Pazartesi, Ocak 28, 2008

Hz. Peygambere İltica Etmesi Önerilen Türk-Eftalit Ülkesi Neresidir?

Arap edebiyatında Türkler’le ilgili kullanılan yakıştırmalar, ifadeler çok daha eski dönemlere uzanmaktadır. Yani, Türk adı ve özelliği cahiliye dönemi şiirlerinde de konu edilmiştir. Örneğin, 542 yılında vefat etmiş cahiliye döneminin ünlü şairlerinden Şemmah b. Zirare, “Türk hakanı” tanımını şiirlerinde “umut ve yardım isteği” anlamında kullanmaktadır:
Benden Hakan’a (haber) ulaştıracak bir kimse yok mu?
(Ona söyleye) Sen, kış tüm şiddetiyle cereyan ettiği zaman bir bizi düşün.
Çocukları, zamanın darbesini yemiş ihtiyarları kendi kanatların altına al,
(Nice ki) kuluçyaka yatmış tavuğun yavruları da kargaşa çıktığında
Horozun peşine takılıp onun himayesine sığınırlar. (1)
Cahiliye dönemi, yani İslamiyet öncesi Türk-Arap ilişkilerinin olmadığını savunan tarihçilkteki yaygın tez söz konusu bu türden kıyıda köşede kalmış ufak çaplı bilgilerle tezat teşkil etmektedir. Bu türden bilgiler bir araya getirildiğinde Arap-Türk temaslarının İslamiyetten öncede uzun bir tarihi olduğu ortaya çıkmaktadır. Örneğin, cahiliye dönemi şairlerinden Nabiga ez-Zubtanî (öl. 604) bir şiirinde Gassanîler’le Türkler’in ve Eftalitler’in ilişkisine dokunmaktadır. O, şiirinde şöyle demektedir:
Gassanîler’de iki acemi kavim (yabancı boy) olan Türk ve Eftalitler de,
Oturup onun (İbn Haris’in öteki dünyadan) dönmesini bekliyorlar. (2)
Bu şiirde Gassanîler arasında Türk ve Eftalitlerden iki boyun yaşadığına vurgu yapılmakta ve onlar Arap olmayan acemi topluluklar gibi değerlendirilmektedir. Gassanîler’in Arabistan coğrafyasında yer aldıkları düşünülürse VI. Yüzyılda bu bölgede Türk ve Eftalit boylarının yerleşmesi ilginçtir. Bu ve benzeri bilgiler, Türklerin Ön Asya ile temasının oldukça eski döneme dayandığını göstermektedir. Bu bilgiler kuşkuyla karşılanabilir veya bir benzetme olarak tanımlanabilirdi, ancak bir diğer cahiliye şairi Tamim kabilesinden Beni-Numir’e bağlı Avsiyye şiir okulunun kurucusu Avs b. Hacer’in (öl. 620) Arap coğrafyasında “ellerinde av kuşları olan Türklere” rastlamasını betimleyen şiiri bu kuşkuları gidermektedir:
Ellerinde av katralları olan sarışın bıyıklı Türk yiğitlerini görünce,
Suyu onlar için terk ettim ve deveme atlayıp aradan çıktım (3)
Çok daha ilginç bir bilgiye ise el-E’şâ Hamdan’ın (öl. 621) kendi keyf meclisini anlattığı hikayesinde rastlamaktayız. O şunları aktarmaktadır: “Ben (o gecelerde) şerap içerken Türkler ve Eftalitler çevremde kaçışıyorlardı”. (4)
Adı geçen şairlerin Türk ülkelerinde olmadıkları göz önüne alınırsa, sözünü ettikleri Türk ve Eftlitlere kendi ülkelerinin sınırları içinde rastladıkları bir gerçektir. Bu da İslamiyet’in ortaya çıkışından epey önce Suriye bölgesine ve daha güneylere kadar Türk göçlerinin yapıldığını ortaya koymaktadır.
Türk-Eftalit (Ak-Hun, Uar-Hun, Hyon) adının Araplar için belirsiz olmadığını kanıtlayan elimizde bir bilgi daha bulunmaktadır. Söz konusu bu bilgi İbn Hişam’ın es-Suret adlı eserinde yer almaktadır. Bu bilgiye göre, düşmanları Hz. Muhammed’i sıkıştırınca, onun hamisi olan amcası Ebu Talib’e bir öneride bulunmuşlardır. Bu öneriye Hz. Muhammed’in Türkler’in ve Eftalitler’in ülkesine sığınmasından ibaretti. Ancak önerini geri çeviren Ebu Talib ölene kadar yeğenini koruyacağına söz vermiş ve din düşmanlarına 94 beyitten oluşan bir kaside yazmıştır. Hişam bu kasideni eserine almıştır. Kasidenin bir yerinde Hz. Muhammed’e önerilen Türk-Eftalit ülkesine sığınmasına da yer verilmektedir:
Düşmanlar bizim gücümüze boyun eğip zelil olurlar,
Her ne kadar onlar bizim Türk ve Eftalitlerin kapılarına soğınmamızı istiyorlar.
Allah’ın evine (Ka’be) yemin ederiz ki sizler yalan söylüyorsunuz,
İşlerinizi karıştırmayınca Mekke’ni terk eden değiliz.
Bütün bunlar İslamiyetten önce ve İslam’ı ortaya çıktığı sırada Araplar arasında “Türk-Eftalitler” hakkında ve onların ülkesiyle ilgili geniş tasavvurun yer aldığını göstermektedir. Ayrıca, peygambere yapılan öneri “Türk-Eftalit ülkesinin” Arap coğrafyasından pek uzakta, çağdaş Batılı kaynakların vurguladıkları gibi Orta Asya’da olmadığını da göstermektedir. Bu durumda ortaya şöyle bir soru çıkmaktadır: Arapların gayet iyi tanıdıkları, temasta bulundukları ve hatta peygamberin buraya sığınmasını önerecek kadar rahat ve sorunsuz buldukları Türk-Eftalit ülkesi neresiydi? Söz konusu bu ülke Ermeniyye olmuştur.
***
İslamiyetin ortaya çıktığı sıralarda sonradan Müslüman-Arap kaynaklarında tanımlanan Ermeniyye (eski Armini/Armeni) ve Arran (eski Albanya/Aran) bölgesinde, yani şimdiki Azerbaycan, Ermenistan ve Doğu Anadolu bölgelerinde kalabalık bir Türk topluluğu oturmaktaydı. M.Ö. IV. Yüzyıla kadar bu coğrafyada kalabalık İskit/İşguz nüfusu yer almaktaydı. M.Ö. IV. Yüzyılda bunlar kendi içlerinde çeşitli boylara ayrılmış ve yeni siyasi oluşumlar ortaya çıkartmışlardır. M.Ö. IV. Yüzyıldan itibaren bunlara Hun ve Ogur boyları da katılmağa başlamıştır. Miladi V. Yüzyıla gelindiğinde bu geniş coğrafyanın tamamı Saklar, Sisaklar, Gugar/Gogar, Pasianlar, Alban/Yüeban, Aran, Şirak/Sirak, Gargar gibi İşguz boyları dışında, Çinli/Cinli, Kenger, Peçenek, Bulgar, Hun, Sul/Çul, Hazar, Oğuz, Sabir, Katak/Gödek, Sadak/Sudak, Goroz/Gorus (Hurs/Horoz), Ogur gibi Türk boylarınca paylaşılmıştır. Bu Türk grupları arasında IV. Yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık hızla yayılması sonucunda Türkler yerleşik bir unsur konumuna gelerek diğer göçebe Türk grupları karşısında dinsel-yerleşik bir sosyal kimliğe dönüşmekteydiler. Bunlar zamanla coğrafi tanım olan Armini/Armeni/Ermeni adı altında anılmağa başlamışlardır.
Armini/Armeni/Ermeni adı ilk kez Biaini veya Urartu kaynaklarında geçmektedir. Armini adındaki Armi/Arme (bu Urme gibi de okunmaya müsaaittir) Şupria eyaletinin eski adıydı. Biaini (Asurîler onlara Urartu adını vermişlerdir) dilince “ini” – “yer, mekan bildiren” ektir. Urartuların kendi ülkeleri için kullandıkları Bia-ini, Kür nehri bölgesi için kullandıkları Kuriani coğrafi isimleri gibi. Bu durumda en eski kaynaklarda Armini/Armeni adı “Armi’de oturan, Arminili” anlamında karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan adı geçen eyalette oturmuş Hurri, Luviya, Haldeyler, İskitler, Türkler, şimdiki Ermeniler eyaletin adıyla anılmışlardır (5). Öte yandan Frigler’den küçük bir grup olarak bölgeye gelmiş şimdiki Ermenilerin cedleri önce Hayasa eyaletinde oturduklarından Hay, ardından Armini bölgesine yerleştirklerinden de Armeni/Ermeni adını almışlardır (6). Urartu Devleti ortadan kalktıktan sonra Armini adı tüm Urartu sahasına verilmiştir. Örneğin, Bisütun yazıtlarında artık Urartu değil, bölge için genel bir Armini adı geçmektedir. Persler Urartu karşılığı Armini adını Maday, Elam ve Babiller’den almışlardır. Coğrafi anlamda XI-XII. Yüzyıllara kadar bu adın kullanıldığı bu tarihten sonra ise unutulduğu görülmektedir. İlginçtir, Kitab-i Dede Korkut destanlarında bölge için Oğuz Éli adı kullanılmaktadır. Şimdiki Ermenilerin cetlerinin bölgeye nasıl geldiğine gelince bazı Ermeni tarihçilerinin de savundukları temel görüş şudur: Asur ve Urartu kaynaklarında adları Gamirri olarak geçen Kimmerler, M.