Cuma, Şubat 22, 2008

KAFKASYA’DA TÜRKÇE’NİN KÜLTÜR KAYNAKLARI

Batılılaşma sürecinin yaşandışı Türk Kafkası’nın son iki asırlık dönemi, Türkler için siyasi kayıpların dışında bütün bir kültürel ve manevi hazinenin de yok olduğu anlamına gelemktedir. Gürcüstan’daki devlet arşivlerinin tozlu rafları arasında zaman harcadığımız onca zamanda söz konusu bu kayıp mirasa tanıklık etmek insanın dehşete kapılması için yeter ve artar bile. Burada, daha 50-60 yıl öncesi Kafkasya’daki yaşam koşulları, kültürel ortamdan, insanların dünyayı ve zamanı algıayışından sanki Firavunlar çağı Mısır’ından söz edermiş gibi konuşmak acınılası bir durumdur.

Kafkasya, tarih sahnesine İskitlerle birlikte çıkmıştır. İskitlere kadar, bu coğrafyanın siyasi, etnik, kültürel durumunu sadece arkeolojik kaynaklar tespit etmektedir. İlk kez İskitlerle birlikte Kafkasya hakkında, buradaki yerleşmelerle ilgili yazılı kaynaklar bilgi vermeğe başlarlar. Kafkasya’yı kendine özgü büyülü anlatımıyla Homeros destanlarına müdahil edenler de bizzat İskitler olmuştur. Kaynaklar, Yedi Bilge’den birinin İskityalı Anaharsis olduğunu bize aktarmaktadır. Kısacası, Kafkasya’yı dünya siyasi sahnesinin bir parçası haline getirenler İskitler’dir. İskitler’in – Rus Skifologu Abayev’in tüm çabalarına karşılık İranî bir topluluk olmadığı artık net biçimde ortaya çıkmıştır. Egemen boyun Eski Türkler olduğun ve içinde çok sayıda Türk kimlikli toplulukların barındığı dünyanın bu ilk geniş sınırlı imparatoluğunu kuran halkların Kafkasya’da ortaya çıkışından sonra, bölge dünya tarihi açısından vazgeçilmez ve stratejik öneme haiz bir saha olmuştur. İskitya’dan ta XVIII. Yüzyıla kadar burası Türk Kafkası adını taşımıştır. Kafkasya’da egemen ve baskın Türk izinin silinmesi için verilen çabalar hiç aksatılımadan XX. Yüzyılın 30’lu yıllarına kadar sürmüş ve günümüzde de devam etmektedir. Daha 1950’li yıllarda Gürcüstan parlamentosunda konuşma gerçekleştiren Gürcü Milli Eğitim Bakanı, Tiflis’de Türk nüfusun oranını nihayet Gürcüler lehide değiştirdiklerini sevinçe haykırdığını göz önüne alırsak, Kafkasya’da Türk izinin kaybedilmesi için yoğun bir mücadelenin verildiği kendiliğinden anlaşılacaktır. Günümüzde, Kafkasya’da Türk izi Azerbaycan’la sınırlı kalmış; bölgedeki diğer Türk toplulukları üzerinde yoğun bir asimilasyon işlemi hâlâ sürdürlmektedir. Gürcüstan’daki zengi arşivler bu işlemin nelere mal olduğunu, nasıl yapıldığını, neden yapıldığını günü gününe bize belgelemektedir. Şimdi, biz Türkler, bu belgelerin bize intikal etmesiyle sevinme zavallılığına sahibiz. Ki, bunların da ömrü pek uzun sürecek gibi değildir. Örneğin, Ermenistan’ın Matenedaran Kütüphanesinde yer alan 2000 civarındaki Türkçe yazmaların kaderi artık soru işaretidir. Ki, bu yazmaların bazısı söz konusu kütüphanedeki Ermenice yazmalarıdan daha eskidir. Dünyadan merhamet dilenenlerin merhametsiz olmaları çok üzücü bir durumdru. Gürcüstan arşivlerindeki Türkçe yazmaların ve belgelerin bakımszılık içinde daha ne kadar zamana direnecekleri de meçhüldür. Bazen, Türk işadamlarına, paralı kimselere kızmamanın insafsızlık olduğunu bize kendileri düşüntürmekteler. Çok değil, İstanbul’da birkaç günlük sefahat için harcanan masraflarla bu arşivlerdeki kültürümüzü, aslında kişiliğimizi, insanlığımızı kanıtlayan kaynak ve belgelerin birer kopyasını çıkararak yaşatma iktidarına fazlasıyla sahibik. İnanın bana, burada gizli kalmış en küçük kağıt parçasının Ayasofya, Sultan Ahmet’ten daha değersiz olduğunu kimse iddia edmez. Bu kaynaklar salt etnik anlamda Türk kimliğinin değil, İslam Medeniyetinin, tarihinin de anıtlarıdır. Sadece Kafkasya’da tarihi boyu kurulan Müslüman-Arap kökenli devletlerin sayısı 10’dan fazladır. Neyse, ben kendi olanaksızlığımla görevimi yapıp hiç değilse bu kaynaklara dokunmağa, ciltlerini koklamağa, onları bize bırakan kuşağın devamcıları olmadığımızı haykırmağa çalıştım. Bu makalenin amacı sızlanmak değildir. Okur kusurakalmasın; araştırmacı öksüz çocuk gibidir; bir şey bulunca dayanamaz ağlayıverir.

