Perşembe, Kasım 16, 2006

Bilme-İdare Biçimleri ve Müslüman Cehaleti

Nerede durmalı ve nerede konuşmalıyız? Düşüncelerimin sınırları var mıdır? Benim haklarım nelerdir? Ben, bir varlık olarak neyim? Kimim? İnsan’ın gerçek değerleri ne? Yaratılmış olmak ne demek? Bütün bu soru zincirleri artık çağdaş felsefenin uğramadığı duraklardır. Eski çağa giden dolmuşlar kalkalı çok oldu. Bir uzay çağındayız ve bütün uzamsal bağlarımız bugüne ilişkindir. Bu devasa kurgu içinde, bu tekniksel işleyiş sürecinde ve bu nesnel oyunlar arasında travma geçiren “özne”yi soracağız ve ona vurulan “bilimsel” kamçıları irdeleyeceğiz.

Evet, dostlarım! Benim beynimin “bilgi-idare hastalığının” kurtçuklarını size bulaştırıyorum. Biliyorum ki sizde aynı kan zehirlenmesini yaşıyorsunuz ve günlük yaşam stresi hattının bıkmaz ve usanmaz yolcularısınız. Bir yolculuğunuzda da kafanızı bunlara takıverin. İşte soru şu: İnsan öznenin, bir yandan üretim ve anlamlandırma ilişkilerine girerken, diğer yandan ve aynı etkide çok karmaşık nitelikte olan bilim-idare ilişkilerine de girdiğini nasıl görebiliriz? Ve bunun sonucunda bilimsel ve idari engizisyonu nasıl reddedebiliriz? Ben bu iki soruyu modern düşünce bazında tartışacağım. Çünkü, Batı düşüncesi dışında günümüzde meşru olan hiçbir düşüncenin var olduğunu sanmıyorum. Varsa da, bir yerlerde korunuyor olsa da, Kaf dağının Güneş almaz eteklerinde bulunuyorsa da; bu demektir ki bir hayal ürünüdür. Lütfen karşıtlarımız alternatif bir düşünce sisteminden söz etmesinler. Çünkü bundan söz ettikleri anda ve gerçekten söz ettikleri anda kendi mutlu enkazlarından söz edeceklerdir. Benim amacım bir şeye işlevsellik kazandırmak değil, işlevsel olanın yıkımına neden olmaktır. Ancak bu yıkımdan sonra kendi toplumumuz üzerine, İslam milletleri hakkında bir bakış açısında bulunmaya çalışacağım.

“Özne”, Batı düşüncesinde Türkçemizdeki kullanımından farklı olarak iki tür karşılığa sahiptir: biri çoğul, diğeri ise yalın anlamda. Fransızca’daki tam betimlemeleri “sujet” ve “assujetir”dir. Hem tekil anlamda şahsı, insanı, bireyi bağlamaktadır; hem de tebaa, halk, topluluk anlamında bir işlev görmektedir. Tekil anlamında: vicdan veya özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlı kalan özne’yi düşünürken; ikincisinde denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tâbi olan özne’den söz etmiş oluruz. Her iki özene tanımının gerisinde de “Biz kimiz?” sorusunun bunalımlı geçmişi yatmaktadır.

Bu özen’e tanımının üzerinde üç tür mücadele forması yatmaktadır: Birinci, tahakküm biçimlerine karşı yapılan mücadele. Bunlar etnik, toplumsal ve dinseldirler; İkincisi, sömürü biçimlerine karşı yapılan mücadele. Bunlar da bireylerin ürettikleri ürünler üzerinde kurulan kâr-çıkar ilişkisini konu almaktadır; Üçüncüsü ise duruma karşı yapılan mücadeledir. Burada ise bireyi kendisine bağlayan ve onu kendisine tâbi kılan boyun eğdirme biçimlerine karşı mücadele forması anlaşılmaktadır. Batı toplumu bu aşamaları tek-tek geçti. Örneğin XV-XVI. Yüzyıllarda dinsel ve ahlaki iktidara karşı bir mücadele verilmekteydi ki bunun sonucunda dinsel veya Kilise iktidarına son verilerek burjuvazi işbaşına gelmiştir. XIX. Yüzyıllarda ise üretim güçlerinin üretim araçları ve üretim sahiplerine karşı mücadelesi patlak vermiş ve Komünist teori buradan doğmuştur. Birde bağlılığa ve boyun eğdirmeye karşı bir mücadele biçimi yaşanmıştır ki milletlerin ortaya çıkması, kadın hakları bu şekilde kendi rengine kavuşmuştur.

Bütün bu mücadeleler içinde özne sözcüğü hep bir aradalık göstermektedir. Ancak burada öznenin özsel olguları kendisini ele vermektedir. Ortaçağı tamamlayan sadece aklın inkılabı değildi, zaman terkipleri de bunda etken olmuştur. İnsanın zamansal oluşunun şuuruna varışı insanlık tarihinin en yeni basamağıdır. Klasik Hıristiyan öğretisinde olsun veya İslam düşüncesinde olsun insan bambaşka bir biyolojiydi. İnsanın birden fazla terkipleri, öğretileri, görevleri bulunuyordu ve asla insan tekil değildi. Bu tekil olmayışı onun zamanlara yayılan çoğalmışlığından ileri geliyordu. İnsanın zamanı (yaşamı) kendisi değildi, yaşamın ve zamanın bütünüydü aynı zamanda. Gerek İslam, gerekse de Hıristiyan anlayışında insanın dünyası onun ödevlerinin dünyasıdır. Özne anlayışında ilk devrim, değişim, başkalaşma, özneleşme burada, yani zaman anlayışında yaşandı. Zamanın takip edilebilirliği için zamanın şimdiliğine gereksinim duyuldu. Bunu düşünsel anlamda ilk gerçekleştiren Kant olmuştur. Onun “Aydınlanma Nedir?” sorusu bir zaman sorusuydu ve her şeyden önce bir şimdiki zaman sorusuydu. Artık bu soruyla geleneksel düşüncenin bir görev olarak metafizik sistem ve bilimsel bilginin temellerini sorgulanması tamamlanmakta ve güncel bir olay zihinlere kazınmaktadır.

Kant’ın bu yazısı 1784 yılında bir gazetenin köşesinde yer almış, onun mevcut felsefi çalışmalarının dışında bir yazıydı. Kant şunu soruyordu: “Şimdi bize ne oluyor? Bu dünya, bu çağ, içinde yaşadığımız şuan neyi ifade ediyor?” Kant aslında daha net biçimde şunu sormaktadır: “Aydınlanmanın bir parçası olarak biz neyiz?”

“Ben kimim?” sorusunun klasik ve evrensel tanımı giderilmektedir bu soruyla. “Ben kimim?” sorusu eski İslam ve Hıristiyan düşüncesinde “Allah’ın bir yarattığı varlık olarak”, “bir eşref-i maluk olarak”, “yaratılmışların ve sadece yaratılmışların en değerlisi olarak” ve “yaratılmışların en yücesi olduğu halde kendi ameleleri ile bu basamağın en altına da inanabilen varlık olarak”, “Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak” yanıt bulurken; Kant’ın sorusuyla bu geniş tanım içinden alınan özne tarihin belli bir anına kapatıldı. Modern düşünce ve episteme anlayışında karşımıza çıkan “tarihsel zaman” anlayışı böylece başlamış oldu. Aydınlanma ile dinin alanı kapatıldı; ikincisi ise felsefe ve düşünce dünyamızın eleştirel bir analizi görevini üslendi. Çağdaş bilim ve bilgi işte bu bizim şimdiki zamanımız üzerine kurgulandı. İster bilimsel olsun, ister toplumsal, ister düşünsel biz bir şeyden bahsederken bizim şimdiki konumumuzu esas alarak hareket ederiz. Bu şimdiki zaman kapsayıcılığı içinde hepimizin birer şimdiki zaman boyutu vardır. Özne, tebaa anlamında birde kendi öznelliği içinde dar bir zaman alanında döndürülmeye başlanıldı. Bilimsel algının üzerinde durduğu en önemli husus budur. Hıristiyanlık bu mücadelede veya savaştan yenik çıktı ve bütünsel anlamını büsbütün yitirdi. Çağdaş Batı, Hıristiyan değerleri taşımamaktadır. Hıristiyan değerleri kendi yeni metaforları içinde yeniden üreterek ve değerlendirerek bir anlamlandırma bütünü oluşturmuştur. Hıristiyanlığın bu direnişi 500 yıl sürdü. Çağdaş İslam şu an Hıristiyanlığın başına gelen bu musibeti yaşamaktadır. Ve biz olanca hızımızla bunu kolaylaştırmaktayız.

