan almasını istediği sigarayı hafifce kendisine uzatmıştı. Sonra geçip ön safta oturarak, imamın en has adamı olmanın gururuyla dik dik bakmıştı yanındakilere. Hoca ise kızarmıştı. Birkaç dakika laf bulamamış, sonra sigara zararları konusunu toparlamağa çalışmıştı. Bıraksalar, elindeki zararlı konuları fırlatıp çöpe atacak, çok sevdiyi ecdadımızın küffarla savaştığı hikayelere dalıp, bir güzel imanımızı şaha kaldıracak ve sözü o sıralar gündemde olan Erbakan Hocanın “İslam NATO”su mefkuresi ile bitirecekti.

İşte o gün Bakkalköylü imamızın sohpetinden kaçıp Fatih’e gitmiştim. Vardığımda camii kalabalıktı. Arka safların birinde halıya çöküp, hocayı dinlerken, bir tarafdan da Nurettin Topçu’nun “İsyan Ahlakı” kitapını karıştıyordum. Çevremde oturan amcalar için biraz sert kitap ismi olduğunu fark etmiştim. Bu yüzden arkasını çevirip dizimin dibine koydum. Bu sırada bir polis gelip sağ tarafımdaki boşluğa çökmüştü. Hafiften safı daralttığından silahı böğrüme dayanmıştı. Bunu fark edince özür dilemiş, ama ben kafamı sallayarak oralı olmamıştım.

Hoca “kuşlarla ilgili hutbesini” anlatıp tamamladığında ezan duyulmağa başladı. Doğrularken, tapancası bir kez daha böğrümü uyardı. Ben beklediğim özürü alamayınca sinir olmuştum. Müezzin “saflarınızı sıklaştırın” diye bir kaç kez uyardıktan sonra, bu görevi bizim polisin devralması canımı iyice sıkmıştı. Önündeki, arkasındaki boşlukları gösterip, “şuraya geç” diye uyarıyordu. Bunu iyi niyyetle yaptığı belliydi. Ama ben bir kere kıcık olmuştum, ona. Beni de hemen önümdeki boşluğa göndermek isterken, artık kendimi tutamadım: “Bu işe de polis karıştı ya”.

Polis olduğunu hatırlamış gibi, utandı. Namazı, duanı ve tesbihi omuz omuza bitirdik. Dışarı eşit mesafede çıkmıştık. Kendisini bana açıklama yapmak zorunda hissettiğini anlıyordum. Özür diledi. Birkaç kelme daha etti. Ona “önemli değil” derken, konu öyle bir önemli halde geldi, ki bana hemen yakınlıktaki hasırlarda çay içmeği önerdi. Cebimde kalan paranı iki saat önce Topçu’ya saymıştım. Bir çayın ve sigaranın kötü olmayacağı düşüncesi öneriye sıcak bakmama neden olmuştu. Bir taraftan da onun memur dünyasından toplayıp sıraladığı sözcükleri dinleyecek olmam canımı sıkıyordu.

“Biliyor musun?” dedi.
Bilmediğimi belli etmek için gözlerimi açıp yüzüne baktığımda, konuşmasına devam etti.
Söze başladığında dudaklarının arasından kopan sözcüklerin ona ait olmadığını düşünmüştüm. Ama birkaç cümleden sonra polis kıyafetleri içine sarkmış hikmet sahibi biri olduğunu düşünmeğe başladım.
***
“Durduğu yerde kala kaldı” dedi.
Saatlerce öyle kalmış olmalı. Rahatsızlığı onu kıpırtatmıyormuş. Dışarı koşması, yardım istemesi, hastaneye kaldırılması işlediği cinayetin açığa çıkmasına neden olabilirdi. Bir süre sonra dikilmekten bacakları şişmeğe başlamış. Buna rağmen zorlamış kendini. Sonra gözleri kararmış. Kafası dumanlanmağa, titremeğe başlamış. Derken, bir kütük gibi devrilmiş. Düştüğü an kafası odadaki sehpanın köşesine denk gelmiş. Doktorlar çarpmanın şiddetiyle öldüğünü söylediler.

Cesetleri üç gün sonra bulundu. Kapını kırıp içeri girdiğimizde, ikisi de mosmordu. Olayın inceliğini doktorlar bize anlattılar. Alerji onu hareket etmeğe müsade etmemiş. Hafif bir hareketin vücudundaki kaşıntıları artıracağından korkmuş. İlahi bir cezaydı bu. Olaydan iki gün önce kadına çocuğunu aldırttığı da anlaşıldı. Çarpılmıştı.
***
Konuşurken ağlıyordu. Hemen topraladı kendini. Sonra...

“Peki ne oldu, dersin” dedi.
Masum biri doğmadan öldü. Peşinden yarı günahkar annesi öldürüldü. Ardından da gerçek günahkar belasını buldu. Ama bir şey daha oldu. Ben inandım. Değiştim. İçimde yıllardır birikmiş şüphe buzulları erimeğe başladı. Kuzey okyanusunun buz dağları gibi parça parça kopup sıcak sularda eriğip kayboluyorlardı. Günlerle, haftalarla sürdü bu. O zamandan beri hiç değilse Cumaları kaçırmamağa çalışıyorum.