***
Çok değil, daha XX. Yüzyılın 30’lu yıllarına kadar, Sovyetlerin yoğun biçimde Kafkasya genelinde başlattıkları sözde eğitim, gerçekte Ruslaştırma politikalarına değin bu cöğrafiyada ırkından, dilinden, dininden, etnik mensubluğundan asılı olmadan tek diyalog unsuru Türkçe idi. İlginçtir, Kafkasya’da Türkçe’nin kültrel anlamda kaynaklarının en yoğun olduğu dönem de XVIII-XX. Yüzyıllar olmuştur. Bu döneme ait, içerik bakımından zengi bir literatür arşivlerde araştırmacılarını beklemektedir.

Kafkasya’nın Rus işgali altına girdiği XVIII. Yüzyılın başlarından sonra dahi Gürcü, Ermen, Lezgi, Abaza, Dağlı köylerinde ozanlar Türkçe destanlar söyler; Türkçe konuşulmayan yerlerde ise önce Türkçe anlatır, ardından onu kendi dillerine tercüme ve tefsir ederlerdi. Günümüz Ermeni dilinin kuramcısı hesap edilen Haçatur Abovyan, dahi “güzelliğine, tatlılığına, seslenşine, akıcı oluşuna, gramer özelliklerine göre Türkçe’nin yerini alacak ikinci bir dil” düşünmediini belirtmiş ve bu dilin Kafkasya için hayati önemine değinmiştir. Bir çok düşünürler, Kafkasya toplumları arasındaki patlak veren etnik çatışmaların nedenleri arasında bu halklar arasında en yakın diyalog unsuru olan Türkçe’nin unutulmasını ve aydınların yerellikten koparak kendilerini yabancı dilli kaynaklardan tanımasına da yer vermişlerdir. Çünkü, Kafkasya’da oturan her 10 kişiden 7’si Türkçeye sahip olduğu daha XVIII-XIX. Yüzyıllarda rahat anlaşma ve sorunlarını karşılıklı giderme olanağına da sahiplerdir. Rus işgalinden sonra, etnik dillere resmi dil statüsü verilmiş, hatta Dağıstan gibi adeta her köyün bir dil konuştuğu coğrafiyada dahi köy dilleri resmilik kazanmış, Türkçenin önüne geçilerek, idari anlamda Rusça benimsetilmişir. Bu durumda, insanlar kendi dilleri dışında bir dil bilmez olmuş, zorunlu hallerde aydın kesimler Rus dilini etkileşim aracı olarak öğrenmişlerdir. Bu yoğun baskı, takip sonucunda, ancak 1930-1950’li yıllarda Kafkasya’da Rusça, Türkçenin bıraktığı boşluğu doldurur hale gelmiştir.

Gürcü bilgin, G. Beltadze, Ruslaştırmaya kadar Kafkasya için tek uluslararası dilin Türkçe olduğunu belirtir (Bkz. Veliev G. A, Azerbaydjan v gruzinskix literaturnıx istoçnikax (konets 19-go – naçalo 20-go veka), Avtoreferat na soiskanie uçenoy stepeni kanditata filogi nauk, Baku 1980, s. 14). Kafkasya’da sürgün hayatı yaşayan ünlü Rus şairi M. Y. Lermantov, S. A. Rayevskiye mektuplarında XIX. Yüzyılın ortalarında Kafkasya’da tek kültürel, uluslararası dilin Türkçe olduğunu vurgulamaktadır. Lermantov 1837 tarihli bir mektubunda şöyle der: “Tatarca (Türkçe o dönemde Ruslar tarafından Tatarca adlanırdı – n.m.) öğrenmeğe başladım. Bu dil burada, genellikle Asya’da, Fransızca Avropa’da (XVIII-XIX. Yüzyıllarda Fransızca Avropa’da İngilizce gibiydi – n.m.) neyse odur” (Bkz. Lermantov M. Yu, Polnoe sobran, soçineniya, Moskva-Leningrad 1937, c. II, s. 393). Benzer açıklamalara Rus yazınının klasikleri hesap edilen Bestujev-Marlinski ve Y. Polonski’de de rastlamak mümkündür. Doğal olarak, Kafkasya’nı dışardan gözlemleyen söz konusu yabancı şair ve yazarların tespitleri ile Türkçenin Kafkasya’daki konumu kanıtlanmış olmuyor. Onların bu yorum ve açıklaması olmasa da bu döneme ait Türkçenin zengin kültürel mirasına bakarak da bunları söyleyebiliriz.

