Cumartesi, Temmuz 05, 2008

İyi Ki Doğdun Felsefe

Biliyor musunuz? Bugün Platon'un doğum günüydü.
Doğum günlerini pek kutlamam. Ama bu başka.
Her ne kadar, Muallim-i Evvel için bir mum yakıp, ardından bir dilek tutup, finalde de söndürmek gibi pagan bir inanca uymasam da, sırf onun için bugün Agora'ya indim. Ve ilk kez Platon adını nasıl duyduğumu hatırlamaya çalıştım. Sanırım babam, küçükken bana Platon'la ilgili iki hikaye anlatmıştır.


BİRİNCİ HİKAYE
Küçük Platon civciv beslermiş. Her sabah onları çimenliye çıkarır, yem ve su verir, Güneşin ışınları azalmağa başladığında da toplayıp evine gidermiş. Bu sırada kendisi de bir taşın üzerine oturup, kafasını ellerinin arasına alıp dalıp gidermiş. Ama nedenini bilmediği bir biçimde civcivler her gün birer ikişer eksiliyormuş. Bir gün düşünme uğraşını bırakmış, bir sürü gibi civcivleri gütmeye başlamış. Bakmış, ötede dev ağaçların tepesinde kuluçkaya yatan bir karga her öğlen molasında civcivlerden birini kapıp gidiyor. Platon ses etmemiş. Tekrar civcivlerini toplamış ve evine dönmüş. Bu arada civcivlerin sayısı da 8'e inmiş. Karganın sonuncu civcivini aldığı güne kadar beklemiş ve ondan nasıl adilane bir intikam alması gerektiğini düşünmüş. Ve bulmuş.

Ertesi gün, karganın yuvaladığı ağacın altına gitmiş. Bir tasa su doldurmuş ve ateş yakmak için çevreden odun toplamış. Öte yandan da karganın mola vereceği zamanı kollamaktadır. Nihayet, karga beslenmek için yuvasından ayrıldığı sırada, hemen ağaca tırmanıp, kuşun yumurtalarını almış, suda ateşin üzerinde 10 dakka kadar haşladıktan sonra, tekrar yuvaya bırakmış. Karga beslendikten sonra bıraktığı sıcak yumurtalar üzerine gelip yerleşmiş. Zavallı kuş tüyleri dökülene kadar beklemiş yavrularının çıkmasını. Soğuklar düşünce de dayanamamış ölmüş.

Platon, karganın ne denli kinli ve inatcı bir kuş olduğunu hesaba katarak hayatının ilk felsefi eylemini planlamış.

İKİNCİ HİKAYE
Platon'un filozof olarak bir özelliği var. Söylemesi gereken şeyi en başında söyler, ardından teverruata dalardı. Onun bu özelliğini kavrayan da öğrencisi Aristo.

Günlerden bir gün Aristo şiddetli göz ağrıları geçiriyor. Ne illet etse de bir türlü dinmiyor. Bu arada acının önüne geçmek için elleriyle de gözlerini oyup-oyup okşamaktan vazgeçmemiş. Sonunda annesini sesler ve onu iyice öğütler:

"Bak ana, şimdi Platon'a gideceksin ve durumumu ona aktaracaksın. Onun sana söğleyeceği ilk sözcük önemli. Söylediği ilk şeyi aklında tut ve bana olduğu gibi aktar, gerisini dinlemesen de olur".

Annesi, koşar adım Platona gitmiş ve çocuğunun durumunu anlatmış.

Platon: "Bıktım, şu Aristo'nun elinden" demiş ve başlamış bir takım ilaçlar önermeğe.

Geri dönen anne, Platon'un ilk başta kendisine çok sert tepki verdiğini söyleyerek "Bıktım, şu Aristonun elinden" dediğini söyler ve başlar önerdiği ilaçları sıralamağa.

Bunun üzerine Aristo, annesinden ellerini arkadan bağlaması ister. Kadıncağız bir anlam veremediği oğlunun söylediğine harfiyen uyar. Bir süre sonra göz ağrıları dinen Aristo annesine "göz ağrısının geçmemesinin nedeninin durmadan onları okşayarak iyice rahatsız eden elleri olduğunu" söyler.

Not: Babam bu hikayeleri bana anlatırken Platon için "Eflatun", Aristo için de "Erastun" adını kullanmıştı.

Çarşamba, Mayıs 21, 2008

Akıl Aleti

Teknolojiye ilişkin çocukluğumdan beri duyduğum üç “ilginç” hikaye aklımdadır. Babaannemin refikası radyo sesini duyunca kalp krizi geçirerek ölmüş. Bu olay, ona “demirin konuşması” gibi bir kıyamet vaakası olarak gözükmüş. İkinci hikeyenin kahramanı “traktör”dü. Köyümüze ilk traktör geldiğinde insanlar haftalarca uyuyamamış ve bu garip şeyi meraklı bakışlarla irdelemişlerdir. Hatta, geceleri “traktörün uyanıp kendilerini öldürmemesi için” nöbet dahi tutmuşlardır. Üçüncü hikayeni ise Malatyalı bir dostum bana anlattı. Malatya’nın bir köyünde (dilimin ucunda ama hatırlayamadım) kıskanç koca “karısına göz koyan televizyonu vurmuş, ertesi sabahta jandarmaya teslim olmuş”. Evet, olay aynen böyle gerçekleşmiş – sevgili arkadaşımın anlattığına göre. Zira, haber sipikeri ajansı sunarken “devamlı adamın karısını kesiyormuş”. Karısı durumdan işkillenmiş ve olayı kocasına şikayet edince, adam silahını çektiği gibi televizyonu kurşuna dizmiş. Partlayan ekrandan ses çıkmayınca, suçluluk psikolojisi adamı dürtmüş olmalı ki sabahın erken saatlerinde jandarmaya başvurmuş. Ben kendi adıma, “katilin” jandarmadaki sorgusunu merak ediyorum (!).

Televizyonun hikeyesi, sinema kamerasının keşfiyle başlar. Thomas Edison kamerayı özel eğlencesi için icat etmiş. Adını da kulağına “akıl aleti” diye fısıldamış. Kendi anılarında bu garip icadın amacını şöyle tanımlar: “aydınlanmış bir demokrasi için tasarımlanan dünyayı olduğu gibi göstermeyi ve gerçekliğin ahlaki gücünü gözler önüne sermeyi” hedefliyordum. Tipik rasyonel bir uygulamaydı, yaptığı. Kendini ve gerçeği kendi dışına aktararak kendine gösterme. Ama hiç kimse onun bu icadını iplemedi. Ta ki, bu “cevher” Amerikalı göçmen Yahduilerin eline geçene kadar. Neden mi? Çünkü, tüm 17, 18, 19 ve 20 yüzyıllar boyunca gerçein görüntülenmesine en çok Yahudiler gereksinim duymuşlardır. Görüntü, daha adil bir kanıttır onlara görmüş olmalılar.

Yahudiler “soykırım toplumudur”. Bu ne yalandır, ne de övgü. Tüm modern yöntemlerle ilk tanışmış toplum olduklarından basının ve baskının (matbaa) ne denli önemli bir güç olduğunu iyi biliyorlardı. Hemen hemen bulundukları her şehirde birden fazla mattabları vardı. Geç ortaçağ ve Yeniçağda en fazla kitabı onlar basmışlardır. Kısıtlmalara ve engellemelere rağmen en yüksek okur-yazarlık oranı bu toplumdaydı. Yakılmış ve imha edilmiş olmasına rağmen (Rusya, Fransa, Almanya ved. ülkelerde bu türden olaylar yaşanmıştır) eski basılı kitap arşivi Yahudi topluluklarına aittir.

Yahudiler bir millet değildir ve belki de asla olmayacaklardır. Siyonizme karşı en aşırı saldırıların kahramanları da başkalarından çok kendilerinden çıkmıştır. Rasyonelleşme sürecinde din, iki toplumda ulus ruhunu icra etmiştir: Yahudilerde ve Ermenilerde. Belki bundan dolayı çağdaşlaşmanın en darbesini de bu ulusların dinleri almıştır. Günümüzde Judaizm yamanmayacak kadar yıpranmış bir gömleyi andırmaktadır.

II. Dünya Savaşı sırasında “Yahudi soykırı”mından dolayı sadece Hitler Almanyası’nı suçlamak bana hep komik gelmiştir. Evet, Hitler Almanyası’nın bu olaydan yakasını uzak tutması olanaksızdır, ama 1930 ve 1940’lı yıllarda Yahudileri suçlamayan tek bir Batı ülkesi bulmak zor. Fransa’da, İngiltere’de, ABD’de, hatta Romanya’da bile dönemin basınını şöyle bir taramak bunun için yeterlidir. 27 Kasım 1919 tarihli The Times dergisinin kapağı “Yahudiler ve Bolşevizm” başlığını taşıyordu. Yazının müellifi Verax, İngiltere’deki Yahudileri için şöyle der: “İncil’i her şeyden fazla seven bu ülkede Yahudi düşmanlığının olmadığını söylemek olanaksızdır”. Morning Post’un editörü İ. H. A. Gwynne ise dergi kapağına “Dünyadaki Huzursuzluğun Nedenleri” bağlığını çıkarmış ne huzursuzluğun kaynağını açıkca “Yahudiler” diye belirlemiştir. Times, ise bu konunu devamlı işlemekten vazgeçmemiş ve hatta 8 Mayıs 1920 sayısında “Yahudi Tehlikesi” başlığını kapağına taşımıştır. Dergi, Yahudileri “Pax Judaica” kurmakla itham ediyordu. Düşmanlık boyutlarının nereye vardığını söylemek için en ilginç örnek kuşkusuz ünlü Yahudi hayranı ve Yahudi devletinin mimarı Churchill’in durumu olsa gerek. Daha I. Dünya savaşı sırasında yazılarında ve mektuplarında “Yahduiler yeryüzünün en seçkin ırkıdır” diyen Churchill, 1921 yılında şunları söylemekten kendini alıkoyamamıştır: “Bu şaşırtıcı ırkın değişik bir ahlak sistemi vardır. Hıristiyanlığa karşı dolu gözükmelerine karşılık felsefeleri kin ve nefretle yoğurulmuştur”.

Bir “Yahudi ülkesi” ABD’deki durumu hiç göz ardı etmeyelim. ABD basınındaki haberlere göre, Rusya’da meydana gelen Kızıl Korku’nun (Komunizmin) gerçek mimarlarını uzakta ramak saçmalıktır. Komunizmin kurucuları ABD’deki “60.000 Yahudi’dir”. Ve bunlar “içimizdeki düşmanlardır”. Bazı gazeteler komunistlerin para babasının Amerikalı Yahudi milyoner Jacob Schiff olduğunu açık biçimde beyan etmiştir. ABD’de yürürlüğe giren 1917 Casusluk Yasası, 1918 Kışkırtma Yasası, 1919 Kota Yasası ve 1924 Johnson Reed Yasası’nın hedefindekiler de Yahudiler’di. Amaç, Amerika’ya daha fazla Yahudinin göçünü engellemek ve onları denetim altına almaktı.

Fransa’da durum Yahudiler açısından tam bir kaostu. Her an yok edilmesi gerekilen kesim olarak gürülüyorlardı. “Siyon Büyüklerinin Protokolleri”nin Fransa’da “uydurulduğu”nu (bu belgeler toplusunun uydurma olduğu III. Napolyon’un “dünyaya hakim olma” nutkunun üslup ve içeriğini taşımasından belli oluyor, ama aralarında gerçekleri de olabilir) hatırlayalım. Benzer uydurma 1890’lardaki Dreyfus davasıydı. Yani, Hitler Almanya’sının “Yahudi soykırım” mantığı böyle bir ortamda bekişmiştir. Ama II. Dünya Savaşından sonra tüm Batılı ülkeler kendi “Yahudi suçlarını da Hitlerinkine ekleyip” arındılar.

Tüm bunlar bir toplumun “akıl aleti”ne neden gereksinim duyduğu psikolojisinin mantıksal nedelerini ortaya çıkartmaktadır. Görüntü, her şeyden önce kendilerine gerekliydi. İlginçtir, sinemanın ve televizyonun kurucuları kadar izleyicileri de ne zenginler, ne de orta sınıflardır. Hele aydınlar hiç değildir. Sineme ve televizyon fakirlerin (fakir Yahudilerin) icadıdır. Tüm Amerikan sinema ve televizyon şirketlerinin kurucularının tamamı (tabii ki Yahudi olanları) Doğu’dan (Batı Avrupa ve Rusya’dan) kaçmış fakir ve sıkıntılı ailelerin çocuklarıydı. Küçük bir liste bu durumu rahatlıkla ortaya çıkartmaktadır:

Carl Laemmle (1867-1939) Universal’ın kurucusu. 13 çocuklu fakir bir Yahudi ailesinin 10. çocuğu. Amerika’ya gelince önce katiplik işlerinde, ardından bir muhasebe dairesinde, sonra da bir giyim mağazasında çalıştı. Emeğine karşılık günlük birkaç on dolardan fazla alamıyordu. Daha sonra beş sente film seyredilen bir sinema açtı. Sonra bunu zincir haline getirdi. 1912 yılında artık bir filim stüdyosunun şefiydi. Hemen peşinden de Universal’ı kurdu.

Marcus Leow (1872-1927) – Metro-Goldwyn-Mayer’in kurucusu. Garson bir Yahudi çocuğu. Çaresizlikten 12 yaşında eğitimine son vermiş ve bir matbaada çalışmağa başlamıştır. Daha okuldayken 6 yaşından beri gazete satıyordu. Matbaadan sonra da deri sektöründe işçi olarak çalıştı. 30 yaşına geldiğinde artık iki defa iflas etmiş bir tüccardı. Tiyatrolar zinciri kurdu, ardından medya patronluğuna soyundu.

William Fox (1879-1952) – Twentieth Century sahibi. Açlık sınırının da altında bir yaşamın içinde gelmiştir. Macaristan doğumludur ve 12çocuklu bir ailenin evladıdır. New-York’a geldiğinde çocuktu. Yıllarca Castle Garden Göçmen bürosunda kaldı. 11 yaşında sanayide çalışmağa başladı. Sonra bir sineme zincirinin başında görüyoruz onu.

Louis Mayer Yahudi bir bilginin oğlu; Sam Goldwyn bir demirçi yardımcısı; Harry Cohn troleybüs şöförü; Jess Lasky kornetçi; Sam Katz kuryelik; Dore Schary garson; Adolph Zukor kürk satıcısı; Darryl Zanuck aynı; ünlüWarner Brothers’in sahipleri Warner kardeşleri ise Polonyalo fakir ayakkabı tamircisinin dokuz çocuğu payesini taşıyorlardı. Yani, sinema ve televizyonun kurucuları fakir ve dilenci Yahudi çocukları. İzleyicileri de farklı kimseler değildi.

Eğlence 1890 yılına kadar Batı’da zenginler içindi. Fakirlerin eğlenmeye ya hakkı yoktu, ya da imkanı. Sinema ve televizyon fakirlerin eğlence alanı olarak doğdu. 1890 yılında New York’ta bir tek eğlence merkezi yokken, 1900 yılında 1000-‘i bulunuyordu. Neredeyse tamamı sinema kulübü, amatör tyatro sahneleri ved.

Çok daha ilginci ise sesli ve renkli sinemaya daha önceden de geçilebileceği gerçeğinin olmsıydı. Ama herkes uzun bir süre sessizlik ve reksizlik içinde kalmayı tercih etmiştir. Gerekçe mi, ses ve renki görüntü toplumu “kızşkırtabilirdi”. Duymak ve gösterileni tüm ayrıntılarıyla izlemek tehlikeliydi. Bu cesareti gösterenler Warner kardeşleri olmuşlardır. Çünkü kardeşler güzel sesi ve fiziği olan kız kardeşleri Raso’nun “sessiz ve karanlıkta” kalamsına daha fazla dayanamamışlardır. Hollywood, böylece sesli sinemaya geçmiştir.

1930’lu yıllarda sinema sanayisinin Yahudi devleri televizyona el attılar. Perakendecilik Yahudi aklıydı ve bunu rasyonelleştirenler de bizzat kendileri olmuşlardır. Dolayısıyla, müşteri onlar için her şeyden önce idi. Çünkü, gerçek güç tüketiciydi. Ve bunu Yahudiler daha 18. Yüzyılda tüm çıplaklığıyla kavramışlardır. Çağdaş Yahudi sermayesi, daha da gerçeği kapitalist sermayesi böyle doğmuştur.

Evet, çağdaş akıl aletimizin mimarı Yahudiler. Macaristan’ın, Polonya’nın, Ukrayna’nın, Almanya’nın kırsallarından çıkmış, bıkmanın ve usanmanın ne olduğunu bilmeyen bir avuç insan. Medya çağının ve medya imparatorluğunun devleri. Çağın nasıl oluşturduğunu onlardan öğrenme gereksinimi duymasakta, bilmemiz “ahlaki” bir sorumluluk gerektirmektedir. Nede olsa, dünyanın en fazla televizyon izleyen ikinci milleti olma payesini haketmemiz gerekir.

Ünlü Yahudi sosyoloğu Arthur Ruppin’in dediği gibi: “Hıristiyanlar elleriyle suç işliyorlar, Yahudiler ise akıllarıyla”. "Adam yerine koyup" adımızı anmadığı için Ruppi’ye teşekkür mü etmeliyiz, karar vermek güç.

Salı, Nisan 29, 2008

Tarihte Ti – Oğuz Bağlantısı

Çin kaynaklarındaki ismiyle Ti veya Di olarak belirtilen bu kavimlerin tarihi m.ö. III. Bin yıla kadar uzanmaktadır. Örneğin Çin’de efsanevi Hsia hanedanına ait bilgiler arasında, m.ö. III. Bin yılda Çin’in kuzey kısmı boyunca yerleşim alanları edinmiş “barbar” (göçebe) kavimlerden söz edilmektedir. Çin kaynakları bu kavimleri toptan Ti (Di) ve Junğlar olarak tanımlıyorlardı (1). Bu kavimlerin menşei hâlâ tartışma konusudur. Son dönemlerde tarihçiler bunlardan Junğları Moğolların ataları, Tileri ise Türklerin ataları olavağı yönünde görüşe varmışlardır. Zamanında Alman Türkolog W. Eberhard bu konudaki Çin kaynaklarını tarayarak şu kanıya varmıştır:

“Di (Ti) işareti köpeği gösteren işaretle yazılır; bundan kurda intikal olunabilir, bunun da H’yunğ-nu (Hun) kavimlerinin totem hayvanı olduğu malumdur. Sonra, bundan başka yine köpek tabu ve Junğların efsanelerine yakınlaşmak, aynı zamanda kurt efsanesini bunlara bağlamak, böylece Junğları, Diler gibi H’yunğ-nu almak için denemelere girişilebilir”. Ama Eberhard’ın kendisi Dileri, Dunğ-hu’larla kıyaslamıştır (2). Bu Dunğ-hu kavmini İngiliz Türkolog S. G. Glasson “Oğuzlar”ın cedleri hesap edecekse de bu görüş tarihçilikte kabul görmemiştir.

