Salı, Aralık 19, 2006

Yedi Bilge

Yeteneksizlere...
Tarihsel bir dönem olarak Rönesans kendi içinde itibarsız bir çağdır. ‘Geçit’ dönemi olarak hemen hemen bütün araştırmacılar tarafından tanımlanmaktadır. Fransızca bir sözcük olan ‘renaissance’ — ‘yeniden doğuş’ demektir. Bu anlam her bakımdan ürkütücüdür. Yeni bir doğuş değil bu, yeniden bir doğuştur. Yeniden doğan bir doğuş. Rönesans, çağların doğum noktası. Bu kör düğümü çözmek, açmak gerekir. Ve İskender öleli asırlar oldu. Ama, kılıcı ve zekası Batıya miras olarak bırakılmıştı. Kör düğümü çözen İskender’in bahtı anında açılmıştı. Büyük Asya, onu fatih olarak kollarına almıştı. Helenizm karma ve katma değerler tablosu idi. Barbarlarla uygarların kol kola, iç içe yaşadıkları bir dünya. Süsler, ihtişamlar sefaletin boyalı çehresi. Büyük İskender bir ressam gibi çalışmıştı. Sürrealist bir dünya kurmuştu. Rönesans, İskender’in keskin ‘fırçasını’ (kılıcını) ele geçirerek doğumunu müjdeledi. Kör düğümü sanatçı ve düşünür çözdü. Fetih edilecek dünya geride değil, ötedeki Latin-Germen dünyasıydı.

Rönesans, ana rengi din olan bir alan üzerinde yeşer[til]mişti. Sanat kendini bütünün tamamiyeti içinde sükunetin serinliğine bırakmış, gecenin masum sessizliğine eşlik etmekteydi. Kıpırdamayı başlatan uykuları delip geçen kabuslar oldu. Uykunun derinliğinden kopup gelen kabuslar. Ansızın, durulmamış, insanın gözlerini uyku ile uyanıklık arasında kapatıp açan, sersem dolmuşu gibi yol alan, boğazını ıslatacak tükürüğü kalmayan gecenin boğuk karanlığında çöken kabuslar insanı yatağa bir daha zor bağlarlar. Didinik tavırlarla, bedenin çıplak bırakılışının farkına varmayarak, boğazına sarılan karanlık türlerin elinden kurtulmanın gerektirdiği dağınıklık ve korku, büyük rüyalar dizisine son vermenin zamanını getirdi. Pek hoşlanılacak bir kapanış gibi gelmiyor.

Kabusları bilirsiniz, insana kafayı yedirirler. Allak bullak, yüz üstü, tedirgin, az solunur bir nefes içinde bırakırlar. İnsanın sırtı üzerinde yatışını engelleyen, büyülü bir hançer gibi alnımızın ta çatısını delip geçen ve çalkantıyı başlatan kabuslar. Rönesans bir kabustu. Azılı bir kabus. Gözleri alevden yanan, diliyle sokan, dişleriyle yaralayan, elleri idamlık ipler gibi sarkan, ayakları bedenin orantısına karşı ters bir kabus. Bir kere dadandı mı, peşinizi hiç bırakmaz. Öğütlerini kurnazca salgılamakta, bizi ‘kendilik’ bağımlısı yapmakta. Rönesans, Kendiliğin yeniden doğuşudur. Araştırmacılar, Rönesans’ın din karşısındaki tavrını şöyle özetlerler: her türlü bağımlılıktan koparak kendini kendine dayatmaksızın, kendini arayıp bulmak işte insanın tek gerçeği. Kendine doğru giden yol akıldır. Denetim ve deneyim aklın ne kadar becerikli bir silah olduğunu gösterecektir. İnsan sonsuz ödevine başlamalıdır.

Titizlikle seçilmiş cümleler bunlar. Oltanın ucundaki yem gibi. İnsanın sonsuz ödevi de, ne demek?

Kendisiyle uğraşmak. ‘Kendini Bilme Öğretisi’ çok eski bir yöntemdir. Batı düşünce dünyasında bu yöntemin kurucuları ‘Yedi Bilge’ olarak anılırlar. Efsanevi bir güdüyle dolu olan bu öğretiyi pratiğe indirgeyen Sokrates olmuştur. Sokrates, uyur gezer insanın gözde örneğidir. Platon, Sokrates’in düşünceye olduğu kadar, Batı siyaset bilimine kazandırdığı ‘Kendilik Öğretisi’ni ünlü eseri ‘Pratagoros’ 343 a-b kısmında şöyle açıklar: “Eskiden olduğu gibi bugün de Lakedaimon eğitiminin idman zevkinden çok felsefe zevkine dayandığı görülür; çünkü bu tarzdan sözler ancak iyi yetişmiş bir adamın dilinden çıkabilir. Örneğin, Miletli Thales, Mytileneli Pittakos, Prinelı Bias, bizim yasa koyucu Solon, Lindoslu Kleobulos, Kheneli Myson ve yedinci Bilge olarak da Lakedaimonlu Khilon. Bunların hepsi Lakedaimon eğitiminin hayranı, savunucusu ve aşığıydılar. Her birinin kısa ve anlamaya değer söylemleri bilgeliklerinin Lakedaimonlularınkine benzediğini açıkça gösteriri. Bunlar (Yedi Bilge) bir araya gelip bilgeliklerinin ilk ürünlerini Apollon’a sunmak için toplanmışlar ve Delphos tapınağına dillere destan olacak şu özdeyişi kazıtmışlar: ‘Kendini bil’ (Gnothi seauton)”.

İlk başta dilin büyülü dizgisi kelimenin kutsiyetine kapatır bizi. Dile gelen şey kulağa hoş, cazip, etkileyici sedayla çarpmaktadır. Kulak perdelerimizi titreten ilahinin kendisi değil de, üzerine örtük duran mistik dingilliğidir. Dil sanki öte dünyanın sonsuzluğundan seslenmekte, ama kendisini beride duran en saf ve en korkunç varlığın göğsüne yamamakta, bizi ele geçirecek bu tılsımlı sözün işitişi içinde inşa etmektedir. Bir merkezden yayılan elektrik akımı gibi kendi duyumunun etkisi altına aldığı bedeni çarpılmış gibi dizleri üzerinde yere bırakmaktadır. Onu örten büyü zaten bu çökertme eylemi, itaat olanağını açığa çıkartmadır. Kendini Bil’in yüksek gürültüsü altında sağlanılan sükunet.

Bir kere yöneliş olarak çarpıktır. Hepimiz vahyin ne anlama geldiğini biliriz. Vahiy, Doğu öğretisine özgü bir esaret gibi gösterilse de, pekala Eski Grek ve Latin öğretisi içinde ‘Logos’ bir esaret olarak büyülü dünyalardan kükreyip gelen esintidir. Evrenin yasası olarak mutlak akıl, yani logos düşüncesini Batı zihnine kökleyen Herakleitos olmuştur. Aslında bu ifade Eski Grek bilgeleri olarak anılan Orpeuscular ve Herakleitos öncesi filozofların düşleminde belirgindi, ama bir kavramın içine alınarak dilin kullanımına sunulmamıştı. Logosun gizemini, vahyi nasıl anlarsak o derece anlamlandıra biliriz. Ama ‘Kendini bil’ logostik bir söylem değildir. Evrenin egemen ‘aklına’ (Logos) karşı insan aklıdır (Gnothi seauton).

Sokrates yetkin ve derin bir ciddiyet içinde bunun böyle olmayacağı kuşkusuna götürmez bizi. Aksine bilgeliğin ilk ürünü olarak Apollon’a sunulduğunu haber vermektedir. Söylemin odağı daha ürkütücüdür. Ürün, yani kurban Apollon’a sunulmuştur. Apollon’un Tanrılarla insanlar arasında arabulucu olmak gibi bir misyonu vardı. İnsanlara, Tanrılarla geçinmenin yollarını öğretmişti. Apollon ‘Orakl’ divanının yöneticisidir. Orakl, Grekçe’de ‘insanlar tarafından sorulan şeylere Tanrıların verdiği cevaplar’ demektir. Sonraları kelime ‘kehanet’ anlamı kazanmıştır. Bazı varoluşçu Grek hayranları ‘Orakl’ı — ‘yakarış, dua’ anlamı içine indirgemeye çalışırlar. Orakl’ın tam karşılığı ‘soruya tutulmak’tır. Soru acizliktir, aynı zamanda cesarettir de. İnsan, Tanrılara soru sormakla acizliğini gösterirken, aynı zamanda Tanrıya çıkışmaktadır da. Orakl’ın yeri Delphos tapınağıdır. Burada insanlar Pythia veya Sybill aracılığıyla Tanrılarla diyaloga girmekteydi. Pythia veya Sybill denilen mistik çehreli ‘şaman’, ‘kadın rahip veya kahin’ demektir. Neden, özellikle de kadın? O dönemde bütün uygar toplumlarda olduğu gibi Grek dünyasında da kadın anlamsız bir değere sahipti. Yani, kadının doğurmaktan öte bir misyonu yoktu. Yunanlılar büyük bir zeka örneği sergilemişlerdir, Orakl kürsüsünün başına kadını geçirmekle. Çünkü, Orakl gücün odak noktasıydı. Ancak bir dişi bu odak noktasının göbeğine oturtulabilirdi. Çünkü, hiçbir statüsü bulunmayan kadının bu güce sırtını dayayarak Yunanlarda iddialı konuma gelmesi imkansızdı. Bir kere, varlık olarak değersizdi, ayrıca Yunanlılar ciddi biçimde cinsiyet ayarlaması yapmışlardı. Kadının, Yunan toplumu içinde ne kadar atılmış, itilmiş, gözden ve değerden düşürülmüş, hatta cinsellikte ve aşkta bile kadına duyulan istek ve sevginin sıradan, bayağı tavır, tutku ve psikoloji içine sokulduğunu Platon ‘Şölen’in de açık bir dille beyan etmektedir. 191d: Aristophanes “Zeus’un bundan amacı şuydu: çiftleşmede, eğer bir erkek bir kadınla birleşirse, çiftin bir çocukları olacak ve tür üreyecekti (sadece bu kadar – E. N.); yok eğer bir erkek bir erkekle birleşiyorsa, ilişkilerinden hiç değilse bir doyuma ulaşacaklar ve rahatlayarak aksiyona yönelecekler ve hayatlarının başka ihtiyaçlarını sağlamağa çalışacaklardı”. Ve 191e – 192a: “Bir erkeğin kesilmiş parçası olan erkeklere gelince, bunlar erkeklere yönelirler; ve daha çocukluklarında, yani ilkel erkekten kesilmiş küçük bir parça iken bile, erkekleri severler, onlarla yatmaktan, onların kolları arasında olmaktan hoşlanırlar. İşte, en iyi çocuklar ve delikanlılar bunlardır, çünkü en çok erkeklik onlarda vardır”. Dahası da var: “atılganlık, yiğitlik, erkeklik damarlarıdır ki, onları böyle kendi benzerlerinden hoşlanmaya sevk eder. ...Yalnız bu tür delikanlılardır ki, tam yetişkin hale geldiklerinde, polis (şehir devleti – E. N.) işleriyle uğraşmaya başlayarak gerçek birer erkek olduklarını gösterirler”. Phaidros, erkek aşık ve sevgililerden oluşan bir sitenin gerçek mükemmelliğin, birliğin ve dayanışmanın öreğini teşkil edeceğini belirtir (Şölen, 178e – 179a). Ve bunun gibi birçok Yunanlı düşünür gerçek aşkın erkek aşkı olacağını savunmaktadır. Yani kadının hiçbir alanı yoktur. Rahmine düşen yumurtaları üretmekle mesuldür. Kadının toplum içinde bu denli kimliksiz ve yurtsuz konumudur ki, onu Orakl kürsüsünün başına dikmişlerdir. İstese dahi hiçbir halt yiyemez.

Neden, özellikle kadın? Bu sorunun ‘özellikle’ kısmı henüz açıklanmadı. ‘Özellikle’yi nedenle kadın arasına oturtan düşünüş kadının özelliğinden ileri gelmektedir. Kadının özelliği doğurganlığıdır. Evrenin aklı Logosla, insanın aklı Gnothi seauton’un birleşmesi doğurgan bir gücün bedeninde gerçekleştirilebilir ancak. Rahim, akılların çiftleşme yeridir. ‘Dünya bir rahimdir’ — derdi Rimbao. Bu çiftleşme Apollon’un gözcülüğünde gerçekleşirdi. Sokrates'i, Batı düşünce dünyasının ufkunda parlayan bu inancı, siyasal bir öğretiye dönüştürdü. Yedi Bilge büyük bir titizlikle seçilmiş iktidar heyetidir. Her birinin toplumda belirgin yeri ve konumu bulunmaktadır. Solon yönetici ve yasa koyucuydu, Thales filozof veya düşünürdü, diğerleri hukukçu, kanun adamı ve saire gibisinden toplumu idare edici, yönetici yetki ve bilgilerle donanmışlardı. Yedi Bilge, kısacası toplumu üretmekle (yönetmek, idare etmek, devamlılığını korumak, yani her türlü iktidarsal işle) uğraşmaktadır. Ürettikleri varlığın ilk ürünleri olarak ‘Kendini Bil’i gözcü Apollon’a kurban olarak sunmuşlardır. Peki kurban edilen neydi? Kader! Et ve kemik arasında yapılan pazarlık. Kaba bir kandırmaca ve büyük bir yalan.

Kendini bil, insanın dışa doğru uzayıp giden düşüncesinin ufkundan, Tanrılarla insanların oraklının zemininde duran Delphoi mabedinin kutsallığından koparıp, bizzat insan varlığının içine oturtmuştur Sokrates. Kendini kendinde tutuklamanın, alıkoymanın, gözetlemenin, gözlemlemenin, hapsetmenin, ölçüsü olarak.