Ö. 652 yılında Anadolu’ya sokulmuş ve Frigiya Devleti’ne son vermişlerdir. Kimmerler geri dönüşleri sırasında bir grup Frigi esir olarak kendileriyle birlikte Hayasa eyaletine göç ettirmişlerdir (7). Böylece şimdiki Ermenilerin cetleri bu şekilde tarih sahnesine çıkmış, ancak Rusya’nın XVIII. Yüzyılda bölgeye müdahelesinden sonra toplu halde derlenmeğe başlanmışlardır. Bu süre boyunca onların ayakta kalmasının en önemli gerekçe Grigoryenlik olmuştur. Bu dönem sürecinde Ermeniler ciddi etkileşim geçirmiş, XIV. Yüzyıldan itibaren Batı ekseninde kendi tarihlerini bölge tarihiyle bağlaştırarak Armini eyalet tarihini etniksel Ermeni adıyla bütünleştirmişlerdir. Nitekim Grabarca yazılı kaynaklarda bu durum en ince ayrıntısına kadar anlaşılmaktadır. Movsey Horenli gibi Ermeni müellifi dahi coğrafi anlamda Armini bölgesinin tarihini İskitlere bağlarken, küçük “Hay” topluluğu için şöyle bir açıklamada bulunmaktadır: “biz, küçük, sayısı az, zayıf ve genelde başkalarının egemenliğinde yaşayan halkız”. Öte yandan müelli, Armini bölgesinin tarihini ise “Sakordi” hükümdarlarıyla başladığını belirtmektedir (8). Nitekim, Armini bölgesinde ortaya çıkacak siyasi oluşumlar İskit/İşguz kökenlidir. “Büyük Armini” denilen bölgenin hakimleri de İskit/İşguz hükümdarları olmuşlardır. Onların hakimiyetine son veren Part kökenli Arşakların kurdukları Arşaguniler de İskit kökenliydi. Onları takiben bu coğrafyada ortaya çıkan Mamikonyanlar Türk “Çinli/Cinli” boyu olmuş Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Abbasiler döneminde bu bölgede kurulan Bagratuniler hanedanlığı ise Aşkenazi (İbraniliği kabul eden Türk) kökenliydi. Anlaşılan Batı, Sovyet ve çağdaş Ermenistan tarihçilerinin iddia ettikleri gibi Armini bölgesinde şimdiki Ermenilerin atalarına özgü siyasi bir oluşumun varlığı tarihe belli değildir. Bu iddianın destek görmesinin gerekçesi coğrafi anlamda Armini adıyla etnik anlamda Ermeni adının özleştirilmesidir.
Kimmer, İskit/İşguz, Sak boylarından sonra Armini ve Albanya bölgelerinde Türk oldukları kesin olan topluluklar yerleşmeğe başlamışlardır. M.Ö. IV. Yüzyılda Ksenefont Pasian adlı bir boyun Armini bölgesine yerleştiğini söylemektedir. Antik Yunan müellifinin, Pasianlar’ın hemen yanı başında Skiflerin yerleştiğinden söz etmesi, onların bir İşguz topluluğu olduğunu ve İskitlerle birlikte bölgeye geldiklerini ortaya koymaktadır (9). Eski Grekçe’de “ç” sesi olmadığından Paçian adı “Pasian” biçiminde geçmiştir. Bu ad Peçenek adının Grek ve Grabar kaynaklarında geçen biçimidir. Daha sonra Armini bölgesinde karşımıza çıkan Pasinuk ve Basian eyaletleri de Peçeneklerin adıyla başlıdır. Tarihçilerin Erken Ortaçağ’da bir Ermeni hanedanı olarak tanıttıkları Pasinuklar da Hıristiyanlaşmış-Gregoryenleşmiş Peçeneklerden öte başkaları olmamışlardır. Miladi başlarından itibaren Peçeneklere ait Baisan (şimdiki Kars) bölgesinde Bulgarları görmekteyiz. Peçenekler bölgede birden fazla boya ayrılmışlardır. Armini bölgesindeki Kol eyaleti de Peçenek boyu Kol/Gul boy adıyla bağlıdır (10).
Peçenekler eski kaynaklarda çeşitli isimlerle anılmışlardır. Antik çağ müelliflerinin eserinde Pasian adı dışında Panksan (Pamkçan), Bastarna (Baçtarna) adı, Eski Gürcü kayıtlarında Paçinik, VII. Yüzyıl Armini Coğrafyası eserinde ise Pokinak, Albanya kaynaklarında Pazkank, Arap kaynaklarında ise Bacunays isimlerine de rastlanmaktadır. Armini bölgesinde oturan Peçenekler kendileri de Kopon/Kapan, Kulpey/Kuloba, Kuyarçi/Gugarçi gibi boylara ayrılıyorlardı. Bu boylarla ilgili Ermeni kaynaklarında epeyce yer adları karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, ilk kez 1074 yılında kaydedilen Kapan adı Kopanlar’la, Kolb, Kolt, Kolman, Goğtan (Grabarca’da “l” sesi “ğ” sesine dönüşmektedir: Goltan-Goğtan) eyalet ve bölge adları bu boyların adıyla bağlantılıdır (11).
Miladi başlarında Karadeniz’in kuzeyi istikametinde yayılan çeşitli Ogur gruplarına (On-ogur, Bitigur, Hun-ogur, Sarı-ogur, Bulgar, Kutigur ved.) mensup bazı Türk boylarının Kafkasya’ya sarktıkları ve kalabalıklar halinde Azerbaycan ile Ermeniyye bölgesine geliğ yerleştirkleri bilinmektedir. Bunlar arasında dikkati çeken en kalabalık Türk topluluğu Bulgarlardır. Artık II. Yüzyılda Araz nehrinin kuzey başlangıcında yer alan topraklar (Kars) Peçeneklerin adıyla Pasiana/Basiana adını taşımaktaydı. Burası otlak bakımından oldukça verimli bölgelerdi. Güney Kafkasya’ya inen kalabalık Bulgar göçlerinin Basiana yurduna gelip yerleşitkleri bilinmektedir. Bir kısmı ise yine Peçeneklerden Kul/Kol boylarına ait Kol eyaleti elleribe geçirmişlerdir. Söz konusu Bulgarlar arasında yer alan en kalabalık Türk boyu Vanand veya Benend olarak gösterilmektedir. Bunlar Armini bölgesinin Tayk Dağlarında (şimdiki Ermenistan ile Gürcistan sınırındaki dağlık alan) ve Ağrı bölgesinde uzun bir süre kendi adlarını taşıyacak Vanand yurtunu kuracaklardır. Vanand, Grabarca kaynaklarda Vğnd biçiminde de geçer ki bunların Vgundur/Bayandur adlı bir Ogur Türk grubu olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Oğuzlarla birlikte Anadolu’ya gelecek Bayandur boyları daha sonra bunların mirasını paylaşacaklardır (12).
Bölgeye gelen Bulgalar eski Peçenek yurtlarının önemli bir kısmını da ellerine geçirerek bir sonraki dönemlerde Kazan, Çakar (13), Kol/Kul, Kuvyar ve Basil/Barsil boylar kümesini oluşturuyorlardı. Bunlardan Barsiller’in kalabalık bir kitle halinde İdil boylarından gelip bölgeye yerleştikleri (14), bazı kollarının da Aran’da yurt tuttukları bilinmektedir. Grabarca yazılı kaynaklarda bunlardan “kudretli Basiller” diye söz edilmesi onların güçlü ve kalabalık olduklarına işarettir (15). Ortçağlarda bu boylar geride isimlerini bırararak diğer Türk boyları arasında veya Hıristiyanlaşarak erimişlerdir. Eski Sürmeli ve İrevan bölgelerinde 8 civarında Kazancı, 4 civarında Çakar (16) ve 10 civarında Kol yerleşim alanları bulunuyordu.
Armini bölgesinde, aynı zamanda Aran ve Azerbaycan’da yerleşmiş en kalabalık Türk grubu Kengerler’dir. Nunların varlığı daha 482 yılı olayları sırasında Sâsânî ve Grabarca kaynaklarda belirtilmektedir. Bilindiği gibi Orta Asya’da da Kang, Kanglı adlı bir boydan ve Kangyu/Kangkü ismini taşıyan bir yurttan söz edilmektedir. Eski kaynaklarda bunların adı Kangares, Kangar, Kenger olarak geçmektedir. Bunlar varlıklarını uzun bir süre devam ettirmişlerdir. XVIII. Yüzyılda Nahçıvan bölgesinde Kengerlere, şimdiki Gürcistan coğrafyasındaki Boyahmedli, Cinli ve Sefikürd adlı Kenger boylarına rastlanmaktadır (17).