Beni de sarsmıştı, hikayesi. Utandırmıştı da.
Bir süre devam etti, dostluğumuz. Hatta benim emniyetdeki bir sorunumu da halletti.
O gün için hatırladığım son şey, Topçu’nun kitabını ona hediye etmemdi. İsyan Ahlakı’mı bir polisin eline tutuşturmuştum.

02. 2006

Perşembe, Mayıs 19, 2011

Bu yaka

Dalmıştım..., söylenenleri duymuyordum.., kulaklarımı sokaktan koparmıştım.
Öylece bir banka çöktüm. Kafamı sırtıma doğru çevirip gök yüzüne baktım. Beyaz tombiş bulutların sırıttığını gördüm. Güneşi kıskandırıyorlardı. Ortaokul yıllarında beyaz önlüklü kız arkadaşlarımıza benziyorlardı. Taş gibiydim. Bakışlarımı bir uydu gibi uzaya fırlatmış, istasyon gibi bekliyordum.

Lena’nın kıyısında İstanbul’u hayal etmek. Çernşevskinin kahramınının kendini vurduğu köprüde ben hayalimde Altunzade’den Beşktaş’a gidiyordum. Sevgili Faruk’la öyle anlaşmıştık. İskelenin orada buluşup, Kabalçı’ya geçecek, birkaç saatlığına kitapları karıştıracaktık. Sonra Çarşı’nın oralarda içerilere doğru kaybolup, birer şişe bira içecektik. Mukaddes abilerimize gözükmeden, yapacaktık bir günah eylemi, daha. Sonra çevremizde sürten yaşamdan kopup, sorular soracaktık kendimize.

Sevgili Cevanşir (bana böyle seslenirdi), diye başlayacaktı söze. Parmaklarının arasına Muratti sigarasını alıp, siyah dumanı cigerlerinde temizledikten sonra beyaz bulutlar gibi burnundan dünyaya salıverecekti. Bense, neden hala patates gipsinin gelmediği merak edecektim. Çünkü, kızartılmış patatesler olmadan sevimsizdi bira.

“Bu yaka” lanetli bir gazeteydi. Sevgili Muhammed’i Aydın Doğan yapacak uzun yolun ilk merdiveni. Bay ideolog kısmında ben, Melike, Faruk, sevgili Duutur, şimdi ismini hatırlamadığım birkaç bayan arkadaş Derya dağıtımcılıkta kendi kaderimizin dibini kazıyorduk. İnsanlık için yeni bir şey keşfediyorduk. Bir boka da benzemedi zaten... Hep boğazımızda kaldı, hayallerimiz. Kansere dönüştü içimizde...

Neredesiniz, dostlarım. Söyleyin nerede? Lanet değil de, ne bu?
Faruk’u toprak aldı, ötekini yaşam, diğerleri kayboldu. Beni soracak olursanız, her geçen gün biraz daha batıyorum. Derya dağıtımcılıkta boğulmak için buluştuk sanki... İntihar etmek için... Kendi Mun tarikatımızın toplu cinayetini gerçekleştirmek için...

- İzviniti pajalusta? – kesti hayal yolçuluğumu ihtiyar kadın. Benim gibi dünyaya küsmüş bir karışlık suratıyla hafif yana kaymamı istiyordu.

Yana kaymak mı?
Hiç merkezde olmadım ki? Yaşamın hep kıyısından baktım, bir delikten, bir koğuştan, dünyaya.

Ölmemeliydin dostum. Ölmemeliydi. Neden amma. Neden yaptın ki ... Neden istedin ki... Yüzün içimde leke gibi duruyor.

Fahri abinin uçurtma şenliğini hatırlıyor musun? Resimleri hâlâ duruyor bende. Ya çingene kızı Eda’yı. Tanrım, sen juri başakanı oldun, nasıl olduysa... Sanırım üniformanı çalmıştın. Yoksa, Ormanlı nah seni yerel gazeteçiler tahtına oturturdu.

Hafif yakınımda Andre Rieu’nun The Second Waltz’i işitiliyor. Dokunma diyor, bana. Dokunma hayallere. Kopartma içindeki yarayı. Açma üstünü içindeki mezarın. Bırak uyusun çocuk. Şimdi en çok olmak istediği yerdedir. Huzurludur, rahatır, sessizdir ve ve senden daha bilgilidir. Sen ara biraz daha... Ara... ara... Bir ihtimal bulursun...

Korkuyorum dostum. İnan bana korkuyorum... Senden sonra daha bir arttı korkularım. Daha da çoğaldı... Uyumaktan korkuyorum, konuşmaktan, ölmekten...

Tüm sevdiklerimi kanser aldı elimden. Babaannemi, ortaokul arkadaşım Yusufu, sevgilimi, seni... Bir salgının ortasında ada gibi kalmak. Ve çember her geçen gün biraz daha daralıyor. Sağ gözümü kaybettim. Kimseye belli etmiyorum ama, artık görmüyorum. Kafamda şiddetli ağrılar...

Beni de sev Rabbim. Benim seni sevdiyimden daha çok... Affet beni...
Ben hep iyi biri olmak istedim... Sadece yapamadım... Yapmadım...