Doktor Manchen-Helfen’e göre, Tiler aslında Ting-Ling’lerdir. Bunların adı sonraki kaynaklarda Ti-Li biçiminde de geçmiştir. Ancak Tiler, diğer bir görüşe göre Gav-çığ’lardan da olabilir. Ting-Ling ve Gav-Çığlar Türktürler. Bir başka görüşe göre de Ti’ler Ku-di’lerin de atası olabilir. Ku-diler Tobaların bir kavmi olduğundan bunlar da Türktür (3).

Anlaşılan, Tiler daha ziyade Türk kavimlerle bağlantılı bir topluluk olmuştur. M.ö. III-I. Binyıllar arasında Çin’in kuzey kısımlarından başlayıp, Aral Gölü’ne kadar geniş sahada Ti, Junğ, H’yenyun ve Hün-yu kavimleri oturmaktaydı. Bunlara daha sonraki Türk-Moğol kavimlerinin ataları olmuşlardır. Bazı bilgileri göz önüne alarak bunlardan Junğların Moğolların, Ti, H’yenyun ve Hün-yuların ise Türklerin ilk cetleri olduğu görüşü ileri dürülebilir. Daha sonraki Türk kavimlerinin şeceresini göz önüne alırsak, Türk boyları genelde iki büyük boydan teşekkül etmişlerdir. Tilerden Ti-Li, daha sonra Ting-Ling, onlardan da Töles ve Oğur/Oğuzlar; H’yenyun ve Hün-yulardan ise Hunlar, Hunlardan ise Göktürkler türemişlerdir. Bunu kanıtlayacak bazı bilgiler mevcuttur. Örneğin, Çin yıllığı Ch’un-ch’iu’nda yer alan bir bilgini yorumlayan Bahaeddin Ögel’e göre, Ti adı, m.ö. 10. Yüzyılda (yani, m.ö. I. Bin yılda) “kuzeydeki bir kısım Türk kitlelerine toptan verilen bir isimdir. Chao döneminde bunlar sıkça Çin’e saldırı düzenlerdiler”. Yine aynı müellif, bir diğer Çin kaynağına dayanarak şöyle der: “Kao-ch’eler (yani Çince karşılığı Yüksek Arabalılar olan Tölesler gastedilmektedir – E.N.) eski Kırmızı Ti’lerin neslinden, geri kalan kısımlarındandırlar. Onların ilk adları Ti-li idi. Kuzey bölgelerinde iken adları Ch’ih-lo idi. Bütün Çinliler onları Kao-ch’e ve Ting-Ling sayarlar. Onlar, Hsiung-nu (Hunlar)’la aşağı yukarı aynıdırlar. Fakat zamanla küçük farklar meydana geldi. Onların atası Hsiung-nu’ların yeğeni idi” (4).

Bu bilgi, Tilerin Hunlarla akraba boy olduğunu, yeni ikisinin de adını bilmediğimiz bir ana boydan türediğini, daha sonraki Oğur, Oğuz, Uygur, Ting-Ling ve Kao-ch’e (Töles) kavimlerinin Türklerin Ti kanadından indiğini ortaya koymaktadır (5). Burada dikkati çeken bir husus daha vardır. Aktarılan bilgiler, m.ö. I. Bin yılında Tilerin birkaç kola ayrıldığını göstermektedir. Türk hakimiyet ve boy anlayışına göre, boyların sağ-sol, renklere göre ise ak-kara, ak-kırmızı-yeşil ved. biçiminde bölünmesine ilk defa Tilerde rastlamaktayız. Zira Tiler de bu dönemde Kırmızı Ti ve Ak Ti olarak ayrılmışlardır (6).

Böylece, bu bilgiler, bize Tilerin Türk kökenli bir kavim olduğunu ve tarihte adı geçen ilk Türk kavmi (m.ö. III. Binyıldan itibaren) olduğunu söylemek olanağı vermektedir. Büyük Hun Devleti döneminde diğer Türk kavimleri gibi Tiler de bu devletin yönetimi altına girmiştir. Hunlar döneminde Çin kaynakalrı artık Tilerden söz etmezler. Onların adı bu defa kaynaklarda Ting-Ling biçiminde geçmektedir. Ahmet Taşağıl’ın verdiği bilgilere göre, “Mo-tun (Mete) tarafından Büyük Hun İmparatorluğu m.ö. 206 (206) yılından sonra Orhun nehri havzasında hızla geliştirlmeğe başlandığında, etrafındaki değişik kavim ve byları teker teker hakimiyeti altına aldı. Bu anda karşımıza konumuz itibariyle Baykal Gölü’nün batısından Güney Sibriya’ya Yenisey havzasına kadar uzanan sahada önemli en eski Türk boylarından Ting-Ling’ler çıkmaktadır. Ting-Linglerin yönetici olan grupları da bu sahada yaşıyordu. Onların batı grubu İrtış Irmağı, güney grubu ise Gobi Gölünden Çin’e doğru yayıldı. Kuzey grubunu ise Baykal-Yenisey civarında yaşayanlar oluşturuyordu. Batı grubu önce Güney Kazakistan’a sonra Avrupa’ya, güney grubu Sarı Irmağın doğduğu yere doğru yayıldı” (7).

Buradan anlaşılan, Ti boyları Hunlar döneminde Ting-Ling adıyla tanınmakta olup, oldukça geniş bir alana yayılmışlardır. Onların yayıldıkları sahalar Göbi Gölü’nden başlayıp Aral Gölü ve Ural nehrine kadar uzanıyordu. Kaynaklar üzerine çalışma yapan araştırmacılar Ting-Ling adının ne anlama geldiğini de ortaya çıkartmışlardır. Bu isim Çin kaynaklarında T’ieh-le (okunuşu dek-lak0ti-lig, teg-reg), Ti-li (okunuşu: d’iek-liek, tiglig; Pulleyblank’a göre, dejk-lejk, drik-lek, dek-lek, t’ek-lek), Ch’ieh-le (okunuşu: t’iek-lek) ve T’e-le (bu ad daha sonra Tele/Dulu Türk kavimlerinin isiminde de rastlanılacaktır) (okunuşu: d’ek-lek) biçiminde geçmekte ve Türk –Moğol dillerinde kullanılan telegen, terge, tergen – araba; Tegreg – çember, kasnak, Tegrek
Böylece, W. M. McGoven, Tuan Lien-ch’en ve A. Taşağıl’ın da ortak görüş olarak belirttikleri gibi, “Neticede Ting-Linglerin Baykal Bölü’nün batısından Yenisey nehrinin kaynakları, Güney Sibirya ve Batı Kazakistan bozkırlarına kadar uzanan bir sahaya yayılmış olmaları söz konusudur. Diğer taraftan arkeolojik araştırmaların sonucuna göre m.ö. XII-VII asırlara arasında varlığını sürdüren Karasuk kültürünün Ting-Linglerin atalarına ait olduğu ileri sürülmektedir” (9).

Hunların çöküşünden sonra, Türk-Moğol karışımı Siyenbi kavimlerinin ortaya çıkışı, ardından da Ju-juan (Juan-juan) ve Uar (Avar, Uar-Hun, Ak-hun) boylarının eski Hun toprakalrında siyasi bir güç olarak belirmesi Ting-Linglerin yeniden isim değiştirmesine ve farklı adlar altında ortaya çıkmasına yol açmıştır. Miladan sonra V. Yüzyılda Ting-Linglerin iki kısma ayrıldıkları ve iki yeni isim altında ortaya çıktıkları görülmektedir. Birinciler doğuda, yani Gobi çevresi ile Orta Asya’nın doğu kesimlerinde yerleşen Çin kaynakalrında Kao-ch’e-Ting-ling biçiminde gösterilen Töleslerdir. A. Taşağıl’a göre, “Tabgaç (yani Toba, Çince adıyla Wei – E.N.) devrinde kuzeyde (Çin’in kuzeyinde, yani şimdiki Moğolistan’da – E.N.) yaşayan Türk kavimlerinin adları Kao-ch’e-Ting-ling şekliyle birleşik yazılmıştır. Bu da bize Ting-ling – Kao-ch’e – Töles devamlılığını ve bağlantısını göstermektedir” (10). İkinci gurup ise Güney Sibirya ve Kazakistan bozkırı boyunca batıya uzanarak Doğu Avrupa sahasını eline geçiren Ogurlardır. Ogur adı, Oğuz adının Türk dilinin “r
Ogur/Oğurlar Ting-lingler kanalıyla Ti’lerden geldikleri kesindir. Bu husutaki Çin kayıtlarını derleğen A. Taşağıl Ogurlar hakkında şöyle der: “Tarihi kaynakalrın ışığında Ting-ling’lerin batı grubundan çıktıkları anlaşılan Ogurlar, Doğu Avrupa’ya doğru göç etmeden önce üç ayrı kütle halinde yaşıyorlardı. Birinci kütle: Sır-Derya-Çu ırmakları arasında; ikinci kütle: Emba nehri havzası yani kuzey batı Kazakistan bozkırlarında; üçüncü kitle ise Yayık ırmağı civarında yaşıyordu. Büyük ihtimalle birinci kütle On-Ogurları, ikinci kütle Otuz Ogurları, üçüncü kütle ise Dokuz Ogurları meydana getirmiştir”.(12)

Batıya, yani Doğu Avrupa, Karadeniz ve Hazar bölgesiyle ta Güney Kafkasya’ya, Doğu Anadolu’ya yayılan yayılan Ogurlar (bir nevi erken Oğuzlar diyebileceğimiz bu Ting-ling kavimleri) kendi bağımsız boy adlarıyla da karışımıza çıkmaktadırlar. Bunlar boy adlarının sonunda “ogur/gur” adını barındıran isimlerle anılmaktalar. Kaynaklarda bu Ogur boylarından Sarogur (Sarı/Ak/Ogur), Bittigur (Beş Ogur), Ultingur-Altziagir (Altı Ogur), Kutrihur-Kuturgur (Tukutgur-Dokuz Ogur), Ungur-Hunugur (On Ogur), Utigur/Uturgur (Otuz Ogur).(13)

Ogurlar, 461-465 tarihlerinde Sabirler tarafından Ural dağlarının doğusundan batısına itilmişlerdir. Sabirlerin etkisiyle batıya çekilen Ogurlar burada yeni bir yapılanma içine girmiş ve uzun bir süre Bizans’ı, Sasanileri meşgul etmişlerdir. “Kafkasların kuzeyinde, Azak denizinin doğusunda On-Ogurlar, Don-Volga arasında yani daha kuzeyde Otuz Ogurlar, batıda Dnyeper’e doğru Doğuz Ogurlar”(14) oturmaktaydılar. Ogurların büyük bir kısmı Güney Kafkasya’ya inerek şimdiki Azerbaycan ve Ermenistan’da yerleşmişlerdir (15).

Göktürk devletinin ortaya çıkması Moğolistan’da Ju-juan-Apar (Avar) devletinin çökmesine neden olmuştur. bunun üzerine Avarlar Sabirleri yerinden oynatmış, Sabirler de Ogurları daha batıya sıkıştırmışlardır. Ama Göktürk tehdidi artınca Avarlar daha batıya gelmişlerdir. Bu göç harekatı Ting-linglerin iki kolunu, yani Ogurlar ile Tölesleri biribirnden ayırmıştır. Ogurlar Batı Türklüğü içinde erimişlerdir. Bunlar sırasıyla Sabir, Avar, Hazar, Peçenek ve Kıpçaklar arasında yer almış, önemli bir ksımı da Bulgarlara, Ruslara, Bizansa karışarak izini kaybettirmiştir. Orta Asya’da kalan Ting-linglerin Töles boyları Göktürk hakimiyetini kabul etmiş ev daha sonra ortaya çıkacak Oğuz teşekkülünün temelini oluşturumuşlardır. Böylece, elimizdeki kaynaklar bize kesin ve net biçimde Oğuzların Ti’lerden geldiklerini söylemeğe olanak tanımaktadır.


Kaynakça
1. Gumilev L. N, Hunlar, çev: D. Ahsen Batur, Selenge Yay, İstanbul 2002, s. 28.
2. Eberhard W, Çin’in Şimal komşuları, çev. Nimet Uluğtuğ, TTK Yay, Ankara 1942, s. 119.
3. Bu görüşler için bkz. Eberhard, Çin’in şimal., s. 119.
4. Çin yıllıkları Ch’un-ch’iu, Wei-shu ve Pei-shih’de geçen bu bilgiler için bkz. Ögel B, “İlk Töles Boyları: Ugur, Ting-Ling ve Kao-ch’e’ler”, Türk Tarih Kurumu Belleten Dergisi, cilt: XII, Sayı: 48, Ekim 1948, Ankara 1948, s. 811-812, dipnot. 76-79.
5. Nitekim, B. Ögel, Ugur/Ogur boyların ilk Töles, yani Ti boylarının sonraki devamcıları olarak tanıtmaktadır. Aynı makale, s. 801-805.
6. Bu hususta bkz. Eberhard, Çin’in şimal, s. 117; Ögel, İlk Töles boyları, s. 811, dipnot 76.
7. Taşağıl A, Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları, TTK Yay, Ankara 2004, s. 7.
8. Golden P. B, Türk Halkları Tarihine Giriş: Ortaçağ ve Erken Yeniçağ’da Avrasya ve Ortadoğu’da Etnik Yapı ve Devlet Oluşumu, çev. Osman Karatay, KaraM Yayınları, Ankara 2002, s. 75.
9. Bu ve diger kaynaklar için bkz. Taşağıl, Çin kaynaklarına göre eski Türk boyları, s. 8.
10. Aynı eser, s. 11, dipnot 17-18.
11. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 77-78’de “Oğur Türkçesi” kısmına.
12. Taşağıl, Çin kaynakalrına göre Eski Türk boyları, s. 14.
13. Aynı eser, s. 14-15; Bu kavimler hakkında geniş bilgi için bkz. Golden, Türk Halkları tarihine giriş, s. 78-84.
14. Taşağıl, Çin kaynakalrına göre Eski Türk boyları, s. 15.
15. Djafarov Yu, Gunni i Azerbaydjani, Elm neşriyatı, Baku 1993, s. 1-100.

Pazar, Nisan 06, 2008

Epistemoloji

İdrak (Algı)