Kengerlerin Armini bölgesinde geniş yerleşim alanları edindikleri bilinmektedir. VII. Yüzyıl Armini Coğrafyası adlı kaynakta Kenger/Kangar eyaletinden söz edilmektedir. Çağdaş Ermeni tarihçisi N. G. Adons söz konusu eyaletin şimdiki Ermenistan’ın İberiya (Gürcistan) ile sınır şeridinde bulunduğunu belirtmektedir. Bunun dışında şimdiki Ermenistan’ın çeşitli bölgelerinde Ortaçağlarda Kenger adlı epey yerleşim alanı bulunuyordu. (18)
Şimdiki Ermenistan’ın XX. Yüzyılın başlarına kadar bir Türk yurdu olan Zengibasar bölgesinde Katak/Kotayk adlı bir Türk boyundan söz edilmetedir. Bunların varlığına ilk kez VII. Yüzyıl Grabarca kaynaklarında rastlanmaktadır. Kotak adının Ortaçağ kaynaklarında geçen Gödek olduğu ve bunların bir Türk topluluğu olduğu bilinmektedir (19). Katak/Gödeklerle birlikte şimdiki Ermenistan’ın Syuni (eski Gökçe) bölgesinede yerleşmiş diğer bir Türk boyu da Sadak adını taşıyordu. Sadak, Türkçe’de “ok kılıfı” anlamına gelmektedir. Grabarca kaynaklarda bunların oturdukları bölgeler Sodk olarak geçmektedir. Albaya kaynaklarında ise Sode ve Dovdey adlarına rastlanmaktadır. II. Yüzyıl Romalı tarihçi Ptolemeus Sodukene (Soduk-ene) yerleşim alanından söz etmektedir. daha 1727 yılında Karabağ bölgesinde Türklerin oturdukları Sadak-Tor denilen bir dağlık alan buluuyordu. Bu adı Soğdak/Soğd’la da eşleştirenler vardı. Ancak XVI. Yüzyıl Türkmenistan bölgesinde Sadak adlı Türk boyundan söz edilmektedir (20). Bu ad sonraki dönemlerde karşımıza Sadahlı olarak çıkmaktadır. Öte yandan bu isme sadece şimdiki Ermenistan bölgesinde değil, Aran ve Azerbaycan coğrafyasında da rastlanılmaktadır. Anlaşılan, Sadaklar geniş bir alana yayılmışlardır.
Erken Ortaçağ Armini bölgesinde önemli bir yer işgal eden en önemli Türk topluluğu Çinli veya Cinli denilen ve Hıristiyanlığı kabul etmelerine karşılık uzun bir süre Türklüklerini muhafaza eden ve üç yüzyıl boyunca bölgenin askeri idaresini ellerinde bulunduran Mamikonyanlar olmuşlardır. Çağdaş Ermenistan tarihçiliğinde Mamikonyanlara büyük atıflar yapılsa da nedense onların etnik kimliği üzerinde hiç durulmamış, benzer tavrı Batı ve Sovyet tarihçileri de sergilemişlerdir. Arap fetihleri öncesinde Ermeniyye’nin bir Türk yurdu olarak Müslüman-Arapların kafasında canlandıranlar da bu hanedan olmuştur.
Eski kaynakların verdiği bilgiye göre, sonuncu Armini’de hüküm süren Arşaklı hükümdarı Hüsrev döneminde (217-238) veya Sâsânî hükümdarı I. Şapur döneminde (241-272) Çenestan bölgesinden Mamigun ve Konak adlı iki Türk kalabalık bir kafileyle İran’a geldiler. İran hükümdarı onları ülke içinde barındırmayarak kuzey-batı yönünde yerleşmelerine müsaade etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Mamigun ve Konak da kendi çadırlarını toplayarak Armini bölgesine buradaki İskit-Part kökenli Arşaklı hanedanına bağlı topraklara yerleştiler. Bunlara Çin’den geldiklerinden dolayı genel anlamda Çinli, daha sonraları halk dilinde Cinli denilmekteydi. Mamigun ve Konak başkanlığındaki Armini bölgesine gelen bu yeni Türk kafilesi askeri bakımdan önemli bir güç teşkil ettiklerinden Arşaklı hükümdarlar tarafından askeri idarenin başına getirileceklerdir. Daha V. Yüzyılda bile bunların Türklüklerini sıkı biçimde muhafaza ettikleri Grabarca yazan eski dönem müelliflerden Favstos Buzand’da yer alan bir bilgiden de anlaşılamktadır. Buna göre, Manvel Mamikonyan kardeşi Muşel’i öldüren Armini hükümdarı Varazdat’a şunları söylemiştir: “Biz sizin köleleriniz değiliz, sizinle yoldaşız ve hatta sizden daha yüksekteyiz. Zira, bizim atalarımız Cinlilerin ülkesinin hükümdarları olmuşlar ve kardeşler arasında patlak veren çekişme sonucunda bundan dolayı kardeş kanı akmasın diye orasını terketmişiz. Amacımız sükunete ulaşıp gelip buralarda yerleşmek olmuştur” (21).
Buradan onların Çin’de egemenlik etmiş Hunlardan bir boy oldukları anlaşılmaktadır. Nitekim başbuğlarının taşıdıkları Mamigun ve Konak adlarına da Türkler arasında sıkca rastlamaktayız (22). Arşaklı hükümdar Hüsrev ilbeyi (naharar) unvanı vererek Taron (şimdiki Muş-Bitlis) bölgesini de tümden onlara tahsis etmiştir. IV. Yüzyıldan VIII. Yüzyılın sonlarına kadar Armini bölgesnin ordu komutanları (sparapet) Mamigun soyundan çıkmıştır. Bunların adı Ermeni kaynaklarında Mamikonian veya Mamikonyan’a (-an -yan Pehlevice –lar, -ler ekidir) dönüştürülerek sonradan Ermenileştirilmek istenmiştir.
Cahiliye dönemi arap kaynaklarında yer alan Türk-Eftalit işte Ermeniyye’de yerleşen bu kalabalık Mamigun ve Konak’ın emrindeki Türkleri ifade ediyordu. Tarihçilikte bunların Çin’den Ermeniyye’ye kadar yolculukları hakkında hiçbir şey denilmemektedir. Ancak bazı ufak çaplı bilgiler bu durumu aydınlatmak için yeterlidir. Her şeyden önce Ermeniyye/Armini bölgesine gelip yerleşen ve buradaki Arşaklı hanedanlığının askeri idaresini ellerine geçiren Mamikonyanlar’ın kökeni araştırılmalıdır. Yukarıda Favstos Buzand’dan altıladığımız bilgi, onların Çin tarafında ortaya çıkan bir iç kargaşa yüzünden yurtlarını terk edip geldiklerini ortaya koymaktadır. Zira, Mamigun ve Konak’ın Ermeniyye’de yerleşmesi Arşaklı Hüsrev (217-238) veya Sâsânî I. Şapur (241-272) dönemlerine denk geliyorsa, o zaman bunların Çin’den çıkması için uzun bir süre gerekmektedir. Bu sorunu çözmek için ilgimizi Orta Asya’daki gelişmelere çevirmemiz gerekmektedir.
Romalı tarihçi Ammianus Marsellinus’a göre, Sâsânî Devleti’nin kuzey-doğu hudutlarında Chionitae (Kionit/Hyonit) adı verilen kavimler oturmaktaydı (23). Batılı kaynaklar bunlardan Karmir Hyon, Kermichion, Hermichion olarak da söz etmekteler. Burada Karmir, Kermir, Hermi sözcükleri “kırmız” anlamında olup Kırmızı Hunlar kastedilmektedir (24). Bu durum Kırmızı Hun, Ak Hun ve Eftalitler arasındaki benzerlikler ve farklılıklar sorununu gündeme taşımaktadır. Bunlar her üçünün de Türk olduklarına kuşku duyulmasa da Türklerin hangi zümresine bağlı oldukları ve hangi tarihte ortaya çıktıkları tartışmalıdır. Prokopios’un bir kaydına göre, yaklaşık 550 yılında Hirkania (Hazar Denizi) çevresinde Ak Hunlar oturmaktaydılar. Daha da önemlisi müellife göre, bunlar göçebe olmayıp eskiden beri bu topraklarda oturmaktaydılar. Fiziksel yapıları da diğer Hunlardan farklı olup beyaz tenliydiler (25). Bu durum Kırmızı Hunlar ile Ak Hunlar arasında fiziksel olarak da bazı ufak farkların olduğunu düşündürtmektedir (26). Hyon (Hun) adı Avesta’da ve Viştasp hikayelerinde de geçmektedir. Hyonların Horasan sınırlarında gözükmeleri m.ö. I. Yüzyıla rastlamaktadır (27). Bu bilgiler Horasan civarına birbirinin peşi sıra üç farklı dönemde Türk göçünün gerçekleştiği ortaya çıkmaktadır.
I. Kırmızı Hyonların göçleri – M.Ö. I. Yüzyıl;