Peki bizim hedefimiz ne olmalıdır?

Bizim hedefimiz ne olduğumuzu keşfetmek değildir; olduğumuz şeyi reddetmektir. Modern bilim-idare yapılarının eşzamanlı olarak bireyselleşmesini ve bütünselleşmesini ve bu siyasi ikili kısıtlamayı (hem bilim, hem idareyi) olanca gücümüzle defetmeliyiz. Biz, bizim için kurgulanan ve bilimsel-evrensel görüntüye sokulan öteki modasını içinde kendileşmemeliyiz. Burada günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi değerlerinden kurtulmalıyız demiyorum; bizzat kendimizi bilme-idareden ve onunla bağlı olan bireyselleşmeden kurtarmalıyız. Yüzyıllardan beri zorla dayatılan ve tek çıkış yolu olarak sunulan öznellik biçimlerini, bu türden bireysellik kurgularını reddetmeliyiz.

Peki bu nasıl olacak?

Belki de böyle bir soruya hiç yanıt verilmemelidir. Çünkü bu sorunun kendisi bile bir bireysellik içermektedir. Ve bir bilim-idare yöntemi taşımaktadır. Ama sonuçta bu bir sorudur. Ve sorudan kaçış yoktur. Benim için bu reddedilebilir bilme-idare kurgusu dışında dinsel ve toplumsal yaşamımızda bir gerçeklik varsa, o da cehalettir. Modernizm, Müslüman toplumlarını kendi yüksek gelişimi sonucunda yakalamadı, karşıtlarının cehaleti yaşadıkları bir ortamda yakaladı. Bu ikisinin karşılaşması kuşkusuz acı olacaktır ve öyle de oldu. İslam toplumlarında cehalet statükocu siyasal yapıların vahiysel bir gücü ve anlamı ele geçirmesinden doğmuştur. İktidarlar kendi kalıcılığı için toplumsal ve düşünsel gelişimi durdurmanın yollarını aramışlardır. Selefi görüş, tefsirci öğreti ve bizzat “sahabe mantığı” da burada baskın çıkmıştır. İslamın daha ilk dönemlerinden başlayarak “peygamber” motifi bireyselleşmeye itilmiştir. Bu motifsel bireyselleşmenin genişliği o deneli büyüktür ki, her kes bireysel ve öznel kimliğini onunla bağlatı içinde sunmaya ve tanımlamaya başladı. Bu bir hadiste olduğu gibi “peygamberin ahlakını kendinize ölçü alın” anlamından çıkarak öznel anlamda “peygamberleşmeye” dönüştürüldü. Kişisel olanın, ancak “peygamberin kişiliği” alanında rahat hareket edebileceğine dönüşen bu anlayış bir süre sonra hepten kutsal bir değişmez oldu. İslam’daki cemaatleşme aslının dışında bir yol izledi. Cemaat, kendi kurucusu için kişiselleşme, onun öznel varlığında ona benzeme mantığına dönüştü. Batı’da özerklik ve insan olgusu ortaya çıkınca bu olgu, İslam dünyasının tahakküm altına alınmış “tebaa” kimliği ile çarpıştı. Kuşkusuz tebaa kimliği içinde yaşayan Müslüman aydının hiçbir öznel kimliği olmadığı için bu çarpmada Batının öznel değerlerini daha cazip buldu. Ama bu cazibe merkezinde var olan yeni idare değerlerini algılayamadı.

Bir diğer husus ise, bizzat sehabenin “örnek kişilik” ve “örnek Müslüman” bireyselliğini eline geçirmesiydi. Bu “örneklendirme” İslam’ın bütün alanını kapladı. Önce hadis ilminde kendini kanıtladı, ardından da bütün öznel yaşam modellerini eline geçirdi. İslam içinde ortaya çıkan mezhep ve tarikatlar bir yandan eski “örnek” modele ve tipe karşıyken, diğer yandan kendisini onun yerinde dayatmaktaydı. İslamda hukuk modelinin bu denli gelişmesi bu anlayışının toplumsal idari kaygılar taşımasındandır. Bu, bizzat Kur’an’ın düşüncel ve bilgi bazında algılanmasını, tanımlanmasını engellerken, onu sadece dini ibadetlerin anayasası konumuna indirgedi. Modern çağda, Müslüman ilahiyatçılar Batı’nın bilgi değerleri karşısında dinsel anlamda ezildiklerini görünce bu defa bilimsel kurguyla vahiysel doğruları açıklamaya çalıştılar.

İşte reddedilmesi gereken, bilim-idare mantığı ile birlikte karşı çıkabileceğimiz gerçeklik bu cehalet mantığıdır. Bu cehalet mantığının İslam dünyasının bir gerçekliği olduğunu kabullenmek gerekir. Bunun içinde Kur’an’a bilgi (bilim değil) bazında yaklaşmanın yollarını aramak zorunluluktur. Çağdaş Müslümanları kurtuluşu bu bilgi bağlamında toplumsal bütünlüğü oluşturmalarıyla mümkündür.

Cuma, Kasım 10, 2006

Yenidünya Düzeni: Sürekli Savaş

Savaş nedir?
Clasuwitz bu kavramın 20’den fazla içeriğinden söz etmektedir. Önce bunları sıralayalım:

1. Savaş, düşmanı filli irademizi kullanarak alt etmenin bir şiddet hareketidir.
2. Savaş, sınırsız kuvvet kullanımıdır.
3. Savaş’ın amacı düşmanı etkisiz hale getirmektir.
4. Savaş, güçlerin son haddine kadar kullanılmasıdır.
5. Savaş, realitedeki değişikliktir.
6. Savaş hiçbir zaman soyutlanmış bir hareket değildir.
7. Savaş ani ve tek bir darbeden ibaret değildir.
8. Savaş hiçbir zaman mutlak bir sonuç doğurmaz.
9. Savaş, gerçek hayatın olasılıkları olan “aşırı” ve “mutlak” kavramlarının yerine geçer.
10. Savaş, politik amacı yeniden ortaya çıkartmaktadır.
11. Savaş aralıksız ve sınırsızdır.
12. Savaşı durduracak sadece bir neden vardır ve bu da taraflardan sadece biri için geçerlidir.
13. Savaş, işleri yeniden kızıştıran askeri bir sürekliliğe tabiidir.
14. Savaşta kutuplaşma ilkesi zorunludur.
15. Saldırı ve savunma farklı nitelikler olup eşit olmayan güçteki şeylerdir ve aralarında bir kutuplaşma geçerli değildir.
16. Kutuplaşmanın etkisi savunmacının saldırgana üstünlüğü karşısında kaybolmakta ve bu savaş eylemini ertelemektedir.
17. İkinci bir neden durumunun bilinmemesidir.
18. Savaştaki durağanlaşma onu mutlak olmaktan çıkarıp ihtimale dönüştürmektedir.
19. Savaş bir kumardır ve onu tesadüf belirler. Savaş tesadüfün en çok rol oynadığı faaliyet alanlarından biridir.
20. Savaş objektif ve sübjektif niteliği ile de kumardır.
21. Savaş ve kumar insan zihniyle en iyi bağdaşan unsurdur.
22. Savaş ciddi bir amaca yönelikse ciddi bir araçtır.
23. Savaş politikanın başka araçlarla devamından öte bir şey değildir.

Koca bir kitap bu başlıkların bölümler halinde irdelenmesine ayrılmıştır. Bizi ilgilendiren bu başlıkların içeriği olmayacaktır. Bunu Clausewitz’in söz konusu dilimize tercüme edilen eserinden isteyen okuyabilir. Biz Clausewitz’in söylemediğini söylemek niyetindeyiz. Biz bu tanımların açıklaması ile değil, göndermeleri ile ilgileneceğiz.