Kamu hukuku, insanın ön plana çıkarılmasında ve insanı toplumsal bir kimlik içinde tertipleyen idari ahlakın Sokrates tarafından onarıldığını belirtmektedir. Sokrates’e göre, insanın hedefi kendisidir. Bu önerme politik bir yorum taşımaktadır. Sokrates içtenlikçi iktidar tutumunu, düşünümün özüne taşımış, aşırı tutucu bulunan Yunan toplumunun kaygı imini bireyin benlik tamlığı alanında devinime koymuştur. Sokrates dönemi, Yunan polislerinin küçülme dönemidir. Toplum aşırılık ve karmaşa içinde ciddi bir bunalım geçirmektedir. Bunalımın kaynağını Sokrates, düşünümün insanın dışına konulmuşluğunda bulmaktadır. Yunan dil kuramında düşüncenin tabanı topraktır. Bu taban düşünceyi dışa doğru dikkatli yapmıştır. Oraklın yönelimi bu bakımdan içkin değil, dışarılıktır. Sokrates’e kadar Yunan toplumu kendi dışarılık dünyasında konumlandırmıştır. Sokrates aşırı Solon hayranıdır. Solon, Atina Polis Devleti’nin mimarlarından biri olmuştur. Solon’un reformları, Yunan toplumunun idari varlığını oluşturmakta ideal bir koşullandırmaydı. Solon’un yasaları konuluş bakımından diretmeci olmasına karşın bütüncüldür. Solon’un açımlanmasını öngördüğü yasaların bütüncül dili toplumun karma yaşamını tekile indirgemekti. Yazılı hukukun kurucusu olan Solon, borçtan kaynaklanan köleliği kaldırmış, çiftçilerin özgürlüğünü sağlamıştır. Doğumdan kaynaklanan siyasal ayrıcalıkları kaldırmakla, siyasal hakların servetin çokluğu yoluyla belirlenmesini şart koşmuş, yani para aristokrasisini benimsetmişti. Eğitim devletin denetimi altına girmekte ve gözetlenmekteydi. Kabaca, Solon Yasaları bundan ibaretti. Siyasallık bakımından dışsal, dayatmacı, güce dayalı, eritmeci kanunlardı bunlar. Devinim gücü dışa yönelik bulunmaktaydı. Toplumun üzerinde utkulu duran bu yasalar gökyüzüne çekilmiş karanlık şemsiyenin siyah yoğunluğunda korkunç bir vehim gibi durmaktaydı. Solon yasaları Eski Mısır’a özgü süse, ihtişama ve güce dayalı, merkezinde firavunların oturduğu Öklid’in çemberini hatırlatıyordu. Solon’un düşlemesi toprağa dayalı bir logos türüdür, insanın ötesindedir. Sokrates, Solon’un taktiğini doğrular, ama tabansız bulur. Çünkü, ona göre, söz konusu toplumun yönetimi ise iktidar içe dönük çalışmalıdır. Kendini bil, kaderin kanunu hükmünde bizzat insanın zihnini, kalbini, bütün davranışlarını dolduran soluksu devinimi burada devriye girmektedir. Bu anlamda Sokrates’in ne yapmak istediğini açıklayan en yetkili kaynak Platon’un ‘Şölen’inde yer alan Alkibiades’in konuşmasıdır. Alkibiades konuşmasına Sokrates’i tiye alarak başlar, ama büyük bir içtenlikle bunu vurgulayarak: “Sokrates’in az önce söylediklerinin bir tek kelimesine bile inanmıyor musun sen? Aslında gerçeğin onun söylediklerinin tam tersi olduğunu biliyor musun?” Alkibiades bu sorularıyla Sokrates’in inatçı ve doyumsuz düşlerini doğrular. Sokrates’in bizzat kişiliğini tanımlayarak ikilemler kutbuna yayıla kalmış karanlık ve çirkin yüzünü açığa çıkartmaya çalışır. Şölen 215b: “Ben, Sokrates’i — der Alkibiades — her şeyden önce tıpkı heykel atölyelerinde teşhir edilen Silenoslar’a benzetiyorum; hani şu sanatçıların, ellerinde bir kaval yada flavta tutar halde tasvir ettikleri ve ortadan ikiye ayırdıkları zaman içlerinden Tanrı heykelleri çıkan Silenoslar’a. Sonra onda Satyros Marsyas’a özgü bir taraf olduğunu söylüyorum.”

Eski Grek’te Silanos, ‘basık burunlu, küskün ve dargın bakışlarıyla bilinen, koca karınlı çirkin bir varlıktı; zamanının çoğunu sarhoş olarak geçirse de bilge bir kişiydi’. Ya Mersyas kimdi? Lira tanrısı Apollon’la yarışıp, flavtasıyla onu alt etmeye kalkışmıştı. Bu davranışı karşılığında Tanrı kendisini cezalandırmıştı. Alkibiades, Sokrates’in gerçeğini bir kahin gibi yüze vurmaktadır. Gerçekten de, Sokrates içindeki Daimonion güdülenmesiyle (tıpkı Silenos gibi) Tanrı Apollon’un yetkilerini ‘kendini bil’ öğretisiyle onun elinden alarak insana sunmuştur. Daimonion’dan türetilmiş olan ‘endaimonia’ (mutluluk) insanı kendi sınırları içine kapatmakta, kendi merkezliğinin bilgisi içinde mutlu yapmaktadır. Sokrates felsefesinin ve ahlak anlayışının temel özelliği ‘mutluluk bilgisi’ — ‘endaimonizm’dir. ‘İnsan insanın kurdudur’ Hobbesçi öğreti, en ilkin Sokrates’te ‘insan kendi kendisinin kurdudur’ şeklinde anlam kazanmıştır. İçkinlik ilkesi insanı kendisiyle uğraşa sokmakta, insanı kendi içinden parçalamaktadır. Yoğun bilgi katmanları, bölünür kendilikler üzerine derin ve bunaltıcı baskılar yaparak insanı uysallaştırmaktadır. Toplumun uysallığı, gücün ihtişamını yüceltmektedir. Solon uysal toplumun lideri olmadığı için Yunan devleti ufalanarak savrulup gitmiştir.

Kendini bilmek ne demektir? Bildiğim kendim miyim? Kendimi kendime bildiren kim? Hangisi ben? Bütün bu sorular insanı gebe bırakan bilmecenin sonsuz şifre oyunları gibi bitmez tükenmez doğum çilesi ve sancıları içinde kavurmaktadır. Sokrates kendi görevinin ‘ebelik’ olduğunu vurgular. Yani, toplumun kendilik doğumunun bekçisi. Bunu Alkibiades’in ağzından dinleyelim. Şölen 216d: “Sokrates’in güzel delikanlılara aşık olmak gibi bir iptilası vardır; onların çevresinde dolanır durur, onları gördü mü aklı başından gider. Öte yandan, o, her şeyin cahilidir, hiçbir şey bilmez”. Ve 216e’de: “O, bütün ömrünü safdillik taslayarak, insanlarla alay ederek geçirir”. Alkibiades açık ve net biçimde Sokrates’in kişiliğinde iktidar tiplemesi yapmaktadır.

Ne var ki, Sokrates’i ne kendi toplumu, ne de Rönesans’a kadar sürüp gelen Batı toplumları anlayamadı. Ve her şeyden önce Batı siyaset aklı onu keşfetmekte çok cahil kaldı. Dahası, Sokrates, gençliğin ahlakını bozmak gibi suçlardan yargılanarak idam edildi. Öğretisi, mistisizm kervanına yama edilerek yetersiz ve tabansız biçimde kullanıldı ve ezberletildi. Asla anlamı anlaşılamadı, bugün bile.

Şimdi, Rönesans’la Latin-Germen düşünürleri bu defa şaşmadan ve eksiksiz olarak Sokrates’in öğretisini uygulamak eylemiyle ayaklanmışlardı.

Rönesans’ın Batı düşüncesine kazandırdığı bütüncüllük metodu ‘sistemler çokluğu’ olmuştu. Sistemler çokluğu içinde, Evren ve Dünyada oluşan ve oluşmakta olan ne varsa her şey bir bütünlük içinde yerini almaktadır. Çok renkli bir tablo, bu. Rönesans, idrakin sularını bulandırdı. Bulanıklık bunaklığı doğuracaktır. Hayatın türlü yolları ve yordamları açılacaktır. Aşındırma tekniğinin kurulu güçlerini tarihin derinliklerinden bulup ortaya çıkartan Rönesans, onların üzerinde katmanlarca yığılı duran pas kilitlerini söküp atarak keşifler haritasını oluşturmaktaydı. Adsız yapıtların sonu gelmişti, düşünürün simgeleme işlemi kendi isminin altında sonsuza kadar kovalamaca biçiminde uzayıp gitmektedir. Derin, sisli uykular dizisini paramparça eden Rönesans, sabahın ışınmamış alaca karanlığında insanı titreten yüze serpilen su gibi üşütücüydü. Kişilik, benlik sevdasını ayaklandıran bu titreksi yıkanma insanı acıktırmakta ve doyumsuz yapmaktaydı. Rönesans’la birlikte doyumsuz insan türleri üremeye, artmaya ve hatta dünyanın her köşe bucağına kök salmaya başladı. Rönesans, dili resimle bağlantıya sokarak sonsuz ilişkiler oyunu yaratmaktaydı. Türlerin en açgözlüsü olan bu doyumsuz insan resimle dilin sonsuz derinliği içinde gölgeleri yok ederek dünyanın göğsünde büyük kraterlerin açılmasına meydan vermenin bilgisini, kurnazlığını, tekniğini ve sarsıcı güdüsünü değerlerin kategorik titizliği ve ayarı olarak onarmaktaydı. Rönesans, Eski Grek düşüncesinin çıkışını belirleyen ‘şaşırmak’ ilkesini ‘şaşırtmak’ olarak onarmıştı. Bu düpedüz Sokratesçi düşüncenin ciddi, pürüzsüz ve yetkin gücünü haykırmaktaydı. Şaşırmak, insanı belirsiz bir varlık olarak algılamamıza neden olmuştu; oysa, şaşkınlık insanın varlık yapısını merkeze taşımakta, onu dünyasal tasarımın göbeğine oturtmaktaydı. Benzeşiler öğretisi tiksinç bir biçim almakta, büyük bir organizmanın küçük dünyası olarak algılanan insan sabırlı dogmalar diyarını terk etmekte, kendisine her şeyin merkezi haline gelecek bir yurt aramaktaydı. Birbiri üzerine eğrilip duran bilgi fanatizminin doğası büyük bir içtenlikle taraflı bir varlığın elinin altına koyulmakta; insan, yığılı duran bu bilgi kayalıklarından sarkık bir vaziyette her an düşme korkusuyla tırmalayıp, çırpınmaktaydı. Onarma amaçsal olarak ticari öngörü, psikolojik tedirginlik, kazanıma dayalı zenginlik, bireyler hiyerarşisi ve sonu uzayıp giden bilgi hattı gibi uçurumlu dünyanın üzerine kalın bir duman gibi çökmekteydi. Rönesans’ın onarma metodolojisi çok yönlü, ama birbirine sıkı bağlılıklar arz eden temele dayalıydı: insanı sorun eden yeni bir sorgulama türü olan hümanizm ahlakı; yeniye varmak özlemini açıklayan Platonist hayranlık; kategorik zeminin oluşması için başvurulan Aristotelizm; çekirdeğin veya varlığın temeli olarak Atomcu görüşün tetkiki; ve insanı doğuran yeni gözlem türü olan Şüphecilik. İşte, Rönesans resminin benzersiz renkli düşüncesi bütün ihtişamıyla önümüzde dikilmektedir.

Pazar, Aralık 17, 2006

Yenidünya Düzeni: Kavramın İnançsal ve Dünyasal Boyutu

İnsan beyni zeka küpü değildir. Düz orantılı algılara karşı ters orantıda izlenimleri de takip edip kendisine uygun anlamlar yığınını dünyasal tasarımlar diye yutturabilir. Bazen koca bir çağı kötülüklerin koynunda görürüz, bazen de dünyaya iyiliğin kanat gerdiğini. Ama dünya, zekâmızdaki masalımsı yerini hep korudu. Gizemli olan, mantık bilgisinden gözleri fal taşı gibi açılmış birisini de kendi büyüsüne çekebilir. Bazen de tam tersi. İnançların kaderine hükmettiğini düşünen bir bedenin ruhunu Şeytana kaptırdığını görürüz.Yer değiştirmeler doğaya ve kâinata özgü değildir, insan da bağlı bulunduğu mekân içinde bir gezgin olabilir. Sadece mekân içinde mi, sanmam; insan kendi beyninde akıl yolculukları yaparak en dayanaklı ipuçlarını orada arar.

KAVRAMIN İNANÇSAL BOYUTU
İnsan için düzen hep vardır. Yeni veya eski olsun, bir şeyin varlığı hep bir düzen içinde algılanır. Düzen tutkusu sadece insanda değil, her şeyde bulunur. Tanrı, çöp böceklerini bile bir düzen içinde yaratmıştır der, Arabi. Yine bunun gibi ölüm diye bir şey vardır. Yaranmış olan mutlaka ölümlüdür ilkesi ölümlülerin en ölümsüz ilkeleri arasındadır. İnsan da ölümlüdür, düzen de, meleklerde.

Düzen ve özellikle “yenidünya düzeni” kavramı çok çok eski bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Kavramın temel olarak üç içerik kapsamında tanımlandığını görmekteyiz: astroloji ve dini, siyasi. Ama bu kavramla ilgili ilk büyük yaygaranın M.Ö. 50 ile M.S. 150 arasında koparıldığını görüyoruz. Daha milat öncesi II. Yüzyılda Mısır’da yaşayan Hipparkhos bu anlayışın izleri görülmektedir. Bu türden bir söylence daha M.Ö. 21. Yüzyılda Mısır, Eski Mezopotamya’da belirgindi. Bunun temelinde dinsel olgularla büyük bir benzerlik içeren astroloji bilgisi bulunmaktadır. Kafasını gökyüzüne çeviren her insanoğlu yukarıdaki mucizenin şaşkınlığına gömülmektedir. Sofisler ve Statocular, bilginin bir şaşırmadan doğduğunu söylerler. Eski Mısır kayıtlarında dünyanın gidişine son verecek ve yeni bir düzenin gerçekleşeceğine ilişkin yaygın bir kehanetten söz etmektedirler. Bu bugünkü astronomide kanıtlanmış tipik bir “eksen ayması” olayıdır. Bu, Güneş sisteminin dönüşünde görülen salınımın bir sonucudur. Bu durumda sistem içindeki belirli noktaların konumunun arka plandaki yıldızlara göre değişmesine neden olmaktadır. En yaygın belirtisi, burçlar kuşağındaki konaklar çerçevesi içinde değerlendirilince Bahar gündönümü giderek “daha erken” meydana gelmektedir. Bunun nedeni gündönümünün burçlar kuşağında bir konaktan diğerine geçişidir. Bu geçiş süreci 2100 yılda meydana gelmekte olup, tam geçiş dönemi 25 ile 200 yıl arasında zaman almaktadır. Astronomi bunu tam olarak kanıtlamış gibidir. Ne var ki onlardan binyıllar önce Mısır ve Sümer bilginleri de bunu biliyorlardı. Hatta bunu inançlaştıran onlar olmuşlardır. Bu inanca göre, dünya her 2000 yıldan bir burç atlar. Bu atlama ciddi bir doğa değişmesine, korkunç afetlere ve yeryüzünün şekil değiştirmesine yol açmaktadır. Mısırlılara göre, M.Ö. 21. Yüzyılda yaşanan bu olay sırasında Dünya Yay burcundan Oğlak veya Koç burcuna geçiş yapmıştır. Bu tanrısal bir olaydır ve neredeyse 2000 yıl boyunca koç ve keçi sembolleri dinsel motiflerin başında gelmiştir. Eski Mısır dininde Amon boynuzlu bir koçtur. Doğu anlayışında İskender’in boynuzlarının olduğu söylenilir ki altında bu dinsel tema yatmaktadır. Bilindiği gibi, İskender Mısır rahipleri tarafından Tanrı Amon’un oğlu ilan edilmiş ve kafasına boynuzlu taç konulmuştur. İşte bu “yenidünya düzeni” anlayışının en doğal ve doğal olduğu kadar da dinsel bir tanımıdır.