II. Ak Hunların göçleri – miladi 350 yılda;
III. Eftalit (Ak Ti veya Uar Hun) göçleri – miladi V. Yüzyılın başları;
Ermeniyye bölgesine gelen Mamigunlar bunlardan dönem itibariyle ilk Türk göçüne, yani m.ö. I. Yüzyılda yapılan Hyon/Hun göçüne rastlamaktadır. Muhtemelen Mamigunlar’ın göçü duraksamalar halinde Ermeniyye’ye kadar uzanmıştır. Öte yandan Favstos Buzand’ın sözünü ettiği Manvel Mamikonyan’ın (Mamigun) “Çin’de bir iç kargaşa yüzünden göçüp buralara geldik” ifadesi m.ö. I. Yüzyılda Büyük Hun İmparatorluğunun içine düştüğü karmaşayı ve siyasi krizi tanımlamaktadır. W. Samolin bir çalışmasında, 89-91 yılında Hunlar’ın aldıkları ağır yenilgiler yüzünden bazı kesimlerinin batıya kaydığını belirtmektedir. Ona göre, yurtlarını terk eden kavimler arasında Hyon/Kion boyları da bulunuyordu. bir Hun başbuğunun önderliğinde hızla batıya yol alan Hyonlar önce Soğdiyana (Soğdak), ardından da Partlar’ın ülkesine sokuldular (28).
Partlar İskit kökenli Turanit bir topluluk olduklarından sürekli dışarıdan gelen Türk göçlerini kabul etmişlerdir. Nitekim aldıkları bu destekle de uzun yıllar Roma’ya karşı koymuşlardır. Partlar’ın çözülmeğe doğru itildikleri bir dönemde Horasan’dan içeriğe dalan Hyon/Hun göçü Partlar için ülkenin güneyinde huzursuzluk çıkaran Sâsânîlere karşı hayati bir anlam taşımıştır. Partlar gelen Türk göçebelerine yerleşim alanları tahsis etmekte, onlarda buna karşılık Part askeri savaşlarında gönüllü olarak hizmet etmekteydiler. Mamigunlar Part devletinin sonları ile Sâsânîlerin hakimiyete gelişi sırasında ortaya çıktıklarından onların Hunlardan bir grup olduklarına kuşku duyulmamaktadır. Nitekim, onların hemen peşinden Ak-Hunlar 350 yılında gelip Horasan’a kadar olan bölgelerde yerleşmiş ve kendi devletlerini kurmuşlardır (29). Ancak Ak-Hunların ortaya çıktığı dönemde artık Part Devlet’i tarihe karışmış, Sâsânîler İran’ın merkezi bölgelerinde hakimiyeti ellerine almışlardır. Buna rağmen Sâsânîler de Horasan ve Güney Kafkasya’dan devleti sıkıştıran Türkler’le iyi geçinmeğe çalışmış ve onları Roma’ya karşı yürüttükleri savaşa ortak etmişlerdir. Örneğin, 350 yılında Roma’ya karşı bir Sâsânî – Hyon – Kuşan ittifakından söz edilmektedir. Romalı müellif Marcellinus’a göre, 358 yılında Amida kuşatması sırasında Roma karşısına dikilen Sâsânî ordularının sol cinahını tümden Hunlar oluşturmakta ve onların başında hükümdarları Grumbates (Kurumbat) durmaktaydı(30).
Ermeniyye’de yerleşen Mamigınlar da bu savaşta Sâsânîler safında yer almış ve kendi konumlarını tescillemişlerdir. Muhtemelen bu tarihten itibaren de Mamigunlar ailesi Ermeniyye’deki askeri yönetimi kendi ellerine geçirmişlerdir. Favstos Buzand, Ermeniyye’de ordu komutanlığı yapmış Mamigunlar ailesinden çıkmış komutanları listesini vermiştir: Vaçe, Vasik, Artavazd, Samuel, Muşel, Artaşes, Manvel, Vardan, Amayak, Vagan, Vard, Amazasp, Grigor, Behram ved. bunlardan Vaçe, Vasik, Amayak, Vasak, Vargan ve Manvel isimleri Eski Türkçe isimlere uygun düşmektedir. Diğerleri ise artık Hıristiyanlık izleri taşırlar (31).
Hazar’ın doğu ve batısını ellerinde bulunduran ve İran’ın içlerine doğru geniş bir toprak parçasını ellerinde bulunduran bu Türk toplulukları komşuları tarafından hep “Türk-Eftalit” olarak anılmışlardır. Nitekim, cahiliye dönemi Arap edebiyatına ve Erken İslam kaynaklarına da bunlar aynı isimle girmişlerdir(32). Her halde Eftalifler en son sahneye çıktıklarından Arap kaynaklarında da bu isimle kalmışlardır. Eftalitler, köken olarak Töleslerin cetleri Türklerin Ti gruplarındandı. Yaygın bir görüşe göre, Eftalit adı Ak-Ti adının bozulmuş biçimidir. Arap kaynaklarında bunlar Eptalit, Eftalit, Heptalit olarak geçmektedir.
Eftalitlerin tarih sahnesine çıkışları 400’lü yıllara tastlamaktadır. 450 yılında Sâsânî ve Arap kaynaklarında Eftalit adının Türk adının karşılığı olarak pekişmesi bunun eyani kanıtıdır (33). Bu dönemde Hunlar artık Sâsânî Devleti’nin varlığını tehdit edecek boyuta gelmişlerdir. Öte yandan tarihsel bilgilerin örtüşmesi bu tarihte Hazarın güney-doğusu ile güney-batısında yer alan kalabalık Türklerin ortak hareket ettiği gözükmektedir. Bunu kanıtlayacak en önemli olay 450-480 yılında Sâsânîler’in doğu ve batıda Eftalitlerle Mamigun ve Albanlarla 20 yıldan fazla kıyasıya bir savaş yapmaları ve bunun sonucunda Eftalitler’in siyasi iradesine boyu eğerek yıllık vergi ödemek zorunda kalmalarıdır (34).
Bunun üzerine Sâsânîler bölgedeki küçük toplulukları derleyerek Hun gücüne karşı koymaktaydılar. Örneğin, 364-368 yılında Hay kökenli Bizans’a ait toprakalrda yaşayan bir nahar Sâsânîlerle ittifak ederek Mamigunların vatanına saldırmıştır. Bunun nedeni, Türklerin daha bu dönemde Bizans’ın ortalarına kadar yarıp geçen akınlar yapmasıydı. Tıpkı Selçuklular döneminde olduğu gibi, kalabalık Hun grupları Horasan’dan İran’ın kuzeyi boyunca rahat hareket ederek Bizans’ın ortalarına ve Kuzey Suriye’ye kadar feth hareketleri düzenliyorlardı. Aynı saldırılar Avrupa cephesinde de yaşanmaktaydı. 430 yılında Basik isimli bir Hun komutanı Güney-Doğu Avrupa’nın tamamını eline geçirmişti. Tüm bunlar o dönemde Araplar dahil diğer çevre ülkelerinde Türk-Hunlar hakkında hiçbir tasavvur uyandırmadığını savunmak için yeterli değildir. 450-480 Turan-İran savaşlarında Hun-Eftalitler Horasan ve Azerbaycan yönünde Sâsânîleri peşpeşe büyük yenilgiye uğratmışlardır. Sâsânî orduları doğuda Nişabur’un, batıda ise Maku’nun ötesine geçemiyorlardı. 455 yılında Hunlar Horasan’ın tamamını ellerine geçirirken, 450 yılında Mamigunlardan Vasak Mamigun Halhal civarında Sâsânî birliklerini feci bir yenilgiye uğratmıştır. Bu savaşta İskit kökenli Alban kabimleri de onun yanında yer almışlardır. 451 yılında cereyan eden savaşlarda Vardan Mamigun başkanlığındaki Ermeniyye Türkleri Maku civarındaki Zengimar nehri kıyısında Avarar denilen ovada Sâsânîleri bir kez daha yenilgiye uğratmıştır. 482 yılında Vasak Mamigun Artaz bölgesinde bir kez daha Sâsânîlere yenilgini tattırmıştır. Tam bu sırada Hazarlar’ın Albanya üzerinden Aras nehrine kadar ilerledikleri ve Şirvan bölgesini elelrine geçirdikleri kaydedilmektedir(35).
Tüm bu bilgiler m.ö. VI. Yüzyılda bir İskit ülkesi haline gelen Armini bölgesinin miladi başlarında yapılan yoğun Türk yerlşemeleriyle Erken Ortaçağda artık bir Türk yurdu konumuna geldiğini göstermektedir. Nitekim, cahiliye dönemi Arapları ve İslam’ın ortaya çıkışı sırasında Hz. Muhammed’e önerilen “Türk ülkesine sığınması” önerisi Ermeniyye’ye denk gelmektedir. Ancak, Hıristiyanlığın hızla Ermeniyye’de yayılmasıyla buradaki yerleşik Türk unsuru erimeğe başlamış yerel kimlikle (bu kimlik sanıldığının aksine Hay/Ermeni kimliği olmayıp eski Hurri ve Urartuların kalıntıları olan Haldey kimliğiydi) bütünleşerek dilsel ve kültürel anlamda Türklüklerini kaybetmeğe başlamışlardır.