Savaş hakkında eski ve ortaçağda birçok kitap vardır. Bu konuda dikkate alınması gereken ilk şey kutsal kitaplardır. Savaş, Tevrat’ta Tanrı soyunun (İsraillerin) ilahi egemenliğinin kurulması için geçilmesi gereken bir yoldur. Buna karşılık İncil’de savaş olgusu yoktur. Kur’an’da ise savaş ancak Allah için yapılmaktadır. Allah için yapılan savaş, sadece adaletin sağlanması için bir araçtır. Hz. Ali’ye mal edilen “Harp” eserinde “savaş Allah için yapılsa da, savaşı hile belirler”. Bu politik bir söylem olamayıp, araçsal bir söylemdir. Ortaçağ Hıristiyanlık düşüncesinde savaş kurtuluşa erme biçimidir. Göçebeler arasında ise savaş, yaşamın ta kendisidir. Cengiz Han yasasında savaş, Gökyüzü tanrısının yerdeki halifesini belirlemek için yapılmaktadır. Emir Timur’a göre, “Gökyüzünde Allah bir olduğu gibi, yerde de bir hükümdar olmalıdır”. Osmanlılar için başlangıçta savaş bir yaşam biçimi iken, daha sonra Darü’l-Harp’la Darü’l-İslam arasındaki çizgiyi belirlemektedir. Görüldüğü gibi bütün bunlar yaşama ilişkin tanımlardır. Yaşamın uzantısı değil, varlığın yerinin korunmasıdır ve bir sabitlik içermektedir. Osmanlıya göre, dünya düzeni sabit tutulmalıdır.

İlk kez Raimondo ve özellikle de Clausewitz’de savaş bizzat yaşamın uzantısı ve biricik gayesi olarak görülmektedir. Kapitalist düzen bu çatışma üzerine kuruludur. İlginçtir, Clausewitz savaş için bir düşmandan söz ederken “düşmanın” tanımını yapmaz. Oysa daha önceki savaş anlayışında savaş için birincil neden düşmanın belirlenmesidir. Eski anlayışda bir düşman profili mevcutken, yeni anlayışta “düşman” tiplemesi ortadan kalkmaktadır. Düşman her yerdedir. Ben bile kendi kendimin düşmanıyım. Savaşmam gereken ilk düşman kendimdir. Bu savaşı klasik düşüncede olduğu gibi nefsimi yok etmek için değil, kendi irademi kanıtlamak ve kendi varlığımı her şey karşısında (Tanrının bile) ispat etmek için yapmak zorundayım. Raimondo ve Clausewitz burada Descartes felsefesini ölçü almışlardır. Düşünüyorum, o halde varım; daha doğrusu savaşıyorum, o halde varım. Bir şeyin varlığı bizzat benim düşündüğüm durumda var olduğu gibi, bizzat kendi varlığım savaştığım durumda belirginlik kazanmaktadır. İşte tanımı yapılmayan düşman yüzünde ikinci şıkta “savaşa sınırsızlık” tanınmaktadır.
2. Savaş sınırsız kuvvet kullanımıdır” derken tanımı yapılmayan düşmanın sınırsız bir boyutta olduğu ortaya konulmaktadır. Kime karşı sınırsızlık? Her şeye! Ama bu sınırsızlığı belirleyen güçte savaşan insandır. Dikkat edildiyse, savaş bizzat insanın kendi benliğinde başlamakta, ardından sınırsız bir güç kullanımını devreye sokmaktadır. Kapitalist ve Avrupa merkezli anlayışta insan, böyle bir çatışma içinde kavranılmaya ve yönetilmeye tabii tutulmuştur. Bu iki tanım, önce insana, ardından da sınırsız düzeyde çoğaltılmış insan kimliğine ortaya çıkartmaktadır. Hobbes “insan insanın kurdudur” derdi ki bu yapı içinde daha iyi anlaşılmaktadır.

Ancak burada önemli bir nokta vardır. Tanımlanan yeni kimlik anlayışına göre, her insan insan değildir. İnsan olmadığı içinde kimlik değildir. Ancak Avrupai kimlikten beslenenler insan olabilirler ki onların da insanlığı sınırlıdır. Bu ölçüyü asla gözden kaçırmamak gerekir, zira bu Avrupa anlayışından “ben ve öteki”yi belirler.