İkinci bir eksek kayması ve yenidünya düzeninin ortaya çıkış anlayışı miladi öncesi ve başlarında yaşanmıştır. Mısırlılardan, Yahudilerden, Greklerden ve Latinlerden günümüze kalma zengin bir literatür bunu gözler önüne sermektedir. Hz. İsa’ya yapılan olağanüstü atıflarda bu söylem içinde yerini almıştır. Öyle ki sadece Hıristiyanlar değil her toplum ve güç bu olayda kendi yerini almıştır. Eksek kaymasına girildiği dönemde M.Ö. 130 yılında Roma İmparatoru Hadrianus genç aşığı Antinoss ile birlikte Bilgelik ve Ölçü Tanrısı Thot’a rahipleriyle birlikte geceli gündüzlü bir tartışmaya girmiş felaketi defetmenin yollarını aramışlardır. Sonrasında genç aşık Antinoss’un Nil nehrine kurban verilmesinde anlaşılmıştır. Kurban töreninin hemen ardından Antinoss’un Roma İmparatorluğunun tanrısı ilan edilmesi bundandır. Yahudilerin yenidünya düzeninden beklentisi ise tamamen farklıydı. Onlar müjdelenmiş peygamber Mesih’i bekliyorlardı. Gelecek olan Mesih, tıpkı Kuruş gibi Yahudileri dünyanın efendisi yapacaktı. Ne var ki Mesih gelmedi. Onun yerine Hz. İsa, Yahudilerin sevmediği bir öğretiyle ortaya çıktı. İktidardan ve rahiplerin zenginliğinden şikayetçi kalabalık orta ve aşağı sınıf topluluklar onun, daha ziyade havarilerinin yaydıkları bu fakirlik yanlısı inancı çabuk benimsediler. Gerçekten de oğlak veya koç burcundan balık burcuna intikal eden “yenidünya düzeni” Hıristiyanlığın çağı olacaktır. İlginçtir, yenidünya’nın kaydığı balık burcu simgesel olarak sadece Hıristiyanlıkta kendisine yer edinmiştir. Oysa ne Yahudilikte, ne de Eski Mısır inancında tanrısal balık motifine rastlanmaz. Hıristiyanlıkta ise Hz. İsa son yemeğinde havarilerine balık yedirmişti. Hıristiyanlığın en parlak düşünürlerinden Tertullian bile 200 yılında şunları yazıyordu: “biz küçük balıklar (Hıristiyanlar), İhtisi’miz suretinde sularda doğarız”. Ortaçağ Avrupa’sında ve hatta günümüzde yapılan çizgi filmlerinde yer alan kurtarıcı balık, dünyanın balinanın üzerinde olması gibi inançlar buradan ileri gelmektedir.

Yaklaşık 1950 yılından beri dünyanın birçok Yahudi ve Hıristiyan gizli tarikatları 2000 ile 2100 yılı arasında kaymasını tamamlayacak dünyanın yeni düzenine hazırlanmaktadırlar. Evangeliz tarikatının en sadık savunucusu olan Amerikan başkanı C. W. Bush’un sıkça “yenidünya düzeni” kavramını kullanırken pozitivist bir dünyada ne kadar inancın baskısı altında kaldığını göstermektedir. Ama bu basit bir inanç ifadesi değildir. Talmut, Kabalist, Gnostik ve Hıristiyanlığa göre eksen kayması döneminde gerçekleşecek olaylara hazırlanmak gerekmektedir. Bu defa dünya, balık burcundan Kova burcuna kayacaktır. Çok sihirsel bir ifade kullanılmaktadır eski Hıristiyan öğretisinde: “Balık, kovaya girdiğinde”. Bu inanış, kayma sırasında dünyanın en fazla sularla boğuşacağını dile getirmektedir. Nitekim, global ısınma, buzulların hızla erimesi bir yerde bu inancı doğrular gözükmektedir. Öte yandan eksen kayması olayı da zaten astrolojik bilgiler doğrultusunda doğru kabul edildiğinden, Amerika’nın bir zamanlar Roma İmparatorluğu gibi işi bir azizeyi nehirde boğmaktan daha fazla ciddiye aldığını göstermektedir. Bazı İncil yorumcuları, dünyayı tehdit edecek suların yeryüzünün yapısını da etkileyeceğini düşünmektedirler. Dünyanın doğuya doğru yörüngesi sırasında bir anda artacak olan suların yeryüzünü batısı yönünde büyük bir baskı oluşturacağını bilginler söyler ve onlara göre bu durumda Amerika kıtasının önemli bir parçası ile Kıta ve Ada Avrupa’sı ile Batı Afrika’nın sular altında kalacağını belirtirler. Zaten coğrafi anlamda dünyanın kayma hızı batı yönünde olduğundan, normalde her yüz seneden bir Batı Avrupa kıyısında 1 metre çökme yaşanırken, Hindistan taraflarında ise 1 metre yükselme yaşanmaktadır. Bunun için aşırı Evangeliz çevreler, böyle bir durumda doğal dengesi değişeceğine inandıkları dünyanın verimli bölgelerine taşınması gerektiğini öne sürmekteler. Hatta bazıları Amerika’nın Ortadoğu işgalini buna bağlamaktalar.

Bütün bunları neden anlatıyoruz? Şundan, “yenidünya düzeni” kavramının izini sürmek için. İşte bu kavramın simgeleşmiş öğeler içeren inançsal boyutunu ortaya koymaktadır. İnanıp inanılmaması için de yazılmadı, sadece bir kavramın insanlık zihnindeki geçirdiği anlamı ortaya koyması için yazıya alındı. Ancak ben anlayış olarak bir şeyin her yönüyle aydınlatılmasından yanayım. İşte, yenidünya düzeninin kimine göre saçma, kimine göre inançsal olgularla pekişmiş yarı bilimsel anlamına karşılık birde siyasal bir yönü vardır. Kendi adıma söyleyeyim ben kavramın açıklamaya çalışacağım ikinci yönüyle daha çok kafa yormaktayım.

KAVRAMIN DÜNYASAL BOYUTU
Öyle sanıyorum, XVI-XVII. Yüzyıllarda Avrupa siyasal aklında bir olgular değişimi ve hatta devrimi gerçekleşmiştir. Çünkü bu tarihlerde romanlarda ve dersliklerde bile önceden kullanılan kavram ve tanımların aniden anlam ve şekil değiştikleri görülmektedir. Avrupa’da devletlerindeki genel gelişim hızı da bu yöndedir. Kanımca bunu birkaç şey bir anda tetiklemiştir.

Birincisi, Dünyanın Avrupa tarafından yeniden keşfi, Avrupa’ya kendisini dünyaya göre yeniden tanımlama hakkını vermiştir. “Biz ve Öteki” anlayışının bu dönemde şekillendiği görülmektedir. O dönemden başlayarak Avrupa aklında zengin bir tanımlamalar olgusu gelişmeye başlar. Bizzat “insan” tanımı değişir. Dünyasal bakış açısının yerini “ilerleme” olgusu alır. Buna göre, her çağ bir öncesinden ileridedir. Bu durumda Avrupa dünyanın ilerici en son çağında yaşamaktadır. İlerleme olgusu Avrupa merkezli bir yapıya dönüştürüldüğünden, insan tanımı da gerici ve ilerici olarak değişecektir. İlerici insan Avrupalıdır, gerici ise dünyanın diğer yarısı. Bu algılama biçimi o denli değişim göstermektedir ki diller bile soylu ve soysuz diye iki kutupta tanımlanmaktadır. Avrupa’yı besleyen üstün ırk Arilerin dili soylu dildir, geri kalan milletler ise soysuz dillerde konuşmaktalar. Tanımların bu denli kalabalıklaşması düşüncelerin tasnifine yol açtı. Artık, düşünce simgesel değil, olgusal ve kavramsaldır. Belki de bundan dolayıdır ki Vigo’nun derin bir zeka ürünü olan felsefi anlayışı, Descartes’in netlik göstermeyen “kendilik” tanımı karşısında dikkate bile alınmamıştır.

İkincisi, dinsel çatışmalar Avrupa’da yeni yaşamsal doğruların pekişmesine neden oldu. Heretc gruplarla, kilise arasındaki geniş savaş her şeyden önce düşünceye dayanıyordu. Bu düşünce savaşı her katmandan bilgi sahibi insanlara gereksinim duymaktaydı. Artık bilge veya okumuş insan düzen karşısında bir tehdit olmaktan çıkmakta, bizzat düzen tarafından beslenerek bir sınıfsal aydın yapısını kazanmaktaydı. Siyasal aklın dinsel yapıyla girdiği çatışma sürecinde her iki taraf doğal olarak genişleme güdüsü taşımaktaydı. Bu yüzden siyasal akıl matbaayı ve eğitimleşmeyi çabuk benimserken, dinsel akıl mezhepsel sorunlar alanına kaymaktaydı. Ancak düşünür bu dönemde rahat değildir. O dönemde kilise öğretisi dışındaki temel düşünce klasik düşünceydi ki burada da bir çatışma söz konusuydu. Düşünürlerin bazısı Mısır, diğerleri ise Grek ekolünü temel alıyorlardı. Her ne kadar Mısır anlayışı XVII-XVIII. Yüzyıllarda egemenliğini korusa da, XIX. Yüzyılda Grek aklının kesin zaferine yenik düşüp kapanacaktı. Aslında Grek düşüncesi Mısır’ın en iyi anlamda bir kopyasıdır. Bunu ciltler dolusu eski Yunan kaynakları da söyler. Ama, merkezleşen Avrupa düşüncesinde Mısır’a yer yoktu. Çünkü aydın ve ilerlemeci beyaz ırkın ataları “siyah derili insanlar” ve onların zekası olamazdı. Öte yandan Protestanlığın Almanlar arasında kazandığı zafer Germenlik olgusunu da zirveye çıkarmış ve soylu Kafkas ırk teorisinden beslenen Ariliğin benimsenmesine yol açmıştır. Ama bu düşüncel savaşta Yahudiler etkin yer aldıklarından daha sonra Avrupa’nın bir uzantısı olarak görülerek gerici toplumlar arasından sıyrılıp ilericiler arasına katılmışlardır. Bunda Yahudilerin teşkilat ve ekonomik durumu belirleyici olmuştur.

Üçüncüsü, coğrafi gelişmeler hızlanmakla kalmayıp, gelişimin yapısını da belirledi. İlerlemenin bir düzen algılanması içinde yapılması gerektiği, disiplin ve ayarlamanın olması gereksinimi ve işbölümlerinin yapılması ihtiyacını ortaya koydu. Bir nevi kadrolaşma süreci başladı. Bu sürecin en başlıca prensibi eğitimdi. Eğitim gerekli olduğu için verilmiyordu, bir amaca hizmet doğrultusunda yapılmaktaydı. Eğitim kurumları bu genel amacın üretim fabrikaları olacaktı. Yeni dönemin en büyük üretim hacmini insan üretimi kapsıyordu. İnsan üretimi ham mal anlamında insanı kaynak almaktaydı. Kendisinden emin kibirli ve eğitimli Avrupa insanı yanında birde atık olarak görülen insanlar vardı. Bunlar Avrupa’nın dünyadaki gücünü tanımlamaya yarayan insancıklardı. Zenci köle ticaretinin temelindeki başlıca gerekçe bu insan olgusuydu. Zenciliye karşı yapılan topyekûn bir köleleştirme girişiminin temelinde ise inançsal gerekçelerde bulunmaktaydı. Avrupa içinde daha başından beri belirleyici güç olan Yahudilik olgusu bu inançsal değeri belirlemekteydi. Tevrat’ın beş kitabından biri olan Tekvinde “zencilerin köleliğine ilişkin kutsal bir ifade” yer almaktadır ki o dönemde herkesin dilindeydi.

Dördüncü etken ise bizzat heratc çevrelerden geldi. Buna göre, teknolojik bir gelişim söz konusu olup, bunun da başında gemicilik gelmekteydi. Bunun en tipik örneğini Hügnolarda görmekteyiz. Hügnoların ana meşgalesi gemicilikti. Gemicilik Osmanlılar karşısında köşeye sıkışmış Avrupa’nın o zaman için tek kurtuluşuydu. Yeni Asya yolunun açılması, ardından Amerika’nın Avrupa tarafından keşfi gemini çağın adeta uzay araçları düzeyine çıkardı. Tersanecilik deyip geçmemek gerekir. Rusya’yı dünya siyasetine kazandıran Deli Petro eğitimini Batı’da tersane işçiliği yaparak tamamlamıştır. Tersane, o dönemde - ki uzun bir süre – ülkelerin dünyaya açılan anahtarıydı. Liman şehirlerinin gerçek anlamda önem kazanması bu dönemde olmuştur. Limanlar klasik görünümünden çıkarak bir üst haline gelmeye başladılar. Ülkeler arası ulaşım ağının kontrolü limanların elindeydi. Limanlar arası ticari dengeler siyasi dengeleri de etkiliyordu. Yani gemicilik yeniçağın atan nabzıydı. Öte yandan limanlar yeni işçi akımının da merkeziydi. Bu dönemde liman çevrelerinin hızla genişlediği ve bir şehir görünümü aldığı dikkati çeken bir husustur.

Avrupa’da sermaye gücünü elinde bulunduran heratic cemaatlere Papalık rejimi karşıtı güçlerde katılmışlardır. Böyle bir cemaatlerden biri Hügnolardır. Hügnolar, Yahudi, İsmaili söylemlerle yakın ilişkiler kuran Protestan bir topluluk olup Fransa’nın Lé Rochelle bölgesinde ortaya çıkmışlardır. Bunların XIV. Yüzyıldan itibaren kalabalıklaştıkları ve cemaatleştikleri görülmektedir. “Yenidünya Düzeni” kavram ve anlayışını ortaya çıkaracak olanlar bunlardı. Bu kavram ve anlayış tek bir sihirsel terim üzerine kurulmuştur: “savaşım”.

Dilimizde “düzen”, “yeni düzen”, Osmanlıcada “nizam-i cedit” anlamına gelen Fransızcadaki “régiment” (rejim) sözcüğü köken olarak Latincedir. Rejim, aslında “alay” demektir, yani askeri birlik. Bu alaylar, Protestan “commune”lerinden devşirilmiş “colloque”ların birleşmesinden oluşmaktaydı. Protestanlık, Avrupa’daki Yahudi, Unitarist ve Maniheist çevrelerde sıkça görülen “dinsel kardeşlik” ilkesini esas alarak communeler oluşturmaktaydılar. Bu yeni dinsel toplumun korunması için bir savunma biçimiydi.

Hügoların kendi alaylarını kurmaya başladılar. Yeni ordu düzeni Osmanlı devşirme askeri sistemine benziyordu. Ama atlı veya süvari birlikler olmayıp, yaya ve düzenli askeri kıtalar biçiminde şekillenmekteydiler. En önemli özellikler ateşli silahlar taşımları ve disiplinli olmalarıydı. Bunun dışında yurttaşlarına askeri mükellefiyetler de getirmekteydiler. Askerlik, paralı ve soylulara özgü olmaktan çıkarak modern bir yapı kazanmaktaydı. “Yenidünya düzeni” denilen bu tarz yapılanmaların temelinde yatan olgu savaş olgusudur. Artık klasik savaş anlayışı rafa kaldırılmaktaydı. Savaş bir hedef veya amaç değil, araçtı. 1685 yılında Fransa’da Nantes Fermanının kaldırılmasıyla, Hügonatlar Fransa dışına yayılmaya başladılar. Özellikle İngiltere, Almanya ve Hollanda’da geniş imtiyazlar elde ettiler. Oluşturdukları çatı, maddi olanakları bu ülkelerin onlardan yararlanmasına olanak tanımaktaydı.