Kafkasya’da Türkçe, bin yıllar boyu Türklerin egemen olduğu bir siyasi ortamın zorunluluğundan kaynaklanmıyordu; Türkçenin etkileyici kaynaklara sahip olmasının burada büyük rolü vardır. XIX. Yüzyılda, hatta XX. Yüzyılın başında dahi bir toplumun kendine has en önemli değeri hesap edilen ve kendini açığa vurduğu düyün kültüründe (evlilik, yani ahlak kültürü) müzik, söz, şarkı, destan olarak Türkçe egemendi. Türk kökenli olmayan Gürcü, Dağlı köylerinde bile düyünlerde Türkçe şarkılar, türküler, destanlar söylenmekteydi. Şayet, o köyde Türkçe şarkı-türkü söyleyen ozan yoksa, düyün sahibi onu diğer bölgelerde davet eder ve tüm masraflarını karşılardı. Daha XX. Yüzyılın başlarına kadar, Kafkasya’da süre giden tüm siyasi-etnik çatışmalara rağmen, herhangi bir Türkçe sazla destan söyleyen bir ozan Kafkasya genelinde hangi kapını çalsa orada “adeta Allah’ın elçisi” olarak karşılanırdı. Ozan veya aşık kimliğine, bu saygınlık diline, dinine ve milletine bakılmaksızın Kafkasya’nın geneli için geçerlidir.

1917 yılında şimdiki Gürcüstan’ın Meshet-Cavahet’i bölgesinde oturan Gürcü ve Ermeni yerleşimlerini gezen Gürcü akademisyen E. Tağaişvili (1863-1953) bu köylerde tanık olduğu bir durumu açıklar: “Biz, orada Ermenice ve Gürcüceni iyi bilen kimseye rastlamadık. Tatar (Türk) dili çok kullanılır. Tatarcayı büyük de bilir, küçük de. Kendi ailelerinde dahi bu dilde konuşuyorlar. Bu bir kültürel mirastır, büyük bir geleneğin ürünüdür. Benim yol arkadaşım Morkoz (aslen Gürcü) dahi yol boyunca Tatarca şarkılar söyleyip durdu. Ona sorduğumda, bana “Gürcüce şarkı bilmiyorum” dedi. Balata’da 40 civarında ev bulunur. Burada oturanların tamamı da Gürcüdür; ancak tamamı, büyükler ve küçükler Tatarca konuşurlar”.

Söz konusu bilgin bölgenin tamamını köy köy dolaşarak tespitlerini kendi günlüğüne not etmiştir. Bu notlardan şunları okuyoruz: “Çixarula’da (Çikharula – n.m) Gürcüler Ermeni dilini, Ermeniler de Gürcü dilini biliyor, ancak Tatarca konuşuyorlar. Kotelya’da 90 ev bulunur. Bunun 3’ü Ermeni, diğerleri Gürcü ailelerine aittir. Köyde bir tek Türk yaşamaz. Ancak her kez Tatarca konuşur. Buranın halkı şöyle diyor: “Tatarca konuştuğumuz gibi Gürcüce konuşamıyoruz”. Bunu olağan bir halmiş gibi görürler”. Bilginin başını çekitği komisyon diğer köylerde de benzeri durumla karşılaşmışlardır: “Varevani köyünde daha ziyade Tatarca konuşulmaktadır. Gürcüler Gürcü dilini çok az biliyorlar. Hep Tatarcayı kullanıyorlar. Soaydları Balaxadze, Melikidze, Maysuradze ved.”. Bavra, Xulqumo (Hulkumo – n.m) ve diğer köyleri de kolaçan eden gezginler Türk dilini burada oturan Gürcü ve Ermeniler için ana dili olduğu hükmüne varmışlardır: “Çocuklar daha küçük iken Tatarcayı öğrenirler. “Bizim dilimiz Tatarca”dır derler. Gürcüce ya az biliyor, ya da hiç bilmiyorlar”. Gezgin notlarına şöyle devam ediyor: “Kartikami dağlık bir beldedir. Burada toplam 156 evin olduğu aile yaşar. Tamamı Freng (Yunan), Ermeni, Gürcüdür. Ancak Tatarca konuşurlar. Kendi ailelerinde dahi dilleri Tatarcadır. Köyün tamamı Tatarca konuşur”. Kısacası Tağaişvili’nin günlüğünde bu türden bilgiler boldur (Bkz. K. Kekelidze Yazmalar Enstitüsü, E. Tağaişvili Arşivi, No: 2034, vr. 1-37).

Kuşkusuz, başını Gürcü bilgin Tağaişvili’nin çektiği bu komisyonun amacı, Türk dilini unutturup, onun karşılığında Gürcü, Ermeni dillerini adı geçen köylere kendi ana dilleri olarak benimsetmenin yerlerdeki tespit ve araştırmasını yapmak olmuştur.