Notlar:
1.Bu mısralar Cahiz’in Kitabü’l-hayvan adlı eserinde geçmektedir. Bkz. Gamberli, Türk, s. 81-82.
2.Aynı eser, s. 92.
3.Aynı yer; Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk, s. 50. Her iki kaynak bu şiiri Cahiz’in Selese Resail (Leyden 1903, s. 50) eserine istinat etmekteler.
4.Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk, s. 52.
5.Bu konuda geniş bilgi için bkz. Dyakonov İ. M, Predistoriya armyanskogo naroda, Moskva 1967, s. 220, 226, 234, 236 n. 116; Çağdaş Ermeni tarihçisi G. Kapansyan bu adı “Or(o)m” biçiminde okuyarak bu adı Balkan Frigleriyle bağlamak istemişse de kanıtlayamamıştır.
6.Şimdiki Ermeniler hâlâ kendi aralarında Hay adını kullanırken, Gürcüler Somheti (bu ad Gürcüce Yukarı Ülke anlamına gelmektedir), Batı ve Rus kaynakları Armeni, Türkler ise Ermeni demektedirler. Dyakonov, Predistoriya, s. 226-232.
7.Kapanyan G. A, İstoriko-lingvistiçeskie rabotı. K naçalnoy istorii armyan. Drevnyaya Malaya Aziya, Erevan 1956, s. 155.
8.Dyakonov, Predistoriya, s. 174; Horenli’de geçen ve Grabarca Sakordi olarak gösterilen bu isim genelde hep “Sak oğlu” olarak tercüme edilmiş ve açıklanmıştır. Ancak Grabarca’da “ordi” sözünün karşılığı yoktur. Ayrıca bunun neden “oğlu” gibi tercüme edildiği de naşirlerce belirtilmemektedir. “Ordi”, Ermeni kaynaklarına geçen Türkçe “yurt” sözcüğünün bozulmuş biçimidir. Bundan dolayı Horenli’deki “Sakordi” – “Sak yurtlu” olarak tercüme edilmelidir. Buradan da Armeni’deki ilk devlet kuran hanedanın “Sak yurtlu” hükümdarlar olduğu anlaşılacaktır.
9.Ksenefont, Anabasis, IV:18.
10.İstoriya Armenii Moiseya Horenskogo, Moskva 1893, II:56 (bundan sonra Horenli).
11.Kol/Kul boylarının bir Türk-Peçenek boyu olduğunu aynı isim altında Kıpçak Bozkırlarında oturan Türkler arasında da bu kavime rastlamamız kanıtlamaktadır. Gerek Peçenekler, gerekse de Kıpçaklar arasında Kul adlı bir Türk boyu bulunmaktadır. Geybullayev G, Gedim Türkler ve Ermenistan, Bakı 1992, s. 110.
12.Vanandlar hakkında bkz. Horenli, III:44.
13.Çakarlar daha sonra Erdebil bölgesinde karşımıza çıkacak Çakurlu boylarının cetleridirler.
14.Armyanskaya geografiya VII veka, SPb. 1877, s. 35.
15.Horenli, II:58.
16.Bu ad 1590 tarihli İrevan eyalet defterlerinde “Çakarşin” olarak geçmektedir. Bkz. İrevan Eyaleti Mufassal Defteri, İstanbul Başbakanlık Arşini, No: 633, s. 59.
17.Kengerlerle ilgili geniş bilgi için bkz. Klyaştornıy S. G, Drevnetyurkskie runiçeskie pamyatniki kak istoçnik po istorii Sredney Azii, Moskva 1964, s. 159; Geybullayev, Gedim Türkler, s. 111.
18.Adonts N. G, Armeniya v epohu Yustininana, SPb. 1908, s. 222.
19.Armyanskaya geografiya VII veka, s. 53.
20.Sadak hakkında bkz. Armyanskaya geografiya VII veka, s. 48; Eremyan S. T, “Rannefeodalnıe gosudarstva Zakavkazya v III – VII vv.”, Oçerki istorii SSSR, Moskva 1968, s. 303; Geybullayev, Gedim Türkler, s. 117.
21.İstoriya Armeniya Favsta Buzanda, Erevan 1953, V:34 (bundan sonra Buzand).
22.Çingiz Han’ın bir komutanı Çurmagun, onun oğlu ise Abugun adını taşımıştır. İlhanlılarda Argun adlı hükümdara rastlanmaktadır. Türk kökenli Basillerin hükümdarı Katargun adını taşımıştır. Yine Attila’nın Edegun adlı bir oğlu olduğu belirtilmektedir. Konak adına gelince özellikle Bulgarlar arasında Kunak isimli hükümdarlar bulunmaktadır. Bkz. Bakühanov A, Gülistan-i İrem, Bakü 1951, s. 43; Feofilakt Simokatta, İstoriya, Moskva 1957, s. 161.
23.Mcartney C. A, “On the Greek Sources for the History of Turks”, BSOAS, XI, 1943-1946, s. 266-275; Necef E. N – Annaberdiyev A, Hazar Ötesi Türkmenleri, İstanbul 2003, s. 91.
24.Czeglédy K, Bozkır Kavimlerinin Doğudan Batıya Göçleri, çev. E. Çoban, İstanbul 1998, s. 57.
25.Aynı eser, s. 59; Necef – Annaberdiyev, Hazar Ötesi, s. 92.
26.Eski Türklerin anlayışında yönlere, mistik anlamlara ve fiziksel yapılarına (hatta taktıkları başlıklarına) göre Türk topluluklarının Ak Ti, Kırmızı Ti, Yeşil Ti; Ak Hun, Kırmızı Hun, Ak Koyunlu, Kara Koyunlu, Kızılbaş, Akbaş (Osmanlı), Yeşilbaş (Şibanlı) tanımlandıkları bilinmektedir.
27.Czeklédy, Bozkır Kavimleri, s. 60-61.
28.Samolin W, “Hun, Gun, Turk”, CAJ, 1957-1958, III, s. 143-150.
29.Necef – Annaberdiyev, Hazar Ötesi, s. 94.
30.Shiratori K, “On the Territory of Hun Prince Hsiu t’u Wang”, MRDTB, 1930, s. 1-77.
31.Buzand, III:18.
32.Taberi ve Mes’udî onları “Türk” ve “Eftalit” olarak vurgulamaktadır. Bkz. Taberi, II, s. 867, 1879-1965.
33.Necef – Annaberdiyev, Hazar Ötesi, s. 99.
34.Aynı yer.
35.Balazurî, Futuh el-Buldan, Leyden 1876, s. 194; İbnü’l-Esir, el-Kamil, I, s. 319; Dunlop D. M, The History of the Jewich Khazars, Princeton 1954, s. 20.