Bu türden yapılanma Avrupa’daki bütün heratc çevrelerde hızla gitmekteydi. Bu grupların bir diğer örgütlenme alnı ise eğitimdi. Matbaa ve yayıncılığın bunlar tarafından başlatılması şaşılacak bir durum değildir. Bir bilgi akışı söz konusuydu ve bu bilgi akışını kontrolde tutmak gerekmekteydi. Düşünce her zaman bir çıkış sergiler. Bu çıkışlar bir düzen yapısı içinde kontrol edilebilinirse toplumun zihinsel işlevi amaç olmaktan çıkarılıp bir araca dönüştürülebilecektir. Yenidünya demek, aslında her anlamıyla bir dünya düzeni demektir. Araçların çoğaltılması, toplumsal kesişim noktalarının artırılması, düşünce alanının genişletilmesi, insan kimliğine yapılan atıfların özne-nesne ilişkisi ağında kurgulanması bu düzenin belli başlı katmanlarındandı.
Devasa bir oluşumu içeren bu yenidünya düzeni anlaşışının en sihirli sözcüğü “savaştı”. Savaş, Habil ve Kabil’den beri insanoğlunun kaderinin hazin bir cilvesiydi. Savaşsız dünya olamazdı ve imkânsıdır. Ama XVII. Yüzyılda oluşan yeni savaş anlayışı oldukça farklı bir tanım ve anlam içermekteydi. Bu kavramın yeniden değerlendirmesini ve adeta savaşın yenidünya anlayışında ne ifade ettiğini iki kaynaktan takip edeceğiz: Raimondo Montecuccoli ve Clausewitz’in Avrupa düşüncesinde adeta bir el kitabı halini alan eserlerinden.

Bunlardan ilki savaş kuramının daha basit bir sunumunu ortaya koymasına karşılık yazıldığı gündem beri Avrupa’da askerlik alanında başlıca kaynak olmuştur. Raimondo 1609-1680 yılları arasında yaşamış Avusturya ordusunda başkomutanlığa kadar yükselmiştir. Eserinin adı “Commentarii bellici” olup “Mémorie del Generale Principe di Montecuccoli” başlığı altında 1704’de Köln’de basılmış İtalyanca yazılarının üçüncü kitabı olan “Afforismi applicati alla querra possibile col turco in Ungheria” adlı kısmının Latince çevrisidir. Eser daha sonra Avrupa’nın belli başlı bütün dillerine kazandırılmıştır. Eserin kendisi olmasa bile görüşleri İbrahim Müteferrika tarafından da Osmanlı dünyasına da kazandırılmıştır. Raimondo, 1664 yılında Osmanlı ordusuna karşı St. Gothard zaferini kazanmış ve bundan dolayı “Hıristiyanlığın Kurtarıcısı” unvanını almış biriydi. Daha albay iken 1639 yılında esir düşen Raimondo, İsveç’te esir bulunduğu sıralarda tarih, hukuk ve felsefeyle yakından ilgilenerek yeni savaş kuramını hazırlamıştır. O, bu kuramını pratik anlamda 1640-1670 yılları arasında Osmanlı savaşları sırasında denemek ve geliştirmek olanağı bulmuştur. Eserinin başlığında olduğu gibi içeriğinde de Türk ordusunun durumu hakkında geniş açıklamalara yer veren Raimondo, özellikle Osmanlı savaş örgütlenmesini taktir etmektedir. bilindiği gibi Osmanlı savaş taktiklerini daha önce özümseyenler Hügolar olmuşlardı. Dolayısıyla Raimondo’nun savunduğu görüşün Avrupa’da artık yaygınlaştığı ortaya çıkmaktadır. Ancak “savaş” kuramını tam anlamda geliştiren Clausewitz olmuştur. Clausewitz, XVIII. Yüzyıl sonları ile XIX. Yüzyıl başlarında yaşamış bir Prusyalı askerdir. Yeni savaş kuramının ne anlama geldiğini kapsadığı içeriği Clausewitz’in “Savaşın Özü” adlı kitabından izleyeceğiz. Bu bizim yenidünya düzeninin hangi temellere dayandığını açık ve net biçimde anlatacaktır(*).
(*) Clausewitz'in "savaş" kavramı için Yenidünya Düzeni: Srekli Savaş makalesine bakınız.

Cumartesi, Aralık 16, 2006

Çatışmalar II: Tarih ve Karşı-Tarih - Moğollar


Bazen Müslümanlarda hata yapabilir; abartabilir; niyetlerini fena biçimde bozabilir ve gerçeği yalanlarla boyayabilirler. İnsan psikolojisi söz konusu olduğunda dinler ve kimlikler arasındaki sınır kolayca aradan kalkmaktadır. İslam tarihi bu türden sahneleri bolca canlandırmaktadır. Tarihçinin hükmüne güvenmek saflığa eşdeğer olduğundan, fütursuzca sarf edilmiş bir ifadenin bazen yılara yayılan araştırılması yapılmaktadır. Bu yazı böyle bir arayışın yolcusudur. Zaman sahipsizler adına konuşma yetkisini çoğu zaman kısmıştır. Resmedilen tarih Batı dünyası ve ona az buçuk adapte olmuş Avrupa çevresindeki ülkelerin tarihidir. Biz, İslam Tarihinin kaynaklarının tamamını Batı metodolojisi üzerinden yeni baştan kritik edilmiş baskılarından öğrenmekteyiz. Bu yüzden bu kaynakların ne denli İslamî söylemleri taşıdıklarını da sorgulamanın sırası gelmiştir.

Bir “karşı-tarih” okuması olarak Moğolların seçilmesinin birden fazla gerekçesi bulunmaktadır. Moğollar, tarihi rüyalarımızın vahşet saçan barbar yüzleri olarak hafızalarımıza kazınmışlardır. Gerek Müslüman vakanüvisleri, gerekse Hıristiyan kronik yazarları Moğollar hakkında akla hayale gelmeyecek her türlü olumsuzlukları kendi tarihlerinin beyaz sayfalarına tıpkı yaramaz çocuğu uslandırmak için bir dev masalını resmedercesine karaladıklarından Çingiz (“Cengiz” değil “Çingiz”) ve ahfadı hakkında işkembe-yi kübradan olabildiğince büyük laflar salgılamışlardır. Ortaçağ Hıristiyan ve İslam tarihçiliğinde Moğollar hakkında kötü şeyler yazmak ve anlatmak o denli büyük ilgi görmekteydi ki tarihçiler bazen bu konuda yarışmaktaydılar. Örneğin başta Rubrik olmakla XIII-XIV. Yüzyıllarda kilisenin kroniklerini tutan tarih yazma hastalığına yakalanmış bazı müellifler ve gezginler XIX. Yüzyıla kadar Moğollardan “Yarı insan, yarı hayvan yaratıklar” olarak söz etmişlerdir. Sırf bu merakını gidermek için Marco Polo bulunduğu her Doğu şehrinde ve kasabasında bu türden canlıları nerede bulabileceğini sorup soruşturmuştur. Marco Polo Ortaçağlarda Doğu’nun yarısını gezmişse bu akıl almaz hayalin izini sürdüğündendir. İslam tarihçilerinin de onlardan geri kalan yanları olmamıştır. Dönemin Mısırlı bir tarihçisi Moğolları anlatırken şöyle der: “Onlardan (Moğollardan – N.M.) bir asker ağzını nehre dayadı, içmeye başlayınca nehir kurudu” (bu satırlar Şemsü’d-din Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmet b. Osman ed-Dimaşkî’nin (öl. Hicri 748/ miladi1348) ifadesidir). Bir diğer müellif ise şöyle der: “Gökteki yıldızların sayısı var, ama onların sayı hesabı yoktur” (bu açıklamayı en ünlü İslam tarihçisi İbnü’l-Esir sarfetmiştir). Çağdaş tarihçilerde insine ve cinsine bakmadan bütün bunları kendi kitaplarına doldurarak hem tarih yazmanın mutluluğunu, hem de Moğollar hakkında bu şekilde korkunç ifadeleri bir araya getirerek ilgi çekmenin gururunu yaşamışlardır. Oysa, bu tarihçilerin yaptığı Ortaçağ tarihçilerinin yaptıklarından daha fazla yüz kızartıcıdır. Bir kere Ortaçağ İslam veya Hıristiyan müellifi en azından kendince bir şeyin savunmasını yapmaktaydı. İkincisi, onların yaptıkları abartı hemen fark edilmekte ve kendiliğinden sırıtmaktaydı. Üçüncüsü ise bu abartılarının neden ve nasıl gerçekleştiğini belirlemek hiçte zor değildir. Peki ya bizim modern tarihçilerin kuruntusu ne? Beri baştan söyleyelim, çağdaş Batılı tarihçiler daha zekice davranıp tarihi çarptırma konusunda metot, yöntem ve kritiğin gücünü kullanırken; Doğulu tarihçiler daha komik bir yol izleyerek tarihi ideolojilerin, mezheplerin ve çeşitli insani takıntıların boş çenesi altına düşürerek dedi-kodu malzemesine dönüştürmüşlerdir. Örnek mi arıyorsunuz? Bakınız “Bilinmeyen Osmanlı”, “Türkler Nasıl Müslüman Oldu?” gibi ve benzeri kitaplar. Bu yüzden elinize aldığınız bir tarih kitabı kimi zaman din, kimi zaman ideoloji görünümü vermektedir. Tarih, bu beyaz yalanların bir araya gelip gerdek masallarında birbirlerinin göğsünü ısıttığındandır ki her sabah bir yalanın doğumuyla insan hafızasını sarsmaya devam etmektedir. Bütün bular kuşkusuz tarihçilerin suçudur; onların kitapların talip okura söyleyecek lafımız yok. Ama bazen okur da okuduğu bir tarih kitabının etkisinde bütün Osmanlı padişahlarını “evliya” yapacak kadar dalkavukluk sergilemiyor mu, işte gel de çileden çıkma?

İçinde yaşadığımız modern çağda bir Allah’ın kulu Moğol düşünür, tarihçi, yazar ve siyaset bilimcinin olmayışı Moğollar hakkında ileri geri atıp tutmamızı gerektirmez. Tabii, Stalin’in yaptıkları hakkında tek kelime etmeyip olanca gücü ile Hitler’e söven sol görüşlü bir tarihçide ahlak ne kadarsa; Kızılderililerin katliamını “yabani otların temizlenmesi” olarak görüp Timür’ü (Türkçemizde yanlışlıkla “Timur” diye okunmaktadır) “insanlığın gördüğü en cani hükümdar” olarak algılayan bir burjuva tarihçisinde de o kadardır.

Tarihçi olmak için karısını, çoluk çocuğunu unutarak ömrünü kitaplar arasında geçirmek şart değildir. Veya bizim üniversitemizin koridorlarını dolduran görüntüleriyle insanlığın ayak bağı oldukları imasını uyandıran araştırmacı takımı gibi bilgileri kâğıtlara fişleyip unvan için tez üretmek koşulu da aranmamaktadır. Tarihçilik için sabır, titizlik ve dikkat gerekmektedir.
Moğollar tarihiyle de ilgisi bakımından, çok basitmiş gibi görünen birbirini tamamlayan iki hususa dikkat çekelim:

1. Çingiz Hanın adı. Herkes bilir ki bu adı dünya tarihine kazıyan şahıs Çingiz olmuştur. Ama gel gör ki biz hâlâ Cengiz demekte ısrar ederiz. Acaba Moğollar Farsça bildiklerinden dolayı mı kendi hükümdarlarına “Cengiz” adını vermişler de haberimiz mi yok? Çingiz adı, Moğolca “güçlü, sağlam” demektir ve Farsça “savaşçı” anlamına gelen “Cenk”ten farklıdır.

2. İkinci husus ünlü Fransız tarihçi Réna Grousset tarafından uydurulmuş ve o günden beri bütün tarihçilerin kitabına kaynaklık eden şu arsız ifadedir. Bu ifadeye göre, “Timuçin (Çingiz Han) kardeşi Bekter’i bir bıldırcın yüzünden öldürmüştü” (Bakınız: Bozkır İmparatorluğu eserine). Gerçekten de tarih kaynaklarında ve bizzat 1241 yılında yazılmış “Moğolların Gizli Tarihi” adlı eserde bu olay böyle geçmektedir. Bunun üzerine bütün kitaplarda Çingiz Han için “işte bir bıldırcın için kardeşini öldürecek kadar zalim ve cani bir hükümdar” tanımlarını okumak mümkündür. Peki söz konusu belirttiğimiz tarihçinin dikkati nerede? Evet, kaynaklarda bu olay böyle geçer, ama tarihçi kaynak kadar onun yazarını da sorgulamalıdır. Şöyle bir dikkat edelim: söz konusu bıldırcın için kardeşini öldürme olayı Timuçin ve kardeşleri Bekter ve Khasar arasında geçmiştir. Yani olayı gören, yapan ve bilen kişi sayısı üç kardeştir. O halde, olayla ilgili bütün aktarmalar bu iki kardeşin (diğeri öldüğünden ebediyen susmaktadır) sözlerinden ibarettir. Peki, nasıl oldu da iki kardeş işledikleri cinayeti basit bir “bıldırcın olayına” dayandırmışlardı? Üstelik Timuçin annesi Ho’elun’un onca bedduasını aldığı halde? Oysa, olayı aktaran dönemin kaynağı “Moğolların Gizli Tarihi”nin diğer sayfalarında neyin nasıl ve hangi gerekçeler yüzünden gerçekleştiğini anlamak mümkündür. Bütün bir kaynağı okumayıp, birkaç sayfası karıştırarak Grousset’in gösterdiği bilinçli veya bilinçsiz “sazanlık” ve bu “sazanlığın” tarihçiliğe mal olan dillere destan aktarımı. Oysa, Timuçin kardeşini Tayciutlara (Çingiz’e düşman bir Moğol kabilesi) casusluktan dolayı öldürmüş, ama annesini ve üvey annesini oğullarının hain olduğundan dolayı utanç duymasınlar diye “bıldırcın” yalanını uydurarak gereken büyüklüğü sergilemiştir. Çok daha ilginci, “Moğolların Gizli Tarihi” yazarı da kendisi Tayciut olduğundan fazla ayrıntıya girmeden bu olayı böyle kapatmıştır. Ama gel gör ki modern tarihçilik Çingiz’i hâlâ “bıldırcın için kardeşine kıyan bir cani” olarak düşünmeye devam etmektedir.

Moğollar, ortaçağ ve çağdaş tarihçilikte İslam Rönesans’ını baltalayan, şehirleri ve kültürleri yakıp yıkan barbarlar olarak bilinmekte ve bizde onları bu şekilde tanımaktayız. Bu sadece bir ön yargıdır. Çünkü Hıristiyan ve Müslüman yazarlar bu savaşların gerekçelerine hiç dikkat etmeden bütün olup bitenleri Moğol canavarlığının bir özelliği olarak sunmuşlardır. Gerçek şu ki Moğolların yakıp yıktıkları şehirlerin sayısı Haçlıların Ortadoğu’da yakıp yıktığı şehirlerin sayısından daha azdır. Yine bunun gibi, Moğolların öldürdüğü insanların sayısı da Emevilerin öldürdüğü insanların sayısından da azdır. Peki, nasıl oldu da, Moğollar Müslüman Emevilerden ve Hıristiyan Haçlılardan daha zalim ve hatta canavar oluverdiler? Hatta bu bizim dönemin tarihçiliğinde değil de bizzat kendi dönemlerinin tarihçiliğine gerçekleşmiş bir yargıydı. Örneğin, kendisi bir Moğol tarihçisi olduğu halde Ata Melik Cüveynî şöyle bir olay anlatmaktadır: “Şubat 1221 sonunda Moğollar şehirler anası Merv’i ellerine geçirdiler. Ve şehir halkının yarısını kılıçtan geçirdiler, geri kalanlarını da esir olarak kendileriyle sürüp götürdüler. Aynı yılın sonlarında Merv ayaklandı ve Moğollar geri dönerek 100.000’den fazla insanı katlettiler. Ancak birkaç ay sonra Merv Moğollar ile savaşmak için 10.000 asker çıkardılar” (Tarih-i Cihan Guşa eseri). Hayret doğrusu. Müellif artık ne yapacağını şaşırmış olmalı. İlk saldırıda zaten şehirdekilerin yarısını öldürdü, yarsını da sürdü, peki nasıl olurda 100.000 insan daha Merv’de ortaya çıkıyor. Acaba bunlar toprak altında mı barınıyorlardı? Diyelim bu da doğru, peki hemen birkaç ay sonrasında Moğollar karşısına çıkan 10.000 kişilik Mervli nasıl peyda oldular? Rahmetli tarihçi Grumm-Grjimaylo pek esprili biçimde bu olayı şöyle karikatürize etmiştir: “Anlaşılan 100.000 kişi, sanki Moğollarca Hazar Ötesi’nde ve İran’da yeniden kılıçtan geçirilmek ve sadece yazarların eserlerine konu olmak için ortaya çıkmışlardır” (Bakınız: Grumm-Grjimaylo, Zapadnaya Mongolya, SP. 1929, s. 430).