İçimi sel götürüyor.

Çok zevgli adam olmalı şu yakınımdakı kafenin sahibi. Durmadan fransızca bir şeyler seslendiriyor. Keşke şarkılar gibi bizde fransız kalsak her şeye...

Keşke Rakıb amcanın meyhanesinde olsak. Dinlesek Müzeyyeni, Selamsızda...

Akşam oldu hüzünlendim ben yine,
Hasret kaldım, gözlerinin rengine.
Ahhhhh...
Gelmez sandım, gel sevgilim gel yine,
Hasret kaldım, gözlerinin rengine.
Ahhhhh...
.........
Yaraların çok derin,
sonu yok bu kederin,
Kendime seçtim yar,
şimdi odur ellerim...

Saramadım el gibi,
tatlı bir amel gibi,
Gönlümü deldi geçti,
yıkıp giden tel gibi...
.........
Pencereden kuş uçtu,
Yandı yürek tutuştu,
Bizim böyle olmamıza,
Komşular sebep oldu...

Bizim böyle olmamıza, yaşam sebep oldu, be dostum... yaşam sebep oldu...
- Birer şişe daha alalım mı? Ne dersin? Zaten ne demişler: “İçelim kendimizden geçelim”.
- Olur abi...

Lanet olsun Bolşeviklere. Allah topunun belasını versin... Kapus oldu sosyalizm bize... Hepimizi bir parça yontarak eşitledi... Bir parça keserek, bir parça kıyarak, bir parça budayarak...

- Eşref abi! Koyar mısın Müzeyyenden bir parça daha...

Şarkılar savuruyor kalbimi... Sözler parça parça söküyor beni. Azalıyorum. Dolmuyor boşluğun. Terk edildim. Kaçırıldım. Çalındım. Kirletildim.

Ey sarivan! Ey haniman! Ey daima hoca-yi mi-veri,
Ha hordeni, ey daimend! Can-i dil-i meram-i veri.

Ey elerim! Kopma benden! Beni bırakma! Yaz isteklerimi... Öldür, avuçlarında kederi, acını...

Ey gözyaşlarım! Akma benden... Kaybolma göğsümden. Buz kes içimde. Isınma... erime... Gömme sulara beni.

Çarşamba, Mayıs 18, 2011

Unutmuş gibisin...

Sen beni unutmuş gibisin

Ben hâlâ deliyim, hâlâ sevdalı...

Sözlerin de rengi var, çiçekler gibi. Mevsim, mevsim açarlar, onlar da... Kış için soğuk deriz, yaz için sıcak. Aşk da bir mevsim, acı da, gözyaşı da... Binlerce mevsim var sözlükte. Bazılarının ömrü bir anlık,bazılarıki bir asır. Bazıları yağmur gibi yakalar bizi, bazıları gürler, ama yağmaz. Bazıları susmayı öğretir bize, bazıları açmağı kalbimizi. Bazıları sırra dönüşür, taş gibi durur içimizde, bazıları nehir gibi akar gözlerimizden...

Sözlerin de kalbi var, insan gibi. Aşkı, ıstırabı, ayrılığı dağ yapar göğsümüzde, sevinci yelken. Bazen bir kabadayı gibi sarılır boğazımıza, bazen acır, el tutar. Okşar saçımızı kimi sözler, yüzünü yaslar yüzümüze. Konar sıcak bir soluk gibi dudağımıza, ağlatır günlerce, haftalarca bizi...

Sözlerin de hayali var, deniz gibi... Çarpar rüzgarın coşkusuyla karanlık sahile. Yüzünü toprağa sürerek teskinlik bulur, kıyıya varınca rahatlar...

Sözlerin de kanadı var, kuşlar gibi. Uçar hayal gibi her yerde. Bazen uzayda gezdirir seni, bazen yerin dibine sokar... Bazen bir düşe takılır diyar diyar gezinirsin. Ülkeleri isimleriyle fethedersin. Başkentlerine bir kelmede varırsın. Nehirlerinde yıkanırsın...

Sözlerin de aşkı var, melekler gibi... Bir söz için itaat ederler sevdiklerine. Bir söz için yanarlar için için... Sonra bir kelme olup, takılırlar aşkın anlamına...

Sözlerin de ömrü var, yaşam gibi... Birini öldürürsün, birini seversin, birinden ayrılamazsın, birine bakmazsın. Karışırlar toprağa, gömülürler karanlığa. Vazgeçersin...

Vazgeçer misin? Yapar mısın? Bırakır mısın beni sözler mezarlığına?

Bir söz vardı dersin. Hatırladım, “Nadir Marmara”. Bir zamanlar vardı... dersin, unutursun...

Zaten sen beni unutmuş gibisin...

Çarşamba, Mayıs 11, 2011

Ada...

Tüm sözcükleri aradın, ama sayfada birer ada gibi durdular. Bu adalardan bir kıta oluşturamadığın için tedirgin oldun. Ve durmadan adaların yerini değiştiriyorsun. Büyük Ada ile başlamak daha iyidir söze, diyorsun. Sonra, yo hayır, bu ada Bizans’ın mazlum görkemini yansıtıyor ve benim aradığım kelime, sözler diyarı için kapı olamaz.