Sâsânî Ordusundaki Türkler

Muteber kaynaklarımız arasında yer alan Taberî ve İstahrî’de Arap-İslam ordularının Sâsânîleri Medain civarındaki savaşta tam yenilgiye uğratınca Orta Asya’ya kadar önlerinde hiçbir engel kalmadığını söylemektedir (1).
Sâsânîler’in hezimeti gerek Arap, gerekse de Bizans için beklenmeyen bir olaydı. Kadisiyye savaşı, adeta İskender kadrşısında perişan olan III. Darius’un aldığı m.ö. 331 Kavgamel hezimetine benzemektedir. Ancak, duruma Sâsânîler cephesinden bakıldığında Araplar karşısında kaybedilen her üç savaşın sonucu doğal gözükmektedir. Nitekim, Sâsânîler bir devlet olarak bütün fonksiyonlarını kaybetmiş bir konumdaydı. Hükümdar III. Yezdegert kendi emirlerine söz dinletemiyordu. Nitekim, o dönemde çeşitli yarıbağımsız eyaletlerden oluşan Sâsânî İmparatorluğu birleşik bir güç değildir. eyalet hakimleri oldukça güçlü ve geniş yetki sahibi olup hükümdarı dinlemiyorlardı. Hatta III. Yezdegert savaş için onlardan asker talep ettiğinde birçok eyalet hakimi bunu kulak ardı etmiştir. Sâsânî-Arap savaşlarında dikkat çekilmeğen bir durum daha vardır. Araplar her üç savaşta da Sâsânîler adı altında genelde Türklerden oluşan askeri birliklerle karşılaşmışlardır. Zira, her üç savaşta da Sâsânî ordularının komutanı Adurbadagan (Azerbaycan) hakimi Rüstem olmuştur. Rüstem’in emrindeki ordu önemli ölçüde Azerbaycan’da yerleşmiş İskit/Sak ve diğer Türk gruplarından oluşmaktaydı. Ona katılan Aran hakimi Cavanşir’in ordusu da Alban/Aran İskit kavimlerinden müteşekkildi. Çok daha önemlisi ise son savaşta (Medain’de) Sâsânîler safında Ermeniyye Türklerinin yer almış olmalarıdır. Burada Ermeniyye’deki Hun komutanı Muşek Mamigun’un yanı sıra İskit kökenli Sünük hakimi Grigor’da görev almıştır (2).
Buradan anlaşılan şu ki Sâsânî hükümdarı III. Yezdegert hakimiyetinin korumasını Eski İskit ve Türk güçlerine teslim etmiştir. Bunlardan Azerbaycan’daki İskit kökenlileri Zerdüştî, Aran, Sünük ve Ermeniyye’deki Türkler ise Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Arap kaynakları bunların hepsini “İranlı”lar olarak tanımlamışlardır. Bizans ve yerel Kafkasya kaynakları ise dini kimliği öne çekerek onları Türkler’den ayırmışlardır. Anlaşılan şu ki Araplar’la Türkler daha Kadisiyye savaşında yüzleşmişlerdir.
Bazı Bizans ve Suryani kaynakları Sâsânî-Arap savaşlarında Türklerin ihanetinden ve Müslümanlar safına geçmesinden söz etmekteler. Ancak duruma daha vakıf olan Arap, Sâsânî ve yerel Kafkasya kaynaklarında bu durum hakkında net ve açık bir fikir yoktur. Ancak Sâsânîlerle Ermeniyye, Aran ve Azerbaycan’ın ilişkilerine göz attığımızda bu söylentinin bazı ipuçlarına rastlamaktayız. Bunu her şeyden önce Ermeniyye Türklerinin komutanı Mamigunlar’la, Aran hakimi Cavanşir’in Araplar’la gerçekleştirdikleri barış anlaşmasından anlamaktayız()3. Nitekim, Sebeos, 654 yılında Ermeniyye’ni Müslüman-Araplara teslim eden Sak kökenli Hıristiyan Erştuni hanedanı temsilcisi Teodor Rştuni dışında “Albanları ve Sünükleri” Arapların müttefikleri olarak tanıtmaktadır(4).
Arap-Sâsânî savaşı boyunca III. Yezdegert’in hep Azerbaycan, Aran ve Ermeniyye’nin askeri güçlerine sırtını dayaması, Sâsânî askeri birlikleri içinde Türklerin önemli bir yer tuttuklarını göstermektedir.
Sovyet tarihçiliği, Sâsânîler dönemi İran tarihni tümden “Pers kimliği” altında inceledğinden sözünü ettiğimiz dönemin olaylarını da “İranlılaştırmışlardır”. Bu mevcut kaynakların Rus ve diğer yerel dillerdeki baskısına da yansıtılmış ve bir dizi tahriflere yol açmıştır. Sâsânîler’in çöküşünden sonra bu devletin askeri gücünü oluşturan kalabalık Türk askeri birlikleri Müslüman-Araplar’ın önünde bölgenin tamamına dağılmışlardır. Kaynaklarda adı Geçmazgi (5) olarak geçen Sâsânî ordusunda üst sıralara kadar yükselmiş muhtemelen bir Türk komutanın emrindeki askeri birliklerle kuzey eyaletlerine Azerbaycan ve Aran (Albanya) topraklarına saldırdı. Kalankaytuklu’ya göre, “düşmanın öncü birlikleri apar topar onun (Cavanşir’in) eyaletinin son hudutlarına vardığında, o alelacele silahlanıp ordunun komutanı ünlü Geçmazgi’ni bizzat kendisi öldürdü. Kendisi, onun ordusunu elinde kılıç olanları korkunç biçimde öldürdü. Onlar düşmandan çok sayıda esir, at, katır ve ganimet ele geçirdiler. Dağlarda onlar birkez daha çatıştılar ve bu gün zafer ona nasip oldu”(6).
Buradan anlaşılan Türk komutan Geçmazgi emrindeki Sâsânî ordusunun kalıntılarıyla Azerbaycan ve Aran ülkesini yağmalayarak Araplar’ın önünden kuzeye Türk ülkelerine kaçmaktaydı. Nitekim, Aran hakimi Cavanşir de onu “dağlarda” (Kafkasya dağlarında) yakalamış ve mağlup etmiştir. Bu, Geçmazgi’nin emrindeki birliklerin de Türkler olacağını göstermektedir.
Gürcü kroniklerinde verilen bilgi bu olayı daha da aydınlatmağa olanak tanımaktadır. Buna göre, Geçmazgi’nin emrindeki birlikler İberiya’ya (şimdiki Gürcistan’a) yapılan Hazar saldırısı sırasında Uti ve Sakasen’a (Saksin/Şeki) girmişlerdir. Bu Hazar komutanı Cebu ile Geçmazgi’nin ortak hareket ettiklerine de bir gönderme olabilir. Anlaşılan Cavanşir’le savaşta Türk komutan Geçmazgi mldürülmüştür. Ancak onun ordusu hâlâ mevcudiyetini sürdürmekteydi. Nitekim, Sünük hakiminin arabuluculuğuyla Geçmazgi birlikleriyle Cavanşir arasında anlaşma sağlanmışsa da, Geçmazgi birlikleri bu defa saldırıya geçerek onun babasını rehin almışlar. Bunun üzerine cereyan eden şiddetli savaşta Geçmazgi birliklerinin arta kalanı da yenilmiş ve ortadan kalkmıştır. Bunun üzerine Kalankaytuklu şöyle der: “Yezdegert’in hükümdarlığının 20. yılında İran imparatorluğu büsbütün çöktü. Bu, Haceroğullarının (Arapların) dünyada ünlü savaşlarının 31. yılı ve Cavanşir’in 15. yılında oldu”(7).

Notlar:
1. Müslüman-Arap birlikleriyle Sâsânîler arasında temel üç büyük savaş cereyan etmiştir. İlki tarihi hâlâ tartışma konusu olan Karşan (Kadisiyye) savaşıdır. Kaynaklar bu savaşın 635 ila 638 yılları arasında cereyan ettiğini söylemektedir. İbnü’l-Esir’e göre (el-Kamil, II, s. 235) Kadisiyye savaşı hicri 15 yılın sonlarında (Ocak 638) yılında olmuştur. Taberî de aynı tarihi vermektedir (Taberî, I, s. 2349). Abdü’l-Mu’nim Macid’e göre bu savaşın tarihi hicri 15 uılı, miladi 636 yılıdır (Abdü’l-Mu’nim Macid, et-Tarih es-Siyasiy li-d-davla el-Arabiyye, Kahire 1960, c. VIII, s. 201). Anlaşılan savaşın gerçekleştiği hicri 15 yılı tarihi doğru olup, ancak bu tarihin miladi hangi tarihe rastladığı tartışmalıdır. Hicri 15 yılı miladi tariyile Şubat 637-Ocak 638 yıllarına denk düşmektedir. Bu durumda Kadisiyye savaşının 637-638 yıllarında cereyan ettiğini söyleyebiliriz. Taberî’ye göre, Kadisiyye’de Arapların 35.000, Sâsânîler’in ise 80.000 askeri bulunuyordu (Taberî, I, 2351). Savaşta Sâsânî safında yer alan Alban/Aranlıların tarihçisi Musa Kalankaytuklu ise durumu şöyle anlatmaktadır: “Birkaç gün sonra Mehergan ayında (Hz. İsa’nın doğum günü, 6 Ocak – çev.) İsa’nın doğum gününde onlara (Araplara – çev.) karşı 30.000 atlı ve 20.000 yaya saldırıya geçti. Katşan’dan (Kadisiyye) gelen Haceroğulları (İsmail’in soyu Araplar – çev.) çok sayıda atlı ve 20.000 yaya kalkan takmış öne atılarak İran ordusuyla savaşmağa başladılar. Aran sparapeti (Aran hakimi Cavanşir) kendi yiğit askerleriyle onların (Arapların) saflarından içeriğe saldırdı, kendi düşmanlarından ikisini yere indirdi ve kendisi üç yerden ağır yara aldı. Düşman onu kuduz kinle nehre kadar takip etti, o ise saldırıları defedip nehri yüzerek geçti” (İstoriya Agvan Moisey Kagankatvatsi, Perev. s drevnearm. K. Patkanova, SPb 1861, s. 111).
İkinci savaş 642 yılında Nihavend yakınlarında cereyan etmiş ve Araplar birkez daha zafer kazanmışlardır. Üçüncü ve belirleğici savaş ise bizzat Sâsânî başkenti Ktesfon (Medain) yakınlarında olmuştur. Bu savaşta Sâsânî başkenti Arapların eline geçmiştir (İstoriya Agvan, s. 138; Taberî, I, 2322). Taberî, bu savaşta Sâsânî birliklerinin sayısını 120.000 olarak göstermiştir. Buna göre, Sâsânî ordularının merkezinde Adurbadagan (Azerbaycan) hakimi Rüstem durmakta ve onun emrinde 60.000 asker yer almaktaydı. Onun önünde 40.000’lik orduyla Calnus (muhtemelen Aran hakimi Cavanşir veya Çuvanşir), arkada ise Birzan/Borzan komutasında 20.000 birlik vardı (Taberî, I, 2249, 2258).
2. İstoriya Agvan, s. 138; İstoriya episkopa Sebeosa, Perev s drevnearm. St. Malhasyana, Erevan 1939, s. 119 (bundan sonra Sebeos).
3. Sebeos, (s. 159) Araplar’la ittifak içinde olan Doğu Ermeniyye hakiminden söz edilmektedir. Ancak Sebeos bu anlaşmanın Halife I. Muaviye döneminde olduğunu söylemektedir. Buna karşılık Musa Kalankaytuklu’da daha ayrıntılı bilgi bulunmaktadır. Ona göre, “654 yılında Halife Osman, (Bizans hükümdarı) II. Konstant’a karşı olan Teodoros Rştuni’ye (Doğu Ermeniyye’nin Sak kökenli Eriştunî hanedanının Hıristiyan hakimi – çev.) Ermeniyye, İberiya (Gürcistan), Sünük (Zengezur) ve Agvaniya (Alban/Aran) üzerinde Kafkas Dağları ve Çoga (Çul/Sul) kapısına dek hakimiyeti verdi (İstoriya Agvan, s. 153-154).
4. Sebeos, s. 151-155; Musa Kalankaytuklu, Cavanşir’in babası Varaz-Tridat’ın oğluna muhalefet ederek Araplar’la yaklaşmaktan yana olduğunu yazmaktadır. Kaynağın verdiği bilgiye göre, o “kendi isteğiyle düşmana boyun eğidi” (İstoriya Agvan, s. 115).
5. Sovyet ve Batılı tarihçiler bilinçli biçimde bu adı Gelanî olarak onarmak istemişlerdir. Ancak bu adı İranî dillerde hiçbir karşılığı bulunmamaktadır. Geçmezgi, Türkçe bir ad olup, büyük bir olasılıkla Sâsânî ordusunda hizmet eden Türk komutanı temsil ediyordu. Ortaçağ Grabarcasında bu ad Geçmazgi veya Kaçmazği olarak okunmaktadır. İstoriya Agvan, s. 113.
6. Aynı yer.
7. Buradan anlaşılan bu olaylar miladi 651-652 yıllarında gerçekleşmiştir. Bkz. İstoriya Agvan, s. 115.