Bilginin Oluşum ve Gelişim Süreci Olarak Algı
İdrak (algı) felsefesi (gnosoloji veya epistemoloji) teorik felsefenin bir parçası olup; algının doğası, olanakları ve sınırları, bilginin gerçekle ilişkisi, algının öznel ve nesnel sorunlarını öğrenir; algı sürecinin genel ilkin koşulları, bilginin doğruluk koşulları, hakikatın ölçüsü, algının biçim ve düzeyleri ve bir dizi diğer sorunları öğrenmektedir. Bir diğer anlamda algı – bilginin edinilmesi ve geliştirlmesi; onun sürekli derinleştirilmesi, genişlendirilmesi ve olgunlaştırılması sürecidir.
İnsanların edindikleri bilgi, aynı zamanda onların özel ve toplumsal sermayesidir. Gelişmiş çağdaş toplumun serveti çoğu zaman bilgi düzeyinde ortaya çıkır; bilgili, eğitimli insanlarca oluşturulur.
Epistemoloji, Eski Grekçe episteme=bilgi ve logos=bilme sözcüklerinden türedilmiştir. Epistemoloji, algı sürecinin genel eğilimleri ve sonuçları olan bilgini öğrenir. Bilginin yorumlanması varlık hakkında öğrenim (ontoloji) ile birlikte geleneksel teorik felsefenin parçası hesap edilir. Avrupa klasik felsefesinde bu yorum genelde “insan aklı” hakkında genel öğrenim kapsamında araştırılırdı. Bizim algı hakkında şimdiki tasavvurumuzun temelini atmış Descartes, Locke, Leibnez, Yum, Kant sırf bu içerikte anlaşılmışlardır. XIX. Yüzyılın ortalarından itibaren felsefenin bu alanı özel felsefi dal gibi düşünülmeğe başlanmıştır. Onu bu dönemde geenlde gneseoloji (Grekçe gnosis=algı) adlandırılmıştır. Son on yıld epistemoloji tanımı daha ziyade İngiliz dilli ülkelerde kullanılmaktadır. Bazı düşünürler, özellikle C. Popper, sadece bilimsel algını araştırılmasını epistemoloji olarak tanımlar.
Bir takım bilim dalları da algı sorunuyla ilgilenemktedir. Örneğin R. Wolf’a göre, “...psikoloji de algını öğrenir, ancak epistemoloji algının iç mekanizmasıyla az ilgilenir, bizim nasıl düşünmemizi, ne bildiğimizi belirlemenin, kanıtlamanın veya öne sürmenin mümkünlüğü ile ilgilenir” (Volf R. P, O filosofii, Moskva 1996, s. 39).
İnsanın yaranmasıyla birlikte onun algısı da yaranmıştı. Materialist düşünürlere göre, algı gerçekliğin yansımasının özel biçimidir; yansıtma materianın genel özelliğidir. Dialektik materalizme göre, genellikle şuur (bilinç) yansımanın en yüce biçimidir; böyle yansıma ise insanın çıkarına uygun olarak emek, üretim uğraşı esasında çevresel gerçekliği değişmek yoluyla sadece insan toplumunda gerçekleşir; anlaşılan, sadece insana özgüdür. Örneğin, Lenin’in Yansıma Teorisi. Ancak bu anlayış Rus düşünür V. A. Lektorskiy tarafından şöyle eleştirilmiştir: “duygunu nesnel alemin öznel sureti düşünmek basitçe sesualist bir yaklaşımdır ve her halde geçen yüzyılın ortalarında (XX. Yüzyılın ortaları – N.M.) kesin biçimde anakronizme dönüşmüştür” (Lektorskiy V. A, Epistemologiya: klassiçeskaya i neklassiçeskaya, Moskova 2001, s. 8).
Mitolojide ve cosmogonide olduğu gibi algı çabası her şeyden önce dünyanın doğasını, onun yapısını ve insanın burada edindiği konumu anlamağa yöneliptir.
Bir dizi çağdaş Avrupalı düşünürlerin kanısınca, son dönemlerde algı teorisiyle düşünürlerden daha ziyade doğabilimlerinin temsilcileri ilgilenmişlerdir. Örneğin, Alman düşünür ve mantık bilimci H. Reyhenbach (1881-1953) göre, “ilginç olsa da XIX-XX. Yüzyıllarda kesin algı teorisi düşünürler tarafından değil, doğabilimciler tarafından oluşturulmuştur” (Reyxenbax G, Filosofiya prostranstva i vremeni, Moskova 1985, s. 14).
Algı teorisi, daha eski düşünürlerce öne sürülmüştür. Demokritus, algını yansıma olarak düşünürken; Platon, ruhun önceler arı düşünce ve güzellik saltanatında olduğu hakkında kendi tasavvurunu hatırlamasını algıyla aynılaştırırlar. Son dönemde materialistler, yansıma anlayışını pasif, seğirici süreç biçiminde açıklamaktalar. Tüm dönemlerin idealistleri yansımaya karşı çıkarak, algını öznenin keni bilincinin, ruhunun derinliğinden çıkardığı anlayışlar, kategoriler, idealar sistemini oluşturması süreci gibi, yani bilginin kendi-kendini oluşturması süreci olarak yorumlarlar. İdealizmin buradaki güçlü savı, algılayan öznenin, onun ruhunun, bilincinin yaradıcı etkinliğini daha da geliştirmesidir.
Algı, bilincin içeriğinin şekillenemesi olarak karmaşık bir süreç olup; dünya hakkında bilginin elde edilmesi ve geliştirilmesi sürecidir. Algı kendinin düşünmek, çevreni, aynı zamanda kendini kavramak yeteneğini göstern bilincin yardımıyla uygulamaya konulur. Bilgi, tüm algı sürecinin sonucudur. Algı süreci etkinlikte olan bilinçtir. Bunun yanı sıra bilgi, bilincin mevcutluk üsulüdür.
Algı tarihen gelişen ve bununla da salt insani süreç olarak bilginin korunması, toplanması, çokalmasıdır. Böylece, algı insan kimliğinin manevi gelişimidir.
Algı aynı zamanda hakikatın düşünülmüş biçimde kavranılması ve pratikte uygulanmasıdır. Algı da pratik gibi bazı hallerde direkt, bazı hallerde dolayı yolla tüm insan etkinliğini karakterize etmektedir.
Bizim düşüncemizin gerçek dünyanı kavramak yeteneği var mıdır? Bunu imkansız sayan düşünürlere agnostikler denilmektedir. Bunlardan biri olarak Kant’a göre, insan sadece kendi yarattığı şeyler hakkında bilir. Yeni Kantçılara göre, bu bilgi bizim hakkında hiç birşey bilmediğimiz ilk başlangıç tarafından yaradılır. Çünkü mutlak bilgiye sahip olmak olanaksızdır. Buna rağmen agnostikler bilimsel bilginin gücünü inkar etmiyorlar.
Algı teorisinin merkezi sorunlarından biri: kendini kavramaktır. Felsefi anlamda kendini kavramak – insanın kendi cismani doğasını bimesi ve hatta kendi ruhunun duyu, hiss ve emosya gibi taraflarını kavraması değil. Bu – insanın kendini kavrama yeteneğini, tefekkürünü, aklını kavramaıdır. Ama bu oldukça zor bir iştir, hatta bazı düşünürlere göre olanaksızdır.
Tüm felsefe gibi algı felsefesi de çağdaş dönemde Descartes ve Kant’ın temsil ettiği ve rasyonallığın klasik çeşidini yansıtan geleneğe yeni yaklaşım sorunu karşısındadır. L. Witgenshtein, M. Haidegger, J. Derrida’ya göre, bu gelenek ya tümden bir tarafa fırlatılmalı, ya da önemli biçimde öğrenilmelidir.

Algının Öznesi ve Nesnesi
Özne ve nesnenin karşılıklı ilişkisi felsefenin sonsuz sorunudur. Felsefe için algının nesnesi tümden dünya, bu dünyaya ait olan bu veya şu sonuçların çıkarılması olanağıdır. Ancak nesne araştırma kamsamından daha geniştir. Aynı nesne çok sayıda araştırmaya konu olabilir. Nesne kavranılan, özne ise kavrayadır. Algı sürecinde özne-nesne karşılıklı etkisini iki yönde yorumlarlar: ilki, marksistlerin öne sürdüğü felsefenin başlıca sorunu kapsamında, yani materianın bilince ilişkisi kapsamında. Burada nesne birinci, önze ikincidir. İkincisi, özne ve nesnenin karşılıklı etkisi gerçekliğin kendinin karşılıklı etkisinde olan iki biçimidir. Bu gerçeklikte ise kavrama faaliyeti sonucunda manevi süreç gibi hareket edir.

Duyusal Algı ve Onun Biçimleri
Algı – öğrenilen şeylerin duyuların yardımıyla insan tarafıdan yansıtılmasıyla başlar. Farabî’ye göre, “Hissiyat sahası – yaradılan dünyadır. Yaradılandan ve hükümden yüksekte olan (İlk Varlık) ham hisiyattan, hem de akıldan gizlidir. Ancak onun gizliliği onun açılmasından farklı değil; zira, Güneş tutulduğundan o daha açık gözükür”( Al-Farabi, Estestvenno-nauçnıe traktatı, s. 269-270).
Duyu. Duyu en basit hissi surettir.
Kavrama. Eşyaların tam sureti insanların bilincinde algının yüksek biçimi olan kavrama düzeyinde belirir. Kavrama duyular sonucu belirir. Fakat, kavrama duyuların toplamı değildir. Bu eşyanın tam suretidir ki esas insanın hiss organlarının doğrudan kabul edebileceği dış özelliklerin, niteliklerin, tarafların toplamı kendinde birleştirir. Kavrama – duyulara göre hissi algının daha karmaşık biçimidir.
Tasavvur. Eşyaların insanın hiss organlarına doğrudan etki etmediği zaman onu görmektir. Önceden bizim duyularımıza çarpmış, kavranılmış, sonradan ise bellenimize kaydedilmiş eşya ve olayların gerektiği zaman bilinçte yeniden canlanmasıdır.
Tahayyül. Tahayyül, kavrama sürecini tekrarlar ve bizim psişik yarma olanaklarımızın daha bir örneğidir.

Somut Düşünce ve Onun Biçimleri
Somut düşünce süreci algının teorik düzeyinde gerçekleşir ve üç temel biçimde sürer: anlayış, muhakeme ve akli sonuç.
Anlayış: anlayış eşyaların, olayların en genel, esas ve gerekli özellikleri, alametleri, niteliklerini yansıtır. Anlayış herhangi düşünce olayının esasını oluşturur, yani anlayışsız fikir yoktur. Anlayış, söz ve cümle ile tanımlanır.
Anlayış, muhakemelerin tamamlanmış toplamıdır. Özne kendinin zihinsel faaliyetlerinde anlayışlarından yararlanarak muhakimeler öne sürür. Tüm mantıksal muhakemeler elementar tekiller gibi anlayışlardan oluşmaktadır.
Muhakeme yürütmek için özel yeteneğe intellekt denilir. İlkin esas hesap edilen birkaç muhakemeden sonuç hesap edilen yeni muhakeme çıkarılmasına akli sonuç denilir.

Hakikat Hakkında Öğreti
Felsefenin amacı hakikata varmak değil, onu aramaktır. İbn Rüşt’e göre, “bir şeyin hakikilik koşulu onun herkez tarafından itiraf edilmesi değildir. zira, herkez tarafından itiraf edilme, her keze malum olmaktan öte birşey değildir. Bir şeyin herkezce itiraf edilmesinden kesinlikle bir sonuç çıkmır, ki bir şey ne ise kendi kendiliğinden hakikidir” (Averroes, Oproverjenie oproverjeniya, Kiev-SPb. 1999, s. 13).
Hakikatın neliği hakkında farklı görüşler mevcuttur. Hakikat nesneldir, aksi halde o hakikat olamaz. Hakikat ideal olaydır, çünkü o fikrin özelliğidir, tüm fikirler de idealdir. Hakikat – düşünce ve varlığın aynılığıdır. Hakikat sadece Allah’tır.
Ontoloji, hakikatı kanıtlara uygunluk olarak öğrenir; epistemoloji ise hakikatı bizim düşüncemizin – bilgi ve inancın özelliği hesap ediyor. Max Blank’a (1858-1947) göre, “bilimsel idealerin önemi çoğu kez onun içeriğinin hakikiliğinde değil, değerinde bulunur” (Sbornik k stoletiyu so dnya rojdeniya Maksa Planka, Moskova 1958, s. 60). Gazzali’ye göre, “Hakikatın mantık yoluyla yüze çıkarılması algı demektir. Kendini bu duruma getirmek aynı anı doğrudan yaşamaktır. İyi niyetle diğerleriyle konuşmaktan ve onların deneğiminden elde edilmesi mümkün olan ise inançtır” (al-Gazali, İzbavlyaşiy ot zablujdeniya, Bkz. Averroes, Oproverjenie, s. 569).
İki tür hakikattan söz edilir: mutlak hakikat ve göreceli hakikat. Bilim, mutlak hakikatı inkar etmiyor, aksine onu gittikçe geliştiriyor. Mutlak hakikat nesne hakkında tam ve her yönlü bilgini kendinde birleştiren hakikata denilmektedir. Göreceli hakikat, herhangi bir şey hakkında sınırlı bilgidir.

Hakikatın Ölçüsü
Herhangi bir düşüncenin hakikatı veya yanlışlığının çözümlenmesine hakikatın kriteri denilmektedir. İnsan etkinliğinin tetkiki ile ilgilenen felsefi bilgiye praksioloji (yunanca praksioloji=etkinlik) denilir. Marksist felsefede buna praktika denilmektedir. Praktika, felsefi katgori gibi insanların her şeyden önce kendi maddi ve aynı zamanda manevi gereksinimlerini öğrenmeye doğru yöneldikleri maddi-değiştirici etkinliği demektir. Ancak, Maksist düşünürlerin çoğu bunu kabul etmiyorlar. Fransız düşünür T. V. Adorno (1903-1969) teori ve pratiğin ilişkisi hakkında şöyle der: “hiç tesaadüf değil ki marksist felsefede biçimlendirilen ve sonralar Lnein tarafından teorik yönden geliştirilen teori ile pratiğin birliği hakkındaki düşünce, genellikle, sonuçta herhangi teorik anlamda yoksun “diamat”ın kör dogmasına dönüşürdü. Burada praktizm biçiminde hem sonsuz irrasyonelizm, hem de baskıya ve insanı ezmeğe yönelik pratik ortaya çıkmaktadır” (Adorno T. V, Problemı filosofii morali, Moskova: Respublika 2000, s. 8-9).

Algı ve Yaratma
Algı sürecinde insan bireğin sahip olduğu tüm bilgiden yararlanır, konunun koşullarına açık biçimde katılmayan içeriğini açır, onun malum olan bigiyle kıyaslar, öğrenir, sorun durumu yeniden değişir ve sorunun çözümü başlayır.
Yaratma, özne ile nesnenin öyle bir karşılıklı etkisidir ki burada özne etkendir, dış dünyayı değiştiren, nesne ise öznenin kendi faaliyetine yöneltdiği şeydir. Nesnenin özelliği aynı faaliyetin içeriğini belirleyir. Bununla birlikte yaratma aynı zamanda öznenin kendisinin değişmesi, onun manevi ve fiziki yeteneğinin gelişimi demektir.



Bilimsel İdrak ve Yöntemleri

Bilimsel Algı’da İdea, Sorun, Hipotez, Konsept, Teori
İdea (Grekçe idea=gözüken şey, suret) anlam, önem, içerik anlayışlarını ifade eden felsefi kavramdır.
Problem (Grekçe roblem=engel, zorluk, görev) algının gelişimi sürecinde ortaya çıkan ve çözümlenmesi önemli ameli veya teorik ilgi taşıyan sorun veya sorunlar yığınına denilir. Popper’e göre, “...bilim sorunlardan başlar ve sonra onlarla rakabette olan ve eleştirel değierlednirilen söylemelre doğru gelişir” (Popper K, Logika i post nauçnogo znaniya, Moskova: Progress 1983, s. 485). Gadamer’e göre, problem “soru ve yanıt mantığı aracılığıyla” anlamak olanaksızdır (Gadamer X, G, İstina i metod, Moskova: Progress 1988, s. 443).
Hipotez (Grekçe hypothesis=esas, ihtimal, sanı), hakikiliği kanıt talep eden bilimsel sanıdır. Hipotezte yasalar ayrıca ortaya konulmur, çünkü içerik hiçbir zaman eşyanın yüzeyinde bulunmuyor. Hipotez belli kanıt ve olayları doğuran nedenler hakkında temellendirilmiş, bilimsel yönden düzenlenmiş bilgilere karşı olamayan öneriye denilir. Hipotezin başlıca özelliği onun sanı özelliği taşımasıdır.
Konsept (Latince conseptio=anlama, sistem) temel fikir, idea, herhangi olayı kavramak ve açıklamak yöntemi. Deleauz ve Guatarri’ye göre, “felsefe konsept bişimlendirmek, keşfetmek, oluşturmak sanatıdır. Filozof konseptin dostudur ve potensial olarak ona bağımlıdır... daha kesin söylersek, felsefe konsept yaradıcılığından ibaret bir öğretidir” (Delez J – Gvattari F, Çto takoe filosofiya, SPb: Aleteyya 1998, s. 10, 13-14, 25).
Teori (Yunanca Theoria=gözlem, araştırma, nazariye) algının tüm diğer biçimlerini bir tüm halinde birleştirir ve mükemmel mantıksal sisteme dönüştürür.

Algının Amprik ve Teorik Düzeyi
Bilimsel algının iki çeşidi bulunmaktadır: rasyonel ve amprik algı. Kant arı ve amprik algını birbirinden ayırmaktadır. Her algı deneyden başlar. Dış etkenler bizim duyularımıza sadece etki eder, insanın algı yetisini harekete geçirir. Bilimin amprik aşamasında başlıca görev kanıt (Factum=görülen iş, gerçekleşen iş) toplamaktır. Bilimde kanıt (factum) iki anlam taşır: gerçekte mevcut olan olay gibi; bu veya şu öneri konteksinde kanıtın tasvir edilmesi.
Teori kategoriler sistemidir. Bilgilerin toplamı teori olarak belirir ve buna göre teori somut zihinsel etkinliğin sonucu hesap edilir. T. Parsons’a göre, “doğal olarak hakiki teori kanıtlara dayanmalıdır. Ancak buradan şu sonuç çıkmaz, teoriden asılı olmadan ortaya çıkarılan kanıtlar teorinin nasıl olmasını belirleyen ve yahut teori hangi kanıtların açılacağını belirlemelidir ve bilimsel arayışlar hangi yönde yürütülmelidir” (Parsons T, O strukture sotialnogo deystviya, Moskova: Akademçeskiy Proekt 2000, s. 47-48).
Teorinin işlemleri şunlardır: a). Sintetik işlem – ayrı ayrı doğru bilgilerin tam, tüm biçimde birleştirilmesi; b). metodolojik işlem – teori doğrultusunda araştırma faaliyetinin çeşitli yöntemlerinin, araç ve üsullerinin biçimlendirilmesi; c). Önceden görme yeteneği işlemi; d). pratik işlem – teorinin pratiğe tatbiki.


Bilimsel Yöntem
Yöntem (Yunanca methodos=amaca ulaşmanın üsulü) en geniş anlamda herhangi sorunun teorik, algı, pratik yönden çözülmesi yoluna, üsulüne, kurallarına denilri. Metodoloji, bilimsel algının yöntemleri, onların teorik yönden yönlendirilmesi hakkında öğretidir. Yötemelr iki türdür: 1. Net ilmi veya özel metotlar; 2. Genel bilimsel yöntemler.
Yöntemler bilimin içeriğini oluşturur, onun birliğini ve gücünü temin eder. Onlar hakikatın açılmasına ve temellendirilmesine yönelmiş işlerin teşkilini ifade edir. Çağdaş bilimde yöntem sorununun oluşturulmasının iki yönü bulunmaktadır: Birinci yön, intelektin etkinliğini açıklamakla ilişkilidir ve bilimsel düşüncenin psikolojisini araştırır. İkinci yön, onun yüksek uzmanlaşmasının esaslarının açılması ile ilişkilidir.

Sinerji
Sinergetika (sinerji) karmaşık sistem, kaosda belli kuralın nasıl oluşması ve hem de bu kuralın er-geç dağılması hakkında bilimdir. Sinerji, kendi kendini oluşturan karmaşık sistemler hakkında bilimdir. German Haken (1927), “ben, sinerji sözcüünü önerirken aşağıdaki yorumu da ekledim: karşılıklı etki hakkında öğreti, ayrı ayrı parçalardan oluşan sistemlerde faaliyet gösteren genel yasaların araştırılması” (Jurnal Voprosı filosofii, No: 3, 2000, s. 54). O, sinerji’nin içeriğini şöyle açıklamaktadır:
1. Sistemin araştırılması birbirne karşılıklı etki gösteren bir kaç veya daha ziyade aynı ve yahut çeşitli kısımlardan oluşmaktadır.
2. Bu sistemler çizgisi değil.
3. Fiziksel, kimyasal ve biyoloji sistemleri gözden geçirende sıcaklık karşı koymasından uzak olan açık sistemlerden söz getmektedir.
4. Bu sistemler içsel ve dışsal kıpırdamalara maruz kalırlar
5. Sistemelr düzensiz olabilir
6. Nitelik değişimleri olabilir
7. Yeni emercent (meydana gelen) nitelikleri ortaya çıkır
8. Mekan, zaman, mekan-zaman ve yahut işlevsel yapılar ortaya çıkır
9. Yapılar düzenlenmiş veya kaos durumunda olabilir
10. Çoğu durumlarda matematikleşme olanaklıdır (Aynı dergi, s. 55).
Sinerji’nin metodolojik temeli “düzen kaostan yaranır” önerisidir.

