Salı, Temmuz 21, 2009

Ortaçağa kaçış...

Hayatımın yarısı bozkırda geçti. Hani, siz şehirlilerin "medeniyet yoksunu", "barbar" diye sırtına deli gömleği geçirdiğiniz karanlıklar ötesi dünyada. İşte, oraya tatile gidiyorum. Bir süre site, blog, msn, kısaca internet denilen dünya dışıyım. Zaten böyle bir dünya pek umrumda da değil.

Kapsama alanımın kapsayıcı olduğunu sanmıyorum.

Ortaçağa kaçıyorum.

Bir kez daha son Yec'üc-Mec'üc olarak ortaya çıkacağım güne kadar...

Tüm aşklarımı bavuluma topladım...

Pazartesi, Temmuz 20, 2009

Yıldızlara...

Tutunmak...

Gözlerimde, aynamda, kitaplarımda, satırlarımda, mektuplarımda yaşamak...
Yapraklarda, yıldızlarda ve kalbimde iz bırakmak...
Her yerdeyim
Hiç bir yerim olmadığı halde...

(sen...)

Pazar, Temmuz 19, 2009

Nerdesin...

Gece...
Sen...
Ve hiç kimse...

Gül biraz, lütfen...

Cuma, Temmuz 17, 2009

Ravel Bolero...

Harkov'dayım. Güneş tepemi dikizliyor.
Kulaklarımda Bolero kafamın yarım kürelerini işgal ediyor.
Adım adım, satır satır, sayfa sayfa.
Ve özgürlük. Tüm yaşamımda dünyadan hep bunu bekledim, Tanrı'dan hep bunu istedim...

Bir şamana "özgürlüğün ne olduğunu" sormuştum.
Şunları söyledi: "müzik" demek.

Perşembe, Temmuz 16, 2009

Kitaplar...

Eve kitapsız gelmek ne mümkün? Her akşam fakirhanemin yolunu tuttuğumda kollarıma birkaç sevgili giriverir. Bir şey anlamazsın, anlatmazlar. Sadece, eve yalnız gelemediğini ve geceni yalnız geçirmeyeceğini bil, o kadar.

Pahalıya mal olan çapkınlık bu. Cebi delip geçen, işlevini gözlerle icra eden, sıraladığı binlerce sözü dilinden, kalbinden, aklından geçirerek seni hazza boğan sevgililer. Ve sabaha kadar seni bırakmayan kelime şehveti, kelime tutkusu, kelime sadizmi, kelime ibadeti ve kelime sarhoşluğu. Beyninin ve kalbinin aynasına açılan kapılar, tüm gece boyunca eski bir göçebe gibi yatağını evrenin her köşesinde kurmakta. Gah eski çağdasın, gah ortaçağda. Gah da hiçbirinde. Bazen de hepsinde.

Her kitap bir aşk, ondan da öte.

Eskimiyorlar da. Elindeki kalemle satırların diplerini kazmak. Kitap bahçivanlığı. Bahçene taşıdğın her gülün kendi kokusu ve cazibesi var. Dünyayı kitaplara hapsetmek. Bir kere cildini kaldırıp, sayfalarını çevirdin mi; özgürlüğe haseret kuşlar gibi uçverirler. Kalbine, diline, gözlerine, kalemine, ellerine konarlar. Uçan halılar gibi de seni taşırlar oradan oraya. Sağına Mars'ı, soluna Ay'ı alırsın. En zalim ve katı kalplere bırakacak bir kelimen, bir sözün vardır. En şiddetli savaşların ortasından geçersin, görülmemiş ve yaşanmamış şehirlerin sakini olursun. Yıllarca gözlerinde yaşattığın kadınların diline yapışırsın, parmaklarına dokunursun, okunursun.