Moğolların çok konuşulan İslam dünyasına saldırısının da bizzat dönemin Abbasi halifesi tarafından davet edildiklerini burada hatırlatalım. Halife, Harezmşahlara karşı Moğolları İslam ülkesine saldırmaları için davet etmiştir. Yine bunun gibi, Bağdat’ın Moğollarca yakılıp yıkılması, Sünni Halife ile Hasan Sabbah’ın devamcıları olan İsmaililer arasındaki gizli anlaşmaya dayanmaktaydı. Ayrıca, Moğolların sadece elçilerinin öldürüldüğü şehirleri yakmışlardı ki bunun da çok önemli bir gerekçesi bulunmaktadır. Çünkü Moğollar Mitraist inançlara sahiplerdi. Bu inanca göre, ihanet ve misafiri öldürmek en büyük ve affedilmez suçlardan kabul edilmekteydi. Dolayısıyla İslam ve Batı ülkelerine gönderdikleri elçilerinin öldürülmesi onların inancına göre işlenilmiş en ağır suçtu.

Moğollarca büsbütün yakılıp yıkılan Belh ve Kozelsk şehirleri Moğol elçilerinin öldürüldüğü şehirler olduğundandır. Yine bunun gibi Ortadoğu’da yakılıp yıkılan bazı İslam şehirleri de Moğolların can düşmanı Harezmli askerleri barındırdıkları için bu muameleye maruz kalmışlardır. İnsaf için şöyle bir dikkat edelim: Çağdaş Rus tarihçileri Moğolların ve özellikle de Batu Hanın Rusya’yı yok ettiğini söylerler. Oysa Batu Han’ın çevresindeki toplam Moğol askeri sayısı 2.000’i dahi geçmiyordu. Batu Hana katılanlar ise Doğu Avrupa’daki Türkler, Slavyanlar, Bulgarlar, Başkurtlar, Kıpçaklar ve diğerleri. Ayrıca Batu Hanın saldırdığı Kiev, Ryazan gibi Rus şehirleri ondan önce Rus krallıkları tarafından defalarca yağmalanmıştır bile.

Burada bir husun da altını çizmek gerekir: Moğol saldırıları sırasında İslam ve Hıristiyan dünyası cennette yaşamıyordu. Ünlü İslam tarihçisi Raşideddin, Çingiz Hanın saldırıları sırasında İslam dünyasını şöyle anlatmaktadır: “İtaat altına aldığım bozkır halklarında hırsızlık, yağmalama, fuhuş alelade şeyler haline gelmişti. Oğul babayı saymıyor; koca karısına güvenmiyor; kadın kocasının isteğini hiçe sayıyor; küçük büyüğe saygı göstermiyor; zenginler fakirlere yardım etmiyor; aşağıdakiler yukarıdakilere saygı duymuyor; her yerde başına buyrukluk ve sınırsızlık bir keyfilik hüküm sürüyordu. Ben bütün bunlara son vererek bir düzen ve yasa getirdim” (Raşideddin Tarihi). Tabii, müellif bu sözleri Çingiz’in ağzından sunmaktadır, dolayısıyla her meşhur lider gibi o da yaptıklarını doğal bulacaktır. Ama Moğol öncesi bu söylenenlerin daha fazlasını bizzat İslam müelliflerinin eserinde görmek mümkündür.

Moğollara karşı modern tarihicilikte nefret ve kinin temelinde bir gerekçe daha vardır: Türkler. Bilindiği gibi gerek Moğolların önünden, gerekse de Moğollarla birlikte kalabalık Türk kitlesi Orta ve Yakın Doğuya gelip yerleşmiş ve bunun sonucunda Anadolu ve İran tümden Türk yurdu haline gelmiş, Suriye ve Mısır XX. Yüzyılın başlarına kadar Türklerce idare edilmiştir. Bizzat Osmanlıları Moğolistan sınırından kopup ta Anadolu kadar yolculuğuna neden olan Moğollar olmuşlardır. Yine bunun gibi Karaman oğulları ve diğer Türk boyları da Moğol önünde ve onlarla birlikte Anadolu’ya kadar göçler etmişlerdir. Öte yandan Türk dilini ve Türk edebiyatını yazılı ve resmi hale getirenler de yine Moğollar olmuşlardır. Moğollara kadar İran, Azerbaycan, Anadolu’da yazılmış Türkçe eserlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, Moğollardan sonra Türkçe bu bölgelerde bir altın çağı yaşamaya başlamıştır.

Kısacası, bir tür deneme niteliği taşıyan bu küçük makalenin amacı rüzgârın etkisine kapılarak tarihçilerin ağzından duymuş bile olsak bazı bilgileri yargılamamızı ön görmektedir. Bu yazının ne denli tarih ve ne denli karşı-tarih olduğunu söyleyecek olan ise okurdur.

Cuma, Aralık 15, 2006

Doğu Üzerine İlk Doğulu Deneme: Celal Al-i Ahmet ve Garbzedelik

Kendisi köken itibariyle İranlı bir Türktür; anadili Türkçeyi sonradan öğrenmesine rağmen. 1923-1969 yılları arasında Doğu düşüncesi fezalarında bir göktaşı gibi görünüp kayboldu. Ama bu ufak parlayış bile düşünceye aç ve düşündürmeye muhtaç XX. Yüzyıl Doğu düşüncesini sarsacak kadar etkin oldu.

Celal Al-i Ahmet’ten söz ediyoruz. Karışık bir yaşama sahip, Celal. Necef medresesinden molla çıkıp, Sosyalist Tudeh saflarına katılan kafasını taştan taşa vurmayı seven bir tip. Ama tutunduğu her dal kopmuş. Mahşer alevleri gibi avucunda tutuşmuş her ideal. Ne dindar olmayı başarmış, ne de kafir. Bizim gibi, benim gibi; Arafa çadırını kurmuş. Günah ve sevapların birbiri üzerinde denge kuramadığı devasa çöle. Tanrı ne yapsın, kulun cennette gönlü olmayınca.

Doğu aydını, onu “Garbzedelik” kitabıyla tanıyor; tanıyor mu? Doğu düşüncesi 1960’ları Celal Al-i Ahmet’in etkisinde geçirdi. Tek kişilik bir orduydu, o yılların Doğu düşüncesinde. Savaşmadı, ama muzafferlerden hesap sordu. Doğu’da adaletin terazaisi çoğu zaman yanlış çarpar. Doğruyu söyleyen köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir kovalanır, taşlanır. Bir mekanda cünundur, ötekisinde artık iyice fırlatmıştır. Bizim insanımız delilerle eğlenmeyi takıntı edinmiştir. Doğu da düşünmek cinnete dükkan açmaktır. Celal bunlardan sadece biri. Ne sevmesini bildi zavallım, ne sevdirmesini. Yaşamın yaramazlarında, o da. Elinde kalem, füzelere karşı Doğu’yu savunuyor. Nereye kadar?

Evet, lütfen Celal’i küçümsemeyelim. Yiğit öldü, ama hakkı da yenildi. Bir, iki, üç; hayır! Tam yarım yüzyıl Garbzedelik, Doğu kütüphanesinin raflarında esir. O bir kitap değil, bir çöl. Hangi kuyruklu yıldız çarpacak kendine umutla ufku gözetliyor. Allah’tan umut kesmez Doğulu.

Rıza Beraheni, onun için şunları yazacaktır: “Al-i Ahmet’in Garbzedeliki sömürgeci milletlere karşı sömürgeleştirilmiş milletlerin ödevini belirlemede Marx ve Engels’in Manifestosunun kapitalizm ve burjuvaziye karşı proletaryanın sorumluluğunu; ve Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlerinin yabancı sömürgeciliğine karşı Afrika milletlerinin rolünü tanımlamada sahip olduğu ehemmiyete sahiptir. Al-i Ahmet’in Garbzedeliki Batı’ya karşı Doğunun durumunu açıklayan ilk Doğulu deneme idi ve belki o dünya çapında sosyal değere sahip ilk İran denemesidir”.



Evet, Celal, savurgan Batı’ya karşı Üçüncü Dünya söylemini kendince ifadeye kalkışmış birisi. Edwart Sait değildir; ama ondan daha keskin ve daha inançlıdır. Sait’in Oryantalizm’i yağmurdan kaçarken doluya yakalnamaktır. Celal bizi şimşeklerin kafamıza çaktığı bir fırtınaya sürükler. “Bir hastalıktan söz ediyorum” – diye başlar Al-i Ahmet açıklamaya – : “Ona kolaylıkla kapılabilen bir ortamda yayılan sebepsiz bir kaza. Bu sayrılık ve onun sebebi – ve şayet mümkünse, onun tedavisi – için teşhis arayalım”. Yani, Doğulunun Batılılaşma hastalığının tedavisine kalkışıyor kısaca. Hasta koca bir kıtayı kendisine yatak diye bellemiş yatıyor; aslında hasta değil, felç. Celal, meditasyonla, felçli Doğu’nu ayağa kaldırmakla uğraşıyor. Denemekte yarar vardır; ne de olsa Doğu’nun hafızasına soyut gümrüksüz girmektedir. Garbzedelik, bir tedavi kitabı değil; daha ziyade bir teşhis. Cemalettin Afganî’ye kadar gelen bir illetten kurtulmak için Afganî ve onun devamcılarının yaptıkları yanlış tedavilerin tespitini yapmaktadır. Bizim ahlakımız, başkalarının teknolojisi mantığının kemiye kadar ilerlemiş bir yara olduğunu ifade etmektir. Tekniğin salt bir olgu olmadığını, içinde ahlakı da gizlediğini dile getirmektir.

“Biz, makine ve onun vahim saldırısı karşısında tarhsel ve kültürel karakterimizi koruyamadık. Aksine hezimete uğratıldık. Bu çağdaş canavar karşısında sağlam bir tavır alamadık. Batı medeniyetinin gerçek özünü, temelini ve felsefesini kavramadığımız sürece, sadece Batı’ya görünüşte ve biçimsel olarak öykünerek, ancak aslan donuna girmiş eşek gibi olabiliriz”.

Kısaca, Celal Al-i Ahmet Garbzedelik eserinde Batı’nın zehirlediği kişilere çağrı yapmaktadır. Sağır olmayanlar bu çağrıya kulak verir veya vermez; onların bileceği bir şey. Ama Celal bir sur gibi deryada dikilip durmaktadır. Sabir’in “Benzerim bir kocaman dağa ki deryada durur” mısrasında olduğu gibi.

Perşembe, Kasım 16, 2006

Bilme-İdare Biçimleri ve Müslüman Cehaleti

Nerede durmalı ve nerede konuşmalıyız? Düşüncelerimin sınırları var mıdır? Benim haklarım nelerdir? Ben, bir varlık olarak neyim? Kimim? İnsan’ın gerçek değerleri ne? Yaratılmış olmak ne demek? Bütün bu soru zincirleri artık çağdaş felsefenin uğramadığı duraklardır. Eski çağa giden dolmuşlar kalkalı çok oldu. Bir uzay çağındayız ve bütün uzamsal bağlarımız bugüne ilişkindir. Bu devasa kurgu içinde, bu tekniksel işleyiş sürecinde ve bu nesnel oyunlar arasında travma geçiren “özne”yi soracağız ve ona vurulan “bilimsel” kamçıları irdeleyeceğiz.

Evet, dostlarım! Benim beynimin “bilgi-idare hastalığının” kurtçuklarını size bulaştırıyorum. Biliyorum ki sizde aynı kan zehirlenmesini yaşıyorsunuz ve günlük yaşam stresi hattının bıkmaz ve usanmaz yolcularısınız. Bir yolculuğunuzda da kafanızı bunlara takıverin. İşte soru şu: İnsan öznenin, bir yandan üretim ve anlamlandırma ilişkilerine girerken, diğer yandan ve aynı etkide çok karmaşık nitelikte olan bilim-idare ilişkilerine de girdiğini nasıl görebiliriz? Ve bunun sonucunda bilimsel ve idari engizisyonu nasıl reddedebiliriz? Ben bu iki soruyu modern düşünce bazında tartışacağım. Çünkü, Batı düşüncesi dışında günümüzde meşru olan hiçbir düşüncenin var olduğunu sanmıyorum. Varsa da, bir yerlerde korunuyor olsa da, Kaf dağının Güneş almaz eteklerinde bulunuyorsa da; bu demektir ki bir hayal ürünüdür. Lütfen karşıtlarımız alternatif bir düşünce sisteminden söz etmesinler. Çünkü bundan söz ettikleri anda ve gerçekten söz ettikleri anda kendi mutlu enkazlarından söz edeceklerdir. Benim amacım bir şeye işlevsellik kazandırmak değil, işlevsel olanın yıkımına neden olmaktır. Ancak bu yıkımdan sonra kendi toplumumuz üzerine, İslam milletleri hakkında bir bakış açısında bulunmaya çalışacağım.

“Özne”, Batı düşüncesinde Türkçemizdeki kullanımından farklı olarak iki tür karşılığa sahiptir: biri çoğul, diğeri ise yalın anlamda. Fransızca’daki tam betimlemeleri “sujet” ve “assujetir”dir. Hem tekil anlamda şahsı, insanı, bireyi bağlamaktadır; hem de tebaa, halk, topluluk anlamında bir işlev görmektedir. Tekil anlamında: vicdan veya özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlı kalan özne’yi düşünürken; ikincisinde denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tâbi olan özne’den söz etmiş oluruz. Her iki özene tanımının gerisinde de “Biz kimiz?” sorusunun bunalımlı geçmişi yatmaktadır.

Bu özen’e tanımının üzerinde üç tür mücadele forması yatmaktadır: Birinci, tahakküm biçimlerine karşı yapılan mücadele. Bunlar etnik, toplumsal ve dinseldirler; İkincisi, sömürü biçimlerine karşı yapılan mücadele. Bunlar da bireylerin ürettikleri ürünler üzerinde kurulan kâr-çıkar ilişkisini konu almaktadır; Üçüncüsü ise duruma karşı yapılan mücadeledir. Burada ise bireyi kendisine bağlayan ve onu kendisine tâbi kılan boyun eğdirme biçimlerine karşı mücadele forması anlaşılmaktadır. Batı toplumu bu aşamaları tek-tek geçti. Örneğin XV-XVI. Yüzyıllarda dinsel ve ahlaki iktidara karşı bir mücadele verilmekteydi ki bunun sonucunda dinsel veya Kilise iktidarına son verilerek burjuvazi işbaşına gelmiştir. XIX. Yüzyıllarda ise üretim güçlerinin üretim araçları ve üretim sahiplerine karşı mücadelesi patlak vermiş ve Komünist teori buradan doğmuştur. Birde bağlılığa ve boyun eğdirmeye karşı bir mücadele biçimi yaşanmıştır ki milletlerin ortaya çıkması, kadın hakları bu şekilde kendi rengine kavuşmuştur.