Başlıca bilimsel ve mantıksal yöntemler
Bilimsel ve mantıksal yöntemler şunlardır:
Gözlem, araştırılan nesnelere ait parçaların amaca uygun, önceden düşünülmüş biçimde kabul edilmesi, kavranılmasıdır. İki türlü gözlem vardır: 1. Olayların dıştan gözlenilmesiyle ilgilenen sade veya basit gözlem; 2. Birlikte uygulamaya konulan ve olayı içten yorumlayan gözlem.
Exsperiment (Latince experimentum = deney), nesnenin özellik ve ilişkileri hakkında bilgi elde edinmek amacıyla oluşturulmuş özel ortamda onun uygun biçimde değiştirilmesi veya yeniden oluşturulmasıdır. Deney, yapısal (struktur) ve işlevsel (Funksiyonel) özellik taşımaktadır. İlkinde olayların teknik akarına bilinçli müdahale; ikincisi ise bu veya şu ilişkilerin neden ve sonuçları hakkında olasılıkları kontrol etmektedir. Haidegger’e göre, “Doğa bilimlerinde araştırma alanında ve açıklamanın amacından bağımlı olarak araştırma deney sayesinde yürütülür. Bu şu demektir, bilimsel deney sayesinde araştırma olur, aksine deney ilk defa orada ve sadece orada mümkün olur ki doğanın kavranılması artık araştırmaya dönüştürülür. Çağdaş fizik kendi temelinde sadece ona göre matematikleşir ki o deneysel olabilir” (Xeydegger M, Vremya i bıtie, Moskova: Respublika 1993, s. 44).
Analiz, düşünce biçimi gibi araştırılan önceliğin esasen fikirde onu oluşturan kısımlara, taraflara, özelliklere, ilişkilere, gelişim aşamalrına ved. ayrılmasıdır.
Sintez, parçalanmış kısımları tam sistemde birleştirmek.
İnduksiya, genel sonuç özel fikirlerden oluşur.
Deduksiya, genel öngörülerden özel sonuçlara yönelen ailgı yöntemi.
Analoji, (Yunanca analogia=uygun düşme) aynı olmayan nesnelerin bazı tarafları, nitelikleri, ilişkileri arasında benzerlik.
İdealleştirme, gerçekliği mevcut olamayan ve hayata geçirilmeyen, ancak gerçek yaşamda önreği olmayan nesneler hakkında anlayışlar oluşturmak üsulü. “Bilimde yeterli kadar sıkça olayların sadeleştirilmiş modeli kurulur. Bu türden sadeleştrimeni de sıkça idealleştirme adlandırırlar. İdealeştirmeni – bilimsel benzerini sadeleştirme gibi ve yahut ciddi bilimsel anlayışlar oluşturmak gibi anlamakla aynılaştırmak olmaz” (Kanke V. A, Osnovnıe filosofskie napravleniya i kontseptsii nauki, Moskova: Logos 2000, s. 206).
Modelleme, yeni bilgi edinmek amacıyla nesneye, onun özelliklerini ve ilişkilerini değiştirmek yönünde amaca uygun etki göstermedir.
İntuisionizm veya construktivizm (kurucusu Holandalı matematikçi L. Bauer) riyazi yapıların başlangıcını formalistler yaptığı gibi semboller ile değil, intelektin açık riyazi intusiyalarla (Latince intueri=dikkatle bakmak) ilişkilendirirdler.
Soyutlaştırma (Latince abstracto=aralamak, uzaklaşmak) ve netleştirme’de, “burada biz raslantısal, önemsiz taraflardan uzaklaşır ve bilmi, nesnel algıya ulaşmak için genel, gerekli, önemli yönleri ayırırık.. Absrtac, anlayışların oluşması aracıdır” (Filosofskiy entsiklopediçeskiy slovar, Moskova: İNFRA 1999, s. 9). Netlik (Latince concretus=bitişme) çeşitliliğin birliğidir.
Mantıksal ve Tarihi metotlar: tarihsel denince hareket eden ve gelişen; mantıksal denince nesnel dünyanı insan bilincinde ideal biçimler biçiminde yansıtan düşüncelerin biribiriyle belli ve gerkli ilişkisidir.
Sistem metodu. Nesnenin kendi aralarında karşılıklı ilişkide olan elementlerinde olulşan tam sistemelr olarak öğrenir, araştırmayı karmaşık nesnenin çeşitli ilişkilerini ortaya çıkartmağa yönelir ve bu ilişkileri tek teoride birleştirir.


Bilim

Bilim
Bilim – insan tarafından toplanmış bilgi sistemidir, varlığı kavramaya yöneldilmiş insan etkinliğidir. Bilim sadece bilgi sistemi değil, aynı zamanda bilgi üretimi , hem de onların esasında yaşama dönüştürülen pratik etkinliktir. Kant’a göre, bilim doğayla diyaloga girmiyor, kendi dilini ona zorla kabul ettiriyor.

Bilimsel Bilginin Gelişim Süreci
Romantik dönem (XV-XVIII. Yüzyıllar) Bilim amatörce uğraşmalardan kurtularak bir sanat halini alıyor.
Klasik dönem (XVIII-XX. Yüzyılın başları) köklü teorilerin ortaya çıktığı dönemeç.
Post-klasik dönem (XX. Yüzyılın birinci yarısı), dünyanın çağdaş tanımlanmasının yapıldığı dönem.
Post neo-klasik dönem (günümüzde) bilimin devletin başlıca amaç ve gerecine dönüştüğü dönem.

Bilimsel Rasyonelizm
XX. Yüzyılda bilimsel rasyonalizm hakkında iki görüş bulunmaktadır: Birinci görüşe göre, bilim, rasyonel bir öğretidir. Buna göre, öyl bir teori oluşturulmalıdır ki onun kendine özgü muhakeme yürütme yasaları, mantığı, kanıt ve hakikat ölçüleri olmalıdır. İkinci görüşe göre, bilimsel araştırmaların belli ölçülerine ve kriterlerine yönelmelidir.
Neopozitifistler, bilmsel rasyonellik için matematiksel fiziği esas almaktalar. Poppe’ye göre, rasyonellik sadece bilimsel algının gerekli koşulu değil, aynı zamanda “açık toplum”un temelini oluşturmaktadır. Büyük Bilim, “açık toplum” için ideal örnek oluşturmaktadır. Ancak, “bireylerin kişisel karar verdiği” toplumlar açık toplum hesap edilmektedir (Popper K, Otkırıtoe obşestvo i ego vragi, Moskova 1992, t. I, s. 218).

Bilimlerin Sınıflandırılması
1. İki çeşitli bilim alanının karşılıklı eleştirisi sonucunda yeni bilim ortaya çıkmaktadır: fizi-kimya=kimyasal fizik, biyo-kimya, jeofizik;
2. Bir somut bilim bir dizi diğer bilim alanlarına nüfuz eder: kibernetika.
3. Çeşitli taraflardan aynı zamanda aynı konuyu öğrenen birkaç bilimin birleşmesi, hatta kaynaşması da mümkündür: molekülyar biyoloji.

Bilim dışı bilimler de mevcuttur:
Kvaz-bilim: hayali, gerçek olmayan bilim.
Anormal bilim: çağdaş bilimsel toplum tarafından kabul edilmiş normların dışında kalan bilim.
Anti-bilim: bilim düşmanlığı.
Yabancı bilim: anti-bilimin bir diğer tanımlanması.
Raymont Aron’a göre, “kavramak istediğimiz bizi çevreleyen gerçeklik karşımızda neyse sonsuz bir şey gibi iki anlam taşır: extensiv ve intensiv. Şeyler mekanda sonsuz olarak genişlenir, olaylar zaman kapsamında gelişir. Materianın her santimetri kendinde sonsuz düzeyde özellik gizlemektedir... Dünyanın sürekliliğini içeren, bizin duyusal yeteneklerimizle edinilen bu sonsuzluk düşünceyle anlaşılmır... Tüm bilimlerin genel özelliği vardır: onlar duyusal sonsuzluğu ortadan kaldırırlar. Onlar aynılığın zorunluluğunu temine den üsullerle ayırılırlar” (Aron R, İzbrannoe: Vvedenie v filosofiyu istorii, Moskova-SPb: Universitetskaya kniga 2000, s. 78).
Gazali’ye göre, “zahiri ikim duyularla kavranılan ilimdir” (Gazzali, Kimya el-Saadet, İstanbul: Bayazit 1981, s. 24).
Günümüzde Thomas Khun (1922-1996) ve R. Feyerabend’e (1924) göre, bilimsel yöntemin doğasını belirlemeyen en iyi üsulü filozofluk yapmak değil, geçmiş ve günümüz bilginlerinin yapıtlarını gözlemleyip kaytetmektir.

Bilim ve Felsefe
A. L. Nikoforov’a göre, “bilim felsefesi özel felsefi akım, doğa ve toplum bilimlerinin felsefi sorunlarını değil, bilimin algı etkinliği gibi öğrenilmesi demektir. Bazen bilimin felsefesini, bilimsel yöntemlere dikkat etmek için bilimsel algının metodolojisi adlandırırlar. Bilimin felsefesini bilimin şu veya bu yönünü araştıran dalların toplamı olan bilimselbilime ait edirler” (Nikoforov A. L, Filosofiya nauki, Moskva: Dom intellektualnoy knigi 1998, s. 9).
T. Parsons’a göre, felsefeni bilimlerle birleştiren rasyonel algıdır (Parsons T, O strukture sotsialnogo deystviya, Moskva: Akademiçeskiy Proekt 2000, s. 66).
İlk bilim filozofu Aristoteles hesap edilir. O, rasyonel bilmi düşüncenin aracı (orgonon) olan formel mantık’ı oluşturmuştur. Yeni orgonon’un (bilimsel mantığın) kurucusu N. Copernicus’tur. Onun çabasını Galileo, Frans Becon, Descartes ve Newton geliştirmişlerdir.

Bilim ve Ahlak
M. Weber’e göre, bilmi – mutluluğa, özellikle de Allah’a götüren yol hesap etmek doğru değil, çünkü o aşağıdaki sorulara yanı vermiyor: Biz ne yapmalıyız? Biz, nasıl yaşamalıyız? Bu dünyanın anlamı var mı ve burada yaşamağa değer mi?
Barbur’a göre, “Genelde, bilimin etikaya bağımlı olduğu sanılıyor. Birçok bilgine göre, bilim nesnel ve tarafsızdır. Onlara göre, bilimsel teoriler değerlerden büsbütün serbestir, buna göre de kanıtları ve değerleri kesin olarak birbirinden ayırmak gerekir. Pozitifistlere inanacak olursak bilim rasyonel ve nesneldir; değer hakkında muhakemeler ise duygusal ve özneldir. Bağımsızlık düşüncesinin yanlıları bilim ve teknoloji arasında böyle kesin sınır çeker ve bilimadamları kendi keşiflerinin pratiğe geçirilmesi için sorumluluk taşımadıklarını kanıtlamağa çalışırlar. Onların kanısınca, bilim kesiflerin sonuçlarını önceden kesitrmek mümkün değil ve bilim adamlarının kendi yetkilerinden dışarıda kalan işler hakkında konuşmağa hakkı yoktur” (Barbur İ, Etika v vek texnologii, Moskva 2001, s. 34).
XX. Yüzyıl fizikçilerinden Max Born’a göre, “İnsani ve ahlaki değerler büsbütün bilimsel düşünceğe dayanamaz” (Born M, Moya jizn i vzglyadı, Moskva 1973, s. 128). Bunu Enstein’de destekler. Ona göre, “ben, bilimin insanlara ahlak öğreteceğini sanmıyorum. Ben, ahlak felsefesini genellikle bilimsel temelde kurulmasına inanmıyorum” (Eynşteyn A, Sobranie nauçnıh trudov, V 4-x tt., Moskva 1967, t. IV, s. 165).

Cuma, Şubat 22, 2008

KAFKASYA’DA TÜRKÇE’NİN KÜLTÜR KAYNAKLARI

Batılılaşma sürecinin yaşandışı Türk Kafkası’nın son iki asırlık dönemi, Türkler için siyasi kayıpların dışında bütün bir kültürel ve manevi hazinenin de yok olduğu anlamına gelemktedir. Gürcüstan’daki devlet arşivlerinin tozlu rafları arasında zaman harcadığımız onca zamanda söz konusu bu kayıp mirasa tanıklık etmek insanın dehşete kapılması için yeter ve artar bile. Burada, daha 50-60 yıl öncesi Kafkasya’daki yaşam koşulları, kültürel ortamdan, insanların dünyayı ve zamanı algıayışından sanki Firavunlar çağı Mısır’ından söz edermiş gibi konuşmak acınılası bir durumdur.

Kafkasya, tarih sahnesine İskitlerle birlikte çıkmıştır. İskitlere kadar, bu coğrafyanın siyasi, etnik, kültürel durumunu sadece arkeolojik kaynaklar tespit etmektedir. İlk kez İskitlerle birlikte Kafkasya hakkında, buradaki yerleşmelerle ilgili yazılı kaynaklar bilgi vermeğe başlarlar. Kafkasya’yı kendine özgü büyülü anlatımıyla Homeros destanlarına müdahil edenler de bizzat İskitler olmuştur. Kaynaklar, Yedi Bilge’den birinin İskityalı Anaharsis olduğunu bize aktarmaktadır. Kısacası, Kafkasya’yı dünya siyasi sahnesinin bir parçası haline getirenler İskitler’dir. İskitler’in – Rus Skifologu Abayev’in tüm çabalarına karşılık İranî bir topluluk olmadığı artık net biçimde ortaya çıkmıştır. Egemen boyun Eski Türkler olduğun ve içinde çok sayıda Türk kimlikli toplulukların barındığı dünyanın bu ilk geniş sınırlı imparatoluğunu kuran halkların Kafkasya’da ortaya çıkışından sonra, bölge dünya tarihi açısından vazgeçilmez ve stratejik öneme haiz bir saha olmuştur. İskitya’dan ta XVIII. Yüzyıla kadar burası Türk Kafkası adını taşımıştır. Kafkasya’da egemen ve baskın Türk izinin silinmesi için verilen çabalar hiç aksatılımadan XX. Yüzyılın 30’lu yıllarına kadar sürmüş ve günümüzde de devam etmektedir. Daha 1950’li yıllarda Gürcüstan parlamentosunda konuşma gerçekleştiren Gürcü Milli Eğitim Bakanı, Tiflis’de Türk nüfusun oranını nihayet Gürcüler lehide değiştirdiklerini sevinçe haykırdığını göz önüne alırsak, Kafkasya’da Türk izinin kaybedilmesi için yoğun bir mücadelenin verildiği kendiliğinden anlaşılacaktır. Günümüzde, Kafkasya’da Türk izi Azerbaycan’la sınırlı kalmış; bölgedeki diğer Türk toplulukları üzerinde yoğun bir asimilasyon işlemi hâlâ sürdürlmektedir. Gürcüstan’daki zengi arşivler bu işlemin nelere mal olduğunu, nasıl yapıldığını, neden yapıldığını günü gününe bize belgelemektedir. Şimdi, biz Türkler, bu belgelerin bize intikal etmesiyle sevinme zavallılığına sahibiz. Ki, bunların da ömrü pek uzun sürecek gibi değildir. Örneğin, Ermenistan’ın Matenedaran Kütüphanesinde yer alan 2000 civarındaki Türkçe yazmaların kaderi artık soru işaretidir. Ki, bu yazmaların bazısı söz konusu kütüphanedeki Ermenice yazmalarıdan daha eskidir. Dünyadan merhamet dilenenlerin merhametsiz olmaları çok üzücü bir durumdru. Gürcüstan arşivlerindeki Türkçe yazmaların ve belgelerin bakımszılık içinde daha ne kadar zamana direnecekleri de meçhüldür. Bazen, Türk işadamlarına, paralı kimselere kızmamanın insafsızlık olduğunu bize kendileri düşüntürmekteler. Çok değil, İstanbul’da birkaç günlük sefahat için harcanan masraflarla bu arşivlerdeki kültürümüzü, aslında kişiliğimizi, insanlığımızı kanıtlayan kaynak ve belgelerin birer kopyasını çıkararak yaşatma iktidarına fazlasıyla sahibik. İnanın bana, burada gizli kalmış en küçük kağıt parçasının Ayasofya, Sultan Ahmet’ten daha değersiz olduğunu kimse iddia edmez. Bu kaynaklar salt etnik anlamda Türk kimliğinin değil, İslam Medeniyetinin, tarihinin de anıtlarıdır. Sadece Kafkasya’da tarihi boyu kurulan Müslüman-Arap kökenli devletlerin sayısı 10’dan fazladır. Neyse, ben kendi olanaksızlığımla görevimi yapıp hiç değilse bu kaynaklara dokunmağa, ciltlerini koklamağa, onları bize bırakan kuşağın devamcıları olmadığımızı haykırmağa çalıştım. Bu makalenin amacı sızlanmak değildir. Okur kusurakalmasın; araştırmacı öksüz çocuk gibidir; bir şey bulunca dayanamaz ağlayıverir.

***
Çok değil, daha XX. Yüzyılın 30’lu yıllarına kadar, Sovyetlerin yoğun biçimde Kafkasya genelinde başlattıkları sözde eğitim, gerçekte Ruslaştırma politikalarına değin bu cöğrafiyada ırkından, dilinden, dininden, etnik mensubluğundan asılı olmadan tek diyalog unsuru Türkçe idi. İlginçtir, Kafkasya’da Türkçe’nin kültrel anlamda kaynaklarının en yoğun olduğu dönem de XVIII-XX. Yüzyıllar olmuştur. Bu döneme ait, içerik bakımından zengi bir literatür arşivlerde araştırmacılarını beklemektedir.

Kafkasya’nın Rus işgali altına girdiği XVIII. Yüzyılın başlarından sonra dahi Gürcü, Ermen, Lezgi, Abaza, Dağlı köylerinde ozanlar Türkçe destanlar söyler; Türkçe konuşulmayan yerlerde ise önce Türkçe anlatır, ardından onu kendi dillerine tercüme ve tefsir ederlerdi. Günümüz Ermeni dilinin kuramcısı hesap edilen Haçatur Abovyan, dahi “güzelliğine, tatlılığına, seslenşine, akıcı oluşuna, gramer özelliklerine göre Türkçe’nin yerini alacak ikinci bir dil” düşünmediini belirtmiş ve bu dilin Kafkasya için hayati önemine değinmiştir. Bir çok düşünürler, Kafkasya toplumları arasındaki patlak veren etnik çatışmaların nedenleri arasında bu halklar arasında en yakın diyalog unsuru olan Türkçe’nin unutulmasını ve aydınların yerellikten koparak kendilerini yabancı dilli kaynaklardan tanımasına da yer vermişlerdir. Çünkü, Kafkasya’da oturan her 10 kişiden 7’si Türkçeye sahip olduğu daha XVIII-XIX. Yüzyıllarda rahat anlaşma ve sorunlarını karşılıklı giderme olanağına da sahiplerdir. Rus işgalinden sonra, etnik dillere resmi dil statüsü verilmiş, hatta Dağıstan gibi adeta her köyün bir dil konuştuğu coğrafiyada dahi köy dilleri resmilik kazanmış, Türkçenin önüne geçilerek, idari anlamda Rusça benimsetilmişir. Bu durumda, insanlar kendi dilleri dışında bir dil bilmez olmuş, zorunlu hallerde aydın kesimler Rus dilini etkileşim aracı olarak öğrenmişlerdir. Bu yoğun baskı, takip sonucunda, ancak 1930-1950’li yıllarda Kafkasya’da Rusça, Türkçenin bıraktığı boşluğu doldurur hale gelmiştir.