Derken, yine sabah olmuş.

Ey ada güzeli!

Kelimeler elinde esirmi kaldın?

Oysa, insan ve onun soyu sadece bir avuç çamurdan yaradılmış...

Çamur ancak yaradanın elinde konuşuyor, düşünebiliyor, onu yaradan kelimelerle büyümeye, yaşamağa başlıyor. Ve başarabiliyorsa, bir kelime olarak iz bırakır, geride...

Her sözcük bir bozkır...

Ama, zavalı güzelim, senin dünyan toprağın bir kıyısında donmuş şehirler gibi sönük, karanlık... Ve bir şehirlinin kaderi sözcükleri siper gibi bozkırlı süvarinin önüne dikmektir. Onu lanetlemek, küçümsemek, hor görmek için... Ama asla duvara çevirdiği sözlerin ötesini göremez.

Perşembe, Nisan 28, 2011

Ki...

Geşmiş de koku gibidir. Siniyor insanın içine. Katlanmak gerekiyor, sadece... sabırla... Hepimizin geçmişinde gözümüzün içine bakan bir suçu vardır. Kurt gibi... Bakışlarında sadece korkunu görersin. Her karşılaştığında seni yutacakmış gibi beklersin...

Ölmemesini istediğim şeylerin elimde kırılması ve beni kanatması ne acı. İçim mezarlık gibi. Kimine türbe diktim, kimine bir avuç toprağı çok gördüm. Ama hep kendime gömdüm. Kendime diktim bütün mezartaşlarını...

Gün, Hint şehzadesi gibi kapatıyor tenini gözlerime. İçimde, toprağa basan yağmur taneciklerinin ayak sesleri işidiliyor. Önce, yürümeği yeni öğrenen çocuklar gibi ağır ağır, düşe kalka iniyorlar siyah geçmişime...Sonra sel gibi akıyorlar kalbimden dışarı. Kalp de mide gibi aslında. Acı ve sevgiyle besleniyor. Eritemediklerini de yağmur gibi kusuyor gözlerden. Sevgi de insanı zehirleyebiliyor, öldürebiliyor...

Sonra...

Sonra bir tabut gibi dikiliyor içinde... Isırtıyor kendini sana... Daha dün aşıktın, bugün leş yiyici... Hayal kör ediyor gözlerini... İnsan biriktirdiyi en mahrem duyğuları bile emiyor... İçiyor damla damla geçmişi.

Geçmiş de koku gibidir. Siniyor insanın içine...

Çarşamba, Mart 30, 2011

Salı, Mart 15, 2011

Bozkır masalları 5...

Bazen yaşam bir kaplumbağa kadar yavaş ilerler. Özellikle de üzüntülü zamanlarda. Bir türlü geçmez, işlemez. Kafanı pencereye yaslayarak uyursun. Bu gibi hallerde cam yastıktan daha yumuşaktır. İnsan kırılmış kalbini onarmakta çok aciz...

Durmadan uyursun... Bir ölü gibi... Kıpırdamadan...
Böyle durumlarda kendimi bozkırın ortasına bırakılmış Sovetlerin 1941 yılında İran işğalı sırasında ele geçirdikleri işe yaramaz İngiliz tankı gibi hissediyordum. Bir tank kullanılmaz olmasına rağmen her zaman ismini korur.

Gördüğüm en büyük silahtı. Biz ona “donmuş at” derdik. Demir tekerlekleri ölmüş bir atın dişleri gibi sırıtıyordu. Canlılardan farklı olarak cansız şeyler ayakta ölürler. Onun da sızlayan bir kalbi var mıydı? Bilmiyorum. Ama olmamasını dilerdim. Yarım yüzyıl öylece çölün ortasında dikilip durdu. Sovyetler çöktüğünde bütün demir eşyaları yok pahasına alan İranlılar onu da alıp götürdüler. Kendi vatanına döndü bir anlamda. Tarih çok adil... Geri dönüşleri hep muhteşem gerçekleştirir.

Bozkırda her ihtiyar bir aziz kadar bilgedir. Tek satır okumadan bu makama erişmeleri daha da büyüleyici. Hepsini bir parça dinlemişimdir. Hepsinden bir anı yaşamıma karışmıştır. Ama en çok Akil dedeni hatırlarım. Gerçek adını bilmiyorum. Kimse de bilmiyordu zaten. Herkes ona “akil” derdi. Konuşmadan erişmişti bu unvana. Donmuş attan daha sessizdi.

Varlıklı bir babanın tek çocuğuydu. Babası ikici kez evlenmişti ve Akil dede gerçek annesini hiç hatırlamıyordu... Ama üvey annesinden çok çekmişti. Babası bölşevikler tarafından kurşuna dizilmiş, servetinin çoğu devlet mülkü ilan edilmişti. Üvey annesinin zulmüne daha fazla dayanamayıp 12 yaşında çöle kaçmıştı.