Burada bir husus daha vardır. Maalesef günümüze kadar araştırmacıların göz ardı ettikleri bu husus, artık XIX. Yüzyılda Kafkasya’da milliyetçilik anlayışı ortaya çıktığı dönemde kendini Gürcü, Ermeni, Rum (kendilerine Türkçe Urum/Ayrum derlerdi) diyen ve dedirten bu toplulukları etnik açıdan Türk kimliği taşımış olduklaı gerçeğidir. Kafkasya’da söylenenlerin aksine etnik kimliği köken ve kan bağı değil, din belirlemiştir. Elimizdeki Ermeni ve Gürcü dilli kaynaklar bu iddiamızı doğrulamak şöyle dursun, düpedüz savunmaktadır. Maalesef, Kafkasya’da “dinlerin tarihi”, “misyonerlik”, “dinler ve mezhepler arası savaşlar” ne Rusya, ne de Sovyetler döneminde öğrenilmediğinden dinin rolü her zaman küçümsenmiştir. Örneğin, milliyetçiliğin ortaya çıktığı Anadolu bölgesinde otruan Ermeni ailelerin büyük bir kısmının “Hıristiyan Türkleri” olduğunu XVIII. Yüzyılda Osmanlı’ya gezi yapan Alman Helmunt von Moltke’nin tuttuğu notlardaki bilgiler de kanıtlamaktadır (Bkz. Helmut von Moltke, Moltke’nin Türkiye Mektupları, çev. Örs H, İstanbul 1969, s. 35). Ancak, ne Osmanlı, ne de İran ve Kafkasya’daki Türk devletleri, Hıristiyan oldukları için söz konusu bu Türkleri “gavur” kabul ettiklerinden, bunlar özellikle Avrupa’dan gelen misyonerlerin tesirine çok çapuk kapılmış, milliyetçilik rüzgarıyla da eriyip gitmişlerdir. Dolayısıyla, bugün kendine Gürcü, Ermeni, Rum (artık Kafkasya’daki Rumlar kendilerini Yunanlı sayıyorlar) dedirtenlerin önemli bir kısmı Türk kanı taşımaktadır. En basitinden bunu söz konusu Gürcü ve Ermeni dilinde, çok daha önemlisi ise folklorunda görmek mümkündür. Folklor, her toplumun kan belleğini oluşturmaktadır. Folkloru siyasi, dini, sosyal baskılarla yaratmak mümkün değildir. Yazısız olarak kuşaktan kuşağa akatarılan kültürün bu en baskın ve köklü alanı olan folklor, direkt olarak o toplumun yerini, kimliğini belirler. Bu açıdan, XX. Yüzyılın 30’lu yıllarında kadar Kafkasya genelinde büyük veya küçük fark etmez Türk olmayan toplulukların folklorunda apaçık biçimde kendini ele veren Türk izi yukarıda sözünü ettiğimiz açıklamaları bir kez daha kanıtlamaktadır. XX. Yüzyılın başlarına kadar Sovyetlerin Kafkasya halklarının folklor külrünü dahi yerelleştirip, parçalayana kadarki döneme deyin Ermeni, Gürcü, Lezgi, Avar, Abhaz, Osetin, Çeçen, İnguş ved. Türk olmayan etniklerin tespit edilmiş ve derlenmiş folklor ürünleri adeta Türk destanlarının, ata sözlerinin, oyunlarının, türkülerinin benzeri olması şöyle dursun, tıpkı birer kopyasıdır. Neredeyse bu folklor ürünlerine söz konusu etniklerin milli kültür ürünü gözüyle bakmak olanaksızdır. Çünkü, folklor eserlerinin dili dahi iki dilldir. Çok daha ilginci, bu yapıtların orjinali Türkçe, yorum, yani tercümesi bu etniklerin dilindedir. Hatta, rastladığımız bazı şiir örneklerinde her dörtlük arasında bir misra özellikle Türkçe verilmiştir. Türkçenin bu denli baskın olduğu, adeta burada yaşayan toplumun kanına ve kalbine kök saldığı ikinci bir coğrafya bulmak çok zordur. Maalesef, böyle bir coğrafyada Rus ve Batı siyaseti etnik kargaşa, şiddet yaratmağı başarmıştır.