Gürcü bilgin, G. Beltadze, Ruslaştırmaya kadar Kafkasya için tek uluslararası dilin Türkçe olduğunu belirtir (Bkz. Veliev G. A, Azerbaydjan v gruzinskix literaturnıx istoçnikax (konets 19-go – naçalo 20-go veka), Avtoreferat na soiskanie uçenoy stepeni kanditata filogi nauk, Baku 1980, s. 14). Kafkasya’da sürgün hayatı yaşayan ünlü Rus şairi M. Y. Lermantov, S. A. Rayevskiye mektuplarında XIX. Yüzyılın ortalarında Kafkasya’da tek kültürel, uluslararası dilin Türkçe olduğunu vurgulamaktadır. Lermantov 1837 tarihli bir mektubunda şöyle der: “Tatarca (Türkçe o dönemde Ruslar tarafından Tatarca adlanırdı – n.m.) öğrenmeğe başladım. Bu dil burada, genellikle Asya’da, Fransızca Avropa’da (XVIII-XIX. Yüzyıllarda Fransızca Avropa’da İngilizce gibiydi – n.m.) neyse odur” (Bkz. Lermantov M. Yu, Polnoe sobran, soçineniya, Moskva-Leningrad 1937, c. II, s. 393). Benzer açıklamalara Rus yazınının klasikleri hesap edilen Bestujev-Marlinski ve Y. Polonski’de de rastlamak mümkündür. Doğal olarak, Kafkasya’nı dışardan gözlemleyen söz konusu yabancı şair ve yazarların tespitleri ile Türkçenin Kafkasya’daki konumu kanıtlanmış olmuyor. Onların bu yorum ve açıklaması olmasa da bu döneme ait Türkçenin zengin kültürel mirasına bakarak da bunları söyleyebiliriz.

Kafkasya’da Türkçe, bin yıllar boyu Türklerin egemen olduğu bir siyasi ortamın zorunluluğundan kaynaklanmıyordu; Türkçenin etkileyici kaynaklara sahip olmasının burada büyük rolü vardır. XIX. Yüzyılda, hatta XX. Yüzyılın başında dahi bir toplumun kendine has en önemli değeri hesap edilen ve kendini açığa vurduğu düyün kültüründe (evlilik, yani ahlak kültürü) müzik, söz, şarkı, destan olarak Türkçe egemendi. Türk kökenli olmayan Gürcü, Dağlı köylerinde bile düyünlerde Türkçe şarkılar, türküler, destanlar söylenmekteydi. Şayet, o köyde Türkçe şarkı-türkü söyleyen ozan yoksa, düyün sahibi onu diğer bölgelerde davet eder ve tüm masraflarını karşılardı. Daha XX. Yüzyılın başlarına kadar, Kafkasya’da süre giden tüm siyasi-etnik çatışmalara rağmen, herhangi bir Türkçe sazla destan söyleyen bir ozan Kafkasya genelinde hangi kapını çalsa orada “adeta Allah’ın elçisi” olarak karşılanırdı. Ozan veya aşık kimliğine, bu saygınlık diline, dinine ve milletine bakılmaksızın Kafkasya’nın geneli için geçerlidir.

1917 yılında şimdiki Gürcüstan’ın Meshet-Cavahet’i bölgesinde oturan Gürcü ve Ermeni yerleşimlerini gezen Gürcü akademisyen E. Tağaişvili (1863-1953) bu köylerde tanık olduğu bir durumu açıklar: “Biz, orada Ermenice ve Gürcüceni iyi bilen kimseye rastlamadık. Tatar (Türk) dili çok kullanılır. Tatarcayı büyük de bilir, küçük de. Kendi ailelerinde dahi bu dilde konuşuyorlar. Bu bir kültürel mirastır, büyük bir geleneğin ürünüdür. Benim yol arkadaşım Morkoz (aslen Gürcü) dahi yol boyunca Tatarca şarkılar söyleyip durdu. Ona sorduğumda, bana “Gürcüce şarkı bilmiyorum” dedi. Balata’da 40 civarında ev bulunur. Burada oturanların tamamı da Gürcüdür; ancak tamamı, büyükler ve küçükler Tatarca konuşurlar”.

Söz konusu bilgin bölgenin tamamını köy köy dolaşarak tespitlerini kendi günlüğüne not etmiştir. Bu notlardan şunları okuyoruz: “Çixarula’da (Çikharula – n.m) Gürcüler Ermeni dilini, Ermeniler de Gürcü dilini biliyor, ancak Tatarca konuşuyorlar. Kotelya’da 90 ev bulunur. Bunun 3’ü Ermeni, diğerleri Gürcü ailelerine aittir. Köyde bir tek Türk yaşamaz. Ancak her kez Tatarca konuşur. Buranın halkı şöyle diyor: “Tatarca konuştuğumuz gibi Gürcüce konuşamıyoruz”. Bunu olağan bir halmiş gibi görürler”. Bilginin başını çekitği komisyon diğer köylerde de benzeri durumla karşılaşmışlardır: “Varevani köyünde daha ziyade Tatarca konuşulmaktadır. Gürcüler Gürcü dilini çok az biliyorlar. Hep Tatarcayı kullanıyorlar. Soaydları Balaxadze, Melikidze, Maysuradze ved.”. Bavra, Xulqumo (Hulkumo – n.m) ve diğer köyleri de kolaçan eden gezginler Türk dilini burada oturan Gürcü ve Ermeniler için ana dili olduğu hükmüne varmışlardır: “Çocuklar daha küçük iken Tatarcayı öğrenirler. “Bizim dilimiz Tatarca”dır derler. Gürcüce ya az biliyor, ya da hiç bilmiyorlar”. Gezgin notlarına şöyle devam ediyor: “Kartikami dağlık bir beldedir. Burada toplam 156 evin olduğu aile yaşar. Tamamı Freng (Yunan), Ermeni, Gürcüdür. Ancak Tatarca konuşurlar. Kendi ailelerinde dahi dilleri Tatarcadır. Köyün tamamı Tatarca konuşur”. Kısacası Tağaişvili’nin günlüğünde bu türden bilgiler boldur (Bkz. K. Kekelidze Yazmalar Enstitüsü, E. Tağaişvili Arşivi, No: 2034, vr. 1-37).

Kuşkusuz, başını Gürcü bilgin Tağaişvili’nin çektiği bu komisyonun amacı, Türk dilini unutturup, onun karşılığında Gürcü, Ermeni dillerini adı geçen köylere kendi ana dilleri olarak benimsetmenin yerlerdeki tespit ve araştırmasını yapmak olmuştur.

Burada bir husus daha vardır. Maalesef günümüze kadar araştırmacıların göz ardı ettikleri bu husus, artık XIX. Yüzyılda Kafkasya’da milliyetçilik anlayışı ortaya çıktığı dönemde kendini Gürcü, Ermeni, Rum (kendilerine Türkçe Urum/Ayrum derlerdi) diyen ve dedirten bu toplulukları etnik açıdan Türk kimliği taşımış olduklaı gerçeğidir. Kafkasya’da söylenenlerin aksine etnik kimliği köken ve kan bağı değil, din belirlemiştir. Elimizdeki Ermeni ve Gürcü dilli kaynaklar bu iddiamızı doğrulamak şöyle dursun, düpedüz savunmaktadır. Maalesef, Kafkasya’da “dinlerin tarihi”, “misyonerlik”, “dinler ve mezhepler arası savaşlar” ne Rusya, ne de Sovyetler döneminde öğrenilmediğinden dinin rolü her zaman küçümsenmiştir. Örneğin, milliyetçiliğin ortaya çıktığı Anadolu bölgesinde otruan Ermeni ailelerin büyük bir kısmının “Hıristiyan Türkleri” olduğunu XVIII. Yüzyılda Osmanlı’ya gezi yapan Alman Helmunt von Moltke’nin tuttuğu notlardaki bilgiler de kanıtlamaktadır (Bkz. Helmut von Moltke, Moltke’nin Türkiye Mektupları, çev. Örs H, İstanbul 1969, s. 35). Ancak, ne Osmanlı, ne de İran ve Kafkasya’daki Türk devletleri, Hıristiyan oldukları için söz konusu bu Türkleri “gavur” kabul ettiklerinden, bunlar özellikle Avrupa’dan gelen misyonerlerin tesirine çok çapuk kapılmış, milliyetçilik rüzgarıyla da eriyip gitmişlerdir. Dolayısıyla, bugün kendine Gürcü, Ermeni, Rum (artık Kafkasya’daki Rumlar kendilerini Yunanlı sayıyorlar) dedirtenlerin önemli bir kısmı Türk kanı taşımaktadır. En basitinden bunu söz konusu Gürcü ve Ermeni dilinde, çok daha önemlisi ise folklorunda görmek mümkündür. Folklor, her toplumun kan belleğini oluşturmaktadır. Folkloru siyasi, dini, sosyal baskılarla yaratmak mümkün değildir. Yazısız olarak kuşaktan kuşağa akatarılan kültürün bu en baskın ve köklü alanı olan folklor, direkt olarak o toplumun yerini, kimliğini belirler. Bu açıdan, XX. Yüzyılın 30’lu yıllarında kadar Kafkasya genelinde büyük veya küçük fark etmez Türk olmayan toplulukların folklorunda apaçık biçimde kendini ele veren Türk izi yukarıda sözünü ettiğimiz açıklamaları bir kez daha kanıtlamaktadır. XX. Yüzyılın başlarına kadar Sovyetlerin Kafkasya halklarının folklor külrünü dahi yerelleştirip, parçalayana kadarki döneme deyin Ermeni, Gürcü, Lezgi, Avar, Abhaz, Osetin, Çeçen, İnguş ved. Türk olmayan etniklerin tespit edilmiş ve derlenmiş folklor ürünleri adeta Türk destanlarının, ata sözlerinin, oyunlarının, türkülerinin benzeri olması şöyle dursun, tıpkı birer kopyasıdır. Neredeyse bu folklor ürünlerine söz konusu etniklerin milli kültür ürünü gözüyle bakmak olanaksızdır. Çünkü, folklor eserlerinin dili dahi iki dilldir. Çok daha ilginci, bu yapıtların orjinali Türkçe, yorum, yani tercümesi bu etniklerin dilindedir. Hatta, rastladığımız bazı şiir örneklerinde her dörtlük arasında bir misra özellikle Türkçe verilmiştir. Türkçenin bu denli baskın olduğu, adeta burada yaşayan toplumun kanına ve kalbine kök saldığı ikinci bir coğrafya bulmak çok zordur. Maalesef, böyle bir coğrafyada Rus ve Batı siyaseti etnik kargaşa, şiddet yaratmağı başarmıştır.

***
Kendini Türk ozanlarına benzetmek için “Sefil” mahlasını alan Lado isimli bir Gürcü ozanı (gerçek adı Valdimi Beruaşvili’dir) şiirlerinin neredeyse tamamını Türkçe yazmış, Gürcüce yazdığı aşık türü şiirlerinde de ve destanlarında da Türkçe’ni kullanmıştır. Onun Qenasvale (Genasvale) redifli ozan edebiyatında geraylı/giraylı olarak bilinen şiiri bu bakımdan dikkate değerdir. Aşağıda verdiğimiz bu parçanın ilk satırı Ermenice, ikinci mısrası Türkçe, üçüncü mısrası Gürcüce, sonuncu, yani kafiye biçiminde her dörtlüğün sonunda tekrarlanan kısmı ise her üç dilde yazılmıştır:

Mila, sirakan can, mila (Ermenice)
Yanagların benzer güle (Türkçe)
Zarxulis brcğinvale dila (Gürcüce)
Şidak sensen, qenasvale (Ermeni-Türk-Gürcü bir arada)

Açkas minas tışıt xalin,
Ağlım uşdu, oldum deli,
Lamazebis dedopali
Şidak sensen, qenasvale

Çem dimana, yes es savin,
Qaşlar (Kaşlar) kara, gözler mavi,
Sefil Lados salosvari,
Şidak sensen qnasvale

(Gürcistan Ahalkale Bölge Müzesi – Vladimir Beruaşvili Dosyası)

İlginç olan, şiirde kullanılan Ermeni ve Gürcüce’de Türkçe kelimelerdir. Ermeni ve Gürcüce kısımda geçen “dil, can, hal, çem, duman, sefil” gibi sözcükler Farsça-Türkçe kelimeler olsa da bunlar söz konusu dile Türkçeden geçmiştir. Çok daha ilginci, Ermeni ve Gürcü ozanlarının tek bir misrada dahi Türkçeye baş vurmadan kendi dillerinde kafiyeni kuracak kelime bulamamış olmalarıdır.

Ermenilerin kendi folklorlarının en büyük temsilcisi olarak gösterdikleri Sayat Nova eserlerinin yarısı Türkçedir. Türkçe sadece Kafkasya’daki Gürcü ve Ermeni ozanları tarafından değil, bölgeye XVIII. Yüzyılda Ruslarca göç ettirilmiş Süryani ve Yunan ozanları tarafından da kullanılmıştır. Bu da, bölgede Türkçenin kültürel baskısının siyasi güce değil, gerçek anlamda kültürel zenginlğe dayandığını göstermektedir. Söz konusu Yunan ve Süryani (Aysor) ozanlarından da iki Türkçe aşık yazını örneği sunalım:

Yunan Aşık Sokrat Datov Coğabi (XIX. Yüzyılın ikinci yarısı)’nin aşık edebiyatının divani türüne dahil Allah Kerimdir redifli şiiri Doğu Anadolu ile Azerbaycan yöresine özgü Türkçe’de yazılmıştır. İlginç olan onun şiirinde Şah İsmail Hataî’nin kullandığı mısraların olmasıdır. Örneğin, “geçmem namerd köprüsünden, koy aparsın sel beni” Coğabi tarafından da kullanılmıştır:

Keçmem namerd köprüsünden, qoy sel aparsın meni
Yatmam tülkü daldasında, qoy aslan yesin meni,
Namerd meni teklif etse yemenem çöreyini,
Abu – zemzem suyu olsa, içmem, Allah kerimdir.

Bu şiir örneğinin çok ilginç tarafı, Yunanlı ozanın Türkçe yazması şöyle dursun, adeta Müslüman inançlarını paylaşan bir Türk gibi düşünmüş olmasıdır. Kendisi Hıristiyan olduğu halde, İslami öğeleri kullanması Müslüman-Türk kültürünü bir yaşam biçimi olarak benimsediğini göstermektedir.

1882 yılında doğmuş Süryani ozan Qabrail Demirçov’un şiirleri de aynı özelliği taşımaktadır:

Könül bir q(k)anadsız q(k)uştur,
Bu gün burda, sabah orda,
Havalanıb coşa-coşdur,
Bu gün burda, sabah orda.

Yetik olmaz çox(k)a-aza,
Her kim qulluq (hizmet) eder saza
Könül bağlı q(k)ışa-yaza
Bu gün burda, sabah orda.

Kısacası, çoğu Gürcüstan Edebiyat Müzesi Yazmalar Fonunda muhafaza edilen 20 civarında Gürcü, Yunan, Ermeni, Süryani ozanın şiirlerini, destanlarını derlemek olanağına sahip olduğumuz bu sıkıntılı çalışma sürecinde Türk dilinin ve kültürünün daha birkaç asır öncesinde ulaştığı etki ve etkileşim gücünün ne denli güçlü, canlı olduğuna tanıklık etmek çok heyecanlıdır. Topladığım bu malzemeni, “Türkçe Ermeni, Gürcü, Yunan, Süryani Aşık Edebiyatı” adı altında özel bir araştırma konusu yapmak hayalindeyiz. Bu yazmalar arasında bugüne değin Türk destanları arasında ismi dahi bilinmeyen “Celal – Seyad Selvinaz Destanı” ile “Celal Bey Destanı” da yer almaktadır. Bu destanları kendisi özel birer çalışmanın konusunu oluşturacak kadar geniş içeriğe sahiptir. Yine, maalesef benim görmeme müsaade edilmeyen Anadolu-Kafkasy-İran Türklerinin ortak mirası ve aşık edebbiyatının şah eseri kabul edilecek Köroğlu Destanı’nın en eski yazmasının da Tiflis arşivinde olduğunu belirtelim.

***
Araştırma konusu edindiğimiz çok sayıda folklor ürünü arasında dikkatimizi çeken önemli bir husus daha bulunmaktadır. Neredeyse tamamı Rusya ve Avrupa’da eğitim almış, parasal destek edinmiş Anadolu ve Kafkasya’da yoğun biçimde XIX. Yüzyılın ortalarından itibaren Ermeni, Süryani ve Gürcü milliyetçiliği propagandası yürüten aydın ve din mensuplarının aksine olarak halkın belleğini oluşturan folklor yapıtları arasında en ufak bir “Türk düşmanlığına” ve “karşıtlığına” rastlayamadıkr. Hatta 100 yıllık Rus propagandasına rağmen folklor eserlerinde bizzat Rusların kendisi düşman olarak yansıtılmıştır. Örneğin, Aşık şiirlerinde Osmanlı-Rus savaşı söz konusu edildiğinde “Osmanoğlu haykırdı: bre gavur Urus”; bugün neredeyse Türk veya gayri-Türk Kafkasya’daki her insanın kafasına sokulmuş Kaçar hükümdarı Ağa Muhammed Şah’ın “düşman portresinin” aksine onun Kafkasya seferi için dönemin bizzat Ermeni ve Gürcü ozanları “Geldi Türkün zafer sesi, Orus kork” gibi Ruslara yönelik her türlü saldırı Ermeni, Gürcü, Süryani folklor eserlerinde kurtarıcı girişimler olarak değerlendirilmiştir. Bu açıdan Aşık Kemali mahlasıyla Türkçe şiirler yazan Gürcü Niko Davlaşedze’nin aşağıdaki dörtlükleri dikkati çekmektedir:

Urus çoq qabaqdır getirsek yola,
İngiliz, Fransız dayanmaz zora,
Arzumanım vardır tek Pertebola
Misafir-qonaqdan millet tökülsün.