Tam 40 yıl tek başına çölde yaşadı. 10 yıl tankın içinde yaşamış, sonra kendisine küçük bir kulbe yapmış. Babaannem, Akil dedenin üvey annesi öldüğünde en çok onun ağladığını anlatırdı. Zalim kadından onca çektiklerine rağmen... Bu duruma şaşıranlara “hiç başka anne tanımadım ki” demiş. Çöl kalbinin tüm duvarlarını yıkmış...

Tankın hemen yanı başında oturup güvercinleri beslerdi. Önceleri onu sevmezdim. Sonra arkadaş olduk. İyi bir dinleyicisi idim.

Evde birilerine küstüğümüzde çöle inzivaya kaçardık. Bizi aramalarını, bulmalarını, özür dilemlerini beklerdik. Sığındığımız adres hiç değişmezdi: donmuş at...

Önceleri ben konuşurdum... Küçük aklımla Akıl dedeye yalnız olmanın hikmetlerini anlatırdım... Sonra durum tersine işlemeye başladı. Onun sözlerini sünger gibi emiyordum...

İnsanın yaşamı konuşarak tükettiğini söylerdi. Ölüm konuşacak sözün kalmadığı anmış... Tıpkı kitap gibi... Balzakın “Gorio Baba”sının sonunda yer alan kirilce koca harflerle yazılmış “SON” gibi. Susarak daha çok yaşamayı düşünüyorum, diyordu. “Belki de tam tersi... Bütün sözlerimi ölümden sonraya bırakıyorum... Tanrıyla konuşmak için onları göğsümde tutuyorum...”

52 yaşında öldü. Gömüldüğü gün kulbesinin içine girmiştim. Evini koca bir kayanı içine alacak biçimde yapmıştı. Sırtını daşa yaslayarak uyuduğu, kayadakı sırt izlerden belli idi. Hiç okuma yazması yoktu... Ama daşa bir sürü işaretler çizmişti. Düz, yatay, paralel çizgiler... Orhon anıtını andırıyordu... Bütün harfleri aynı işaretten ibaretti: düz, yukarı kısmı hafif eğik, 5-6 sm-lik bir çizgi. Kimi yerlerde onları yakınlaştırmış, kimi yerlerde yatırmış, uzatmış, bazen de ayırmıştı... Evin içi ilkçağdan kalma bir mağaranı andırıyordu. Tam 30 yıl bir kaya parçası ile aynı evde yaşamış... Ürkütücüydü... Aynı zamanda mistik... Ve de çok gerçek...

İnsan dünyanı duyduğu gibi algılıyor, algıaldığı gibi de çiziyor. Ve insanda dünyaya karşı müthiş bir direnç var. Koca bir daşla yaşamak başta türlü nasıl açıklanabilir ki...

Ölümünden sonra üvey kardeşleri kayanın her tarafını kazdılar. Çünkü, üvey annesi onu hep, babasında kalma altınları çalmakla suçlamıştı.

O gün ben okuldaydım... Kayanın dibinden bir sandık bulunduğunu babaannemden duydum... İçinden bir sürü çürümüş eski yazı kitap sayfaları çıkmış... Babaannem bunların Kur’an olduğunu söyledi. Babası kurşuna dizilmeden önce onları buraya gömmüş. Akil dede, farkında olmadan 40 sene bu sandığı beklemiş...

Bir defasında Akil dedeye okul defterimi göstermiştim... Karaladığım sayfalara mucize gibi bakıyordu... “Demek yazmak böyle oluyor” demişti. Sonra “biliyormusun, rüyamda harfler görüyorum, uzun, ince, düz çizgi gibi”. “Sonra bu harflerin beyaz güvercinler gibi uçtuklarını görüyorum. O kadar fazlalar ki, neredeyse bütün çöl beyaza boyanmış gibi” diye eklemişti...

Kayaya rüyasında gördüğü harfi çizmiş. Bu harfin ne anlama geldiğini anladığımda büyülenmiştim... Sovyetlerin yıkılmasından sonra bir gazete Arap alfabeli eski yazını tanıtmıştı... İlk harf Akil dedenin çizdiği “Elif”di. Rüyasında hep “Elif” görmüş ve hep “Elif” çizmiş...
Elif, yani Allah...

Mehri gönlümde nihan olduğun ol mah bilir,
Kimse bilmez, fügera sırr-i dilin şah bilir.

Sorma ol mah ile hal-i dilimi Tanrı içün,
Bileli onu, kendim bilmezem, Allah bilir (Fuzuli)...

03.02

Cuma, Mart 04, 2011

Bozkır masalları 4...

İlk sevgilimin adı Lena’ydı... Bir malakandı... Nehrin çamurlarına gömülmekten ben kurtarmıştım onu ve oracıkta da aşık olmuştuk. Biz orada yaradılmıştık, Adem ve Hevva gibi, çamurdan...

Nehirden çıktıktan sonra ona Pedronun bahçesinden çaldığım ve cebimde gizlediğim, ama kurtarma sırasında ezilmiş eriklerden sundum. Erikleri bitirdikten sonra “nasıldı?” diye sormuştum. “Çamur gibi” diye yanıtlamıştı...