3. Savaşın amacı düşmanı etkisiz hale getirmektir”. Düşman kim? Kendim de dahil her kez düşmanıdır, buna göre. O halde kendim dahil her şey etkisiz hale gelmelidir.
4. Savaş, güçlerin son haddine kadar kullanılmasıdır”. Burada sınırsız tüketim planlanmaktadır. Güç bile tüketim oranında kendisini göstermektedir. Güç tüketim oranında artar ve sonuçta kendi başına bir güce dönüşür: kolektif tüketici zihniyetine. Tüketim toplumunu yöneten bu zihniyettir. J. Baudrillard’ın “tüketim toplumu” nazariyesinin temelinde yatan boşluk insanın içine çekildiği savaş mantığını belirleyememesinden ileri gelmektedir. Bu kimliğin belirlenememe sorunu M. Foucault’ta da karşımıza çıkmaktadır. Foucault’un “iktidar kuramı” bu yüzden bir tezat yumağına dönüşmektedir. Yine Foucault’un iktidar kuramından esinlenen Edwart Sait “oryantalizm kuramında” eserinin başında belirttiği gerekçeleriyle kitabının sonunda yapayalnız kalmaktadır. Kimlik olgusunun temelde nelerden beslendiğini tanımlayamadığından E. Sait’in oryantalizmi, Batılı anlayışının iyimser amaçla yumuşamasına benzemektedir. Zira “kimlik” hiçbir zaman elle tutulur bir yapıda olmadığından kapitalist mantık onu sınırsız bir alana germesini ve bir çatışma gücüyle (içte ve dışta) dengede tutmasını iyi başarmıştır. Bu açıdan bakıldığında Cemil Meriç, E. Sait’in basit bir kopyası olarak kalmaktadır. Çünkü C. Meriç, E. Sait’ten daha acemi bir biçimde çatışmaya sunulan bu veya şu kavramlarla oynar (bunları Doğu ve Batı diye belirlemeye kalkışır), asla ve asla çatışma zeminini tanımlayamaz. Bu, adı geçen düşünürlerin Marksizm söyleminden kurtulamadıklarını göstermektedir. Nitekim Marksizm düşüncesinin omurgasını oluşturan “çatışma teorisi” bizzat söz konusu çatışmaya dönüşen kimliğin sınıfsallaştırılmasına dayanmaktadır. Bu da savaş mantığında yer alan çatışmadan çok daha barbarca bir savaşı ölçü almaktadır ki Marks mecburen buna “proletarya diktatörlüğü” demek zorunda kalmıştır. Yani sosyalizm kapitalizme karşı geliştirilmiş olamayıp, kapitalizm içinde gelişmiş kapitalist bir kuramdır. Çünkü kapitalist bir zeminde etki bırakmanın ancak ve ancak iki yolu vardır: ya ünlü bir kapitalist olursunuz, ya da terörist. İşte günümüzde bu ikisi yaşanmaktadır zaten. Teröristin kapitalistten farkı eyleminin birleşik bir katmanlar üzerinden yansıtamamasıdır. Yapamaz da; çünkü terörist kapitalist katman içinde kendisine şans tanımaktadır. Aslında bu şansı ona içinde bulunduğu zemin tanır. Çünkü çok daha aşırı ve salt kimliklere kendini göstermek şansını tanımakla, kapitalist düzen daha da sağlıklı bir görünüm kazanmaktadır. Bunu en ser biçimde Amerikan kapitalist mantığı işler. Çünkü o, kendince sunulan ve sunulmasına fırsat tanıyan doğruların ve yanlışların aşırılığına inanmaktadır. Bunu en iyi biçimde Amerikan filmlerindeki aşırılıkta görmekteyiz. Şiddet ve o karşı kullanılan iyilik ne denli aşırı olursa o denli etkilidir psikolojik mantığı insanı (toplumdan ve kendisinden koparılmış bireyleri demek daha doğrudur) yönetici gücün çekim alanında tutmaktadır.
İşte bu “5. Savaş realitedeki değişikliktir” önermesini doğrulamaktadır. Clausewitz bunu şöyle tanımlar: “Mutlak savaş kavramından, önceden tasarlanmış mutlak bir amaç ve bunu gerçekleştirmenin yollarını çıkarmaya çalışacak olursak, bu sürüp giden karşılıklı eylemler bizi adeta gözle görülmez bir mantık incelikler silsilesinin eseri, salt bir hayal oyunu olan aşırılıklara götürür”. İşte alın size çağımızda bir aşırılığa karşılık sunulan daha soyut aşırılıklar yığını olan komplo teorileri. Sırf bu aşırılık korkusudur ki insan ileriye doğru zihinsel ve eylemsel bir girişimde bulunmaktan korkmaktadır, daha doğrusu korkutulmaktadır. İçinde bulunduğumuz realitenin aşırılık olduğunu bile bile, bu aşırılıkta kalmaya ısrar ederiz, daha büyük aşırılığa karşı tetiklenmiş korkumuzdan dolayı.
Ama “6. Savaş hiçbir zaman soyutlaşmış bir hareket değildir”. Savaş bizzat gerçeğin ve somutun ta kendisidir. Çünkü biz olduğumuz ve savaşmaya endekslenmiş benliğimiz olduğu sürece şu veya bu aşırılık ortamı olsun savaş hep vardır ve olacak da.
İşte bu süreklilikten dolayı “7. Savaş tek ve ani bir darbeden ibaret değildir”. Katmanlar halinde ilerler, psikolojik olarak bünyeye iyice sindirilir, onunla doğal bir gerçekmiş gibi yaşamaya alıştırılır. Savaş hep vardır.
Hep olduğu içinde “8. Savaş hiçbir zaman mutlak bir sonuç doğurmaz”. Çünkü “yenilgi” asla kabul edilmez. Modern savaş anlayışının en önemli keşiflerinden biri de “yenilgisizliktir”. Çünkü yenilgi olursa, savaşın durması gerekir. Yenilgi olmadığı içindir ki savaş daimidir. Tam burada yaşamın tanımı açıklanır. Adeta yaşam savaş meydanında ayakta tutulmak istenilir. Bu savaş bireysel de olabilir, ciddi silahlı bir mücadele de. Bir kere insan hep savaşmaktadır ilkesi kabul edilmiştir artık.
Peki, bu yaşam belirmesi nasıl sağlanılır: “9. Savaşı gerçek hayatın olasılıkları olan “aşırı” ve “mutlak” kavramlarının yerine geçirerek”. Bu tanımı yapanın zeka düzeyi şöyle bir düşünün; ama en korkunç zeka bu tanımın yaşama nasıl dönüştürüldüğüdür. Dikkat edelim, “aşırılık” ve “mutlaklık” gerçek hayatta hep olasılık kapsamındadır. Bu olasılığın varlığı yüzde yüzdür. Bu gerçek hayatta savaş yüzde yüz olduğunu anlamına gelmektedir. Olmaya da bilir, ama olmama olasılığı yoktur; aksine olabilirlik olasılığı vardır. Ama bu olasılık “aşırılığa” ve “mutlaklığa” dönüştürülmüştür.
Bu oldukça “politik” bir söylemdir; zaten “10. savaş, politik amacı ortaya çıkartmaktadır”. Kuram boyunca net biçimde “politik” söylem üç kez kendini açığa vurmaktadır. Başlangıçta, ortada ve sonra. Başlangıçta yer alan politik söylem kimlikseldir. Marks tarafından Aristo’dan devşirilerek gündeme kazandırılan insanın “zoon politikon” (siyaset bilen hayvan) kimliği üzerine vurgu yapmaktadır. Görüldüğü gibi, politika kurumsal olmaktan çıkarılıp insanlaştırılmıştır. Politik olmak, insanın kimliksel gerçeği haline getirilmiştir. Bu günümüzde sıkça kullanılan “insan doğuştan politikacıdır” tanımıyla daha uygun bir hale gelmiştir. Doğuştan politikacı olan insan yaşamını çatışma üzerine kurmuştur. Bu çatışmada sürecinde politik varlığını kanıtlar, öte yandan gerçek hayatta birer “mutlak” olasılık olan savaş karşısında da yaşamını politikayla belirler. İnsan, adeta yaşamını tuzaklar içinde sürdürür. Bu yüzden insan hep politik olmak zorundadır. Bu ilke her yerde geçerlidir. Eşimize, çocuğumuza ve kendimize karşı hep politik olmak zorunluluğu altındayız. Bu yaşamın tek kuralıdır. Burada artık “bizzat kendisinin kurdu” haline gelmektedir.
Politik kuşatılmışlıktan dolayıdır ki “11. savaş sürekli ve sınırsızdır”.
Tam burada bu zamana kadar söylediklerimize karşılık bir tezat kendini göstermektedir: “12. savaşı durduracak tek bir neden vardır ve bu taraflardan sadece biri için geçerlidir”. Bu bir “yenilgi” değildir. Bunu algılamadaki yeri “ölümdür”. Çok tabiidir ki nedenli politik varlık olursa olsun insan ölümlüdür ve kapitalizmde bunu kabul etmektedir. Çatışmaya dayalı ömre son verecek şey doğal bir ölümdür. Doğal dışı sürdürülen bu yaşam ilk kez doğallığı kabul eder. Çünkü hiçbir güç ölümün önüne geçemez de ondan. Kapitalizme karşı geliştirilen en “başarılı” insani söyle burada kendisine yer edinir. Bu doğal olmayan düzene karşı geliştirilen doğal olmayan ölümdür, yani intihardır. İntiharın, kapitalist düzende kabul edilmeyişinin nedeni savaşın ciddiye alınmamasından ileri gelmektedir. Savaşın ciddiye alınamaması bizzat bu düzenin geçersiz oluşunu kabul etmektir. Bunun için kapitalist söylem iki şey geliştirir. Birincisi, intiharı yasaklamakla kalmaz, ölümü inkar eden bir yaşam anlayışı geliştirir. İkincisi, ölümün değerini düşürür. Ölmek, insan yaşamında karşılaşacağı en büyük trajedi olarak anlam kazanır. İnsanın ölmekten adeta ödü kopar. Ama burada bir çelişki vardır: madem savaş “ölümü” içinde barındırıyorsa, neden “ölüm” dışlanılır? Bu durumda normal bir savaşta binlerce insanın ölümü olağan bir hal gibi kabul edilirken, neden birkaç kişinin ölümüne sebebiyet veren terör eylemi pislenmektedir? Bunun mantığı şu, biri amaçlı, diğeri ise amaçsızdır. Amaçsız olan politik söylemin (bizzat insanın) kontrolü dışındadır. Kapitalizm kontrolsüzlüğe asla tahammül etmez. Bir kontrolsüzlük varsa o bile kontrol altında olacaktır.
Bunun önüne geçmek için yine çatışmaya olanak tanınmaktadır: “13. Askeri harekat işleri yeniden kızıştırılarak bir süreklilik kazanılır”. Bu şunun için yapılır. İnsanın karmaşık bir dünya olduğu iyi bilindiğinden, insanı kontrolde tutacak gerekçelerin birden fazla oluşu ortadadır. İnsan dünyasal sorumluluğun yükümlülüğü altındadır. Bundan dolayı çoğu zaman insan kendisini başkaları için yaşar. Bu insana yakın olan “başkalar” insanın ailesi, eşi, dostu, çocuğu, ülkesi ve hatta köpeği bile olabilir. İnsanı bu başkaları karşısında kaygılandırmak için savaş söylemi kızıştırılır. Bu süreklilik insani kaygıları artırırken savaşın mutlaklığına ve insanın politikliğine bir kez daha meşruluk kazandırır.
İşte burada “14. işin içine bir kutuplaşma ilkesi” sokulmaktadır. Bu kutuplaşma her alanda yapılmaktadır. Bir kere insan kendisiyle kutup konumundadır.
Bu kutuplaşma ancak “15. saldırı ve savunma” durumunda ortadan kalkmaktadır. Eğitim burada önem kazanır. İnsan dünyasal bir eğitime tabii tutulur ve her daim öğrenir. Geçenlerde İngiliz “Sun” gazetesi bir araştırma yayınladı. Buna göre, günümüzde bir Londralının gazete ve televizyondan edindiği 1 günlük bilgini, ortaçağda yaşamış bir İngiliz 60 yıllık normal yaşamı süresince edinememekteydi. Bu korkunç bir bilgilendirme işlemidir. İşte bu “saldırı ile savunma” arasındaki kutuplaşmanın bir bilgi bombardımanı ile giderildiğini göstermektedir. artık burada insan savunmada, düzen ise saldırıdadır.
Ya tersi olursa, yani “16. savunma saldırıya üstünlük kazanırsa” ne olur; çok basit “savaş eylemi ertelenir”. Bunun için basit bir örnek verelim. Irak savaşında İngiltere savaşa girmek için kendi toplumuna karşı sürekli psikolojik baskıda bulundu. Yani hep psikolojik ve Saddam’ın dünyayı tehdit ettiğine ilişkin saldırgan bilgi bombardımanı gerçekleştirdi. Ta Londra’da yapılan son terör eylemlerine kadar. İşte burada çeşitli yöntemlerle bilgi saldırısına uğrayan İngiliz kamuoyu “Irak işgalini” sorgulamaya başlayınca, İngiliz yönetimi “savaş eylemini ertelemek” görüşünü devreye soktu.
Bunun yapılması “17. ikinci bir neden durumunun iyi bilinmemesinden” ileri gelmektedir.
Bu belirsizlik “18. savaşı mutlak kavramından daha da uzaklaştırıp onu bir ihtimaller hesabı haline getirir”. İşte savaşın ertelenmesi, herkeste bir “barış” anlayışını ortaya çıkarmaktadır. Aslında bu durum bir belirsizliktir ve bu belirsizliktir ki savaşı mutlak olma durumunda çıkarırken bir barış anlamını vermektedir. Aslında barış belirsizliğin ta kendisi durumuna konulmaktadır. Ortaya çıkan bu barış, aslında savaş için bir hazırlıktır.
İşte savaşı yeniden başlatacak şey ise “19. tesadüftür”. Çünkü “savaş tesadüfün en çok rol oynadığı faaliyet alanlarından biridir”. Bu şu demektir, savaş barışa son vermek için hep arayıştadır.
Bundan dolayıdır ki “20. savaş objektif niteliği ile olduğu kadar sübjektif niteliği ile de bir kumardır”. Bu aslında savaşa davettir. Çünkü kumarda kazanmakta var kaybetmekte. Herkesin kazanıp kaybedeceği bu savaş masası herkese açıktır anlamına gelmektedir. Bu durumda herkes kendisini göstermeyi yeğler. Çünkü kazanmaya ve kaybetmeye herkes kadar o da eşit mesafededir. İşte kapitalizmin dünyaya egemenlik gücü bu davetten ileri gelmektedir.
Bu da “21. insan zihniyle en iyi bağdaşan bir unsurdur”.
Ancak ne var ki “22. savaş ciddi bir amaca yönelikken ciddi bir araç” halini almaktadır. Yani kumar masasına ciddi bir amacınız varken oturabilirsiniz demektir. Bu aynı zamanda şu anlama gelir: ciddi amacı olmayan savaşı kendisi için ciddi bir araç olarak kullanamaz.
Ve yolun sonu: “23. savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir”.