Anlamı:
Rus çok azıtmış, izaya çokmak gerekir,
İngiliz ile Fransız zora dayanamaz,
Arzumanım (Türklere atıftır) Petersburga kadar gitmelidir.
Misafir-konak, yani yabancıdan millet olmaz.

Bir diğer dörtlük:
Tükenmiştir veten, tarixi oxu,
Avstriya, o yandan koç kimi roxun
Urus ordusunu ataşda yaxın,
Gövde yansın oda, küller tökülsün

Anlamı:
Ülke bitmek üzeredir, tarhleri oku,
Avusturya diğer taraftan koç gibi saldırmış
Rus ordusunu ateşte yakmak gerek,
Gövde ateşte yansın, külleri savrulsun.
(Bkz. Gürcüstan Edebiyat Müzesi Yazmalar Fonu, No: 22298-22301)

Sadece çarlık dönemi değil, Sovyet dönemi başlarında dahi Bolşeviklere karşı Gürcü, Ermeni toplumunun kini bu aşık şiirlerine yansımıştır. Sadro Gavrelişvili adlı Sovyet döneminde de yaşamış Gürcü ozan Türkçe şiirnde şöyle der:

Yığıldılar soruşdular suçumu,
Elimnen yoldurdular saçımı,
Bir eşşeye yüklediler köçümü,
Komsomollar axırımdan geldiler

Anlamı:
Bir araya gelip suçumu sordular,
Kendi elimle kendi saçımı yoldurdular,
Neyim varsa bir eşeğe yüklediler
Bu da yetmedi, komünist gençler peşime takıldılar.

Anlaşılacağı gibi, Kafkasya’nın mevcut yapısı, gerçekleri sanal, dışarıdan kurulanan seneryo üzerinde oturtulmağa çalışılmaktadır. Buna en ciddi biçimde karşı gelen buradaki toplumun kan belleği, gerçek geleneksel kültürüdür. Ki bu kültür Türk kimliği ve diliyle beslenmiş ve inşa edilmiştir.
../../07
Tiflis/Gü

DURUTLAR (DÖRTLER)

Sevgili dostum Davut Yücel (Durut) için...
n_marmar

Durutlar, Kuman-Kıpçak-Kanglı boylar konfederasyonuna dahil önemli boylardan biri olmuştur. Rus vekayinameleri ile Memlüklü dönemi Mısır kaynaklarında bunlardan Durut, Dört ve Dörüt olarak söz edilmektedir (Polnoe Sobranie Russkix Letopisey, II, s. 342; Raşideddin, Cami et-Tevarih, A. Ali-zade nşr., II/1, s. 347, 657-658).

Durut adı, Türkçe-Moğolca metinlerde dört/dörüt adının bozulmuş biçimi olarak gözükmektedir. Türk coğrafyasında dört adını taşıyan boy, etnonim ve toponimlerin varlığı bilinmektedir. Günümüzde de dört, dörtler adıyla pek çok Türk yerleşimleri, köyleri mevcuttur. Bunların, Durutlar’la bağlantısı kesin değildir. Durut adının Davud/Davut bir biçimi olarak görmenin ne derecede doğru olduğu bilinmemektedir. Bu mümkün ve gayri-mümkün gözükebilir. Davud adının Kıpçaklara İslam ve İbrani kaynaklardan özel isim gibi intikal etmesi gerekmektedir ki Kıpçaklar arasında şahıs adından meydana gelmiş boylar (Burçoğlu/Borçalı, Konguroğlu/Kongur, Ulaşoğlu/Ulaş) mevcuttur. Bu durumda, söz konusu Durutların daha sonraki dönemde ortaya çıkmış olması gerekmektedir. Ancak, bu pek ihtimale şayan değildir. Doğrusu, Durut adının dört’ten türemiş olmasıdır. Bu boyun dört adını alması da sorunludur. Bugün Azerbaycan’ın Neftçala ilçesine bağlı Dört/Dörtler adını taşıyan bir köyün sakinleri, bu adın köyü kuran dört kardeşin adıyla ilişkili olduğunu belirtirler. Benzer açıklama Durutlar/Dörtler boyu için de geçerli olabilir. Öte yandan, Eski Türk geleneğinde dört kutsal bir sayıdır. Her şeyden önce, dört, yön belirleğen bir sayıdır, ki Türkler dünyayı kara – kuzey, ak – batı, mavi (gök) – doğu ve kırmızı – güney olmak üzere dört cihete ayırıyor ve doğunu kutsal kabul ediyorlardı (Pritsak O, “Orientierung und Farbsymbolik”, Saeculum, V, 1954, s. 277). Ancak, bu ad Dörüt anlamında törüt/türemek’ten de gelebilir. Bu açıklama kabul edilirse, töre sözcüğünün menşei de burada yatmaktadır. Ancak, zamanında H. Hatemî bir yazısında, Türklerdeki töre kavramının Tevrat’tan türediğini belirmiştir. Bu açıklama pek mantıklı bulunmamaktadır. Çünkü, Tevrat’ın kanun/yasa anlamında Türklerdeki töre karşılığını kazanmasının tarihsel kanıtları sağlam değildir. Kısaca, Durutlar/Dörtler boy adının töremek filinden veya yasa koruyucu boy anlamında töre’den türemiş olabileceği ihtimali de göz ardı edilmeemlidir.

Bilindiği gibi, Kıpçakların kökeni, ortaya çıkışları ve kapsadıkları boylar tarihçilikte hâlâ çözülmemiş bir dizi soruna tabidir. Genel Kıpçak kimliği içinde tüm boyların, özellikle de Durutlar’ın konumunu belirlemek çok zor gözükmektedir. XI. Yüzyılın ortalarında Kıpçaklar Orta Asya bozkırlarından İdil-Yayık boyları ile Karadeniz kuzeyi ile Kafkasya’nın tamamına yayılmış kalabalık bir Türk boyunu oluşturmaktaydı (Kıpçakların yayıldıkları coğrafya için bkz. Kudryasov K. V, “Poloveskaya step”, Zapiski Vsesoyuznogo Geografiçeskogo Obşestva, II, 1948). Bu geniş coğrafya doğal olarak Kıpçak kimliği altında bu bölgelerde oturan diğer eski Türk boylarını da içine almaktaydı.

Kıpçak adı Batı kaynaklarında Comani/Kuman, Türk, Arap, Çin kaynaklarında Kıpçak (Arap ve Farsçada Xıfjaq/QıfjaqIQibjaq; Grabarcada Xbsax, Gürcücede Qıvc’aq-i, Moğolcada Kibçag/Kibca’ut, Çincede Ç’in-ç’a/Kimça(q), Türkçede Qıpçaq/Kıpçak) olarak geçmektedir. Türk destanlarında (Oğuz Kağan Destanı) Kıpçak adının “kapçak”, yani “ağaç kavuğu”ndan türediği belirtilmektedir. Buna göre, Oğuz Han’ın beylerinden birinin eşi, ağaç kavuğu arasına girmiş ve burada doğurmuştur. Buna göre, Oğuz Han, ona Kıpçak adını vermiştir. Dilbilimsel olarak kıpçak adının kapçak/qapçaq’dan türemiş olması kuvvetle ihtimal olunmaktadır.

Kıpçaklar en erken bütün Güney Sibirya sahasını içine alan Kimak boy birliği içinde gözükmektedir. Kıpçaklar, yedi büyük Kimak boyundan birini oluşturuyordu. Ancak Çin’de Kitan/Kitay/Kara Kitay kavimlerinin ortaya çıkması Moğolistan’daki Türk Kun ve Kay boylarının yurtlarını terk edip batıya göç etmesine neden olmuştur. Bunun üzerine Kun ve Kay boyları Kıpçakları yerlerinden oynatmışlardır. Kıpçaklarda Peçeneklerin yurdunu ellerine geçirip, bütün Karadeniz bozkırına hakim olmuşlardır. Kıpçaklar burada Rus knyazlıklarını hakimiyyetlerine altına almış, Kafkasya’ya inerek Gürcistan’ı ellerine geçirmiş ve Gürcistan’daki küçük Kartli-Abhazya krallığıyla oluşturdukları akrabalık sonucunda bu krallığın güçlenmesine ve Selçuklular karşısına dikilmesine neden olmuşlardır. Gürcistan’a gelen Kıpçaklar burada Hıristiyanlığı kabul edip zamanla Gürcüleşmişlerdir (Golden P. B, “Cumanica I: the Qıpçaqs in Georgia”, AEMAe, IV, 1984, s. 5-87; Kırzıoğlu F, Yukarı Çoruh ve Kür Boylarında Kıpçaklar, Ankara 1989).

Kaynaklar, Orta Asya’da Kazakistan bozkırlarından Karadeniz’in kuzeyi ile Kafkasya’ya değin yayılan Kıpçakların şu boylardan oluştuğunu belirtmekteler: Ay-oba, Badaç, Barat/Barak, Bayavut, Burçaoğlı/Borçalı, Bzangi/Bozog, Çağrak/Çağrat, Çitey, Çırtan/Çprtan, Durut/Dörüt/Dört, Ençoğlu/İlancıklı, İt-oba, Kıtan-opa, Knn/Kunan, Küçeba/Küç-oba, Küçet/Kucat, Kor/Qor, Kara Börklü, Kol-oba/Kul-oba, Qmngu/Kumanlu, Konguroğlı/Kongurlu, Merküti/Merkit, Mingüzoğlı, Orungqut, Ölperlig, Ören/Uran, Peçene/Peçenek, Şan-mie Ku-ma-li/Çomak Kubalı, Tarğıl, Terter/Teriter-oba, Toks-oba/Tokşı-oba, Tğ Ysqut/Tağ Başkurt, Ulaşoğlı, Urus-oba, Yimek, Yuğur/Uygur (Polnoe Sobranie Russkix Letopisey, I, s. 248, 249, 250, 278-279, 361, 396; II, s. 253, 255, 259, 285, 342, 435, 455, 632, 641, 644, 668, 672, 675; Raşideddin, Cami et-Tevarih, A. Ali-zade nşr, II/1, s. 129, 347, 657-658). Adı geçen bu boyların neredeyse tamamı diğer Türk kimliğinin bir parçası olarak daha önce karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan Borçalılar daha önce İskitlerle birlikte Gürcistana gelip yerleşmiş ve şimdi de bu adla varlıklarını korumaktalar. Peçenekler daha önce bağımsız bir boy oluşturmaktaydı. Kol veya Kul-oba da Peçeneklerden bir boydur. Tokşı-oba ise Karahanlı-Karlukları arasında bir boydur. Bunlar arasında Durut/Dörüt ve Teriter/Törüter adları aynı gözükmektedir. Bu boylardan Teriter ve Çomak Kubalı adı günümüzde de Azerbaycan’da Terter ve Kuba ilçe adlarında korunmaktadır.

Durutlar/Dörtler Kıpçakların Şarukan liderliğinde örgütlenen toplulukları arasında yer alıyorlardı. Rus kaynakları Kıpçakları Yabani ve Yabani olmayan Kıpçaklar olarak iki kısma ayırmaktalar (Pritsak O, “Nou-wild Polovtsians”, To Honour Roman Jakobson, The Hague-Paris, 1967, II, s. 1615-1623). Bu İdrisî’nin Ak Kumaniya ve Kara Kumanya olarak ayırdığı, Türk boy ve devlet teşkilatına göre ikili (sağ-sol) sistem uygun bir ayrılmadır. Durutlar/Dörtler, bunlardan Ak Kumanlar boyuna dahildiler. Bu boyların yönetimi Şariler boyundan Şarukan’ı elindeydi. Şarukan, Gürcü kralıyla akrabalık tesis etiğinde 40 bin kişilik guvvetle Kafkasya’ya inmiştir. Muhtemelen Durutlar da onunla hareket ederek Güney Kafkasya’ya inmiş ve Azerbaycan’da üstler kurmuşlardır. Teriter ve Kuba adlı yerleşimler bu Kıpçak göüyle bağlantılı olmalıdır.

Maalesef, Durutlar/Dörtler boyu hakkında elimizde bulunan tüm veriler bundan müteşekkildir. Ancak, Durutların bazı kısımlarının Orta Asya’da kaldığı bilinmektedir. Kazak Juzları arasında Dörüt adlı boy bulunmaktaydı. Bu, durutların Kazak-Kırgız birliği içinde kalan kısmı olsa gerek.

n_marmara
Durutlar/Dörtler köyü
01.02.08.

Pazartesi, Ocak 28, 2008

Hz. Peygambere İltica Etmesi Önerilen Türk-Eftalit Ülkesi Neresidir?