Birgün babaannemden “insanlar nasıl karı-koca olurlar” diye sormuştum. O da, “birbirlerine dokunarak” demişti. Lena benim karım olmuştu. Çünkü karı-koca olmamız için babaannemin koyduğu şart gerçekleşmişti. Aryılıp kendi evimizin yolunu tutduğumuzda yolu Celal abim gibi yürüyordum. Bir ay önce evlenmişti ve yolu adeta ölçüp-biçerek adımlardı. Her şey güzeldi, ama şu yürümek işi pek hoşuma gitmemişti. Çünkü, böyle eve daha geç varılıyordu. Ayaklarımı yolun enine doğru açmaktan dengemi şaşırmıştım. Sanki bacaklarımın arasında karpuz taşıyordum. Ama erkek gözükmem için bunu zorunluydu. On yaşlı damattım, nasıl olsa... Celal abinin bacaklarının eğri olduğunu ise çok sonra öğrendim.

O günden sonra her akşam Malakan sınırlarına dayanır, saraydan kız kaçırmanın hesaplarını yapardım. Her defasında da ceplerimi meyvalarla doldururdum. Ezilmemeleri için erikleri en üste yerleştirirdim. Tepenin üzerine oturar, meyvalarla küçük delikden çıkan karıncaları beslerik.

Lena bir karıncaya benzerdi. Küçük sarı karıncaya... Bir gün rüyamda onun karıncalar tarafından kaçırıldığını gördüm. Çok korkmuştum. Sabahı zar-zor açtım. Ben yetişene kadar karıncaların onu yiyeceği düşüncesi uyutmadı beni. Şafak ağarınca hemen tepeye koşmuş, karıncaları cezalandırmıştım. Zavallı küçük yaratıkları tekmelerken “sizin bir sürü karınız var, bırakın Lenayı, o benimdir” diye bağırıyordum. Nida’yı görmeseydim, bir katliama sebep olacaktım. Sonra çok üzüldüm. Bir sürü meyva bıraktım yuvanın ağzına, beni affetmeleri için. Affettiler mi?

Lena benden bir yaş büyüktü. Uzun örgülü saçları kalçalarına varıyordu. Çoban babanın atının kuyruğunu hatırlatırdı bana. Gözleri kocamandı, yıldız gibi... Yıldızlara bakmayı o zaman alışkanlık edindim. Uzun kış geceleri ayazlı gök yüzünde Lena’nın semaya yansıyan gözlerine dalıp giderdim. Her gece uyumadan önce pencere karşısında demirlerdim.

Onun için her türlü çılğınlığı yaptım. Lena’ya göz diken Malakan çocuklarının tepesine bir şahin gibi indim. Çocukları pusuya yatrıp üzerlerine saldırdım. Durdurmasalardı bütün Rusya’nı fethedebilirdim.

Yaşam soluklarımız gibi koşuyordu. Üç yıl geçti böyle. Lena’nın ailesi Ukrayna’ya göç ettiler. Rüyam gerçek olmuştu. Karıncalar karımı yemmişlerdi.

Aşk için ağlamak çok acı... Haftalarca dolu gibi yağdı gözlerim. Bozkırın her karışına bir damla yağmurun düşmüştür.

İnsan acıyla büyümesi, ne kötü...
02.03.

Perşembe, Mart 03, 2011

Bozkır masalları 3...

Ah!.. Çocukken ne kadar da mutluyduk... İnsan gerçek büyüklüğü çocukken gösterir. Gerçek saflığı, fazileti ve erdemi...

Çocukken büyüklere selam vermek için yarışırdık. İhtiyar bir dedenin elini öpmek için akşamları yola kadar koşardık. Harun dedeni hatırlıyorum. Çobandı. Her akşam sürünü köye indirdiği vakit yola koşturar ve geleceği saati kaçırmazdık.

Toza, toprağa gömülmüş, bozkır gibi girileşmiş o erdemli insanı gördüğümüzde hepimiz bir ağızdan “Selamünaleyküm çoban baba” derdik. Gözlerinin içi gülerdi. Başını eğer ve sakin bir ses tonuyla “aleykümselam evladım” diye yanıtlardı. Koşmaktan ağzımızdan fırlayacak çocuk kalbimiz onun sesiyle huzura gömülerdi...

Bozkır yaşamla mucizenin kesiştiği sınırdır. Bazen gün içinde birkaç kez bu çizgini varlığımızla yoklarduk. Kimi zaman yaşamın, kimi zaman da mucizenin sırtında yürürdük.

Çoban babanın ölümü böyleydi. Sırtını siyah kayaya dayamış, gözlerini içindeki karanlığa hapsetmişti. Ölümüne sadece köpeyi tanıklık etmişti. Hayvancağız bütün geceni ağladı... Ertesi sabah da kayboldu. Bir aziz gibi anlatıldı haftalarca köyde. Şurada burada gördüm diyenler oldu, kara köpeyi. Gecenin içinden beyaz bir gölge gibi çıkıp koştuğu hakkında anlatılanları bile duydum. Hepsi koca yalandı, ama güzeldi. Çok güzeldi...