***
Kendini Türk ozanlarına benzetmek için “Sefil” mahlasını alan Lado isimli bir Gürcü ozanı (gerçek adı Valdimi Beruaşvili’dir) şiirlerinin neredeyse tamamını Türkçe yazmış, Gürcüce yazdığı aşık türü şiirlerinde de ve destanlarında da Türkçe’ni kullanmıştır. Onun Qenasvale (Genasvale) redifli ozan edebiyatında geraylı/giraylı olarak bilinen şiiri bu bakımdan dikkate değerdir. Aşağıda verdiğimiz bu parçanın ilk satırı Ermenice, ikinci mısrası Türkçe, üçüncü mısrası Gürcüce, sonuncu, yani kafiye biçiminde her dörtlüğün sonunda tekrarlanan kısmı ise her üç dilde yazılmıştır:

Mila, sirakan can, mila (Ermenice)
Yanagların benzer güle (Türkçe)
Zarxulis brcğinvale dila (Gürcüce)
Şidak sensen, qenasvale (Ermeni-Türk-Gürcü bir arada)

Açkas minas tışıt xalin,
Ağlım uşdu, oldum deli,
Lamazebis dedopali
Şidak sensen, qenasvale

Çem dimana, yes es savin,
Qaşlar (Kaşlar) kara, gözler mavi,
Sefil Lados salosvari,
Şidak sensen qnasvale

(Gürcistan Ahalkale Bölge Müzesi – Vladimir Beruaşvili Dosyası)

İlginç olan, şiirde kullanılan Ermeni ve Gürcüce’de Türkçe kelimelerdir. Ermeni ve Gürcüce kısımda geçen “dil, can, hal, çem, duman, sefil” gibi sözcükler Farsça-Türkçe kelimeler olsa da bunlar söz konusu dile Türkçeden geçmiştir. Çok daha ilginci, Ermeni ve Gürcü ozanlarının tek bir misrada dahi Türkçeye baş vurmadan kendi dillerinde kafiyeni kuracak kelime bulamamış olmalarıdır.

Ermenilerin kendi folklorlarının en büyük temsilcisi olarak gösterdikleri Sayat Nova eserlerinin yarısı Türkçedir. Türkçe sadece Kafkasya’daki Gürcü ve Ermeni ozanları tarafından değil, bölgeye XVIII. Yüzyılda Ruslarca göç ettirilmiş Süryani ve Yunan ozanları tarafından da kullanılmıştır. Bu da, bölgede Türkçenin kültürel baskısının siyasi güce değil, gerçek anlamda kültürel zenginlğe dayandığını göstermektedir. Söz konusu Yunan ve Süryani (Aysor) ozanlarından da iki Türkçe aşık yazını örneği sunalım:

Yunan Aşık Sokrat Datov Coğabi (XIX. Yüzyılın ikinci yarısı)’nin aşık edebiyatının divani türüne dahil Allah Kerimdir redifli şiiri Doğu Anadolu ile Azerbaycan yöresine özgü Türkçe’de yazılmıştır. İlginç olan onun şiirinde Şah İsmail Hataî’nin kullandığı mısraların olmasıdır. Örneğin, “geçmem namerd köprüsünden, koy aparsın sel beni” Coğabi tarafından da kullanılmıştır:

Keçmem namerd köprüsünden, qoy sel aparsın meni
Yatmam tülkü daldasında, qoy aslan yesin meni,
Namerd meni teklif etse yemenem çöreyini,
Abu – zemzem suyu olsa, içmem, Allah kerimdir.

Bu şiir örneğinin çok ilginç tarafı, Yunanlı ozanın Türkçe yazması şöyle dursun, adeta Müslüman inançlarını paylaşan bir Türk gibi düşünmüş olmasıdır. Kendisi Hıristiyan olduğu halde, İslami öğeleri kullanması Müslüman-Türk kültürünü bir yaşam biçimi olarak benimsediğini göstermektedir.

1882 yılında doğmuş Süryani ozan Qabrail Demirçov’un şiirleri de aynı özelliği taşımaktadır:

Könül bir q(k)anadsız q(k)uştur,
Bu gün burda, sabah orda,
Havalanıb coşa-coşdur,
Bu gün burda, sabah orda.

Yetik olmaz çox(k)a-aza,
Her kim qulluq (hizmet) eder saza
Könül bağlı q(k)ışa-yaza
Bu gün burda, sabah orda.

Kısacası, çoğu Gürcüstan Edebiyat Müzesi Yazmalar Fonunda muhafaza edilen 20 civarında Gürcü, Yunan, Ermeni, Süryani ozanın şiirlerini, destanlarını derlemek olanağına sahip olduğumuz bu sıkıntılı çalışma sürecinde Türk dilinin ve kültürünün daha birkaç asır öncesinde ulaştığı etki ve etkileşim gücünün ne denli güçlü, canlı olduğuna tanıklık etmek çok heyecanlıdır. Topladığım bu malzemeni, “Türkçe Ermeni, Gürcü, Yunan, Süryani Aşık Edebiyatı” adı altında özel bir araştırma konusu yapmak hayalindeyiz. Bu yazmalar arasında bugüne değin Türk destanları arasında ismi dahi bilinmeyen “Celal – Seyad Selvinaz Destanı” ile “Celal Bey Destanı” da yer almaktadır. Bu destanları kendisi özel birer çalışmanın konusunu oluşturacak kadar geniş içeriğe sahiptir. Yine, maalesef benim görmeme müsaade edilmeyen Anadolu-Kafkasy-İran Türklerinin ortak mirası ve aşık edebbiyatının şah eseri kabul edilecek Köroğlu Destanı’nın en eski yazmasının da Tiflis arşivinde olduğunu belirtelim.