Arap edebiyatında Türkler’le ilgili kullanılan yakıştırmalar, ifadeler çok daha eski dönemlere uzanmaktadır. Yani, Türk adı ve özelliği cahiliye dönemi şiirlerinde de konu edilmiştir. Örneğin, 542 yılında vefat etmiş cahiliye döneminin ünlü şairlerinden Şemmah b. Zirare, “Türk hakanı” tanımını şiirlerinde “umut ve yardım isteği” anlamında kullanmaktadır:
Benden Hakan’a (haber) ulaştıracak bir kimse yok mu?
(Ona söyleye) Sen, kış tüm şiddetiyle cereyan ettiği zaman bir bizi düşün.
Çocukları, zamanın darbesini yemiş ihtiyarları kendi kanatların altına al,
(Nice ki) kuluçyaka yatmış tavuğun yavruları da kargaşa çıktığında
Horozun peşine takılıp onun himayesine sığınırlar. (1)
Cahiliye dönemi, yani İslamiyet öncesi Türk-Arap ilişkilerinin olmadığını savunan tarihçilkteki yaygın tez söz konusu bu türden kıyıda köşede kalmış ufak çaplı bilgilerle tezat teşkil etmektedir. Bu türden bilgiler bir araya getirildiğinde Arap-Türk temaslarının İslamiyetten öncede uzun bir tarihi olduğu ortaya çıkmaktadır. Örneğin, cahiliye dönemi şairlerinden Nabiga ez-Zubtanî (öl. 604) bir şiirinde Gassanîler’le Türkler’in ve Eftalitler’in ilişkisine dokunmaktadır. O, şiirinde şöyle demektedir:
Gassanîler’de iki acemi kavim (yabancı boy) olan Türk ve Eftalitler de,
Oturup onun (İbn Haris’in öteki dünyadan) dönmesini bekliyorlar. (2)
Bu şiirde Gassanîler arasında Türk ve Eftalitlerden iki boyun yaşadığına vurgu yapılmakta ve onlar Arap olmayan acemi topluluklar gibi değerlendirilmektedir. Gassanîler’in Arabistan coğrafyasında yer aldıkları düşünülürse VI. Yüzyılda bu bölgede Türk ve Eftalit boylarının yerleşmesi ilginçtir. Bu ve benzeri bilgiler, Türklerin Ön Asya ile temasının oldukça eski döneme dayandığını göstermektedir. Bu bilgiler kuşkuyla karşılanabilir veya bir benzetme olarak tanımlanabilirdi, ancak bir diğer cahiliye şairi Tamim kabilesinden Beni-Numir’e bağlı Avsiyye şiir okulunun kurucusu Avs b. Hacer’in (öl. 620) Arap coğrafyasında “ellerinde av kuşları olan Türklere” rastlamasını betimleyen şiiri bu kuşkuları gidermektedir:
Ellerinde av katralları olan sarışın bıyıklı Türk yiğitlerini görünce,
Suyu onlar için terk ettim ve deveme atlayıp aradan çıktım (3)
Çok daha ilginç bir bilgiye ise el-E’şâ Hamdan’ın (öl. 621) kendi keyf meclisini anlattığı hikayesinde rastlamaktayız. O şunları aktarmaktadır: “Ben (o gecelerde) şerap içerken Türkler ve Eftalitler çevremde kaçışıyorlardı”. (4)
Adı geçen şairlerin Türk ülkelerinde olmadıkları göz önüne alınırsa, sözünü ettikleri Türk ve Eftlitlere kendi ülkelerinin sınırları içinde rastladıkları bir gerçektir. Bu da İslamiyet’in ortaya çıkışından epey önce Suriye bölgesine ve daha güneylere kadar Türk göçlerinin yapıldığını ortaya koymaktadır.
Türk-Eftalit (Ak-Hun, Uar-Hun, Hyon) adının Araplar için belirsiz olmadığını kanıtlayan elimizde bir bilgi daha bulunmaktadır. Söz konusu bu bilgi İbn Hişam’ın es-Suret adlı eserinde yer almaktadır. Bu bilgiye göre, düşmanları Hz. Muhammed’i sıkıştırınca, onun hamisi olan amcası Ebu Talib’e bir öneride bulunmuşlardır. Bu öneriye Hz. Muhammed’in Türkler’in ve Eftalitler’in ülkesine sığınmasından ibaretti. Ancak önerini geri çeviren Ebu Talib ölene kadar yeğenini koruyacağına söz vermiş ve din düşmanlarına 94 beyitten oluşan bir kaside yazmıştır. Hişam bu kasideni eserine almıştır. Kasidenin bir yerinde Hz. Muhammed’e önerilen Türk-Eftalit ülkesine sığınmasına da yer verilmektedir:
Düşmanlar bizim gücümüze boyun eğip zelil olurlar,
Her ne kadar onlar bizim Türk ve Eftalitlerin kapılarına soğınmamızı istiyorlar.
Allah’ın evine (Ka’be) yemin ederiz ki sizler yalan söylüyorsunuz,
İşlerinizi karıştırmayınca Mekke’ni terk eden değiliz.
Bütün bunlar İslamiyetten önce ve İslam’ı ortaya çıktığı sırada Araplar arasında “Türk-Eftalitler” hakkında ve onların ülkesiyle ilgili geniş tasavvurun yer aldığını göstermektedir. Ayrıca, peygambere yapılan öneri “Türk-Eftalit ülkesinin” Arap coğrafyasından pek uzakta, çağdaş Batılı kaynakların vurguladıkları gibi Orta Asya’da olmadığını da göstermektedir. Bu durumda ortaya şöyle bir soru çıkmaktadır: Arapların gayet iyi tanıdıkları, temasta bulundukları ve hatta peygamberin buraya sığınmasını önerecek kadar rahat ve sorunsuz buldukları Türk-Eftalit ülkesi neresiydi? Söz konusu bu ülke Ermeniyye olmuştur.
***
İslamiyetin ortaya çıktığı sıralarda sonradan Müslüman-Arap kaynaklarında tanımlanan Ermeniyye (eski Armini/Armeni) ve Arran (eski Albanya/Aran) bölgesinde, yani şimdiki Azerbaycan, Ermenistan ve Doğu Anadolu bölgelerinde kalabalık bir Türk topluluğu oturmaktaydı. M.Ö. IV. Yüzyıla kadar bu coğrafyada kalabalık İskit/İşguz nüfusu yer almaktaydı. M.Ö. IV. Yüzyılda bunlar kendi içlerinde çeşitli boylara ayrılmış ve yeni siyasi oluşumlar ortaya çıkartmışlardır. M.Ö. IV. Yüzyıldan itibaren bunlara Hun ve Ogur boyları da katılmağa başlamıştır. Miladi V. Yüzyıla gelindiğinde bu geniş coğrafyanın tamamı Saklar, Sisaklar, Gugar/Gogar, Pasianlar, Alban/Yüeban, Aran, Şirak/Sirak, Gargar gibi İşguz boyları dışında, Çinli/Cinli, Kenger, Peçenek, Bulgar, Hun, Sul/Çul, Hazar, Oğuz, Sabir, Katak/Gödek, Sadak/Sudak, Goroz/Gorus (Hurs/Horoz), Ogur gibi Türk boylarınca paylaşılmıştır. Bu Türk grupları arasında IV. Yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık hızla yayılması sonucunda Türkler yerleşik bir unsur konumuna gelerek diğer göçebe Türk grupları karşısında dinsel-yerleşik bir sosyal kimliğe dönüşmekteydiler. Bunlar zamanla coğrafi tanım olan Armini/Armeni/Ermeni adı altında anılmağa başlamışlardır.
Armini/Armeni/Ermeni adı ilk kez Biaini veya Urartu kaynaklarında geçmektedir. Armini adındaki Armi/Arme (bu Urme gibi de okunmaya müsaaittir) Şupria eyaletinin eski adıydı. Biaini (Asurîler onlara Urartu adını vermişlerdir) dilince “ini” – “yer, mekan bildiren” ektir. Urartuların kendi ülkeleri için kullandıkları Bia-ini, Kür nehri bölgesi için kullandıkları Kuriani coğrafi isimleri gibi. Bu durumda en eski kaynaklarda Armini/Armeni adı “Armi’de oturan, Arminili” anlamında karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan adı geçen eyalette oturmuş Hurri, Luviya, Haldeyler, İskitler, Türkler, şimdiki Ermeniler eyaletin adıyla anılmışlardır (5). Öte yandan Frigler’den küçük bir grup olarak bölgeye gelmiş şimdiki Ermenilerin cedleri önce Hayasa eyaletinde oturduklarından Hay, ardından Armini bölgesine yerleştirklerinden de Armeni/Ermeni adını almışlardır (6). Urartu Devleti ortadan kalktıktan sonra Armini adı tüm Urartu sahasına verilmiştir. Örneğin, Bisütun yazıtlarında artık Urartu değil, bölge için genel bir Armini adı geçmektedir. Persler Urartu karşılığı Armini adını Maday, Elam ve Babiller’den almışlardır. Coğrafi anlamda XI-XII. Yüzyıllara kadar bu adın kullanıldığı bu tarihten sonra ise unutulduğu görülmektedir. İlginçtir, Kitab-i Dede Korkut destanlarında bölge için Oğuz Éli adı kullanılmaktadır. Şimdiki Ermenilerin cetlerinin bölgeye nasıl geldiğine gelince bazı Ermeni tarihçilerinin de savundukları temel görüş şudur: Asur ve Urartu kaynaklarında adları Gamirri olarak geçen Kimmerler, M.Ö. 652 yılında Anadolu’ya sokulmuş ve Frigiya Devleti’ne son vermişlerdir. Kimmerler geri dönüşleri sırasında bir grup Frigi esir olarak kendileriyle birlikte Hayasa eyaletine göç ettirmişlerdir (7). Böylece şimdiki Ermenilerin cetleri bu şekilde tarih sahnesine çıkmış, ancak Rusya’nın XVIII. Yüzyılda bölgeye müdahelesinden sonra toplu halde derlenmeğe başlanmışlardır. Bu süre boyunca onların ayakta kalmasının en önemli gerekçe Grigoryenlik olmuştur. Bu dönem sürecinde Ermeniler ciddi etkileşim geçirmiş, XIV. Yüzyıldan itibaren Batı ekseninde kendi tarihlerini bölge tarihiyle bağlaştırarak Armini eyalet tarihini etniksel Ermeni adıyla bütünleştirmişlerdir. Nitekim Grabarca yazılı kaynaklarda bu durum en ince ayrıntısına kadar anlaşılmaktadır. Movsey Horenli gibi Ermeni müellifi dahi coğrafi anlamda Armini bölgesinin tarihini İskitlere bağlarken, küçük “Hay” topluluğu için şöyle bir açıklamada bulunmaktadır: “biz, küçük, sayısı az, zayıf ve genelde başkalarının egemenliğinde yaşayan halkız”. Öte yandan müelli, Armini bölgesinin tarihini ise “Sakordi” hükümdarlarıyla başladığını belirtmektedir (8). Nitekim, Armini bölgesinde ortaya çıkacak siyasi oluşumlar İskit/İşguz kökenlidir. “Büyük Armini” denilen bölgenin hakimleri de İskit/İşguz hükümdarları olmuşlardır. Onların hakimiyetine son veren Part kökenli Arşakların kurdukları Arşaguniler de İskit kökenliydi. Onları takiben bu coğrafyada ortaya çıkan Mamikonyanlar Türk “Çinli/Cinli” boyu olmuş Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Abbasiler döneminde bu bölgede kurulan Bagratuniler hanedanlığı ise Aşkenazi (İbraniliği kabul eden Türk) kökenliydi. Anlaşılan Batı, Sovyet ve çağdaş Ermenistan tarihçilerinin iddia ettikleri gibi Armini bölgesinde şimdiki Ermenilerin atalarına özgü siyasi bir oluşumun varlığı tarihe belli değildir. Bu iddianın destek görmesinin gerekçesi coğrafi anlamda Armini adıyla etnik anlamda Ermeni adının özleştirilmesidir.
Kimmer, İskit/İşguz, Sak boylarından sonra Armini ve Albanya bölgelerinde Türk oldukları kesin olan topluluklar yerleşmeğe başlamışlardır. M.Ö. IV. Yüzyılda Ksenefont Pasian adlı bir boyun Armini bölgesine yerleştiğini söylemektedir. Antik Yunan müellifinin, Pasianlar’ın hemen yanı başında Skiflerin yerleştiğinden söz etmesi, onların bir İşguz topluluğu olduğunu ve İskitlerle birlikte bölgeye geldiklerini ortaya koymaktadır (9). Eski Grekçe’de “ç” sesi olmadığından Paçian adı “Pasian” biçiminde geçmiştir. Bu ad Peçenek adının Grek ve Grabar kaynaklarında geçen biçimidir. Daha sonra Armini bölgesinde karşımıza çıkan Pasinuk ve Basian eyaletleri de Peçeneklerin adıyla başlıdır. Tarihçilerin Erken Ortaçağ’da bir Ermeni hanedanı olarak tanıttıkları Pasinuklar da Hıristiyanlaşmış-Gregoryenleşmiş Peçeneklerden öte başkaları olmamışlardır. Miladi başlarından itibaren Peçeneklere ait Baisan (şimdiki Kars) bölgesinde Bulgarları görmekteyiz. Peçenekler bölgede birden fazla boya ayrılmışlardır. Armini bölgesindeki Kol eyaleti de Peçenek boyu Kol/Gul boy adıyla bağlıdır (10).
Peçenekler eski kaynaklarda çeşitli isimlerle anılmışlardır. Antik çağ müelliflerinin eserinde Pasian adı dışında Panksan (Pamkçan), Bastarna (Baçtarna) adı, Eski Gürcü kayıtlarında Paçinik, VII. Yüzyıl Armini Coğrafyası eserinde ise Pokinak, Albanya kaynaklarında Pazkank, Arap kaynaklarında ise Bacunays isimlerine de rastlanmaktadır. Armini bölgesinde oturan Peçenekler kendileri de Kopon/Kapan, Kulpey/Kuloba, Kuyarçi/Gugarçi gibi boylara ayrılıyorlardı. Bu boylarla ilgili Ermeni kaynaklarında epeyce yer adları karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, ilk kez 1074 yılında kaydedilen Kapan adı Kopanlar’la, Kolb, Kolt, Kolman, Goğtan (Grabarca’da “l” sesi “ğ” sesine dönüşmektedir: Goltan-Goğtan) eyalet ve bölge adları bu boyların adıyla bağlantılıdır (11).
Miladi başlarında Karadeniz’in kuzeyi istikametinde yayılan çeşitli Ogur gruplarına (On-ogur, Bitigur, Hun-ogur, Sarı-ogur, Bulgar, Kutigur ved.) mensup bazı Türk boylarının Kafkasya’ya sarktıkları ve kalabalıklar halinde Azerbaycan ile Ermeniyye bölgesine geliğ yerleştirkleri bilinmektedir. Bunlar arasında dikkati çeken en kalabalık Türk topluluğu Bulgarlardır. Artık II. Yüzyılda Araz nehrinin kuzey başlangıcında yer alan topraklar (Kars) Peçeneklerin adıyla Pasiana/Basiana adını taşımaktaydı. Burası otlak bakımından oldukça verimli bölgelerdi. Güney Kafkasya’ya inen kalabalık Bulgar göçlerinin Basiana yurduna gelip yerleşitkleri bilinmektedir. Bir kısmı ise yine Peçeneklerden Kul/Kol boylarına ait Kol eyaleti elleribe geçirmişlerdir. Söz konusu Bulgarlar arasında yer alan en kalabalık Türk boyu Vanand veya Benend olarak gösterilmektedir. Bunlar Armini bölgesinin Tayk Dağlarında (şimdiki Ermenistan ile Gürcistan sınırındaki dağlık alan) ve Ağrı bölgesinde uzun bir süre kendi adlarını taşıyacak Vanand yurtunu kuracaklardır. Vanand, Grabarca kaynaklarda Vğnd biçiminde de geçer ki bunların Vgundur/Bayandur adlı bir Ogur Türk grubu olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Oğuzlarla birlikte Anadolu’ya gelecek Bayandur boyları daha sonra bunların mirasını paylaşacaklardır (12).
Bölgeye gelen Bulgalar eski Peçenek yurtlarının önemli bir kısmını da ellerine geçirerek bir sonraki dönemlerde Kazan, Çakar (13), Kol/Kul, Kuvyar ve Basil/Barsil boylar kümesini oluşturuyorlardı. Bunlardan Barsiller’in kalabalık bir kitle halinde İdil boylarından gelip bölgeye yerleştikleri (14), bazı kollarının da Aran’da yurt tuttukları bilinmektedir. Grabarca yazılı kaynaklarda bunlardan “kudretli Basiller” diye söz edilmesi onların güçlü ve kalabalık olduklarına işarettir (15). Ortçağlarda bu boylar geride isimlerini bırararak diğer Türk boyları arasında veya Hıristiyanlaşarak erimişlerdir. Eski Sürmeli ve İrevan bölgelerinde 8 civarında Kazancı, 4 civarında Çakar (16) ve 10 civarında Kol yerleşim alanları bulunuyordu.
Armini bölgesinde, aynı zamanda Aran ve Azerbaycan’da yerleşmiş en kalabalık Türk grubu Kengerler’dir. Nunların varlığı daha 482 yılı olayları sırasında Sâsânî ve Grabarca kaynaklarda belirtilmektedir. Bilindiği gibi Orta Asya’da da Kang, Kanglı adlı bir boydan ve Kangyu/Kangkü ismini taşıyan bir yurttan söz edilmektedir. Eski kaynaklarda bunların adı Kangares, Kangar, Kenger olarak geçmektedir. Bunlar varlıklarını uzun bir süre devam ettirmişlerdir. XVIII. Yüzyılda Nahçıvan bölgesinde Kengerlere, şimdiki Gürcistan coğrafyasındaki Boyahmedli, Cinli ve Sefikürd adlı Kenger boylarına rastlanmaktadır (17).
Kengerlerin Armini bölgesinde geniş yerleşim alanları edindikleri bilinmektedir. VII. Yüzyıl Armini Coğrafyası adlı kaynakta Kenger/Kangar eyaletinden söz edilmektedir. Çağdaş Ermeni tarihçisi N. G. Adons söz konusu eyaletin şimdiki Ermenistan’ın İberiya (Gürcistan) ile sınır şeridinde bulunduğunu belirtmektedir. Bunun dışında şimdiki Ermenistan’ın çeşitli bölgelerinde Ortaçağlarda Kenger adlı epey yerleşim alanı bulunuyordu. (18)
Şimdiki Ermenistan’ın XX. Yüzyılın başlarına kadar bir Türk yurdu olan Zengibasar bölgesinde Katak/Kotayk adlı bir Türk boyundan söz edilmetedir. Bunların varlığına ilk kez VII. Yüzyıl Grabarca kaynaklarında rastlanmaktadır. Kotak adının Ortaçağ kaynaklarında geçen Gödek olduğu ve bunların bir Türk topluluğu olduğu bilinmektedir (19). Katak/Gödeklerle birlikte şimdiki Ermenistan’ın Syuni (eski Gökçe) bölgesinede yerleşmiş diğer bir Türk boyu da Sadak adını taşıyordu. Sadak, Türkçe’de “ok kılıfı” anlamına gelmektedir. Grabarca kaynaklarda bunların oturdukları bölgeler Sodk olarak geçmektedir. Albaya kaynaklarında ise Sode ve Dovdey adlarına rastlanmaktadır. II. Yüzyıl Romalı tarihçi Ptolemeus Sodukene (Soduk-ene) yerleşim alanından söz etmektedir. daha 1727 yılında Karabağ bölgesinde Türklerin oturdukları Sadak-Tor denilen bir dağlık alan buluuyordu. Bu adı Soğdak/Soğd’la da eşleştirenler vardı. Ancak XVI. Yüzyıl Türkmenistan bölgesinde Sadak adlı Türk boyundan söz edilmektedir (20). Bu ad sonraki dönemlerde karşımıza Sadahlı olarak çıkmaktadır. Öte yandan bu isme sadece şimdiki Ermenistan bölgesinde değil, Aran ve Azerbaycan coğrafyasında da rastlanılmaktadır. Anlaşılan, Sadaklar geniş bir alana yayılmışlardır.
Erken Ortaçağ Armini bölgesinde önemli bir yer işgal eden en önemli Türk topluluğu Çinli veya Cinli denilen ve Hıristiyanlığı kabul etmelerine karşılık uzun bir süre Türklüklerini muhafaza eden ve üç yüzyıl boyunca bölgenin askeri idaresini ellerinde bulunduran Mamikonyanlar olmuşlardır. Çağdaş Ermenistan tarihçiliğinde Mamikonyanlara büyük atıflar yapılsa da nedense onların etnik kimliği üzerinde hiç durulmamış, benzer tavrı Batı ve Sovyet tarihçileri de sergilemişlerdir. Arap fetihleri öncesinde Ermeniyye’nin bir Türk yurdu olarak Müslüman-Arapların kafasında canlandıranlar da bu hanedan olmuştur.
Eski kaynakların verdiği bilgiye göre, sonuncu Armini’de hüküm süren Arşaklı hükümdarı Hüsrev döneminde (217-238) veya Sâsânî hükümdarı I. Şapur döneminde (241-272) Çenestan bölgesinden Mamigun ve Konak adlı iki Türk kalabalık bir kafileyle İran’a geldiler. İran hükümdarı onları ülke içinde barındırmayarak kuzey-batı yönünde yerleşmelerine müsaade etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Mamigun ve Konak da kendi çadırlarını toplayarak Armini bölgesine buradaki İskit-Part kökenli Arşaklı hanedanına bağlı topraklara yerleştiler. Bunlara Çin’den geldiklerinden dolayı genel anlamda Çinli, daha sonraları halk dilinde Cinli denilmekteydi. Mamigun ve Konak başkanlığındaki Armini bölgesine gelen bu yeni Türk kafilesi askeri bakımdan önemli bir güç teşkil ettiklerinden Arşaklı hükümdarlar tarafından askeri idarenin başına getirileceklerdir. Daha V. Yüzyılda bile bunların Türklüklerini sıkı biçimde muhafaza ettikleri Grabarca yazan eski dönem müelliflerden Favstos Buzand’da yer alan bir bilgiden de anlaşılamktadır. Buna göre, Manvel Mamikonyan kardeşi Muşel’i öldüren Armini hükümdarı Varazdat’a şunları söylemiştir: “Biz sizin köleleriniz değiliz, sizinle yoldaşız ve hatta sizden daha yüksekteyiz. Zira, bizim atalarımız Cinlilerin ülkesinin hükümdarları olmuşlar ve kardeşler arasında patlak veren çekişme sonucunda bundan dolayı kardeş kanı akmasın diye orasını terketmişiz. Amacımız sükunete ulaşıp gelip buralarda yerleşmek olmuştur” (21).
Buradan onların Çin’de egemenlik etmiş Hunlardan bir boy oldukları anlaşılmaktadır. Nitekim başbuğlarının taşıdıkları Mamigun ve Konak adlarına da Türkler arasında sıkca rastlamaktayız (22). Arşaklı hükümdar Hüsrev ilbeyi (naharar) unvanı vererek Taron (şimdiki Muş-Bitlis) bölgesini de tümden onlara tahsis etmiştir. IV. Yüzyıldan VIII. Yüzyılın sonlarına kadar Armini bölgesnin ordu komutanları (sparapet) Mamigun soyundan çıkmıştır. Bunların adı Ermeni kaynaklarında Mamikonian veya Mamikonyan’a (-an -yan Pehlevice –lar, -ler ekidir) dönüştürülerek sonradan Ermenileştirilmek istenmiştir.
Cahiliye dönemi arap kaynaklarında yer alan Türk-Eftalit işte Ermeniyye’de yerleşen bu kalabalık Mamigun ve Konak’ın emrindeki Türkleri ifade ediyordu. Tarihçilikte bunların Çin’den Ermeniyye’ye kadar yolculukları hakkında hiçbir şey denilmemektedir. Ancak bazı ufak çaplı bilgiler bu durumu aydınlatmak için yeterlidir. Her şeyden önce Ermeniyye/Armini bölgesine gelip yerleşen ve buradaki Arşaklı hanedanlığının askeri idaresini ellerine geçiren Mamikonyanlar’ın kökeni araştırılmalıdır. Yukarıda Favstos Buzand’dan altıladığımız bilgi, onların Çin tarafında ortaya çıkan bir iç kargaşa yüzünden yurtlarını terk edip geldiklerini ortaya koymaktadır. Zira, Mamigun ve Konak’ın Ermeniyye’de yerleşmesi Arşaklı Hüsrev (217-238) veya Sâsânî I. Şapur (241-272) dönemlerine denk geliyorsa, o zaman bunların Çin’den çıkması için uzun bir süre gerekmektedir. Bu sorunu çözmek için ilgimizi Orta Asya’daki gelişmelere çevirmemiz gerekmektedir.
Romalı tarihçi Ammianus Marsellinus’a göre, Sâsânî Devleti’nin kuzey-doğu hudutlarında Chionitae (Kionit/Hyonit) adı verilen kavimler oturmaktaydı (23). Batılı kaynaklar bunlardan Karmir Hyon, Kermichion, Hermichion olarak da söz etmekteler. Burada Karmir, Kermir, Hermi sözcükleri “kırmız” anlamında olup Kırmızı Hunlar kastedilmektedir (24). Bu durum Kırmızı Hun, Ak Hun ve Eftalitler arasındaki benzerlikler ve farklılıklar sorununu gündeme taşımaktadır. Bunlar her üçünün de Türk olduklarına kuşku duyulmasa da Türklerin hangi zümresine bağlı oldukları ve hangi tarihte ortaya çıktıkları tartışmalıdır. Prokopios’un bir kaydına göre, yaklaşık 550 yılında Hirkania (Hazar Denizi) çevresinde Ak Hunlar oturmaktaydılar. Daha da önemlisi müellife göre, bunlar göçebe olmayıp eskiden beri bu topraklarda oturmaktaydılar. Fiziksel yapıları da diğer Hunlardan farklı olup beyaz tenliydiler (25). Bu durum Kırmızı Hunlar ile Ak Hunlar arasında fiziksel olarak da bazı ufak farkların olduğunu düşündürtmektedir (26). Hyon (Hun) adı Avesta’da ve Viştasp hikayelerinde de geçmektedir. Hyonların Horasan sınırlarında gözükmeleri m.ö. I. Yüzyıla rastlamaktadır (27). Bu bilgiler Horasan civarına birbirinin peşi sıra üç farklı dönemde Türk göçünün gerçekleştiği ortaya çıkmaktadır.
I. Kırmızı Hyonların göçleri – M.Ö. I. Yüzyıl;
II. Ak Hunların göçleri – miladi 350 yılda;
III. Eftalit (Ak Ti veya Uar Hun) göçleri – miladi V. Yüzyılın başları;
Ermeniyye bölgesine gelen Mamigunlar bunlardan dönem itibariyle ilk Türk göçüne, yani m.ö. I. Yüzyılda yapılan Hyon/Hun göçüne rastlamaktadır. Muhtemelen Mamigunlar’ın göçü duraksamalar halinde Ermeniyye’ye kadar uzanmıştır. Öte yandan Favstos Buzand’ın sözünü ettiği Manvel Mamikonyan’ın (Mamigun) “Çin’de bir iç kargaşa yüzünden göçüp buralara geldik” ifadesi m.ö. I. Yüzyılda Büyük Hun İmparatorluğunun içine düştüğü karmaşayı ve siyasi krizi tanımlamaktadır. W. Samolin bir çalışmasında, 89-91 yılında Hunlar’ın aldıkları ağır yenilgiler yüzünden bazı kesimlerinin batıya kaydığını belirtmektedir. Ona göre, yurtlarını terk eden kavimler arasında Hyon/Kion boyları da bulunuyordu. bir Hun başbuğunun önderliğinde hızla batıya yol alan Hyonlar önce Soğdiyana (Soğdak), ardından da Partlar’ın ülkesine sokuldular (28).
Partlar İskit kökenli Turanit bir topluluk olduklarından sürekli dışarıdan gelen Türk göçlerini kabul etmişlerdir. Nitekim aldıkları bu destekle de uzun yıllar Roma’ya karşı koymuşlardır. Partlar’ın çözülmeğe doğru itildikleri bir dönemde Horasan’dan içeriğe dalan Hyon/Hun göçü Partlar için ülkenin güneyinde huzursuzluk çıkaran Sâsânîlere karşı hayati bir anlam taşımıştır. Partlar gelen Türk göçebelerine yerleşim alanları tahsis etmekte, onlarda buna karşılık Part askeri savaşlarında gönüllü olarak hizmet etmekteydiler. Mamigunlar Part devletinin sonları ile Sâsânîlerin hakimiyete gelişi sırasında ortaya çıktıklarından onların Hunlardan bir grup olduklarına kuşku duyulmamaktadır. Nitekim, onların hemen peşinden Ak-Hunlar 350 yılında gelip Horasan’a kadar olan bölgelerde yerleşmiş ve kendi devletlerini kurmuşlardır (29). Ancak Ak-Hunların ortaya çıktığı dönemde artık Part Devlet’i tarihe karışmış, Sâsânîler İran’ın merkezi bölgelerinde hakimiyeti ellerine almışlardır. Buna rağmen Sâsânîler de Horasan ve Güney Kafkasya’dan devleti sıkıştıran Türkler’le iyi geçinmeğe çalışmış ve onları Roma’ya karşı yürüttükleri savaşa ortak etmişlerdir. Örneğin, 350 yılında Roma’ya karşı bir Sâsânî – Hyon – Kuşan ittifakından söz edilmektedir. Romalı müellif Marcellinus’a göre, 358 yılında Amida kuşatması sırasında Roma karşısına dikilen Sâsânî ordularının sol cinahını tümden Hunlar oluşturmakta ve onların başında hükümdarları Grumbates (Kurumbat) durmaktaydı(30).
Ermeniyye’de yerleşen Mamigınlar da bu savaşta Sâsânîler safında yer almış ve kendi konumlarını tescillemişlerdir. Muhtemelen bu tarihten itibaren de Mamigunlar ailesi Ermeniyye’deki askeri yönetimi kendi ellerine geçirmişlerdir. Favstos Buzand, Ermeniyye’de ordu komutanlığı yapmış Mamigunlar ailesinden çıkmış komutanları listesini vermiştir: Vaçe, Vasik, Artavazd, Samuel, Muşel, Artaşes, Manvel, Vardan, Amayak, Vagan, Vard, Amazasp, Grigor, Behram ved. bunlardan Vaçe, Vasik, Amayak, Vasak, Vargan ve Manvel isimleri Eski Türkçe isimlere uygun düşmektedir. Diğerleri ise artık Hıristiyanlık izleri taşırlar (31).
Hazar’ın doğu ve batısını ellerinde bulunduran ve İran’ın içlerine doğru geniş bir toprak parçasını ellerinde bulunduran bu Türk toplulukları komşuları tarafından hep “Türk-Eftalit” olarak anılmışlardır. Nitekim, cahiliye dönemi Arap edebiyatına ve Erken İslam kaynaklarına da bunlar aynı isimle girmişlerdir(32). Her halde Eftalifler en son sahneye çıktıklarından Arap kaynaklarında da bu isimle kalmışlardır. Eftalitler, köken olarak Töleslerin cetleri Türklerin Ti gruplarındandı. Yaygın bir görüşe göre, Eftalit adı Ak-Ti adının bozulmuş biçimidir. Arap kaynaklarında bunlar Eptalit, Eftalit, Heptalit olarak geçmektedir.
Eftalitlerin tarih sahnesine çıkışları 400’lü yıllara tastlamaktadır. 450 yılında Sâsânî ve Arap kaynaklarında Eftalit adının Türk adının karşılığı olarak pekişmesi bunun eyani kanıtıdır (33). Bu dönemde Hunlar artık Sâsânî Devleti’nin varlığını tehdit edecek boyuta gelmişlerdir. Öte yandan tarihsel bilgilerin örtüşmesi bu tarihte Hazarın güney-doğusu ile güney-batısında yer alan kalabalık Türklerin ortak hareket ettiği gözükmektedir. Bunu kanıtlayacak en önemli olay 450-480 yılında Sâsânîler’in doğu ve batıda Eftalitlerle Mamigun ve Albanlarla 20 yıldan fazla kıyasıya bir savaş yapmaları ve bunun sonucunda Eftalitler’in siyasi iradesine boyu eğerek yıllık vergi ödemek zorunda kalmalarıdır (34).
Bunun üzerine Sâsânîler bölgedeki küçük toplulukları derleyerek Hun gücüne karşı koymaktaydılar. Örneğin, 364-368 yılında Hay kökenli Bizans’a ait toprakalrda yaşayan bir nahar Sâsânîlerle ittifak ederek Mamigunların vatanına saldırmıştır. Bunun nedeni, Türklerin daha bu dönemde Bizans’ın ortalarına kadar yarıp geçen akınlar yapmasıydı. Tıpkı Selçuklular döneminde olduğu gibi, kalabalık Hun grupları Horasan’dan İran’ın kuzeyi boyunca rahat hareket ederek Bizans’ın ortalarına ve Kuzey Suriye’ye kadar feth hareketleri düzenliyorlardı. Aynı saldırılar Avrupa cephesinde de yaşanmaktaydı. 430 yılında Basik isimli bir Hun komutanı Güney-Doğu Avrupa’nın tamamını eline geçirmişti. Tüm bunlar o dönemde Araplar dahil diğer çevre ülkelerinde Türk-Hunlar hakkında hiçbir tasavvur uyandırmadığını savunmak için yeterli değildir. 450-480 Turan-İran savaşlarında Hun-Eftalitler Horasan ve Azerbaycan yönünde Sâsânîleri peşpeşe büyük yenilgiye uğratmışlardır. Sâsânî orduları doğuda Nişabur’un, batıda ise Maku’nun ötesine geçemiyorlardı. 455 yılında Hunlar Horasan’ın tamamını ellerine geçirirken, 450 yılında Mamigunlardan Vasak Mamigun Halhal civarında Sâsânî birliklerini feci bir yenilgiye uğratmıştır. Bu savaşta İskit kökenli Alban kabimleri de onun yanında yer almışlardır. 451 yılında cereyan eden savaşlarda Vardan Mamigun başkanlığındaki Ermeniyye Türkleri Maku civarındaki Zengimar nehri kıyısında Avarar denilen ovada Sâsânîleri bir kez daha yenilgiye uğratmıştır. 482 yılında Vasak Mamigun Artaz bölgesinde bir kez daha Sâsânîlere yenilgini tattırmıştır. Tam bu sırada Hazarlar’ın Albanya üzerinden Aras nehrine kadar ilerledikleri ve Şirvan bölgesini elelrine geçirdikleri kaydedilmektedir(35).
Tüm bu bilgiler m.ö. VI. Yüzyılda bir İskit ülkesi haline gelen Armini bölgesinin miladi başlarında yapılan yoğun Türk yerlşemeleriyle Erken Ortaçağda artık bir Türk yurdu konumuna geldiğini göstermektedir. Nitekim, cahiliye dönemi Arapları ve İslam’ın ortaya çıkışı sırasında Hz. Muhammed’e önerilen “Türk ülkesine sığınması” önerisi Ermeniyye’ye denk gelmektedir. Ancak, Hıristiyanlığın hızla Ermeniyye’de yayılmasıyla buradaki yerleşik Türk unsuru erimeğe başlamış yerel kimlikle (bu kimlik sanıldığının aksine Hay/Ermeni kimliği olmayıp eski Hurri ve Urartuların kalıntıları olan Haldey kimliğiydi) bütünleşerek dilsel ve kültürel anlamda Türklüklerini kaybetmeğe başlamışlardır.