Akşam saatleri günün en bereketli vakitleriydi. Önce koyunlar inerdi köye, peşinden inekler. Koca boynuzlu yaratıkların gelişine kadar biz elimize geçirdiğimiz koyuna atlar Temurçin’in barbar askerleri gibi bir sürü ülke fethederdik. Ta Züleyha ninenin ortaçağ mağarlarının birinden gelen ürkütücü sesini duyana kadar. Ona da “Çomak anne” derdik.
Kızardı, bağırırdı, korkunç çomağıyla kovalardı. Koyun sırtındakı fethimiz bu çomak imparatorluğunun seddini bir türlü aşamazdı.

Hiç yorulmazdık... Gece olunca da düşdüğümüz yerde kıvrılır, taş gibi uyurduk. Sabahın ilk ışıklarında horozlardan erken yataklarımızdan fırlar, kendimizi beslemeye zaman bırakmadan çöle koşardık. Çünkü incirler, moruklar, dutlar o saatte lezetli olurdu. Nehrin kenarında ağaçların başında kargalar gibi didişirdik. Sadece bir dut ağacı olduğundan önceden her dalını paylaşmıştık. Yukardakı nehre doğru uzun dal benimdi ve ağacın en manzaralı köşesiydi. Hava ısınınca oradan kendimi nehrin çamurlu sularına bırakırdım. Dışarıdan bakan bizi timsah yavruları sanırdı.

Hepimizin bir korumacı abisi vardı. Bu çok önemliydi. Çünkü yaramazlıklarımızı onun kalkanıyla savururduk. Kavğacı küçük derebeyleri gibiydik. Benimkiler ağabeylerden öte dedelere benziyorlardı. Hepsi yaşını başını almış insanlardı. Şikayetlerine bir ton nasihatla yanıt verirlerdi. Dayak yemekten beter ederlerdi adamı. Bu yüzden kavğaları yalnız göğüslemek zorunda kalırdım.

Her mevsimde yağmalanacak bir meyva vardır. Ve her mevsim bir bahçe bizim işğallerimizin hedefindeydi. İşğaller genelde bozkırda sadece birkaç aile kalmış Malakanlar’ın bahçelerine yapılırdı. Ben Pedronun sarı ayvalı, kırmızı elmalı bahçesini seçmişdim. Zamanla arkadaş olduk. İşğali meşru bir zemine oturtmuştum. Elimi kolumu sallayarak istediğim ağacın sırtını tekmeler, meyvelerini kafamdan aşağı dökmesini beklerdim.

Pedro korkunç biriydi. Sovyetlerin Afganistan “gazi”si sayılırdı. Hakkında kötü şeyler anlatırlardı. Bu yüzden kimse ona ilişmek istemezdi. Ben şanslıydım. Adeta Korkunç İvanın sarayını yağmalıyordum. Ona koyu rengli afgan çocukları hatırlatıyordum. Bana iyilik yapmakla savaşta işlediyi günahlarını hafifletiyordu.

Kaybetmenin ne olduğu Pedrodan öyrendim... Yürüyen, konuşan koca bir acıydı. İt gibi hırlardı. Çoğu zaman ne dediğini anlamak için kulaklarımı ağzının duvarlarına yaslamam gerekirdi. Bir çuğurdan geliyordu sesi... Derin, dibsiz bir kuyudan. Onu kafasından duman püskütren yanardağa benzetirdim. Ölene kadar içerdi. “Acıyı kendimi ıslatarak dindirebiliyorum” derdi.

Her şeyini kaybetti Pedro. Karısını, çocuklarını, ellerini, burnunu bile. Hapşururken kopmuştu burnu. Bir çeşit hastaydı. Doktorlar kendisine gavurca uzun bir hastalık isim söylemişlerdi. Köylüler ise daha pratikti. “Allah çarptı” derlerdi. Gerçekten de Pedronu Allah çarpmıştı. Her gün bir parçasını yitiriyordu. Bir leş gibi çürüyordu...

Afganistan mezarlık oldu, bir kuşağa... Pedro’ya göre bütün arkadaşları bir belaya toslayıp mahv oldu. En son gördüğümde kafasının içinde kurtların çiftleştiğini söylüyordu. Ölüdüğünde yanında ne İsa, ne Meryem, ne de Tanrı vardı. Çürümüş bir ağaç gibi fırlattılar mezara. Öylece toprağı devirdiler üzerine. 10 minden fazla votka şişesi topladılar bahçesinden... Her gün haç suyundan geçiyordu, zaten...

Bir gün bana, “bana ne arzulardın” diye sormuştu. Bende “ölüm” diye yanıtlamıştım.
“Bu bana arzulanacak en güzel şeydir” demişti.

Rüya gibidir insan. Hayatının çoğunu kabuslarla geçirmek zorunda kalıyor. Pedro en korkuncuydu...

01.03...

Çarşamba, Mart 02, 2011

Bozkır masalları 2...

Çocukken babaannem bize masallar anlatırdı. İnek yavrusundan büyük kurbağalar, insanları yutan yılanlar küçük kalbimizde bizimle birlikte uyurdu. Bu masalları dinleyerek uyumak büyük cesaretti. Çünkü gözlerimizi kapattığımız anda onların diyarına düşeceğimizden korkardık. Uzun çinar dallarından atlarımız ve nar ağacından yapılmış kılıçlarımızla bu devasa kurbağalar ve yılanlarla nasıl baş edeceğimizi bilemezdik. Birkaç kez bağırarak uyandıktan sonra babam yasakladı ninemin her gece uyku saatinde gösterime giren masal dizilerini... Masal yoksa uyku da yok...