***
Araştırma konusu edindiğimiz çok sayıda folklor ürünü arasında dikkatimizi çeken önemli bir husus daha bulunmaktadır. Neredeyse tamamı Rusya ve Avrupa’da eğitim almış, parasal destek edinmiş Anadolu ve Kafkasya’da yoğun biçimde XIX. Yüzyılın ortalarından itibaren Ermeni, Süryani ve Gürcü milliyetçiliği propagandası yürüten aydın ve din mensuplarının aksine olarak halkın belleğini oluşturan folklor yapıtları arasında en ufak bir “Türk düşmanlığına” ve “karşıtlığına” rastlayamadıkr. Hatta 100 yıllık Rus propagandasına rağmen folklor eserlerinde bizzat Rusların kendisi düşman olarak yansıtılmıştır. Örneğin, Aşık şiirlerinde Osmanlı-Rus savaşı söz konusu edildiğinde “Osmanoğlu haykırdı: bre gavur Urus”; bugün neredeyse Türk veya gayri-Türk Kafkasya’daki her insanın kafasına sokulmuş Kaçar hükümdarı Ağa Muhammed Şah’ın “düşman portresinin” aksine onun Kafkasya seferi için dönemin bizzat Ermeni ve Gürcü ozanları “Geldi Türkün zafer sesi, Orus kork” gibi Ruslara yönelik her türlü saldırı Ermeni, Gürcü, Süryani folklor eserlerinde kurtarıcı girişimler olarak değerlendirilmiştir. Bu açıdan Aşık Kemali mahlasıyla Türkçe şiirler yazan Gürcü Niko Davlaşedze’nin aşağıdaki dörtlükleri dikkati çekmektedir:

Urus çoq qabaqdır getirsek yola,
İngiliz, Fransız dayanmaz zora,
Arzumanım vardır tek Pertebola
Misafir-qonaqdan millet tökülsün.

Anlamı:
Rus çok azıtmış, izaya çokmak gerekir,
İngiliz ile Fransız zora dayanamaz,
Arzumanım (Türklere atıftır) Petersburga kadar gitmelidir.
Misafir-konak, yani yabancıdan millet olmaz.

Bir diğer dörtlük:
Tükenmiştir veten, tarixi oxu,
Avstriya, o yandan koç kimi roxun
Urus ordusunu ataşda yaxın,
Gövde yansın oda, küller tökülsün

Anlamı:
Ülke bitmek üzeredir, tarhleri oku,
Avusturya diğer taraftan koç gibi saldırmış
Rus ordusunu ateşte yakmak gerek,
Gövde ateşte yansın, külleri savrulsun.
(Bkz. Gürcüstan Edebiyat Müzesi Yazmalar Fonu, No: 22298-22301)

Sadece çarlık dönemi değil, Sovyet dönemi başlarında dahi Bolşeviklere karşı Gürcü, Ermeni toplumunun kini bu aşık şiirlerine yansımıştır. Sadro Gavrelişvili adlı Sovyet döneminde de yaşamış Gürcü ozan Türkçe şiirnde şöyle der:

Yığıldılar soruşdular suçumu,
Elimnen yoldurdular saçımı,
Bir eşşeye yüklediler köçümü,
Komsomollar axırımdan geldiler

Anlamı:
Bir araya gelip suçumu sordular,
Kendi elimle kendi saçımı yoldurdular,
Neyim varsa bir eşeğe yüklediler
Bu da yetmedi, komünist gençler peşime takıldılar.

Anlaşılacağı gibi, Kafkasya’nın mevcut yapısı, gerçekleri sanal, dışarıdan kurulanan seneryo üzerinde oturtulmağa çalışılmaktadır. Buna en ciddi biçimde karşı gelen buradaki toplumun kan belleği, gerçek geleneksel kültürüdür. Ki bu kültür Türk kimliği ve diliyle beslenmiş ve inşa edilmiştir.
../../07
Tiflis/Gü

DURUTLAR (DÖRTLER)

Sevgili dostum Davut Yücel (Durut) için...
n_marmar

Durutlar, Kuman-Kıpçak-Kanglı boylar konfederasyonuna dahil önemli boylardan biri olmuştur. Rus vekayinameleri ile Memlüklü dönemi Mısır kaynaklarında bunlardan Durut, Dört ve Dörüt olarak söz edilmektedir (Polnoe Sobranie Russkix Letopisey, II, s. 342; Raşideddin, Cami et-Tevarih, A. Ali-zade nşr., II/1, s. 347, 657-658).