İşte, “yenidünya düzeni” anlayışını besleyen bilmece: sürekli savaş. Ekonomik yapı, uluslar arası ilişki, doğal düzen (biyoloji) aklınıza gelebilecek her şeyi bu olgu, yani çatışma olgusu beslemektedir. Sabitlik asla söz konusu değildir, olmazda.

Irak savaşı öncesi ülkemizin solcu ve sağcı zevatı protesto amacıyla bir araya gelerek şöyle bir pankart açmışlardır: “Savaşma seviş”. Bu iki kavramın içinde bulunduğumuz dünya düzeni içinde aynı anlama geldiğini bilmiyor olmaları onların kabahati, ya filozofa ne demeli. Bunun için Foucault’un ünlü “iktidar neredeyse direniş de oradadır” önermesi Hegel diyalektiğinin yan yatırılmasından öte bir anlam taşımamaktadır. Bu da bizim halk ağzında şu anamla gelir: “karpuz uyuyarak büyür”.

Pazar, Kasım 05, 2006

Özal Türkiye’si


Bugün biz, Atatürk’ün, İnönü’nün ve de Menderes’in değil, alt yapısı 1980 darbesiyle atılmış Özal Türkiye’sinde yaşıyoruz. Bu yaşamaya mahkûm edildiğimiz ülke iki boyutlu bir mekândır. Madalyonun bir yüzünü askerî, diğer yüzünü ise ucuz liberal söylemler oluşturmaktadır.

Askerî söylem güvensizlik üzerine kuruludur. Buna göre, dünya Türkiye’nin düşmanıdır, Batı’nın amacı Sevr’i canlandırmaktır, ülkenin dört tarafı düşman devletlerce çevrilmiştir ve bu durumda Türkiye’nin tek kurtarıcısı askerdir. Bu tipik bir korkuya dayalı kendini meşrulaştırma biçimidir. Askeri yönetim bütün sorunların kaynağını dışarıda arar, içerideki sorunlu benlikleri ise dışarıdakinin sözcüleri veya hainler olarak tanımlanır. Türkiye’nin devletçi bir toplum olması bunu daha da meşru kılmaktaydı. Ancak, askerî yönetimin topluma aşıladığı psikolojiye kendisinin inandığı söylenilebilir mi? Böyle olsaydı 80’lerin askeri yönetimi Türkiye’de bütün çarklarıyla çalışan bir yönetim ağı kurması gerekirdi. Yani, dönemin bütün modern devletlerine özgü olan bir bilme-iktidar gücü haline gelmesi gerekirdi. Askeri yönetimin en fazla tepki verdiği Ermeni, Kıbrıs ve PKK sorunlarında bile 1984’de Dışişleri müsteşarı Kamuran İnal’ın söylediği gibi “sorunların varlığına dair hiçbir şey bilmiyordu”. Yani askeri yönetim bir iktidardı; ama bilme gücü ve yetisi olmayan bir iktidardı. 1980’den beri karşımıza çıkarılan ve demokrasiden vazgeçtiğimiz zaman bizi yöneteceğine inandırıldığımız Türkiye’nin öteki yönetim biçimi budur.

İkinci ve demokratik yüzünü ise Özal’ın hızla yaşamımıza soktuğu “liberal dalkavukluk” oluşturmaktadır. Özal, askeri söylemin karşısına, hem de tam karşısına liberal-demokratik söylemi çıkardı. Bu söylemi devasa bir konuşma kültürü, yani toplumun bütün katmanlarının katılımıyla medyatik bir kendini ifşa etme ve bu kendini ifşa etmeyle toplumsalın dönüşümünü sağlama kültürü; ülke tabanı olmayan ekonomik söylem ağı, yani özelleştirme politikalarının toplumsal, hukuki, siyasi ve kültürel yapısı şöyle dursun sosyo-coğrafi ve strateji gerekçeleri dahi belirlenmeden tarafsızlaşan devlet kimliğinin gurur verici siyasi yüzüne dönüştürerek eski dayatmacı ekonomik yapıya karşı Batı’lı kapitalizmin dayatılması; ve toplumu kimliksizleştirerek kültürleştirmek, yani insani olanı değil de bedensel olanı ortaya çıkışını sağlamak, zorlamak ve bilinçsizleştirerek-bilgisizleştirerek popülerleştirmek gibi ucuz liberal ve Batı liberalizmi içinde fazlaca kristalleşmiş bulunan ve dışlanan bir alt-genellik beslemektedir. Özal bu amaçla içe dönük olarak medyayı, dışa dönük olarak da Dışişlerini işlev hale getirdi. Dışişleri Türkiye’nin ve Türkiye’ye ilişkin soruları siyasal popülizme dönüştürerek yurttaşların kafasında haftalık tartışmaya açarak devlet politikasını görünürde şeffaflaştırarak toplumcu-demokratik bir görüntüye dönüştürürken; medya toplumsal olanı liberal kültür adına deşifre ederek kimliğin kaybı ile eşdeğer bir sunumla benin ele geçirilmesine ve benin ancak medyatikleştiği zaman benlik haline gelişine çalışıyordu. Yürütülen bu liberal-demokratik savaştan vazgeçilemez; çünkü herhangi ufak bir tereddüt anında askeri söylemler devreye sokularak toplum korkutularak terbiye edilmektedir. Askere en fazla saygı duyulan ülkede askerî söylem en korkutucu ve vahşi bir tona dönüştürülmektedir.