Bütün bu mücadeleler içinde özne sözcüğü hep bir aradalık göstermektedir. Ancak burada öznenin özsel olguları kendisini ele vermektedir. Ortaçağı tamamlayan sadece aklın inkılabı değildi, zaman terkipleri de bunda etken olmuştur. İnsanın zamansal oluşunun şuuruna varışı insanlık tarihinin en yeni basamağıdır. Klasik Hıristiyan öğretisinde olsun veya İslam düşüncesinde olsun insan bambaşka bir biyolojiydi. İnsanın birden fazla terkipleri, öğretileri, görevleri bulunuyordu ve asla insan tekil değildi. Bu tekil olmayışı onun zamanlara yayılan çoğalmışlığından ileri geliyordu. İnsanın zamanı (yaşamı) kendisi değildi, yaşamın ve zamanın bütünüydü aynı zamanda. Gerek İslam, gerekse de Hıristiyan anlayışında insanın dünyası onun ödevlerinin dünyasıdır. Özne anlayışında ilk devrim, değişim, başkalaşma, özneleşme burada, yani zaman anlayışında yaşandı. Zamanın takip edilebilirliği için zamanın şimdiliğine gereksinim duyuldu. Bunu düşünsel anlamda ilk gerçekleştiren Kant olmuştur. Onun “Aydınlanma Nedir?” sorusu bir zaman sorusuydu ve her şeyden önce bir şimdiki zaman sorusuydu. Artık bu soruyla geleneksel düşüncenin bir görev olarak metafizik sistem ve bilimsel bilginin temellerini sorgulanması tamamlanmakta ve güncel bir olay zihinlere kazınmaktadır.

Kant’ın bu yazısı 1784 yılında bir gazetenin köşesinde yer almış, onun mevcut felsefi çalışmalarının dışında bir yazıydı. Kant şunu soruyordu: “Şimdi bize ne oluyor? Bu dünya, bu çağ, içinde yaşadığımız şuan neyi ifade ediyor?” Kant aslında daha net biçimde şunu sormaktadır: “Aydınlanmanın bir parçası olarak biz neyiz?”

“Ben kimim?” sorusunun klasik ve evrensel tanımı giderilmektedir bu soruyla. “Ben kimim?” sorusu eski İslam ve Hıristiyan düşüncesinde “Allah’ın bir yarattığı varlık olarak”, “bir eşref-i maluk olarak”, “yaratılmışların ve sadece yaratılmışların en değerlisi olarak” ve “yaratılmışların en yücesi olduğu halde kendi ameleleri ile bu basamağın en altına da inanabilen varlık olarak”, “Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak” yanıt bulurken; Kant’ın sorusuyla bu geniş tanım içinden alınan özne tarihin belli bir anına kapatıldı. Modern düşünce ve episteme anlayışında karşımıza çıkan “tarihsel zaman” anlayışı böylece başlamış oldu. Aydınlanma ile dinin alanı kapatıldı; ikincisi ise felsefe ve düşünce dünyamızın eleştirel bir analizi görevini üslendi. Çağdaş bilim ve bilgi işte bu bizim şimdiki zamanımız üzerine kurgulandı. İster bilimsel olsun, ister toplumsal, ister düşünsel biz bir şeyden bahsederken bizim şimdiki konumumuzu esas alarak hareket ederiz. Bu şimdiki zaman kapsayıcılığı içinde hepimizin birer şimdiki zaman boyutu vardır. Özne, tebaa anlamında birde kendi öznelliği içinde dar bir zaman alanında döndürülmeye başlanıldı. Bilimsel algının üzerinde durduğu en önemli husus budur. Hıristiyanlık bu mücadelede veya savaştan yenik çıktı ve bütünsel anlamını büsbütün yitirdi. Çağdaş Batı, Hıristiyan değerleri taşımamaktadır. Hıristiyan değerleri kendi yeni metaforları içinde yeniden üreterek ve değerlendirerek bir anlamlandırma bütünü oluşturmuştur. Hıristiyanlığın bu direnişi 500 yıl sürdü. Çağdaş İslam şu an Hıristiyanlığın başına gelen bu musibeti yaşamaktadır. Ve biz olanca hızımızla bunu kolaylaştırmaktayız.

Peki bizim hedefimiz ne olmalıdır?

Bizim hedefimiz ne olduğumuzu keşfetmek değildir; olduğumuz şeyi reddetmektir. Modern bilim-idare yapılarının eşzamanlı olarak bireyselleşmesini ve bütünselleşmesini ve bu siyasi ikili kısıtlamayı (hem bilim, hem idareyi) olanca gücümüzle defetmeliyiz. Biz, bizim için kurgulanan ve bilimsel-evrensel görüntüye sokulan öteki modasını içinde kendileşmemeliyiz. Burada günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi değerlerinden kurtulmalıyız demiyorum; bizzat kendimizi bilme-idareden ve onunla bağlı olan bireyselleşmeden kurtarmalıyız. Yüzyıllardan beri zorla dayatılan ve tek çıkış yolu olarak sunulan öznellik biçimlerini, bu türden bireysellik kurgularını reddetmeliyiz.

Peki bu nasıl olacak?

Belki de böyle bir soruya hiç yanıt verilmemelidir. Çünkü bu sorunun kendisi bile bir bireysellik içermektedir. Ve bir bilim-idare yöntemi taşımaktadır. Ama sonuçta bu bir sorudur. Ve sorudan kaçış yoktur. Benim için bu reddedilebilir bilme-idare kurgusu dışında dinsel ve toplumsal yaşamımızda bir gerçeklik varsa, o da cehalettir. Modernizm, Müslüman toplumlarını kendi yüksek gelişimi sonucunda yakalamadı, karşıtlarının cehaleti yaşadıkları bir ortamda yakaladı. Bu ikisinin karşılaşması kuşkusuz acı olacaktır ve öyle de oldu. İslam toplumlarında cehalet statükocu siyasal yapıların vahiysel bir gücü ve anlamı ele geçirmesinden doğmuştur. İktidarlar kendi kalıcılığı için toplumsal ve düşünsel gelişimi durdurmanın yollarını aramışlardır. Selefi görüş, tefsirci öğreti ve bizzat “sahabe mantığı” da burada baskın çıkmıştır. İslamın daha ilk dönemlerinden başlayarak “peygamber” motifi bireyselleşmeye itilmiştir. Bu motifsel bireyselleşmenin genişliği o deneli büyüktür ki, her kes bireysel ve öznel kimliğini onunla bağlatı içinde sunmaya ve tanımlamaya başladı. Bu bir hadiste olduğu gibi “peygamberin ahlakını kendinize ölçü alın” anlamından çıkarak öznel anlamda “peygamberleşmeye” dönüştürüldü. Kişisel olanın, ancak “peygamberin kişiliği” alanında rahat hareket edebileceğine dönüşen bu anlayış bir süre sonra hepten kutsal bir değişmez oldu. İslam’daki cemaatleşme aslının dışında bir yol izledi. Cemaat, kendi kurucusu için kişiselleşme, onun öznel varlığında ona benzeme mantığına dönüştü. Batı’da özerklik ve insan olgusu ortaya çıkınca bu olgu, İslam dünyasının tahakküm altına alınmış “tebaa” kimliği ile çarpıştı. Kuşkusuz tebaa kimliği içinde yaşayan Müslüman aydının hiçbir öznel kimliği olmadığı için bu çarpmada Batının öznel değerlerini daha cazip buldu. Ama bu cazibe merkezinde var olan yeni idare değerlerini algılayamadı.

Bir diğer husus ise, bizzat sehabenin “örnek kişilik” ve “örnek Müslüman” bireyselliğini eline geçirmesiydi. Bu “örneklendirme” İslam’ın bütün alanını kapladı. Önce hadis ilminde kendini kanıtladı, ardından da bütün öznel yaşam modellerini eline geçirdi. İslam içinde ortaya çıkan mezhep ve tarikatlar bir yandan eski “örnek” modele ve tipe karşıyken, diğer yandan kendisini onun yerinde dayatmaktaydı. İslamda hukuk modelinin bu denli gelişmesi bu anlayışının toplumsal idari kaygılar taşımasındandır. Bu, bizzat Kur’an’ın düşüncel ve bilgi bazında algılanmasını, tanımlanmasını engellerken, onu sadece dini ibadetlerin anayasası konumuna indirgedi. Modern çağda, Müslüman ilahiyatçılar Batı’nın bilgi değerleri karşısında dinsel anlamda ezildiklerini görünce bu defa bilimsel kurguyla vahiysel doğruları açıklamaya çalıştılar.

İşte reddedilmesi gereken, bilim-idare mantığı ile birlikte karşı çıkabileceğimiz gerçeklik bu cehalet mantığıdır. Bu cehalet mantığının İslam dünyasının bir gerçekliği olduğunu kabullenmek gerekir. Bunun içinde Kur’an’a bilgi (bilim değil) bazında yaklaşmanın yollarını aramak zorunluluktur. Çağdaş Müslümanları kurtuluşu bu bilgi bağlamında toplumsal bütünlüğü oluşturmalarıyla mümkündür.

Cuma, Kasım 10, 2006

Yenidünya Düzeni: Sürekli Savaş

Savaş nedir?
Clasuwitz bu kavramın 20’den fazla içeriğinden söz etmektedir. Önce bunları sıralayalım:

1. Savaş, düşmanı filli irademizi kullanarak alt etmenin bir şiddet hareketidir.
2. Savaş, sınırsız kuvvet kullanımıdır.
3. Savaş’ın amacı düşmanı etkisiz hale getirmektir.
4. Savaş, güçlerin son haddine kadar kullanılmasıdır.
5. Savaş, realitedeki değişikliktir.
6. Savaş hiçbir zaman soyutlanmış bir hareket değildir.
7. Savaş ani ve tek bir darbeden ibaret değildir.
8. Savaş hiçbir zaman mutlak bir sonuç doğurmaz.
9. Savaş, gerçek hayatın olasılıkları olan “aşırı” ve “mutlak” kavramlarının yerine geçer.
10. Savaş, politik amacı yeniden ortaya çıkartmaktadır.
11. Savaş aralıksız ve sınırsızdır.
12. Savaşı durduracak sadece bir neden vardır ve bu da taraflardan sadece biri için geçerlidir.
13. Savaş, işleri yeniden kızıştıran askeri bir sürekliliğe tabiidir.
14. Savaşta kutuplaşma ilkesi zorunludur.
15. Saldırı ve savunma farklı nitelikler olup eşit olmayan güçteki şeylerdir ve aralarında bir kutuplaşma geçerli değildir.
16. Kutuplaşmanın etkisi savunmacının saldırgana üstünlüğü karşısında kaybolmakta ve bu savaş eylemini ertelemektedir.
17. İkinci bir neden durumunun bilinmemesidir.
18. Savaştaki durağanlaşma onu mutlak olmaktan çıkarıp ihtimale dönüştürmektedir.
19. Savaş bir kumardır ve onu tesadüf belirler. Savaş tesadüfün en çok rol oynadığı faaliyet alanlarından biridir.
20. Savaş objektif ve sübjektif niteliği ile de kumardır.
21. Savaş ve kumar insan zihniyle en iyi bağdaşan unsurdur.
22. Savaş ciddi bir amaca yönelikse ciddi bir araçtır.
23. Savaş politikanın başka araçlarla devamından öte bir şey değildir.

Koca bir kitap bu başlıkların bölümler halinde irdelenmesine ayrılmıştır. Bizi ilgilendiren bu başlıkların içeriği olmayacaktır. Bunu Clausewitz’in söz konusu dilimize tercüme edilen eserinden isteyen okuyabilir. Biz Clausewitz’in söylemediğini söylemek niyetindeyiz. Biz bu tanımların açıklaması ile değil, göndermeleri ile ilgileneceğiz.

Savaş hakkında eski ve ortaçağda birçok kitap vardır. Bu konuda dikkate alınması gereken ilk şey kutsal kitaplardır. Savaş, Tevrat’ta Tanrı soyunun (İsraillerin) ilahi egemenliğinin kurulması için geçilmesi gereken bir yoldur. Buna karşılık İncil’de savaş olgusu yoktur. Kur’an’da ise savaş ancak Allah için yapılmaktadır. Allah için yapılan savaş, sadece adaletin sağlanması için bir araçtır. Hz. Ali’ye mal edilen “Harp” eserinde “savaş Allah için yapılsa da, savaşı hile belirler”. Bu politik bir söylem olamayıp, araçsal bir söylemdir. Ortaçağ Hıristiyanlık düşüncesinde savaş kurtuluşa erme biçimidir. Göçebeler arasında ise savaş, yaşamın ta kendisidir. Cengiz Han yasasında savaş, Gökyüzü tanrısının yerdeki halifesini belirlemek için yapılmaktadır. Emir Timur’a göre, “Gökyüzünde Allah bir olduğu gibi, yerde de bir hükümdar olmalıdır”. Osmanlılar için başlangıçta savaş bir yaşam biçimi iken, daha sonra Darü’l-Harp’la Darü’l-İslam arasındaki çizgiyi belirlemektedir. Görüldüğü gibi bütün bunlar yaşama ilişkin tanımlardır. Yaşamın uzantısı değil, varlığın yerinin korunmasıdır ve bir sabitlik içermektedir. Osmanlıya göre, dünya düzeni sabit tutulmalıdır.

İlk kez Raimondo ve özellikle de Clausewitz’de savaş bizzat yaşamın uzantısı ve biricik gayesi olarak görülmektedir. Kapitalist düzen bu çatışma üzerine kuruludur. İlginçtir, Clausewitz savaş için bir düşmandan söz ederken “düşmanın” tanımını yapmaz. Oysa daha önceki savaş anlayışında savaş için birincil neden düşmanın belirlenmesidir. Eski anlayışda bir düşman profili mevcutken, yeni anlayışta “düşman” tiplemesi ortadan kalkmaktadır. Düşman her yerdedir. Ben bile kendi kendimin düşmanıyım. Savaşmam gereken ilk düşman kendimdir. Bu savaşı klasik düşüncede olduğu gibi nefsimi yok etmek için değil, kendi irademi kanıtlamak ve kendi varlığımı her şey karşısında (Tanrının bile) ispat etmek için yapmak zorundayım. Raimondo ve Clausewitz burada Descartes felsefesini ölçü almışlardır. Düşünüyorum, o halde varım; daha doğrusu savaşıyorum, o halde varım. Bir şeyin varlığı bizzat benim düşündüğüm durumda var olduğu gibi, bizzat kendi varlığım savaştığım durumda belirginlik kazanmaktadır. İşte tanımı yapılmayan düşman yüzünde ikinci şıkta “savaşa sınırsızlık” tanınmaktadır.
2. Savaş sınırsız kuvvet kullanımıdır” derken tanımı yapılmayan düşmanın sınırsız bir boyutta olduğu ortaya konulmaktadır. Kime karşı sınırsızlık? Her şeye! Ama bu sınırsızlığı belirleyen güçte savaşan insandır. Dikkat edildiyse, savaş bizzat insanın kendi benliğinde başlamakta, ardından sınırsız bir güç kullanımını devreye sokmaktadır. Kapitalist ve Avrupa merkezli anlayışta insan, böyle bir çatışma içinde kavranılmaya ve yönetilmeye tabii tutulmuştur. Bu iki tanım, önce insana, ardından da sınırsız düzeyde çoğaltılmış insan kimliğine ortaya çıkartmaktadır. Hobbes “insan insanın kurdudur” derdi ki bu yapı içinde daha iyi anlaşılmaktadır.