Durut adı, Türkçe-Moğolca metinlerde dört/dörüt adının bozulmuş biçimi olarak gözükmektedir. Türk coğrafyasında dört adını taşıyan boy, etnonim ve toponimlerin varlığı bilinmektedir. Günümüzde de dört, dörtler adıyla pek çok Türk yerleşimleri, köyleri mevcuttur. Bunların, Durutlar’la bağlantısı kesin değildir. Durut adının Davud/Davut bir biçimi olarak görmenin ne derecede doğru olduğu bilinmemektedir. Bu mümkün ve gayri-mümkün gözükebilir. Davud adının Kıpçaklara İslam ve İbrani kaynaklardan özel isim gibi intikal etmesi gerekmektedir ki Kıpçaklar arasında şahıs adından meydana gelmiş boylar (Burçoğlu/Borçalı, Konguroğlu/Kongur, Ulaşoğlu/Ulaş) mevcuttur. Bu durumda, söz konusu Durutların daha sonraki dönemde ortaya çıkmış olması gerekmektedir. Ancak, bu pek ihtimale şayan değildir. Doğrusu, Durut adının dört’ten türemiş olmasıdır. Bu boyun dört adını alması da sorunludur. Bugün Azerbaycan’ın Neftçala ilçesine bağlı Dört/Dörtler adını taşıyan bir köyün sakinleri, bu adın köyü kuran dört kardeşin adıyla ilişkili olduğunu belirtirler. Benzer açıklama Durutlar/Dörtler boyu için de geçerli olabilir. Öte yandan, Eski Türk geleneğinde dört kutsal bir sayıdır. Her şeyden önce, dört, yön belirleğen bir sayıdır, ki Türkler dünyayı kara – kuzey, ak – batı, mavi (gök) – doğu ve kırmızı – güney olmak üzere dört cihete ayırıyor ve doğunu kutsal kabul ediyorlardı (Pritsak O, “Orientierung und Farbsymbolik”, Saeculum, V, 1954, s. 277). Ancak, bu ad Dörüt anlamında törüt/türemek’ten de gelebilir. Bu açıklama kabul edilirse, töre sözcüğünün menşei de burada yatmaktadır. Ancak, zamanında H. Hatemî bir yazısında, Türklerdeki töre kavramının Tevrat’tan türediğini belirmiştir. Bu açıklama pek mantıklı bulunmamaktadır. Çünkü, Tevrat’ın kanun/yasa anlamında Türklerdeki töre karşılığını kazanmasının tarihsel kanıtları sağlam değildir. Kısaca, Durutlar/Dörtler boy adının töremek filinden veya yasa koruyucu boy anlamında töre’den türemiş olabileceği ihtimali de göz ardı edilmeemlidir.

Bilindiği gibi, Kıpçakların kökeni, ortaya çıkışları ve kapsadıkları boylar tarihçilikte hâlâ çözülmemiş bir dizi soruna tabidir. Genel Kıpçak kimliği içinde tüm boyların, özellikle de Durutlar’ın konumunu belirlemek çok zor gözükmektedir. XI. Yüzyılın ortalarında Kıpçaklar Orta Asya bozkırlarından İdil-Yayık boyları ile Karadeniz kuzeyi ile Kafkasya’nın tamamına yayılmış kalabalık bir Türk boyunu oluşturmaktaydı (Kıpçakların yayıldıkları coğrafya için bkz. Kudryasov K. V, “Poloveskaya step”, Zapiski Vsesoyuznogo Geografiçeskogo Obşestva, II, 1948). Bu geniş coğrafya doğal olarak Kıpçak kimliği altında bu bölgelerde oturan diğer eski Türk boylarını da içine almaktaydı.

Kıpçak adı Batı kaynaklarında Comani/Kuman, Türk, Arap, Çin kaynaklarında Kıpçak (Arap ve Farsçada Xıfjaq/QıfjaqIQibjaq; Grabarcada Xbsax, Gürcücede Qıvc’aq-i, Moğolcada Kibçag/Kibca’ut, Çincede Ç’in-ç’a/Kimça(q), Türkçede Qıpçaq/Kıpçak) olarak geçmektedir. Türk destanlarında (Oğuz Kağan Destanı) Kıpçak adının “kapçak”, yani “ağaç kavuğu”ndan türediği belirtilmektedir. Buna göre, Oğuz Han’ın beylerinden birinin eşi, ağaç kavuğu arasına girmiş ve burada doğurmuştur. Buna göre, Oğuz Han, ona Kıpçak adını vermiştir. Dilbilimsel olarak kıpçak adının kapçak/qapçaq’dan türemiş olması kuvvetle ihtimal olunmaktadır.