Dolayısıyla biz, 1980’den beri “ikiyüzlüleşmiş” bir Türkiye’de yaşıyoruz. Türk insanı, aydını ve toplumu madalyonun iki yüzünden birini tercih edecektir. “Too little, too lafe” (az ve geç) söylem karanlığının belirlediği bir ülke gündemi. Burada demokrasi alacakaranlık, askeri yönetim ise karanlık olarak gösterilmektedir. Çok azdır, çünkü her şeyin tartışılabilirliğine rağmen tartışmanın merkezindeki olgu hakkında hiçbir bilgimiz bulunmamaktadır; çok geçtir, çünkü zaman hızla akmakta ve durup düşünmek vakit kaybettirmektedir (burada askeri yönetim liberal-demokratik söyleme göre, vakit kaybı, hatta geri dönüştür; aslında medyanın bu “geri dönüş” söylemi doğru yorumlanırsa “asker, gericidir” anlamı ortaya çıkacaktır. Bundan olsa gerek medya, “daha gerici” olan İslamcı söylemin önüne “gerici” bir askeri söylemi çıkartmakta tereddüt etmemektedir).

Özal’ın demokrasisi medyatik bir gösteri ahlakına dayanıyordu. Bunu besleyen güç medyadır. Türkiye’de medya devasa bir itiraf odasıdır. Gücünü psikolojik söylemlerden almaktadır. Bunun ötesinde topluma dönük hiçbir bağı bulunmamaktadır. Bu psikolojinin kaynağını sağlık oluşturmaktadır. Medya, toplum bedenini tehdit eden unsurları ifşa eder ve buna karşılık toplumun kendi günahlarını itiraf etmesini sağlar. Demokrasi bu itiraf çarkı içinde yönetici bir söylem haline gelir. İfşa edilen, itirafa zorlanılan beden yönetilmeye daha açık hale gelen bedendir. Tıpkı her türlü siyasi ve askeri güçten arındırılmış kilise işlemini icra etmektedir. Ekran günah odasıdır. Sağlıksız toplumsal bedenin suçlarından arındırılma alanıdır.

Özal’a kadar Türk toplumu konuşmayan bir toplumdu. Susan bir toplum, dinleyen bir toplum. Konuşmayan bir toplumdan bugün konuşan bir topluma evirilmemizi Özal’ın ucuz liberal ve demokratik politikasına borçluyuz. Bu politikalar sonucunda suskun toplum yapısında gevezelik yapan, üstelik bu gevezeliği bilimsel dedikodularla süsleyen, arasına ilmi nakışlar atarak bir desenler yığını haline getiren topluma dönüştük. 1990’ların başında özel televizyonların ortaya çıkışı sırasında sokakta kendisine mikrofon uzatılan insan konuşmaktan, düşündüklerini beyan etmekten kaçınırdı. Şimdi ilkokul çocukları bile ağızlarına dayatılan mikrofonu kendisini, kendi ben’ini açığa çıkartmak için bir fırsat olarak görmektedir.

Türkiye’nin Özal’a kadarki en konuşkan kesimi devrimci gençliktir. Ama onlar konuşmadılar, çığlık attılar, bağırdılar ve gürültü çıkardılar. Aydınlanmaya bulaştığımızdan bu yana dünya çapında bir tek aydınımız yok. Türkiye’deki legal veya illegal bütün siyasi, sosyal ve kültürel söylemlerin düşünsel tabanı yoktur. Ne solculuğun, ne milliyetçiliğin, ne laikliğin, ne de İslamcılın. Olamaz da. Çünkü Türkiye’de ne solcu, ne milliyetçi, ne laik, ne de İslamcı aydın yoktur. Konuşan, bilimsel nasyonlarla inandığını savunan siyasetçi vardır. Çünkü Türk toplumu içinde politik kaygıyı taşımayan söyleme inanmaz ve onun peşinden gitmez. Avrupa’dan aldığımız hukuki ve insani söylemin hiçbir düşünsel tartışmasını yapmamış bir toplumuz. Toplum olarak kendi siyasi geleceğimizin kaygısını taşırken, bu kaygıların nelerden beslendiğinin düşünsel yeteneğini kendimizde görmekten aciziz. Bu anlamda Türk toplumunun, Türk siyasetinden her hangi bir hak veya hukuk talep etme hakkı yoktur. Çünkü Türk toplumu, düşünce anlamında henüz bilme-iktidar özelliği kazanmamış bir toplumdur.

Kendinin ifşası, toplumun ifşasıdır. 1980’lere, hatta 1990’lara kadar Türk toplumu kendilik anlamında kapalı bir toplumdur. Kendini ifade etmez, aksine saklar ve hatta sıkıca gizlerdi. Bu toplumun dinsel bir gerçeğidir de. Gizlilik bedensel değil, bedenin psiko-siyasi bir idaresidir. Böyle bir beden yaşamsal anlamda doymamış bir bedendir. Bu beden, daha üst bedenin, daha fazla erdemle donanmış bir bedenin özlemini kurar. 1980-1990’lara kadar Türk toplumu kendisini gizliyorduysa; bunun bir nedeni de kendinin daha üst temsili olarak devlete duyduğu saygıydı. Çünkü idarecinin yönetimselliği tanrısaldı. Bu liberalleşmenin önünde en büyük engeldi. Bu yüzden medya toplumu değil de, kişiyi hedef aldı. Medya da siyasetçi gibi toplum adından konuşarak kişilerin özelliklerine, kimliklerine, insanın toplumcu yapısına karşı bir görsel-işlevsel eleştiri dilini kullandı. Örneğin, zorla evlendirilen bir kız çocuğunun dramı daha köklü ve toplumsal bir olgu olan “töre” cinayeti, dayak yiyen bir imam hatiplinin durumu “dinsel” alanla, polis hışmına uğrayan bir solcu ise “devletin” yönetim olarak “baskıcı” yapısıyla ilişkilendirilirken; liberal sermaye odaklarının ülkenin ekonomik ve yaşamsal değerlerini taşıyabilir anlamda ne derecede ehil olduğuna asla dikkat çekmemektedir. Toplum gizlilikten açıklığa özendirilmekte, bunun en belirleyici örneğini de konuşma ve görselleşme oluşturmaktadır.

Kendini tanıtarak kendi varlığını başkalarına gösterme, bedenin güncelleşmesinin ve ele geçirilmesinin bir ifadesidir. Görselleşmeyi seçen bir manken veya şarkıcı yaşamsal anlamda tümden açığa çıkmış demektir. Bir manken televizyon önünde sevişmek zorunda bırakılıyorsa, bu o mankenin bedeninin kendi kontrolü dışında bırakılmasında ileri gelmektedir. Veya ünlü bir şarkıcının pornografisi herkesçe merak ediliyorsa, bu ona ilişkin gizliliğin artık hiçbir sınırının kalmadığının göstergesidir. Artık beden ruhun yerine geçmiştir. Eski öğretide ruhsal yaşama sunulan genişlik ve ayrıcalık, şimdi bedene ikame edilmiştir. Özlenen şey manken veya şarkıcı değildir, onun bedenidir ve onun bedeninin pozisyonudur.