Ancak burada önemli bir nokta vardır. Tanımlanan yeni kimlik anlayışına göre, her insan insan değildir. İnsan olmadığı içinde kimlik değildir. Ancak Avrupai kimlikten beslenenler insan olabilirler ki onların da insanlığı sınırlıdır. Bu ölçüyü asla gözden kaçırmamak gerekir, zira bu Avrupa anlayışından “ben ve öteki”yi belirler.

3. Savaşın amacı düşmanı etkisiz hale getirmektir”. Düşman kim? Kendim de dahil her kez düşmanıdır, buna göre. O halde kendim dahil her şey etkisiz hale gelmelidir.
4. Savaş, güçlerin son haddine kadar kullanılmasıdır”. Burada sınırsız tüketim planlanmaktadır. Güç bile tüketim oranında kendisini göstermektedir. Güç tüketim oranında artar ve sonuçta kendi başına bir güce dönüşür: kolektif tüketici zihniyetine. Tüketim toplumunu yöneten bu zihniyettir. J. Baudrillard’ın “tüketim toplumu” nazariyesinin temelinde yatan boşluk insanın içine çekildiği savaş mantığını belirleyememesinden ileri gelmektedir. Bu kimliğin belirlenememe sorunu M. Foucault’ta da karşımıza çıkmaktadır. Foucault’un “iktidar kuramı” bu yüzden bir tezat yumağına dönüşmektedir. Yine Foucault’un iktidar kuramından esinlenen Edwart Sait “oryantalizm kuramında” eserinin başında belirttiği gerekçeleriyle kitabının sonunda yapayalnız kalmaktadır. Kimlik olgusunun temelde nelerden beslendiğini tanımlayamadığından E. Sait’in oryantalizmi, Batılı anlayışının iyimser amaçla yumuşamasına benzemektedir. Zira “kimlik” hiçbir zaman elle tutulur bir yapıda olmadığından kapitalist mantık onu sınırsız bir alana germesini ve bir çatışma gücüyle (içte ve dışta) dengede tutmasını iyi başarmıştır. Bu açıdan bakıldığında Cemil Meriç, E. Sait’in basit bir kopyası olarak kalmaktadır. Çünkü C. Meriç, E. Sait’ten daha acemi bir biçimde çatışmaya sunulan bu veya şu kavramlarla oynar (bunları Doğu ve Batı diye belirlemeye kalkışır), asla ve asla çatışma zeminini tanımlayamaz. Bu, adı geçen düşünürlerin Marksizm söyleminden kurtulamadıklarını göstermektedir. Nitekim Marksizm düşüncesinin omurgasını oluşturan “çatışma teorisi” bizzat söz konusu çatışmaya dönüşen kimliğin sınıfsallaştırılmasına dayanmaktadır. Bu da savaş mantığında yer alan çatışmadan çok daha barbarca bir savaşı ölçü almaktadır ki Marks mecburen buna “proletarya diktatörlüğü” demek zorunda kalmıştır. Yani sosyalizm kapitalizme karşı geliştirilmiş olamayıp, kapitalizm içinde gelişmiş kapitalist bir kuramdır. Çünkü kapitalist bir zeminde etki bırakmanın ancak ve ancak iki yolu vardır: ya ünlü bir kapitalist olursunuz, ya da terörist. İşte günümüzde bu ikisi yaşanmaktadır zaten. Teröristin kapitalistten farkı eyleminin birleşik bir katmanlar üzerinden yansıtamamasıdır. Yapamaz da; çünkü terörist kapitalist katman içinde kendisine şans tanımaktadır. Aslında bu şansı ona içinde bulunduğu zemin tanır. Çünkü çok daha aşırı ve salt kimliklere kendini göstermek şansını tanımakla, kapitalist düzen daha da sağlıklı bir görünüm kazanmaktadır. Bunu en ser biçimde Amerikan kapitalist mantığı işler. Çünkü o, kendince sunulan ve sunulmasına fırsat tanıyan doğruların ve yanlışların aşırılığına inanmaktadır. Bunu en iyi biçimde Amerikan filmlerindeki aşırılıkta görmekteyiz. Şiddet ve o karşı kullanılan iyilik ne denli aşırı olursa o denli etkilidir psikolojik mantığı insanı (toplumdan ve kendisinden koparılmış bireyleri demek daha doğrudur) yönetici gücün çekim alanında tutmaktadır.
İşte bu “5. Savaş realitedeki değişikliktir” önermesini doğrulamaktadır. Clausewitz bunu şöyle tanımlar: “Mutlak savaş kavramından, önceden tasarlanmış mutlak bir amaç ve bunu gerçekleştirmenin yollarını çıkarmaya çalışacak olursak, bu sürüp giden karşılıklı eylemler bizi adeta gözle görülmez bir mantık incelikler silsilesinin eseri, salt bir hayal oyunu olan aşırılıklara götürür”. İşte alın size çağımızda bir aşırılığa karşılık sunulan daha soyut aşırılıklar yığını olan komplo teorileri. Sırf bu aşırılık korkusudur ki insan ileriye doğru zihinsel ve eylemsel bir girişimde bulunmaktan korkmaktadır, daha doğrusu korkutulmaktadır. İçinde bulunduğumuz realitenin aşırılık olduğunu bile bile, bu aşırılıkta kalmaya ısrar ederiz, daha büyük aşırılığa karşı tetiklenmiş korkumuzdan dolayı.
Ama “6. Savaş hiçbir zaman soyutlaşmış bir hareket değildir”. Savaş bizzat gerçeğin ve somutun ta kendisidir. Çünkü biz olduğumuz ve savaşmaya endekslenmiş benliğimiz olduğu sürece şu veya bu aşırılık ortamı olsun savaş hep vardır ve olacak da.
İşte bu süreklilikten dolayı “7. Savaş tek ve ani bir darbeden ibaret değildir”. Katmanlar halinde ilerler, psikolojik olarak bünyeye iyice sindirilir, onunla doğal bir gerçekmiş gibi yaşamaya alıştırılır. Savaş hep vardır.
Hep olduğu içinde “8. Savaş hiçbir zaman mutlak bir sonuç doğurmaz”. Çünkü “yenilgi” asla kabul edilmez. Modern savaş anlayışının en önemli keşiflerinden biri de “yenilgisizliktir”. Çünkü yenilgi olursa, savaşın durması gerekir. Yenilgi olmadığı içindir ki savaş daimidir. Tam burada yaşamın tanımı açıklanır. Adeta yaşam savaş meydanında ayakta tutulmak istenilir. Bu savaş bireysel de olabilir, ciddi silahlı bir mücadele de. Bir kere insan hep savaşmaktadır ilkesi kabul edilmiştir artık.
Peki, bu yaşam belirmesi nasıl sağlanılır: “9. Savaşı gerçek hayatın olasılıkları olan “aşırı” ve “mutlak” kavramlarının yerine geçirerek”. Bu tanımı yapanın zeka düzeyi şöyle bir düşünün; ama en korkunç zeka bu tanımın yaşama nasıl dönüştürüldüğüdür. Dikkat edelim, “aşırılık” ve “mutlaklık” gerçek hayatta hep olasılık kapsamındadır. Bu olasılığın varlığı yüzde yüzdür. Bu gerçek hayatta savaş yüzde yüz olduğunu anlamına gelmektedir. Olmaya da bilir, ama olmama olasılığı yoktur; aksine olabilirlik olasılığı vardır. Ama bu olasılık “aşırılığa” ve “mutlaklığa” dönüştürülmüştür.
Bu oldukça “politik” bir söylemdir; zaten “10. savaş, politik amacı ortaya çıkartmaktadır”. Kuram boyunca net biçimde “politik” söylem üç kez kendini açığa vurmaktadır. Başlangıçta, ortada ve sonra. Başlangıçta yer alan politik söylem kimlikseldir. Marks tarafından Aristo’dan devşirilerek gündeme kazandırılan insanın “zoon politikon” (siyaset bilen hayvan) kimliği üzerine vurgu yapmaktadır. Görüldüğü gibi, politika kurumsal olmaktan çıkarılıp insanlaştırılmıştır. Politik olmak, insanın kimliksel gerçeği haline getirilmiştir. Bu günümüzde sıkça kullanılan “insan doğuştan politikacıdır” tanımıyla daha uygun bir hale gelmiştir. Doğuştan politikacı olan insan yaşamını çatışma üzerine kurmuştur. Bu çatışmada sürecinde politik varlığını kanıtlar, öte yandan gerçek hayatta birer “mutlak” olasılık olan savaş karşısında da yaşamını politikayla belirler. İnsan, adeta yaşamını tuzaklar içinde sürdürür. Bu yüzden insan hep politik olmak zorundadır. Bu ilke her yerde geçerlidir. Eşimize, çocuğumuza ve kendimize karşı hep politik olmak zorunluluğu altındayız. Bu yaşamın tek kuralıdır. Burada artık “bizzat kendisinin kurdu” haline gelmektedir.
Politik kuşatılmışlıktan dolayıdır ki “11. savaş sürekli ve sınırsızdır”.
Tam burada bu zamana kadar söylediklerimize karşılık bir tezat kendini göstermektedir: “12. savaşı durduracak tek bir neden vardır ve bu taraflardan sadece biri için geçerlidir”. Bu bir “yenilgi” değildir. Bunu algılamadaki yeri “ölümdür”. Çok tabiidir ki nedenli politik varlık olursa olsun insan ölümlüdür ve kapitalizmde bunu kabul etmektedir. Çatışmaya dayalı ömre son verecek şey doğal bir ölümdür. Doğal dışı sürdürülen bu yaşam ilk kez doğallığı kabul eder. Çünkü hiçbir güç ölümün önüne geçemez de ondan. Kapitalizme karşı geliştirilen en “başarılı” insani söyle burada kendisine yer edinir. Bu doğal olmayan düzene karşı geliştirilen doğal olmayan ölümdür, yani intihardır. İntiharın, kapitalist düzende kabul edilmeyişinin nedeni savaşın ciddiye alınmamasından ileri gelmektedir. Savaşın ciddiye alınamaması bizzat bu düzenin geçersiz oluşunu kabul etmektir. Bunun için kapitalist söylem iki şey geliştirir. Birincisi, intiharı yasaklamakla kalmaz, ölümü inkar eden bir yaşam anlayışı geliştirir. İkincisi, ölümün değerini düşürür. Ölmek, insan yaşamında karşılaşacağı en büyük trajedi olarak anlam kazanır. İnsanın ölmekten adeta ödü kopar. Ama burada bir çelişki vardır: madem savaş “ölümü” içinde barındırıyorsa, neden “ölüm” dışlanılır? Bu durumda normal bir savaşta binlerce insanın ölümü olağan bir hal gibi kabul edilirken, neden birkaç kişinin ölümüne sebebiyet veren terör eylemi pislenmektedir? Bunun mantığı şu, biri amaçlı, diğeri ise amaçsızdır. Amaçsız olan politik söylemin (bizzat insanın) kontrolü dışındadır. Kapitalizm kontrolsüzlüğe asla tahammül etmez. Bir kontrolsüzlük varsa o bile kontrol altında olacaktır.
Bunun önüne geçmek için yine çatışmaya olanak tanınmaktadır: “13. Askeri harekat işleri yeniden kızıştırılarak bir süreklilik kazanılır”. Bu şunun için yapılır. İnsanın karmaşık bir dünya olduğu iyi bilindiğinden, insanı kontrolde tutacak gerekçelerin birden fazla oluşu ortadadır. İnsan dünyasal sorumluluğun yükümlülüğü altındadır. Bundan dolayı çoğu zaman insan kendisini başkaları için yaşar. Bu insana yakın olan “başkalar” insanın ailesi, eşi, dostu, çocuğu, ülkesi ve hatta köpeği bile olabilir. İnsanı bu başkaları karşısında kaygılandırmak için savaş söylemi kızıştırılır. Bu süreklilik insani kaygıları artırırken savaşın mutlaklığına ve insanın politikliğine bir kez daha meşruluk kazandırır.
İşte burada “14. işin içine bir kutuplaşma ilkesi” sokulmaktadır. Bu kutuplaşma her alanda yapılmaktadır. Bir kere insan kendisiyle kutup konumundadır.
Bu kutuplaşma ancak “15. saldırı ve savunma” durumunda ortadan kalkmaktadır. Eğitim burada önem kazanır. İnsan dünyasal bir eğitime tabii tutulur ve her daim öğrenir. Geçenlerde İngiliz “Sun” gazetesi bir araştırma yayınladı. Buna göre, günümüzde bir Londralının gazete ve televizyondan edindiği 1 günlük bilgini, ortaçağda yaşamış bir İngiliz 60 yıllık normal yaşamı süresince edinememekteydi. Bu korkunç bir bilgilendirme işlemidir. İşte bu “saldırı ile savunma” arasındaki kutuplaşmanın bir bilgi bombardımanı ile giderildiğini göstermektedir. artık burada insan savunmada, düzen ise saldırıdadır.
Ya tersi olursa, yani “16. savunma saldırıya üstünlük kazanırsa” ne olur; çok basit “savaş eylemi ertelenir”. Bunun için basit bir örnek verelim. Irak savaşında İngiltere savaşa girmek için kendi toplumuna karşı sürekli psikolojik baskıda bulundu. Yani hep psikolojik ve Saddam’ın dünyayı tehdit ettiğine ilişkin saldırgan bilgi bombardımanı gerçekleştirdi. Ta Londra’da yapılan son terör eylemlerine kadar. İşte burada çeşitli yöntemlerle bilgi saldırısına uğrayan İngiliz kamuoyu “Irak işgalini” sorgulamaya başlayınca, İngiliz yönetimi “savaş eylemini ertelemek” görüşünü devreye soktu.
Bunun yapılması “17. ikinci bir neden durumunun iyi bilinmemesinden” ileri gelmektedir.
Bu belirsizlik “18. savaşı mutlak kavramından daha da uzaklaştırıp onu bir ihtimaller hesabı haline getirir”. İşte savaşın ertelenmesi, herkeste bir “barış” anlayışını ortaya çıkarmaktadır. Aslında bu durum bir belirsizliktir ve bu belirsizliktir ki savaşı mutlak olma durumunda çıkarırken bir barış anlamını vermektedir. Aslında barış belirsizliğin ta kendisi durumuna konulmaktadır. Ortaya çıkan bu barış, aslında savaş için bir hazırlıktır.
İşte savaşı yeniden başlatacak şey ise “19. tesadüftür”. Çünkü “savaş tesadüfün en çok rol oynadığı faaliyet alanlarından biridir”. Bu şu demektir, savaş barışa son vermek için hep arayıştadır.
Bundan dolayıdır ki “20. savaş objektif niteliği ile olduğu kadar sübjektif niteliği ile de bir kumardır”. Bu aslında savaşa davettir. Çünkü kumarda kazanmakta var kaybetmekte. Herkesin kazanıp kaybedeceği bu savaş masası herkese açıktır anlamına gelmektedir. Bu durumda herkes kendisini göstermeyi yeğler. Çünkü kazanmaya ve kaybetmeye herkes kadar o da eşit mesafededir. İşte kapitalizmin dünyaya egemenlik gücü bu davetten ileri gelmektedir.
Bu da “21. insan zihniyle en iyi bağdaşan bir unsurdur”.
Ancak ne var ki “22. savaş ciddi bir amaca yönelikken ciddi bir araç” halini almaktadır. Yani kumar masasına ciddi bir amacınız varken oturabilirsiniz demektir. Bu aynı zamanda şu anlama gelir: ciddi amacı olmayan savaşı kendisi için ciddi bir araç olarak kullanamaz.
Ve yolun sonu: “23. savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir”.