Erken Müslüman-Arap Edebiyatında Türk Kimliği

M. Gamberli değerli çalışmasında Erken dönem Müslüman-Arap yazınında “Türk kimliği”ne ilişkin bilgileri bir araya getirmiştir. Müellif, daha önce üzerinde pek durulmamış ilginç bilgilere dikkat çekmektedir. Buradan anlaşılan, Erken Müslüman-Arap edebiyatında “Türk kimliği” çeşitli içeriklerde sunulmaktadır. Söz konusu derlenen hikayeler arasında geleneksel “asker, yönetmen Türk kimliği”nin yanı sıra “bilgili, düşünceli, gururlu, kendi soyuna bağlı Türk” kimliği dikkat çekicidir. Bu hikayelerden birini XII. Yüzyıl müelliflerinden İbn Sem’anî zikr etmektedir. İbn Sem’anî rivayetin edebi nitelikli bir mecliste gerçekleştiğini belirterek şunları anlatmaktadır: oturumu düzenleyen el-Gutabî yüzünü gençlere tutarak, her biri bir millete mensup olan genclerden kendi milletlerinin faziletlerini ortaya koyan iki beyitlik şiir söylemelerini istedi. Oturumdaki Türk, Fars, Arap ve Rum gençleri bulunuyordu. Önerini beğenen gençler kendi yeteneklerini sergilemeğe başladılar. İlk önce Fars söze başladı ve o şu beyti söyledi:

Biz hükümdarlarız ve şah evlatlarıyzı,
Bizim siyaset ilmimiz, tedbirimiz ve kitaplarımız vardır.
Biz kurbanlık İshak soyundanız ,
Peygamberlerin ünlerindeki ün perdesi, asıl ve necabetiyiz.

İkinci olarak Arap genci söz aldı ve soyunun İbrahim oğlu İsmail’e dayandığını vurgulayan ve ün bakımından kendi milletini öven bir şiir okudu:

Bizde tedbirin, zarifliğin ve edebin doğallığının yanı sıra,
Cesaret ve cömerlik de doğaldır.
Biz hepimiz İsmail soyuyuz,
Ona bağlılığımı sunduğumda insanlar beni inkar etmezler.
Ardından Rumlu genç söze başladı ve şöyle bir beyt okudu:
Rumlar öyle bir topluluk ki onda,
Akıl, tecrübe, ahlak güzelliği ve aydınlık, ilginç ilim vardır.
Onlar Eys ve Emlak’ın evlatlarıdır ,
Onların giyimlerinin ipek ve altın olması yalan değildir.
Sonuncu olarak sıra Türk gence geldi ve o şöyle bir beyt söyledi:
Türkler kendi yurtlarında (başkalarınca) yönetilmediler,
Farslar, Rumlar ve Araplar ise yönetildiler.
Bu senin yaşamın için bir fazilettir,
Bunu ancak ahlaksız, kıskanç ve çekemeğenler inkar edebilirler.

Türk gencinin okuduğu beyt çeşitli tartışmalara neden olmuştur. Ali b. Züreyk bu beyte ilişkin kendi düşüncesini şöyle ifade etmektedir: “Türkün sözlerinde kendisine yönelik gurura şaşırdım”. Ali b. Züreyk’in Türkçe karşı bu sarfettiği sözleri duyan ev sahibi şöyle demiştir: Eğer Arap,

Bizde tedbirin, zarifliğin ve edebin doğallığı yanı sıra,
Cesaret ve cömerlik de doğaldır.
Yol gösterici Pygamber Ahmedü’l-Mustafa.
Budur Arapların efendilik araçları olan övünçleri.

Veya,
Farslar, Rumlar, Türkler değil,
Biziz Adnan evlatları, bizdedir akıl, bizdedir cömertlik, bizdedir adep!

Bu, bize, Mustafa (Hz. Muhammed) nesebindendir, onunla Arap her birliğe önderlik ediyor diyorsa, o zaman Arap diğerlerinin susması gerektiğini ifade etmektedir ve daha fazla övgüye layık olduğunu belirtmektedir”. Anlaşılan, Züreyk’in “Türkteki gurura” şaşırmasına anlam vermeyen ev sahibi, aslında “Arapların gururlu ve kendilerini beğenmiş” olduklarına şaşırması gerektiğini ifade etmiştir.
Diğer bir rivayet ise Taberî tarafından aktarılmaktadır. Burada Taberî, Hz. Ömer ile Hz. Ali arasındaki bir diyaloga dikkat çekmektedir. Buna göre, Ahnef b. Gays, Horasan ve İran’ın nahiyelerini fethettikten sonra Ceyhun (Amu-derya) nehrini geçip Türk topraklarını ele geçirmek için halife Ömer’e (634-644) bir mektup göndererek müsaadesini istedi. Hz. Ömer, Hz. Ali’i ile konuştuktan sonra ona şöyle bir mektup gönderdi: “Dur! Ceyhun nehrinin ötesine sakın saldırmayın. Nehrin bu yakasında durun. Horasan’a hangi koşullarla girdiğimizi iyi bilirsiniz, aynı koşullarla orada kalmağa devam edin. Zaferiniz bu olmalıdır. İleriye gidip nehri geçmek düşüncesinden vazgeçin. Aksi taktirde mahv olursunuz”. Ardından Hz. Ömer yüzünü Hz. Ali’ye çevirerek “Kaç o yerlere kadar ordu sevk etmeseydik. O nehrle bizim aramızda ateşten bir deniz olmasını isterdim”. Hz. Ali bunun nedenini sorduğunda Hz. Ömer, peygamberin Türklerle ilgili hadislerini hatırlattı ve verdiği tavsiyelerinden söz etti: “Çinkü oranın halkı (Türkler) yurtlarından çıkacak ve dünyayı üç kez fehtedeceklerdir. Üçüncüsü onların son istilası olacaktır. Bu (istilanın) Müslümanların üzerine değil, Horasan halkının başına gelmesini isterdim”.
Siyasi ve edebi konuların dışında Türk adı Arap değimlerinde de sıkça kullanılmıştır. Cahiz’e göre, “Araplar düşmanlık ve sertlik hakkında örnek vermek isterken şöyle derler: Onlar Türk ve Deylem’den başka kimseler değillerdir”. Benzer biçimde Arap deyimlerinde Türk “ibret” unsuru olarak kullanılmaktadır. Cahiz Beyan ve’t-Tabin adlı eserinde şöyle bir olay aktarmaktadır: “Hz. Osman karşıtlarının kuşatmasında iken Abdullah b. Abbas (öl. 687/88) Mekke’de geleyana gelmiş ve ayaklanmış kalabalığa karşı çıkarak şunları söylemiştir: şayet Türkler ve Deylemler bizi gözlemleseydiler Müslüman olurdular”. Görüldüğü gibi Arap deyimlerinde Türkler ile Deylemliler bir arada zikredilmekteler. Bunun gerekçesi onların “sert ve haşin” topluluklar olmalarına yapılan vurdudur. Sonuncu deyimde de, Müslümanların düştükleri acınılası duruma gönderme yapılarak daha sert görünümlü Türkler ile Deylemlilerin bu durum karşısında Müslüman bile olacaklarına vurgu yapılmakta ve Arapların konumu eleştirilmekteydi. Söz edilen “sertlik ve haşinliği” Makdisî şöyle açıkalamaktadır: “Çığlıkları yıldırım gürültüsünü bastıran Türkler öyle bir millet ki konuştukları zaman melekler gibi güzel, savaştıklarında devler gibi acımasız olurlar”.
Sertlik, haşinlik ve acımasızlık anlamında Türkler için söylenen hadislerin de içeriğinin bazen değiştiği görülmektedir. Örneğin, peygamberin bu konuda söylediği “Türkler size dokunmadıkça, siz de onlara dokunmayın, Türklerle barış içinde yaşayın” hadisi “Türkler size dokunmadıkça, siz de Türklere dokunmayın, çünkü onlar çok sert bir güce sahiptiler” biçminde de kullanılmıştır. Doğal olarak bu anlam değişikliklerinin nedeni Türklere karşı temasın boyutlarını ifade etmektedir. Benzer içerikte Hz. Ömer’in bir sözüne de atıfta bulunulmaktadır: “Türkler öyle bir acımasız düşman ki verecekleri ganimet az, alacakları ise fazladır”.
Türklere ilişkin Müslüman Araplar arasında kullanılan değimlerden biri de ulaşılması güç bir şeyi vurgularken kullanılan değimdir. Örneğin, Araplar herhangi birisinin yaptığını fazla abarttığını görünce ona şöyle derlermiş: “sen sanki hakanın kellesini eline geçirmiş öyle anlatıyorsun” veya “o sanki hakanın kafasını getirmiş”. Burada, Türk hakanının kafası kesmek Arap siyasi iktidarının asla ulaşamayacağı bir şey olarak vurgulanmaktadır.
Türklerle ilgili anlatılan ilginç bir olay ise Kerbela olayında Hz. Hüseyin’in safında yedi Türkün de savaşması olayıdır. Bu olay tarihçilikte uzun bir süre kuşkuyla karşılaşmıştır. Ancak Muhammed Fuzulî’den başka, Mirza Resul İsmail-zade tarafından ortaya çıkarılan Şeyh abbas Kumî’nin Müntehaü’l-Amal eserinde de geçmesi ve Taberî’nin de bu olaya vurguda bulunması söz konusu kuşkaları ortadan kaldırmıştır. Ayrıca, kaynaklar Hz. Hüseyin’in Türk gulamından da söz etmekteler. Şair Fuzulî, bu gulamın ismini “Müslim Azerbaycanî” olarak vermektedir. Burada kullanılan Azerbaycanî adı, Türklerle bu ülke arasındaki klasik Arap kaynaklarında da geçen sıkı bağlantıdan ileri gelmektedir. Nitekim, yedi Türk savaşçının Azerbaycan’dan geldiği ve onların Hz. Hüseyin’i Azerbaycan’a davet ettiklerini, bu davete karşılık Hz. Hüseyin’in “hasta oğlu Zeynelabidin’i götürmelerini istemesi” ve bunun üzerine Türklerin “Zeynelabidin’i Azerbaycan’a götürmeleri, orada onun iyileşerek geri dönemesi”, Azerbaycanî adının bu ülkede yaşayan bir Türk’e işaret olduğuna kuşku düşürmemektedir.
Peygamberin Handek savaşı sırasında “Türk çadırı”nda oturması dışında onun Türklere özgü Soğdiyye adlı bir zırh kullandığı da rivayet edilmektedir. Burada “Soğd” etnik bir kimlikten ziyade Türklerin denetimindeki bir coğrafi bölgeye işarettir. Bunu, Taberî ve İbnü’l-Esir’in “peygamberin, Türklere özgü Soğdiyye sırhlı giysisinin” olduğunu belirtmesi de doğrulamaktadır. Öte yandan Taberî, Türk Hakanı’nın Hz. Ömer’e bir zırh ve kılıç armağan olarak gönderdiğine ilişkin bilgisi bu söylediklerimizi pekiştirmektedir.
Emevî dönemi halifelerinde Türklerle aktaba olmak veya onlardan kız almak bir övüç ve gurur kaynağı olmuştur. Örneğin Velid b. Abdülmelik’in (705-715) oğlu Yezid b. Velid’in Türk kanı taşımasıyla övünüyordu. Bir kasidesinde halife Yezid şöyle söylemiştir:

Ben Kisra’nın oğluyum, babam ise Mervan’dır,
Kayser de babamdır, diğer babam ise Hakan’dır.

Abbasîler döneminde Türkler’in Hilafet içinde bütün siyasi dengeleri ellerine geçirmesi Arap siyasi çevrelerinde büyük huzursuzluklara neden olmuştur. Türklerin, hilafette başlıca unsur olmaları daha hanedanın ilk döneminde gerçekleşmiştir. Örneğin, halife Ebu Cafer el-Mansur döneminde (754-775) Türklerin ülkedeki nüfusundan yakınan Arap bürokratlara halife şu yanıtı vermiştir: “Artık Türkler her şeye sahip ve malikler. Bütün diğer insanların onların sözlerini duymak ve onlara itaat etmekten öte başka çareleri yoktur”. Türklerin, hilafet içinde egemen konuma gelmesi Araplarla birlikte İranî bürokratların da rahatsız olmasına neden olmuştur. Bu durum karşısında İranîler Araplarla Türklere karşı ittifak dahi önermişlerdir. Kirvanî eserinde bu konuda şunları söylemektedir: “Ey amca oğulları, biz ve siz (İranlılar ve Araplar) tıpkı bir elin parmakları gibiyiz. Ey amca oğulları, Türkleri yönetimi ellerine almalarında desteklediniz. Bizse bu devletin temelinde ve oluşumunda onlardan daha önceydik. Allah’a yemin olsun ki (bundan böyle) arı (su) içmem, içsem dahi bu yaşamam içindir ta ki devletin direği Türkler yok olana kadar”.
İslam dönemi ortaya çıkan Deri edebiyatında İranî bürokratik çevrede görülen Arap düşmanlığının kaynağında da Türklerin birinci unsur olması yatmaktaydı. Örneğin, İranlı şair İbrahim b. Mümşaz, Abbasî halifesi el-Mutemid Billah’a (889-902) yazdığı şiirinde bu durumdan şöyle yakınmaktadır:

Biz sizi oklarımızla, öldürücü kılıç darbelerimizle hakimiyete ulaştırdık,
Sizi bu hakimiyete bizim atalarımız ve babalarımız layik bildiler,
Siz ise bu nimete şükr edip vefa kılmadınız.
Şimdi def olun Hicaz’daki topraklarınıza,
Orada kertenkele yemeğe ve koyun gütmeğe.

Bu isyan Firdevsî’de zirvesine çıkmaktadır. Sâmânîlerin isteğiyle yazılan Şah-name adlı ünlü eserinde Araplar’a açık bir dille hakaret etmektedir:

Deve sütü içip, çekirge yiyen
Bu Araplara bakın, görün ne hadde varıplar.
Keyan tahtını istiyorlar,
Lanet sana ey çerh-i devran, lanet.

İstanbul’un (Konstantiniye) fethi İslam tarihinde özel bir öneme sahiptir. Bu yönde peygambere istinaden hadisler de bulunmaktadır. Müslüman-Araplar İstanbul’u ele geçirmek için birçok kez feth girişimlerinde bulunmuşlarsa da X. Yüzyılın ikinci yarısından sonra Bizans karşısında bir dizi yenilgiler almışlardır. Arapları tedirgin eden ve korkudan gelişmeler ise 963 yılında Conistantin’in oğlu Armonos Tarsus’tan Şam’a kadar Müslümanların elindeki toprakları işgal etmiştir. Bu durumda Müslüman-Arap dünyasında Bizans’ın ilerlemelerine Türklerin son vereceği inancı yayılmıştır. Hatta o dönemde Muhammed b. Hazm ez-Zehirî bu içerikte bir şiir yazmıştır:

Biz Konstantiniye şehrini ve onun insanlarını muhakkak ele geçireceğiz,
Sizlerin cesetlerini kargalara ve kuzgunlara yem edeceğiz.
Sizin ülkenizin en kıyıdaki köşelerine bile sahip olacağız.
Sizleri karanlık ve acizlik içinde yaşamağa zorlayacağız.
Biz Türk ve Hazar ülkelerinden toplanan muzaffer orduyla,
Çin’i ve Hint ülkelerini dahi boğun eğdireceğiz.
Bu konuda Yüce Allah bize zemanet vermiştir.
Bunu sizin gibi hasta beyinler anlayamaz.
Ta ki keskin ılıçlarıyla yiğit Türk orduları sayesinde
İslam’ın hükümleri bütün ülkelere yayılana kadar mücadeleğe devam edeceğiz.

Kaydettiğimiz Türklerle ilgili genel bu bilgilerin yanı sıra Erken İslam kaynaklarında şahıs anlamında Türk komutanları, bilgileri, hükümdarları ve yöneticileri hakkında da özel bilgiler bulunmaktadır. Örneğin, Türk hakanının vasıfları hakkında Cahiz’in aktardığı geniş bilgi, Abbasî veziri Feth b. Hakan’la ilgili şair Behterî’nin şiirleri buna birer örnektir. Türkler hakkında Erken Arap kaynaklarında yer alan olumlu bilgilerin yanı sıra olumsuz görüşlerde bulunmuyor değil. Türkler hakkında en sert ve saldırgan ifadeler özellikle Kuteybe b. Müslim ve Yezid b. el-Muhalleb’in Horasan valiliği dönemine aittir. Örneğin Taberî, Yezid b. el-Muhalleb’in Dehistan ve Taberistan bölgesinde Türklere karşı seferini anlatırken, Arap komutanın şu yeminde bulunduğunu aktarmaktadır: “O, şayet kendisine zafer nasip olursa Türklerden akacak kanla yoğrulmuş undan hazırlanmış ekmek yemeğince oradan ayrılmayacağı ve Türklerin boyunlarından kılıcını çekmeyeceğine dair Allah’a yemin etmiştir”. Nitekim, Taberî, Yezid’in Cürcan bölgesinde 40.000 Türkü katlettiğini belirtmektedir. Kuteybe’nin yaptıkalrına gelince, Taberî, onun “Türkleri büyük küçük gözetmeden katlettiğini” yazmaktadır.
Doğal olarak Türkler de Araplara karşı sert önemlere el atmış, Kafkasya’da Hazarlar, Orta Asya’da ise Türkişler yüz yıl boyunca Araplar karşısında sedd gibi durmuşlardır.