Medya, Türkiye’de kontrol edilemez. Çünkü medyanın kontrolü bilme-iktidar denetimine sahip olmayı gerektirmektedir. Türkiye devlet ve toplum olarak “bilme” aygıtına sahip olma şöyle dursun, iktidar türünden bilme-iktidar özelliklerinin hiçbirini taşımamaktadır. Bilme-iktidar anlayışının olmayışı, medya gibi salt bu anlayışla beslenen itiraf odalarının ülke dışı daha büyük güçlerin tekeline girmesine neden olmaktadır. Medyayı susturmak mümkündür; ama medyanın sunduğu ve toplumsal zihinde yerleşmiş sağlık, ifşa ve itiraf psikolojisine yanıt verecek bir alternatif sunumu oluşturmak imkânsızdır. Bu alternatifsizlik, medyayı gittikçe bir “kilise devleti” haline dönüştürecektir. İslamî kaygıyı gözeten medyalar da buna karşılık kendi “hilafet devletlerini” kuracaklardır. Ve bunlara müdahale edecek devlet bilme-iktidar gücüne sahip olmadığından Türk toplumu daha fazla görselleşecek, daha çok benleşmeye uğrayacak, daha çok kendisinin ifade ağlarına takılmış değer ve sunumların gerçekçi olduğunu mücadelesini vermeye yeltenecek, daha çok konuşarak bilginleşecek, daha çok zorluklardan kaçacak ve böylece avam olmaktan kurtularak sınıf atlayacağını sanacaktır. Böylece, Türkiye’de toplumsal yapı hızla ters çevrilmiş piramit görüntüsü vermektedir. Herkesin halk adına konuştuğu bir ülkede halk olmak iğrenilecek bir kimliğe dönüşmektedir. Kendine inanmışlığın bütün hızıyla desteklendiği bir ortamda grup ve toplumsal çatışmanın yerini benlik çatışması almakta, sağ-sol kavgasının yerini günümüzde mankenlerin ağız dalaşı işgal etmektedir. Genç kuşaklar dini ve düşünsel kimliğin tarafları olmaktan çıkarak yarışma programları kahramanlarının kalabalık taraftarlarına dönüşmekteler.

Özal’ın bize bıraktığı miras, kazanılmış bir düşünce değil, izlenilerek edinilen bedendir. Özal Türkiye’si, hızla bedenleşen bir toplumun çağdaş dünyada görülen son örneğidir. Düşünceden çok kişiye bağlılığın egemen olduğu Doğu toplumlarında Özal Türkiye’si demokrasi adına en iyi modeldir. Bu yüzden Batı, Doğu’ya ilişkin söylemlerinde Türkiye’yi model göstermekte hiçbir sakınca görmez.

Perşembe, Kasım 02, 2006

Bilgi Arkeolojisi ve Kur'an

"Bilim satın almak, gıda satın almaktan daha tehlikelidir"
Sokrates'ten, Platon, Protagoras, 314a.

Bu yazı bir tür sesli düşünmedir. Bir sorunun izini seslice sürdürmektedir. Bunun için önce düşüncenin yerini ayarlamak gerekir. Neyi düşüneceğiz? Bilgi'yi.

Gerek Doğu, gerekse de Batı literatüründe bir "Bilgi Tarihi" çalışmasına rastlanmaz. Her şeyin biliminin yapıldığı çağımızda "Bilgi biliminin" yapılmasından titizlikle uzak durulmaktadır. Oysa bütün bilim epistemoloji'nin yüzeyinde birer kraterdir. Episteme, şeylere verilen adın olgusal geçerliliğini değil, onların düzenini irdeler. Bilgi söz konusu her zaman için düzene ilişkindir. Bugün içinde yaşadığımız ve üzerinde düşündüğümüz bilgi düzeni nihai yapısına XIX. Yüzyılda kavuşup ilerlemektedir. XIX. Yüzyıldan beri insan, olabilirlik koşullarının tarihini yaşmaktadır. Bu çağın gerisinde kalan bütün bilmeler kendi renksiz dünyalarına kapatılmış, ancak olabilirlik koşulları altında izlenimlerin yoluna konulmuştur. Onların kendi içinde belirlediği veya belirgin duran bilgi biçimleri geçmişin karanlık mekânında hapis edilmiştir. Bu mekânı aramanın yolu arkeoloji'dir. Biz öyle bir bilgi mekânda kazı çalışmaları yürüteceğiz ki orada bizim çağın olguları, anlamın yüzeyine vuran örgülü bir tılsım gibi görülecektir.

Modern düşünce bizi çok aptal bir inanışla bilginin saflığı hakkında kandırmıştır. Bu inancın baskısı altında ve bu saflığın büyüsü karşısında biz, bilgilerin ve teorilerin nereden itibaren olanaklı hale geldiklerini, bilginin hangi düzenin mekânında oluştuğunu, bilimlerin şekillenmeye, deneylerin felsefi düşüncelere dönüşmeye, önce çözmek ardından da yok etmek için rasyonelliklerin teşekkül etmeye başladığı hangi tarihsel apriori ve hangi pozitiflik unsurunun içinde fikirlerin görüntülendiklerini bulmaya fırsat vermemektedir. Bilgi bu karanlık zeminin üzerinde açmış çiçek gibi letafetiyle bizi kendi ekseninde cezp etmektedir. Ay'ın Dünya ile kurulu bağlantısı gibi insan, bilgi düzeni içinde kendi karmaşıklığında devamlı içine akıttığı depresyon damlaları ile kocaman bir kendilik ağına dolanmış biçimde bunalım geçirmektedir. Bilgi ile deposu doldurulan bir araç gibi belirsizlik içinde yol almaktadır.Modern insanın geçmişi 200 seneyi aşmamaktadır. İstenildiği kadar kendimizi tarih içindeki kuşaklara ve kültürlere bağlayalım, bizim insanlığımızın insan bilimleri anlamında geçmişi yoktur. Biz, temsillerin ortadan kalktığı koca bir tarihsellik haritası üzerinde yaşamaktayız.

Çehresinden koparılmış bir doğanın, renkleri sökülmüş bir mekânın, yerleri tayin edilebilen kimliklerin, gündemin zindanı içinde tutulan bir dünyanın, bir sanal olgular yığının hiyerarşik piramit düzeni içinde en tabana dizilmiş olarak toprağın göğsüne çarpan ateş tohumları gibi kendi belirsiz geleceğimizi soluklamaktayız. "Amacı olan bir tarihten" (Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" kitabında liberalizmine gönderme) koparılıp "amaçsız tarihin" içine fırlatılmış doğal olmayan bir doğumun ortaya çıkardığı renksiz yüzler gibiyiz. Çehremizi saran, üzerimizde dönüp dolaşan yaşam, bizi çalan, başkalaştıran seyyareler (uzaylılar) sonlandırılmış tarihin bize ilişkin sorunları olan insan türü kimliklerin kontrolü altına alınmıştır. Biz yönlendirilmiş bu inancın birer kör ve iştahlı maymunları olarak adak sıramızı beklemekteyiz.