İşte, “yenidünya düzeni” anlayışını besleyen bilmece: sürekli savaş. Ekonomik yapı, uluslar arası ilişki, doğal düzen (biyoloji) aklınıza gelebilecek her şeyi bu olgu, yani çatışma olgusu beslemektedir. Sabitlik asla söz konusu değildir, olmazda.

Irak savaşı öncesi ülkemizin solcu ve sağcı zevatı protesto amacıyla bir araya gelerek şöyle bir pankart açmışlardır: “Savaşma seviş”. Bu iki kavramın içinde bulunduğumuz dünya düzeni içinde aynı anlama geldiğini bilmiyor olmaları onların kabahati, ya filozofa ne demeli. Bunun için Foucault’un ünlü “iktidar neredeyse direniş de oradadır” önermesi Hegel diyalektiğinin yan yatırılmasından öte bir anlam taşımamaktadır. Bu da bizim halk ağzında şu anamla gelir: “karpuz uyuyarak büyür”.

Pazar, Kasım 05, 2006

Özal Türkiye’si


Bugün biz, Atatürk’ün, İnönü’nün ve de Menderes’in değil, alt yapısı 1980 darbesiyle atılmış Özal Türkiye’sinde yaşıyoruz. Bu yaşamaya mahkûm edildiğimiz ülke iki boyutlu bir mekândır. Madalyonun bir yüzünü askerî, diğer yüzünü ise ucuz liberal söylemler oluşturmaktadır.

Askerî söylem güvensizlik üzerine kuruludur. Buna göre, dünya Türkiye’nin düşmanıdır, Batı’nın amacı Sevr’i canlandırmaktır, ülkenin dört tarafı düşman devletlerce çevrilmiştir ve bu durumda Türkiye’nin tek kurtarıcısı askerdir. Bu tipik bir korkuya dayalı kendini meşrulaştırma biçimidir. Askeri yönetim bütün sorunların kaynağını dışarıda arar, içerideki sorunlu benlikleri ise dışarıdakinin sözcüleri veya hainler olarak tanımlanır. Türkiye’nin devletçi bir toplum olması bunu daha da meşru kılmaktaydı. Ancak, askerî yönetimin topluma aşıladığı psikolojiye kendisinin inandığı söylenilebilir mi? Böyle olsaydı 80’lerin askeri yönetimi Türkiye’de bütün çarklarıyla çalışan bir yönetim ağı kurması gerekirdi. Yani, dönemin bütün modern devletlerine özgü olan bir bilme-iktidar gücü haline gelmesi gerekirdi. Askeri yönetimin en fazla tepki verdiği Ermeni, Kıbrıs ve PKK sorunlarında bile 1984’de Dışişleri müsteşarı Kamuran İnal’ın söylediği gibi “sorunların varlığına dair hiçbir şey bilmiyordu”. Yani askeri yönetim bir iktidardı; ama bilme gücü ve yetisi olmayan bir iktidardı. 1980’den beri karşımıza çıkarılan ve demokrasiden vazgeçtiğimiz zaman bizi yöneteceğine inandırıldığımız Türkiye’nin öteki yönetim biçimi budur.

İkinci ve demokratik yüzünü ise Özal’ın hızla yaşamımıza soktuğu “liberal dalkavukluk” oluşturmaktadır. Özal, askeri söylemin karşısına, hem de tam karşısına liberal-demokratik söylemi çıkardı. Bu söylemi devasa bir konuşma kültürü, yani toplumun bütün katmanlarının katılımıyla medyatik bir kendini ifşa etme ve bu kendini ifşa etmeyle toplumsalın dönüşümünü sağlama kültürü; ülke tabanı olmayan ekonomik söylem ağı, yani özelleştirme politikalarının toplumsal, hukuki, siyasi ve kültürel yapısı şöyle dursun sosyo-coğrafi ve strateji gerekçeleri dahi belirlenmeden tarafsızlaşan devlet kimliğinin gurur verici siyasi yüzüne dönüştürerek eski dayatmacı ekonomik yapıya karşı Batı’lı kapitalizmin dayatılması; ve toplumu kimliksizleştirerek kültürleştirmek, yani insani olanı değil de bedensel olanı ortaya çıkışını sağlamak, zorlamak ve bilinçsizleştirerek-bilgisizleştirerek popülerleştirmek gibi ucuz liberal ve Batı liberalizmi içinde fazlaca kristalleşmiş bulunan ve dışlanan bir alt-genellik beslemektedir. Özal bu amaçla içe dönük olarak medyayı, dışa dönük olarak da Dışişlerini işlev hale getirdi. Dışişleri Türkiye’nin ve Türkiye’ye ilişkin soruları siyasal popülizme dönüştürerek yurttaşların kafasında haftalık tartışmaya açarak devlet politikasını görünürde şeffaflaştırarak toplumcu-demokratik bir görüntüye dönüştürürken; medya toplumsal olanı liberal kültür adına deşifre ederek kimliğin kaybı ile eşdeğer bir sunumla benin ele geçirilmesine ve benin ancak medyatikleştiği zaman benlik haline gelişine çalışıyordu. Yürütülen bu liberal-demokratik savaştan vazgeçilemez; çünkü herhangi ufak bir tereddüt anında askeri söylemler devreye sokularak toplum korkutularak terbiye edilmektedir. Askere en fazla saygı duyulan ülkede askerî söylem en korkutucu ve vahşi bir tona dönüştürülmektedir.

Dolayısıyla biz, 1980’den beri “ikiyüzlüleşmiş” bir Türkiye’de yaşıyoruz. Türk insanı, aydını ve toplumu madalyonun iki yüzünden birini tercih edecektir. “Too little, too lafe” (az ve geç) söylem karanlığının belirlediği bir ülke gündemi. Burada demokrasi alacakaranlık, askeri yönetim ise karanlık olarak gösterilmektedir. Çok azdır, çünkü her şeyin tartışılabilirliğine rağmen tartışmanın merkezindeki olgu hakkında hiçbir bilgimiz bulunmamaktadır; çok geçtir, çünkü zaman hızla akmakta ve durup düşünmek vakit kaybettirmektedir (burada askeri yönetim liberal-demokratik söyleme göre, vakit kaybı, hatta geri dönüştür; aslında medyanın bu “geri dönüş” söylemi doğru yorumlanırsa “asker, gericidir” anlamı ortaya çıkacaktır. Bundan olsa gerek medya, “daha gerici” olan İslamcı söylemin önüne “gerici” bir askeri söylemi çıkartmakta tereddüt etmemektedir).

Özal’ın demokrasisi medyatik bir gösteri ahlakına dayanıyordu. Bunu besleyen güç medyadır. Türkiye’de medya devasa bir itiraf odasıdır. Gücünü psikolojik söylemlerden almaktadır. Bunun ötesinde topluma dönük hiçbir bağı bulunmamaktadır. Bu psikolojinin kaynağını sağlık oluşturmaktadır. Medya, toplum bedenini tehdit eden unsurları ifşa eder ve buna karşılık toplumun kendi günahlarını itiraf etmesini sağlar. Demokrasi bu itiraf çarkı içinde yönetici bir söylem haline gelir. İfşa edilen, itirafa zorlanılan beden yönetilmeye daha açık hale gelen bedendir. Tıpkı her türlü siyasi ve askeri güçten arındırılmış kilise işlemini icra etmektedir. Ekran günah odasıdır. Sağlıksız toplumsal bedenin suçlarından arındırılma alanıdır.

Özal’a kadar Türk toplumu konuşmayan bir toplumdu. Susan bir toplum, dinleyen bir toplum. Konuşmayan bir toplumdan bugün konuşan bir topluma evirilmemizi Özal’ın ucuz liberal ve demokratik politikasına borçluyuz. Bu politikalar sonucunda suskun toplum yapısında gevezelik yapan, üstelik bu gevezeliği bilimsel dedikodularla süsleyen, arasına ilmi nakışlar atarak bir desenler yığını haline getiren topluma dönüştük. 1990’ların başında özel televizyonların ortaya çıkışı sırasında sokakta kendisine mikrofon uzatılan insan konuşmaktan, düşündüklerini beyan etmekten kaçınırdı. Şimdi ilkokul çocukları bile ağızlarına dayatılan mikrofonu kendisini, kendi ben’ini açığa çıkartmak için bir fırsat olarak görmektedir.

Türkiye’nin Özal’a kadarki en konuşkan kesimi devrimci gençliktir. Ama onlar konuşmadılar, çığlık attılar, bağırdılar ve gürültü çıkardılar. Aydınlanmaya bulaştığımızdan bu yana dünya çapında bir tek aydınımız yok. Türkiye’deki legal veya illegal bütün siyasi, sosyal ve kültürel söylemlerin düşünsel tabanı yoktur. Ne solculuğun, ne milliyetçiliğin, ne laikliğin, ne de İslamcılın. Olamaz da. Çünkü Türkiye’de ne solcu, ne milliyetçi, ne laik, ne de İslamcı aydın yoktur. Konuşan, bilimsel nasyonlarla inandığını savunan siyasetçi vardır. Çünkü Türk toplumu içinde politik kaygıyı taşımayan söyleme inanmaz ve onun peşinden gitmez. Avrupa’dan aldığımız hukuki ve insani söylemin hiçbir düşünsel tartışmasını yapmamış bir toplumuz. Toplum olarak kendi siyasi geleceğimizin kaygısını taşırken, bu kaygıların nelerden beslendiğinin düşünsel yeteneğini kendimizde görmekten aciziz. Bu anlamda Türk toplumunun, Türk siyasetinden her hangi bir hak veya hukuk talep etme hakkı yoktur. Çünkü Türk toplumu, düşünce anlamında henüz bilme-iktidar özelliği kazanmamış bir toplumdur.

Kendinin ifşası, toplumun ifşasıdır. 1980’lere, hatta 1990’lara kadar Türk toplumu kendilik anlamında kapalı bir toplumdur. Kendini ifade etmez, aksine saklar ve hatta sıkıca gizlerdi. Bu toplumun dinsel bir gerçeğidir de. Gizlilik bedensel değil, bedenin psiko-siyasi bir idaresidir. Böyle bir beden yaşamsal anlamda doymamış bir bedendir. Bu beden, daha üst bedenin, daha fazla erdemle donanmış bir bedenin özlemini kurar. 1980-1990’lara kadar Türk toplumu kendisini gizliyorduysa; bunun bir nedeni de kendinin daha üst temsili olarak devlete duyduğu saygıydı. Çünkü idarecinin yönetimselliği tanrısaldı. Bu liberalleşmenin önünde en büyük engeldi. Bu yüzden medya toplumu değil de, kişiyi hedef aldı. Medya da siyasetçi gibi toplum adından konuşarak kişilerin özelliklerine, kimliklerine, insanın toplumcu yapısına karşı bir görsel-işlevsel eleştiri dilini kullandı. Örneğin, zorla evlendirilen bir kız çocuğunun dramı daha köklü ve toplumsal bir olgu olan “töre” cinayeti, dayak yiyen bir imam hatiplinin durumu “dinsel” alanla, polis hışmına uğrayan bir solcu ise “devletin” yönetim olarak “baskıcı” yapısıyla ilişkilendirilirken; liberal sermaye odaklarının ülkenin ekonomik ve yaşamsal değerlerini taşıyabilir anlamda ne derecede ehil olduğuna asla dikkat çekmemektedir. Toplum gizlilikten açıklığa özendirilmekte, bunun en belirleyici örneğini de konuşma ve görselleşme oluşturmaktadır.

Kendini tanıtarak kendi varlığını başkalarına gösterme, bedenin güncelleşmesinin ve ele geçirilmesinin bir ifadesidir. Görselleşmeyi seçen bir manken veya şarkıcı yaşamsal anlamda tümden açığa çıkmış demektir. Bir manken televizyon önünde sevişmek zorunda bırakılıyorsa, bu o mankenin bedeninin kendi kontrolü dışında bırakılmasında ileri gelmektedir. Veya ünlü bir şarkıcının pornografisi herkesçe merak ediliyorsa, bu ona ilişkin gizliliğin artık hiçbir sınırının kalmadığının göstergesidir. Artık beden ruhun yerine geçmiştir. Eski öğretide ruhsal yaşama sunulan genişlik ve ayrıcalık, şimdi bedene ikame edilmiştir. Özlenen şey manken veya şarkıcı değildir, onun bedenidir ve onun bedeninin pozisyonudur.

Medya, Türkiye’de kontrol edilemez. Çünkü medyanın kontrolü bilme-iktidar denetimine sahip olmayı gerektirmektedir. Türkiye devlet ve toplum olarak “bilme” aygıtına sahip olma şöyle dursun, iktidar türünden bilme-iktidar özelliklerinin hiçbirini taşımamaktadır. Bilme-iktidar anlayışının olmayışı, medya gibi salt bu anlayışla beslenen itiraf odalarının ülke dışı daha büyük güçlerin tekeline girmesine neden olmaktadır. Medyayı susturmak mümkündür; ama medyanın sunduğu ve toplumsal zihinde yerleşmiş sağlık, ifşa ve itiraf psikolojisine yanıt verecek bir alternatif sunumu oluşturmak imkânsızdır. Bu alternatifsizlik, medyayı gittikçe bir “kilise devleti” haline dönüştürecektir. İslamî kaygıyı gözeten medyalar da buna karşılık kendi “hilafet devletlerini” kuracaklardır. Ve bunlara müdahale edecek devlet bilme-iktidar gücüne sahip olmadığından Türk toplumu daha fazla görselleşecek, daha çok benleşmeye uğrayacak, daha çok kendisinin ifade ağlarına takılmış değer ve sunumların gerçekçi olduğunu mücadelesini vermeye yeltenecek, daha çok konuşarak bilginleşecek, daha çok zorluklardan kaçacak ve böylece avam olmaktan kurtularak sınıf atlayacağını sanacaktır. Böylece, Türkiye’de toplumsal yapı hızla ters çevrilmiş piramit görüntüsü vermektedir. Herkesin halk adına konuştuğu bir ülkede halk olmak iğrenilecek bir kimliğe dönüşmektedir. Kendine inanmışlığın bütün hızıyla desteklendiği bir ortamda grup ve toplumsal çatışmanın yerini benlik çatışması almakta, sağ-sol kavgasının yerini günümüzde mankenlerin ağız dalaşı işgal etmektedir. Genç kuşaklar dini ve düşünsel kimliğin tarafları olmaktan çıkarak yarışma programları kahramanlarının kalabalık taraftarlarına dönüşmekteler.

Özal’ın bize bıraktığı miras, kazanılmış bir düşünce değil, izlenilerek edinilen bedendir. Özal Türkiye’si, hızla bedenleşen bir toplumun çağdaş dünyada görülen son örneğidir. Düşünceden çok kişiye bağlılığın egemen olduğu Doğu toplumlarında Özal Türkiye’si demokrasi adına en iyi modeldir. Bu yüzden Batı, Doğu’ya ilişkin söylemlerinde Türkiye’yi model göstermekte hiçbir sakınca görmez.