Her gece, başka bir gece. Barbarlar arasında aziz, aizler arasında barbar. Gah Harran'dasın, gah Arran'da. Tüm çağlara ve tüm peygamberlere bir söz kadar yakınsın. Tanrı bile senle konuşmakta, sen de konuşmakta. Her boyutta, her boyda. Cinsiyetsiz, sınıfsız, sınırsız bir düzen. Kafka'nın Milena'sına Kafka'dan daha yakınsın. Sartre'ni iki kitabıyla sollar, el-Belazurî'nin haikaylerine gülüp geçrsin. Her çağdan birileri çıkıp gelir evine. Yatağını Hürrem Sultan kapmış, Kanunî'ni kapı dışı etmişsin. Çok kızdıysan Kant'ı fırlar çöpe. Komunist Manifesto üzerinde börek ye. Çayını Edwart Said'in Şarkiyatının göbeğine demirlet, kül tabağını Avesta'nın kapağına dayat. Tevrat'tan üç satır, İncil'den bir paragraf, Kur'an'dan bir sure; tüm dinlerlerin gölgesinden Tanrı'ya uzanan bir hacc yolculuğu. Hallaç'la ortak olup Şeytan'la Musa'nın sohpetini dinlersin, bazen de KGB belgeleri arasında Şeytan'ın ta kendisini bulursun.

Ve okuduğun herşey mübah. Her kitap ağuşunu açmış seni bekler. Ellerine muhtaç, gözlerine bakmak ister saatlerce. Dilinle tuttukların kalbini doyurur, aklını çeler, yuvarlar bedenini sırların, tılsımların ortasına. Iraklı'nın dünyası gibi partlar; bir zalimi de ben yok edim dersin. Tüm büyüklerin masasındasın. Davet etseler de, etmeseler de. En baştakı koltuğa oturup denetlersin. "Hopp, olmadı" dersin. "Dünya zirvesi bensiz geçer mi?"

Küfür edeceğin bir sürü gönüllü. Söveceğin, bağıracağın, seveceğin onlardan daha çok. Koca ve dev adamların kıçlarına haşiye ve notlar düşersin, kalemle gözlerini oyarsın, "hımmmm, yakaladım seni adi" dersin. Tek bir kelime edecek cesaretleri yok. Olamaz da. Çadırını ister Cengiz Han'ın otağının karşısına kur, ister Beyaz Saray'ı kirala. Kitaplar, sınırsız dünya, evren. Cennet gibi. Dilediğin her şeye sahipsin. Bin bir gece masalllarından fırlamış huriler, Baydeba'nın dünyasından gelen zebaniler. Yec'üc-Mec'ücler'in atlarının tırnakları seni çiğnemeğe kalkışırsa hemen bir sonraki refah çağına at adımını. Kimse yakalayamaz seni. Peşine dünyanın tüm casusları düşse asla yakayı elevermezsin.

Kitaplar, sevgililerin ve dostların. Senin kalbin, senin gözlerin, senin titrek, utangaç sözcüklerin. Hâlâ bir kağıt sayfasına gömülmemek için direniyorsan; yoksun sen, hiçsin. Ve hiçlerin kitabı kapanmış, sonsuza dek.

Pazar, Temmuz 12, 2009

Öğrenci bursları...

Aşklarını itiraf etmeyen insanlara kızmışımdır. Omuzlarında ölülerini taşırmış gibi yürürler. İçlerinde bir tabut varmış gibi davranırlar. Her konuşmalarında, her selamlaşmalarında sanki içlerindeki ceset hortlayacakmış gibi soluklanırlar.

Öğrenciliğimin ilk bursunu itirafçılığımla aldığımı hatırlarım. Ünlü bir işadamı, burs için başvuranlara tek bir soru sorardı: Hiç aşık oldun mu? Bunun dışında ne bir not belgesi, ne aile durumu hakkında muhtarlıktan bir sürü ıvır zıvır şeyler gerekmezdi. Benden önce kabulüne giren 20 arkadaşımın mahçup suratlarını hâlâ hatırlarım. Ne kimse onlara aşklarını sormuş; ne de kendileri kendilerine bu fırsatı tanımışlardı. Burs için bir sürü sahtekarlığa katılmak sanki daha hoş, onlar için içlerine gömdüklerini aşk daşları üzerinde kayıtlı isimleri telaffuz etmekten.

O, sene burs alan tek kişi bendim. Koca bir “evet” belgesi fırlatmıştım işadamının üzerine kalp mühürlü. Aldığım ilk parayla da içimdeki aşk günahını yıkamak için hayvan gibi içmiştim. Kadıköy Fasıl’dan ayrıldığımda sokaktan tüm arabaların ayak izleri kesilmişti ve beni polisler öğrenci yurduna bırakmak zorunda kalmışlardır. Sanırım bunda, üzerimdeki “SSCB Pasaportu”nun etkisi az olmamıştır.