Notlar:
1.Bu mısralar Cahiz’in Kitabü’l-hayvan adlı eserinde geçmektedir. Bkz. Gamberli, Türk, s. 81-82.
2.Aynı eser, s. 92.
3.Aynı yer; Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk, s. 50. Her iki kaynak bu şiiri Cahiz’in Selese Resail (Leyden 1903, s. 50) eserine istinat etmekteler.
4.Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk, s. 52.
5.Bu konuda geniş bilgi için bkz. Dyakonov İ. M, Predistoriya armyanskogo naroda, Moskva 1967, s. 220, 226, 234, 236 n. 116; Çağdaş Ermeni tarihçisi G. Kapansyan bu adı “Or(o)m” biçiminde okuyarak bu adı Balkan Frigleriyle bağlamak istemişse de kanıtlayamamıştır.
6.Şimdiki Ermeniler hâlâ kendi aralarında Hay adını kullanırken, Gürcüler Somheti (bu ad Gürcüce Yukarı Ülke anlamına gelmektedir), Batı ve Rus kaynakları Armeni, Türkler ise Ermeni demektedirler. Dyakonov, Predistoriya, s. 226-232.
7.Kapanyan G. A, İstoriko-lingvistiçeskie rabotı. K naçalnoy istorii armyan. Drevnyaya Malaya Aziya, Erevan 1956, s. 155.
8.Dyakonov, Predistoriya, s. 174; Horenli’de geçen ve Grabarca Sakordi olarak gösterilen bu isim genelde hep “Sak oğlu” olarak tercüme edilmiş ve açıklanmıştır. Ancak Grabarca’da “ordi” sözünün karşılığı yoktur. Ayrıca bunun neden “oğlu” gibi tercüme edildiği de naşirlerce belirtilmemektedir. “Ordi”, Ermeni kaynaklarına geçen Türkçe “yurt” sözcüğünün bozulmuş biçimidir. Bundan dolayı Horenli’deki “Sakordi” – “Sak yurtlu” olarak tercüme edilmelidir. Buradan da Armeni’deki ilk devlet kuran hanedanın “Sak yurtlu” hükümdarlar olduğu anlaşılacaktır.
9.Ksenefont, Anabasis, IV:18.
10.İstoriya Armenii Moiseya Horenskogo, Moskva 1893, II:56 (bundan sonra Horenli).
11.Kol/Kul boylarının bir Türk-Peçenek boyu olduğunu aynı isim altında Kıpçak Bozkırlarında oturan Türkler arasında da bu kavime rastlamamız kanıtlamaktadır. Gerek Peçenekler, gerekse de Kıpçaklar arasında Kul adlı bir Türk boyu bulunmaktadır. Geybullayev G, Gedim Türkler ve Ermenistan, Bakı 1992, s. 110.
12.Vanandlar hakkında bkz. Horenli, III:44.
13.Çakarlar daha sonra Erdebil bölgesinde karşımıza çıkacak Çakurlu boylarının cetleridirler.
14.Armyanskaya geografiya VII veka, SPb. 1877, s. 35.
15.Horenli, II:58.
16.Bu ad 1590 tarihli İrevan eyalet defterlerinde “Çakarşin” olarak geçmektedir. Bkz. İrevan Eyaleti Mufassal Defteri, İstanbul Başbakanlık Arşini, No: 633, s. 59.
17.Kengerlerle ilgili geniş bilgi için bkz. Klyaştornıy S. G, Drevnetyurkskie runiçeskie pamyatniki kak istoçnik po istorii Sredney Azii, Moskva 1964, s. 159; Geybullayev, Gedim Türkler, s. 111.
18.Adonts N. G, Armeniya v epohu Yustininana, SPb. 1908, s. 222.
19.Armyanskaya geografiya VII veka, s. 53.
20.Sadak hakkında bkz. Armyanskaya geografiya VII veka, s. 48; Eremyan S. T, “Rannefeodalnıe gosudarstva Zakavkazya v III – VII vv.”, Oçerki istorii SSSR, Moskva 1968, s. 303; Geybullayev, Gedim Türkler, s. 117.
21.İstoriya Armeniya Favsta Buzanda, Erevan 1953, V:34 (bundan sonra Buzand).
22.Çingiz Han’ın bir komutanı Çurmagun, onun oğlu ise Abugun adını taşımıştır. İlhanlılarda Argun adlı hükümdara rastlanmaktadır. Türk kökenli Basillerin hükümdarı Katargun adını taşımıştır. Yine Attila’nın Edegun adlı bir oğlu olduğu belirtilmektedir. Konak adına gelince özellikle Bulgarlar arasında Kunak isimli hükümdarlar bulunmaktadır. Bkz. Bakühanov A, Gülistan-i İrem, Bakü 1951, s. 43; Feofilakt Simokatta, İstoriya, Moskva 1957, s. 161.
23.Mcartney C. A, “On the Greek Sources for the History of Turks”, BSOAS, XI, 1943-1946, s. 266-275; Necef E. N – Annaberdiyev A, Hazar Ötesi Türkmenleri, İstanbul 2003, s. 91.
24.Czeglédy K, Bozkır Kavimlerinin Doğudan Batıya Göçleri, çev. E. Çoban, İstanbul 1998, s. 57.
25.Aynı eser, s. 59; Necef – Annaberdiyev, Hazar Ötesi, s. 92.
26.Eski Türklerin anlayışında yönlere, mistik anlamlara ve fiziksel yapılarına (hatta taktıkları başlıklarına) göre Türk topluluklarının Ak Ti, Kırmızı Ti, Yeşil Ti; Ak Hun, Kırmızı Hun, Ak Koyunlu, Kara Koyunlu, Kızılbaş, Akbaş (Osmanlı), Yeşilbaş (Şibanlı) tanımlandıkları bilinmektedir.
27.Czeklédy, Bozkır Kavimleri, s. 60-61.
28.Samolin W, “Hun, Gun, Turk”, CAJ, 1957-1958, III, s. 143-150.
29.Necef – Annaberdiyev, Hazar Ötesi, s. 94.
30.Shiratori K, “On the Territory of Hun Prince Hsiu t’u Wang”, MRDTB, 1930, s. 1-77.
31.Buzand, III:18.
32.Taberi ve Mes’udî onları “Türk” ve “Eftalit” olarak vurgulamaktadır. Bkz. Taberi, II, s. 867, 1879-1965.
33.Necef – Annaberdiyev, Hazar Ötesi, s. 99.
34.Aynı yer.
35.Balazurî, Futuh el-Buldan, Leyden 1876, s. 194; İbnü’l-Esir, el-Kamil, I, s. 319; Dunlop D. M, The History of the Jewich Khazars, Princeton 1954, s. 20.