Buraya kadar söylenenler bilgiye ilişkin düzenin bir canlı türleri olarak kendi zehirlenmişliğimizi yüzümüze kusmaktan ibarettir. Sesli düşünmenin tiksinç olan yönü bundandır. Bu alışık olmadığımız yüzlerin cenabet sarhoşluğu bizim zekâmızın tuhaf ürünleridir. Artık bu düzenin mekânını kazmaya başlamanın sırası gelmiştir. Arkeolojinin bize sunacağı yeni bulguları bu düzenin bilimlerine kaptırmadan bunu nasıl yapabiliriz? Buna inanmak bile güç. Bunun için önce modern anlamda şu 200 yıllık canavarı öldürmek gerekebilir. Onu adam akıllı bir idam sehpasına germek, uzuvlarını doğramak, etini kemiklerinden ayırmak, ellerini ve ayaklarını kesip karnına yerleştirmek, kafasını ibret-i alem olsun diye teşhir etmek kutsallığına katlanılabilir. Bu yolda her türlü yaşam kaybedilebilir. Bunun için Allah'ın ipine sarılmak birincil koşul olabilir, bütün inandırılmış olduklarımızdan sıyrılırcasına. Bu, çiğ süt tatmış ağzımızı burada açalım ve sesli düşüncemizi konuşarak sürdürelim. Bizi dinleyen kulakların pasını beyinlerine akıtırcasına.Bir vahyi duymaya çalışalım. "Yararlandıkları şey kendilerini azaptan çekip almaya yaramadı" (Kur'an: 27/207). İnsana yararsızlık olarak geri dönen şey, yerleri değiştirilen bir mekân içinde düzene bağımlı dil ve dilbiliminin, doğa tarihi ve biyolojinin, zenginliklerin ve ekonomik politiğin içinde nezle gibi çoğalan bilgilerin pozitif dayanağına tutunmuş şeylerdir. Bu şeyler adlarının sabitliğine rağmen anlamları değiştirilerek bir düzen içinde yerleri kendi gereksinimleri dışında belirlenmiş bilmelerin tepkisi alınmış olgulara dönüştürülmüştür. İnsan elinin tayin edilebilirlik gücü altında kendi geçmişlerinden sökülüp alınmış yeni bilgi oyunları içinde yeni biçime kavuşturulmuşlardır. Salt insansı olan bu olguların baskısının yoğunlukları ile onları bize sunan anlamları ile değil, bizim onlara dayattığımız anlamlarla tanımamıza neden olmuştur. Aslında bu bilgi bizim kendimizi onlara oldukça vahşi bir biçimde tanıtmamıza yol açmıştır. Doğa, insanın vahşi özellikleriyle beslenen bilmelerin esiri olmuştur. Dil ve dilbilim, biyoloji, ekonomi kancalarca, bu yaranmış değerler insan tarafından insan bilimlerince yeniden yaratılmanın deney alanına sokulmuştur. İnsan giriştiği sınıf mücadelesinde (Marksist anlayışta) kendi sınıfsal çoğullarını teke indirgerken savaşılacak yegâne güç olarak tabiatı seçmiştir. Adeta, doğa üzerinde Tanrı'nın haklarına göz dikercesine "Düşünüyorum o halde varım" (Kartezyen anlayış) düşlemi ile bütün varlıkların varlık değerini ancak kendi düşüncesine bağlamıştır, Newtoncu bir söylemle belirgin olanın belirlenmesinde bir çekim aramıştır. Bu dengesi insanın pozitif aklına bağlı adalet prensibi içinde olgular kendi ahenkleri içinde insanlaştırılmışlardır. Söylemi kendine ilişkin bir bilgi mekanizması ile başkalaşmanın yeni canlı örnekleri ortaya konulmuştur. Deneme yollarının çoğaltılması, deneyin salt insana özgü verimliliği üzerinde merkezleştirilmiştir. Dünya politik olmanın yanında, bir de son 200 yılda her anlamda her bireye tanınan adem-i merkeziyetçi bilincin çoğulcu ve demokratik sanal düşlemi içinde aslında düzenin tek belirleyici diktatörlüğüne bağlanarak değiştirilmiş bir gelişimin geliştirilmiş bir değişimi alanına sokulmuştur. Artık 200 yılın öncesinde kalan söylemler, düşünceler, fikirler, algılar, insanlar ve ilişkiler bu 200 yılın değerler tablosu içinde tanımlanmaya başlamışlardır. Bizim geçmişe ilişkin bütün bildiklerimiz boğazımızdan aşağıya inmeyen av gibi gırtlağımızda düğümlenmiştir. Peki, bu süreci başlatan zaman ve anlayışlar nasıl gelişti ve pekişti?

Dünya tarihi kadar dünya anlayışımızı da şekillendiren şey, XVIII-XIX. Yüzyıllar dönemecinde pozitiflik sistemlerinin kitlesel bir şekil almasına bağlıdır. Bu dönemde İnsan zekâsının Big-Beng'i patlar ve İnsan aklının ateşi dünyayı esir alır. Topyekûn bir çözümleler süreci başlar, temsilin alanı işgal edilir, simgelerin anlamı kırılıp atılır, inancın evi adeta yağmalanmaya koyulur. Bu dönemde Kıta ve Ada Avrupa'sında siyasi değerler yeni ekonomik gelişmelerin çekirdeğinde yeşermeye başlar, doğa biyolojik bakışın güdümüne girer, şeylerin var oluş tarzı bozulur, deneyin alanı genişlerken denetim kolları çoğaltılır, eski bilginin duvarları sökülüp atılır, her şey bir tarihsel değerler bütünü içinde görülmeye, zamansal bakışın yanı sıra bir verimlilik olgusuna bağlanmaya başlanılır. Bu dönemden itibaren dilin ve dilbilimin değişmeye başladığını, doğa tarihinin ve biyolojinin çözümlemeler sunmaya giriştiğini, zenginlik anlayışımızın değişip ekonomik politiğin temelinde duran mekanı ele geçirdiğini ve insanın pozitif kaygılar ağına sarılmaya başladığını görürüz. Bu süreçte, Cuvier (mukayeseli anatomi tezinin kurucusu), Darvin (evrim teorisinin kurucusu), Tournefort, Linné ve Buffon (cebir, doğal tarih tezlerinin öncüleri) bizim için taşlamamız gereken insanlaştırılmış birer şeytana dönüştürülürken, gerçekte bu düzenin çok daha arka planında yatan şeytanlar unutturulmuştur. Bunlar Bauzée (genel dilbilim kuramcısı), Véron de Fortbonnais, Turgot, Law (ekonomi politiğin belli başlı kuramcıları) gibi modern bilginin yeni kökenbilimsel mekânını düzene çeviren isimlerdir. Biz Darvin'in düzmece kehanetleri ile oyalanırken Bauzée'nin dil anlayışımızı nasıl değiştiğini, şeylere hangi anlamları yükleyerek hitap edeceğimiz bir dilbilim mantığı ile düşündüğümüzü görmez olduk. Descartes'le merkeze oturtulan insan XIX. Yüzyılda biyoloji, filoloji ve ekonomi ile üç epistemolojik bölge tanımlayarak bizzat kendisi tepede olmak üzere her şeyi bu alana ve bu alanın alt başlıklarını oluşturan bilimler alanına çekmiştir. Bir sonraki sahnede, biyolojinin bir gen bilimine, politik anlamda genin kutsanmışlığı olarak millet anlayışının oluşumuna; ekonominin zenginliklerin politik güce, politik gücün insanı değişmeye; filolojinin dil tanımlamalarına, dilbilim için göstergeler oyununa ve insanın kelime ve şeylerin gerçek anlamlarını unutarak başkalaşmış bir değer bütünlüğü içinde şeyleri algılamasına neden olacaktır. Batı adeta "amaçlı bir tarihi" adım adım değiştirerek dünyayı yutmaya, yuttuğu kadarıyla da yeniden yaratılmış değerleri ile kusarak yaratmaya (aslında zehirlemeye) başlamıştır. Marksizm, Nazizm, Sadizm bütün bu söylemler dilsel büyüler içinde birer tezat ve renkli bir süslemeler olarak insanın görünür dünyasını karıştırmıştır. Bütün bu olup bitenlere birde yaşam adına, ayakta durabilmek pahasına Doğu toplumlarının üstünkörü bu bilgiye atlamasıyla dünya vahiyden beslenen kendi anlamsal değerini yitirerek, içi boşaltılmış bir inancın göksel gölgesinde sahipsizce yuvarlanmaya başlamıştır.

Batı Bilgisi üzerinde gerçekleştireceğimiz bu arkeoloji kazıntı sonucunda bugün bizi aşılayarak çoğaltan bilginin karanlık kendilik (Sokrates'in "kendini bil" söyleminin insanı kendi kendinde parçalama içgüdüsüne dönüştürülmesi) zeminini delerek kendi vahiysel dünyamızda gezinebiliriz. Bu arkeoloji sonucunda kendi inançsal değerlerimizi gerçek inancımızla şekillenecek bilgi ve bilimlerin zemininde oluşturarak artık Batı'da ölümü çoktan onaylanmış insanın kendi içinde çoğalarak yok oluşunu durdurabiliriz. Bu konuştuğumuz dili geri çevirmek, yaşadığımız zamanı geri döndürmek, şeylerin kendilerine ilişkin tanımlama değerini olgularla kendilerine sunmak gibi bir eskiye dönüş işlemi ile değil, salt anlamda vahisel bilgide yeni baştan "insani yetkini sorumluluklarının" yerini belirleyerek varlıkların bu bilgi içinde düzenini değerlendirerek olanaklı hale gelebilir ancak.

Ne yaptık? Sadece sorular sorduk. Soruların, sorgulama etkisi ile bizzat insandan öte bütün değerlerin - ki insanın da bu değerler içinde bir değer olduğunu hesaba katarak - tüketildiği ve hatta yok edildiği bilgi düzenini yargıladık. Her sorunun bir yaralama olduğunu düşünerek sesli biçimde düşüncemizi duyurduk. Artık yorulmamak için bir süreliğine soluklanabiliriz.

Bu yazı ile neye karar verebilirsiniz?
Hiçbir şeye.
Peki, bu yazı ile neyi düşünebilirsiniz?
Her şeyi.