Hayatımda aldığım ilk ve tek burs bu olmuştur. Ve bundan sonra kimse aşık olduğum için bana para vermedi. Aksine, tüm paralar aşksızların cebine akmağa başladı. İnadına her yere başvuruyordum. Aşındırmadığım kapı, gitmediğim vakıf, ilk oturumlarına katılmadığım cemaatler kalmamıştı.

Burs ahlakı çirkin bir şey. Burs için başvurduğum bir yerde öğrencilerle görüşmeleri namaz saatine denk getirmişlerdi. Namazı kılan cennetin makbuzunu alıyordu. Kelime-yi şehadetlerin arasından eski 100 TL-lik banknotların geçmediğini kim itiraf edebilir ki? Burs namazına katılmayan tek kafir bendim. Buna rağmen kibarlık yapıp beni mulakata almışlardı. İlk soru da mezheplerden gelmişti: Hangi mezhebe mensupsunuz? Yanıt aynı kıcıklıkta: Harici. Bu yanıt, umudu tükettiğin para kartınyla tümden vedelaşmak demektir.

Bir başka burs adresinde verilen para karşılığı düzenlenen okumalara katılmak zorunluluğu vardır. Bir bedeni satın alama işlemi, burslar. Modern bir memlük ticareti. Okumalar da malum. Mükemmel işleyen bir münafıklık sistemi.

Okulun ilk günlerini hatırlarım. Henüz 28 Şubat’lara bir sürü şubatlar vardı. Kapı dibinde, kantin aralığında abiler ve ablalar o senenin örgüt, cemaat, teşkilat açıklarını doldurmak için uğraşırlardı. Güzel vaadler, bir sürü sınıf arkadaşımın yaşamlarının dağlarda noktalanmasına neden olurken; geriye kalanları da içlerinde nefret dağları yaratarak okullarını tamamladılar. Bir kısmı da saadaklarının karşılığını fazlasıyla aldılar.

İnsanın kayrılması ve kaybı çok kolay. Yeter ki ona arzu ettiklerini altın bir tepside sun. Vermesen de verirmiş gibi yap. Hiçbir şey karşılıksız değildir. Hatta her şey karşılıklıdır. Daha da önemlisi karşılık her şeydir.

Unutmadan söyleyeyim. “aşık olmayan adam, yaşamsızdır” bana burs veren tek işadamının nazarında.

Özgür çoraplarım...

Sevgili dostum...
Sana yazıyorum bu mektubu. Okumyacağını bile bile yazıyourm. Okunmayacağımı bilerek, kirletiyorum sayfaları. Daha önce yaptığın gibi, yaptığım gibi.

Yazmak için bir nedenim yok. Ve artık, senin çağın da yok. Sadece, seni tekrar tekrar kağıtların arasına gömüyorum. Seni çoğaltıyor ve senden koca bir mezar yaratıyorum. Tüm mezar taşlarının üzerine isminin yazıldığı mezar. Toplu bir katliamda bir anda her parçanın kurşuna dizildiği bir mezar. Ve şimdi kendi Lahey Adalet Divanı'mı yapıyorum, müsaadenle.

Yazıyorum, hükmümü kendi ellerimle, tırnaklarımla, kanımla keserek, yazıyorum. Öldürme tutkuma son vermek için yazıyorum. Hem suçlu, hem hakim, hem tanık olmak için yazıyorum. Bir çağı üstüne, tıpkı sevgililerimin yüzüme kapıları, camları, hatta fare deliklerini kapatır gibi, kapatarak hükmümü veriyorum. Bir kabus gibi, kusarak yazıyorum. Vampirler dünyasına son noktayı çoğaltmamak üzere koyarak yazıyorum. Ben yazmakla yazgılıyım.

Senin için tüm birikmiş kirli çoraplarımı yıkadım. Onlar ki bir asırlık ayak kokularımın esiriydiler. Giderayak, bir özgürlük girişimimin olmasını istedim. Çoraplarımı kokusuz, ayaklarımı da korkusuz astım çamaşır iplerine. Ve ellerim deterjanlı sarkıyorum dünyanın dibine. Keşke, bunların hepsini bir makineyle yapsaydım diye düşünüyorum. Ama beceriksizim, makineni çalıştıramıyorum. Bir de, istemedim, kendimden sonra ev arkadaşıma elektirik faturasıyla elveda demeyi. Eline, suratsız memurlarca tutuşturulmuş bir fiyat listesiyle akıttığım artıklar üzerine çekilmiş artık su giderlerinin yapışmasını. Sadece, giderken fazladan kullandığım Lipton çay poşetleri için üzülebilir, eğer yüzü yoksa. Ama, çikolatamın yarısını ona bıraktığımı umarım iyilikle anar. Ve bir de tüm satırları harabeye dönüşmüş, sayfaları birer enkaz yığınını haline gelmiş kitaplarımı. Yer yer seni gömmek için defterlerden aşırdığım çizgisiz varakların cilt kapaklarını. Aslında kendimi, tıpkı senin kendini bana bıraktığın gibi bırakıyorum ona. Ancak, benim, seni benim gibi anacak, hiçbir anlayışlı dostumun olmadığını bil.