Bozkırda yaşayan bir insanın dünyası tekrarlarla dolu... Bıkmadan usanmadan aynı şeyleri büyük bir hazla yaşar durur... Öldüyünde bile “doymadım” der... Neye?

Şehirlileri bu yüzüden anlayamıyorum çoğu zaman... Çok sıkılkanlar ve de çokca alıngan... Aynı şeyden, aynı yüzlerden, aynı aşklardan hemencecik yorulurlar. İnsan yorulur mu, sana açılan aynı gözleri izlemekten? Aksine arar! Bozkır zaten bomboş. Bir de bu koca boşluk arasında ikinci bir boşluk yaratmak saçmalık. Aksine biz tüm kahramanlıklarımızı sevgililermiz için gerçekleştiririz. Sevdiklerimiz için. Onları kaybetmemek için.

Bozkırda birini sevmek ve onu elde etmek onlarca kurtla savaşmaktan daha zor... Bıkmak mı? “O da ne?” diye sorar bozkırlı...

Dünyayı hep gri algıladım...
Bozkır gibi, Tengri gibi...
İnsan da tanrı gibi yalnız aslında... Tüm sevdiklerine rağmen... Tanrıya olan sevgimizde bir parça kendi yalnızlığımızı severiz aslında. Susmayı, sessiz kalmayı, durmağı, gözükmemeyi...
Bir bozkırlının yaşamını dolduran üç sevgi vardır. Tanrı, kalbi ve silahı...
Yıldızlara ok fırlatırdık çocukken... Hedef onları avcumuza düşürmek...
Kalbimiz Merihden daha kocamandı rabbim!

27.02.

Salı, Mart 01, 2011

Bozkır masalları 1...

Bitanem, gökyüzü bu gece yine beyaz tombul bulutlarla dolu. Su gibi akıyorlar Ayın parlak gözlerinden. Arzu gibi, istek gibi, hayal gibi koşup, koşup kayboluyorlar başka diyarlarda. Yazın bozkırı saran papatyalar gibi, beyaz, narin, sade... Sessizce, bir hırsız gibi yuvarlana yuvarlana yürüyorlar... Geride yağmalanmış bir boşluk bırakarak... Her şeyi alıp gidiyorlar; senin gibi...

Hayal de bir bulut... Kimi zaman siyah, kimi zaman beyaz... Taşa, toprağa, nehrlere serpiyor göz yaşlarını... Bazen bir kalbe düşüyor, esir kalıyor yıllarca orada... Kanıyor, soluyor, ölüyor... Vücudunun her yerinde dolaşıyor. Gah parmaklarına iniyor, gah dudaklarına çıkıyor. Bazen de söz olup yüzüne çarpıyor. Kendi hayalin başkalarının dilinde ip gibi boğuyor seni...

Kimsenin göremeyeceği şekilde görmek dünyayı... Kimsenin algılamadığı şekilde duymak ve kimsenin hissedemeği şekilde etkilenmek... Hep kırık, hep ucu ucuna bağlanmış ve her an, her bakışta dağılacak gibi yapılan dünyam...

Acı kesmiyor insanı çoğu zaman... Kaybediyor bi yerlerde ipin ucunu... Parça-parça kopuyor, küçülüyor, azalıyor...

Gece uzun. Ve bulutlar moğol atlıları gibi yağmur mızraklarıyla koşuyorlar. Bana düşen izlemek. Ayı, ve terkedilmiş gri boşluğu. İhtiyar bir dede gibi süvari bulutların ardından boşalmış gökyüzünü...

Ve yıldızlar. Bir hastanın alnına yapışmış soğuk ter damlaları gibi... Onlar da bana küsmüş... Onları gölgeleyen süvari bulutlardan savunamadığım için sert ve küçük gözler gibi dikmişler bakışlarını yüzüme...

Yaşamak hep kaybetmekse ben doya-doya yaşıyorum demek! Doymak yorulmaksa ben kayboluyorum demek!

26.02...

Pazartesi, Şubat 21, 2011

Canımdan...

şeydâ-ı ahfâ bahrinde ol yârin fenâsı
libâs-ı fakr bîdilin melce'-i müntehâsı...

Perşembe, Şubat 17, 2011

Sevgili Tuya...

Yoksun...

Seni kim çaldı yine...

Perşembe, Şubat 10, 2011

Keşke

Keşke çocuk kalaydım, Tanrım!
Koşaydım yeşil bozkıra, açaydım avuçlarımı beyaz bulutlara...
Keşke kaybolaydım Tanrım!
Kesileydi içimdeki bu sızı; donaydı gözlerimde akan nehirler...
Keşke yırtılaydı dünyanın siyah çehresi, Tanrım!
Yıkılaydı, biteydi zulmün zihnimize kestiği hükümler...
Keşke olmyayadım, Tanrım!
Açmayaydım zülhün hayalin...