Kıpçaklar en erken bütün Güney Sibirya sahasını içine alan Kimak boy birliği içinde gözükmektedir. Kıpçaklar, yedi büyük Kimak boyundan birini oluşturuyordu. Ancak Çin’de Kitan/Kitay/Kara Kitay kavimlerinin ortaya çıkması Moğolistan’daki Türk Kun ve Kay boylarının yurtlarını terk edip batıya göç etmesine neden olmuştur. Bunun üzerine Kun ve Kay boyları Kıpçakları yerlerinden oynatmışlardır. Kıpçaklarda Peçeneklerin yurdunu ellerine geçirip, bütün Karadeniz bozkırına hakim olmuşlardır. Kıpçaklar burada Rus knyazlıklarını hakimiyyetlerine altına almış, Kafkasya’ya inerek Gürcistan’ı ellerine geçirmiş ve Gürcistan’daki küçük Kartli-Abhazya krallığıyla oluşturdukları akrabalık sonucunda bu krallığın güçlenmesine ve Selçuklular karşısına dikilmesine neden olmuşlardır. Gürcistan’a gelen Kıpçaklar burada Hıristiyanlığı kabul edip zamanla Gürcüleşmişlerdir (Golden P. B, “Cumanica I: the Qıpçaqs in Georgia”, AEMAe, IV, 1984, s. 5-87; Kırzıoğlu F, Yukarı Çoruh ve Kür Boylarında Kıpçaklar, Ankara 1989).

Kaynaklar, Orta Asya’da Kazakistan bozkırlarından Karadeniz’in kuzeyi ile Kafkasya’ya değin yayılan Kıpçakların şu boylardan oluştuğunu belirtmekteler: Ay-oba, Badaç, Barat/Barak, Bayavut, Burçaoğlı/Borçalı, Bzangi/Bozog, Çağrak/Çağrat, Çitey, Çırtan/Çprtan, Durut/Dörüt/Dört, Ençoğlu/İlancıklı, İt-oba, Kıtan-opa, Knn/Kunan, Küçeba/Küç-oba, Küçet/Kucat, Kor/Qor, Kara Börklü, Kol-oba/Kul-oba, Qmngu/Kumanlu, Konguroğlı/Kongurlu, Merküti/Merkit, Mingüzoğlı, Orungqut, Ölperlig, Ören/Uran, Peçene/Peçenek, Şan-mie Ku-ma-li/Çomak Kubalı, Tarğıl, Terter/Teriter-oba, Toks-oba/Tokşı-oba, Tğ Ysqut/Tağ Başkurt, Ulaşoğlı, Urus-oba, Yimek, Yuğur/Uygur (Polnoe Sobranie Russkix Letopisey, I, s. 248, 249, 250, 278-279, 361, 396; II, s. 253, 255, 259, 285, 342, 435, 455, 632, 641, 644, 668, 672, 675; Raşideddin, Cami et-Tevarih, A. Ali-zade nşr, II/1, s. 129, 347, 657-658). Adı geçen bu boyların neredeyse tamamı diğer Türk kimliğinin bir parçası olarak daha önce karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan Borçalılar daha önce İskitlerle birlikte Gürcistana gelip yerleşmiş ve şimdi de bu adla varlıklarını korumaktalar. Peçenekler daha önce bağımsız bir boy oluşturmaktaydı. Kol veya Kul-oba da Peçeneklerden bir boydur. Tokşı-oba ise Karahanlı-Karlukları arasında bir boydur. Bunlar arasında Durut/Dörüt ve Teriter/Törüter adları aynı gözükmektedir. Bu boylardan Teriter ve Çomak Kubalı adı günümüzde de Azerbaycan’da Terter ve Kuba ilçe adlarında korunmaktadır.

Durutlar/Dörtler Kıpçakların Şarukan liderliğinde örgütlenen toplulukları arasında yer alıyorlardı. Rus kaynakları Kıpçakları Yabani ve Yabani olmayan Kıpçaklar olarak iki kısma ayırmaktalar (Pritsak O, “Nou-wild Polovtsians”, To Honour Roman Jakobson, The Hague-Paris, 1967, II, s. 1615-1623). Bu İdrisî’nin Ak Kumaniya ve Kara Kumanya olarak ayırdığı, Türk boy ve devlet teşkilatına göre ikili (sağ-sol) sistem uygun bir ayrılmadır. Durutlar/Dörtler, bunlardan Ak Kumanlar boyuna dahildiler. Bu boyların yönetimi Şariler boyundan Şarukan’ı elindeydi. Şarukan, Gürcü kralıyla akrabalık tesis etiğinde 40 bin kişilik guvvetle Kafkasya’ya inmiştir. Muhtemelen Durutlar da onunla hareket ederek Güney Kafkasya’ya inmiş ve Azerbaycan’da üstler kurmuşlardır. Teriter ve Kuba adlı yerleşimler bu Kıpçak göüyle bağlantılı olmalıdır.

Maalesef, Durutlar/Dörtler boyu hakkında elimizde bulunan tüm veriler bundan müteşekkildir. Ancak, Durutların bazı kısımlarının Orta Asya’da kaldığı bilinmektedir. Kazak Juzları arasında Dörüt adlı boy bulunmaktaydı. Bu, durutların Kazak-Kırgız birliği içinde kalan kısmı olsa gerek.

n_marmara
Durutlar/Dörtler köyü
01.02.08.