Ve son. Bir centelmenlik yapıp uzatmalardaki kesintiler için hakemlerin üzerine orta sahaya kadar yürümeyeceğim. Hiçbir uzatmanın işe yaramayacağını biliyorum; bu uzam sonsuza dek uzatılsa bile, durduğum yerden bir adım bile öteye uzanmayacağım. Ve formamı bırakacağım kimse de yok. Zaten bir ömrü kendimle oynayarak geçirdim.

Beni hatırlayanların başını yakarım...

Salı, Temmuz 07, 2009

XIX. Yüzyılı konuşmak...

XX. Yüzyıl çok dar. XXI. Yüzyıl için konuşmaksa mantıksız. Aslında bu ve bir önceki asırlar XIX. Yüzyılın çocukları. Yırtıcı iki velet. Saman altından su yürüten kuşakların modern barınağı. XXI ve XX. Yüzyıllarda insanlığa savrulan tüm okların yayını XIX. Yüzyılda aramak gerek.

Kimine göre esrük, kimine göre akıl çağı, XIX. asır. Bir düşünce bataklığı, bir hareket cenneti. Bütün "izm"lerin atar damarı. Tarih içinde birikmiş aklın, deliliğin, mekanın ve varlığın doğuş efsanesinin yaratıldığı dönem. Çağdaş insanın atalarının yaşadığı tutarsız bir zaman.

Modern dünya kadar, Türkiye'de bu çağın eseri. Tüm düşünceleri, incelikleri, liderleri, kabusları, ahlakı ve hatta diniyle Türkiye'nin sırtına geçirilen gömlek XIX. Yüzyıl damgasını taşıyor. Ne laikler bu yüzyılı aşabildiler, ne dinsizler, ne dindarlar. Hepsi aynı yüzyıldan bulduğu bir ismin çatısı altında barınma telaşı içinde. Yapılan devrimlerin fikir yapısı neredeyse XIX. Yüzyıl kaynaklı. Sosyalizm, sekülarizm, laiklik, islamçılık, milliyetçilik, halkçılık, batıcılık ved. sonraki yüzyılların düşüncesini değil, ahlak ölçülerini de belirlemiş. Tüm beceriksizliklerimizin de çıkış noktası bu çağ. Tüm didişmelerimizin, toplumsal çözülmüşlüğümüzün, söylem canbazlığımızın, iktidarsızlığımızın, tutkularımızın ve hatta cinsiyetmizin şekillendiği, yerleştiği, kanıtlandığı ve meşrulaştığı aralık bu zaman. Hepimiz birer XIX. Yüzyıl çocuklarıyız. Bağnazlık bağlarımız ve yobazlık göbeğimiz bu çağda kesildi. Bu çağda doğurdu "modern doğu"nu ihtiyar şark. Tüm isimler bu çağda üretildi, bulundu, verildi.

XIX. Yüzyıl doğum yüzyılımız. 200 yıllık bebek Nizam-i Cedid'le konuşmağa başladı; Ilımlı İslam'la anjio geçiriyor. Borçlu yaşam alışkanlığımızın başladığı, toprak kayıplarının doğallaştığı, Batı'dan ve Doğu'dan silinmenin içe sindirildiği, küçük düşürülmenin diplomatik bir ahlak olduğu vaaz edildiği karanlık bir yolçuluk dönemi. Basın denen yarı doğru, yarı gerçek hayaletin kurgulandığı ve hep "tarafsızlığı"nın gündemde tutulup, bir türlü tarafsızlaştırılamadığı söylemler zincirinin halkalaştılrıldığı asır. Suikastların, aydınların, mollaların, kaypakların, halkın ve iktidarın beynimize kazıldığı büyülü yıllar.

XIX. Yüzyıl direnişin, insan olgusunun varlıksal bir zemine kaydırıldığı ve kaygılandırıldığı dönemeç. XIX. Yüzyıl hayvansal sevgilerimizin doğduğu ve "hayvanlaştıkça" daha fazla hayvani sevgilere katlandığımız milat. Kılık ve kiyafetmizin değiştiği, cildimizin parlamağa başladığı, "sadık tebaa"larımızın sapıklaştığı, millet adı görmemiş kavimlerin ulusal çığlıklar atmağa başladığı, özgürlükler duvarının özsüzlece yıkıldığı, şehirlerin "medeniyetsiz" kalabalıklarla doldurulduğu ve adına hep "yeni düzen" denildiği çağ.

XIX. Yüzyıl, her şeyi ile tam bir çağ ve insanlığın sırtında mücadele ettiği bir bıçak.

Pazar, Temmuz 05, 2009

Başka bir dünya yok...

Sevgili ...
Petersburg'da beyaz örtü üzerinde sokak geçidi yapıyorum. Karları ezen topuklarımın çıkardığı ezgiler eşliğinde. Beyaz bir dünyanın ortasında yürüyorum. Seninle başka türlü bir hayatın hayellerini kurarak; başka bir dünyanın olmadığını bile bile yürüyorum. Elin elimde, ellerim cebimde; bu aşkı soğuktan ölmemek için paltomla ısıtarak yürüyorum.

Nehrin donmuş ölü yüzü, kesilmiş saçları, uzaktan boğulurcasına bağıran vapurların sesleri; içimdeki tekkenin duvarlarına yansıyan kamera ışıkları dek kalbimin karanlıklarını yarıp geçmekte. Ebeveyinlerine kızıp evden kaçmış bebek gibiyim. O kadar kızgınım ki, tüm dünyayı gezebilirim.

Kar ve cebimdeki demir rubleylerin sesiyle beste yapabilirim. Beyaz hırıltılar arasına sokulan demir hıçkırıkları. Kabusun müziği. Bu müzik benim, kafamda 10 gün içinde bütün paramı nasıl bitirdiğimin final müziği. Param olsaydı, elinde çorba tasıyla dilenen ihtiyar teyzenin bağırsaklarından sıcak çorba treninin geçmesini sağlayabilirdim. Muhtemelen o da kar adam gibi yapay gözlerle bana bakıp: "sbosiba moy sınok" deyip, öğlen için bu defa tencereyle dilenecekti. Aklıma, Türkiye'de seçimlerin birinde kullanılan bir afiş geldi: kendisi iktidarda olduğu halde, Tansu hanım, köylünün boş tenceresini gösterip aş vaat ediyordu. Dünyanın yarından çoğunun boşluğu dolduran insanlardan oluşması ne acı.

Yoldaş İgnatiyev'i görmek; sanırım bu boşluktan kurtarabilir beni. Adetidir, her sabah apartmanın önüne geceden kalma boğazındaki tüm pislikleri derleyip toparlayıp çöp torbası gibi koca bir tükürük halinde bırakmak. Nerde, siyah bir tükürüğü kar örtüsünün içine gömülmüş görsem o yoldan İgnatiyev'in geçtiğini düşünürüm. Beyaz yollarda petrol çukuru gibi açılmış siyah balğamlar; İgnatiyev'in gezegenimize kazandırdığı nimet bu.

Yıl başına günler var. Şehir meydanlarında dev "yolka"lar kurulmağa başlanmış. Her yolkanın dibinde bir Noel baba dileniyor. Bir yudum içmek için "10 rubleye" ihtiyacı var. Çoğu akıl hastası ve para alamadığı zenginleri Stalin'e rapor etmekle tehdit ediyor. Yeni sistemin sokağa salıverdiği eski kurtlar bunlar. Yakalarında Sosyalist Emek rozetleri, ceblerinde Komunist Parti cüzdanları. Çok değil, 20 sene önce kürsülerden Lenin'in meddahlığını yapıyorlardı, şimdi çitayı "10 rubleye" kadar düşürmüşler. "Hitler'i biz yendik" diyor, amca. "Biz olmasaydık Rusya y.. yemişti". "Y..." yememek davası üzerine bir şeyler yemek mücadelesi. Rusya'da sadece karlar beyaz...

Petersburg'da gece de gündüz de aynı renk tonunda. Boğuk bir dünya; boğuk bir hayat; ve yüzlerce romana konuk olacak yaşamlar. Hâlâ bir yerlerde Anna Karen'lerin yaşadığı muhtemel. Bu boğuk yaşamın tek eskiği Dostoyevski'lerinin olmaması.

Derken Sergi Evine kadar gelmişim. Kapısı önünde eski kitaplarını satılığa çıkarmış akademisyenin gündemi hiç değişmez. Hâlâ birilerinin kendisinden Marks, Engels, Lenin, Stalin külliyatlarından birini alacağını bekliyor. Kitapları içinde kayda değer tek eser Fasmer'in Etimoloji sözlüğü. Karşıma çıkan ilk kelime: "hiştan". Açıklaması şöyle: Eski Türkçe "iç don" sözünün Rusça'ya geçmiş biçimi. Alt çamaşırlarını bile Eski Türklere borçlu oldukları bir dünya.

Ellerim üşüyor, daha yazamayacağım. Isınmam gerek...
(gün yok, aralık 2008)

Cuma, Temmuz 03, 2009

Ey kimsesizler kimsesi...

Kıytırık dünyamın iki yorum kahramanı var: Ridvan ve Mihman. Bir de cama ara sıra Banu konardı; o da yok...
İki kişilik bir okur dünyası. Gelde kendini balkondan aşağı fırlatma. Oysa ben, hep okunmak için yaşadım; hep okurlarım için var olmak, okurlar için keşfetmek, okurlar için...

Tanrı'daki da sabır. Kimsenin kimseni okumadığı dönemde her anın kaydını tutmak. Müthiş doğrusu.
En iyi okur Tanrı.

(Ve şimdi Duruttt gelecek, kaybol gitsin...)

Perşembe, Temmuz 02, 2009

Ey ahh!

Ve ey sonsuzluk; ve üstümdeki ve bütün acizliğimle ben.
Ve kurtarılmayan kalbim; ve çaresizliğim.
Beni affet ve beni bağışla.
Ve yaptıklarım; yapacaklarım için,
Ve altını çizdiğim satırlar için;
İçinde kaybolduğum kitaplar için,
Küstüğüm yazarlar; hayranlarım için,
Yazdıklarım ve yazacaklarım için,
En iyi dostum babam için,
Beni yakma.
Beni incitme.
Beni koru, koru...

(Üstümdekine...)

Çarşamba, Temmuz 01, 2009

Hiç kimsin artık...

Önce sevgini kaybedersin, sonra sevdiklerini; en sonunda da kendini. Hiç kimsin artık...
Kitapların ortasına, sayfa sonlarına düşersin. Ve ancak bir dipnot olarak hatırlanır, kaynakçalara konuk olursun.
Yapabileceğin tek şey, bir satırdan fazla yer kaplamak, ötekilerin kitabında.
Yüzün yok, ellerin yok, parmakların; çilelerin, aşkların ve yaşadıkların.
Bilgi deposunda küflenmeğe başlarsın; kokarsın, bozulursun.
Çağın laneti olmak; sağladığın unvan bu.

Ne konuştuklarında varsın, ne yazdıklarında. Ne bir sevgiline oyuncak bağışladın; ne kendini bağışlattın.
Az'dın, hiç oldun. Yaşam karanlık; tedirgin, gölgeli.
Tek kurtuluş var...
Söyleme: sana, bana ve sona kalsın.

Yazıyorum...
Yazacağım, yakacağım, yırtacağım.
Bana gülen piçlerin birkaç kuşak sonrasını çökertmek için,
Elimden geleni ardıma koymamak için,
Her şeyi bulanık, karanlık resmetmek için.

Okuyacaklar...
Mahkumlar, bunun için yaratılmışlar, mevcburlar. Aralarında muhakkak biri inanacak, kanacak ve tüm çığlıkların, kurtuluş reçetelerinin arasında azar azar, lime lime yok olacak.

Yazıyorum...
Bundan bin sene sonra beni keşfedecek beyinsizlere, aptallara, pisliklere yazıyorum. Kapılarında süründüğüm patronların bilmem kaçıncı s... kuşak sonraki sürüngellerine dert, bela, azap getirmek için yazıyorum.

Ve sen, ancak seni yaralamak için yaratıldığımı unutmayacaksın.

(Dışımdakine...)