Pazar, Şubat 26, 2006

Çağdaş İktisat Söyleminin Oluşum Süreçleri: Cantillon ve Condillac


Gadamer, Hakikat ve Yöntem adlı eserinin bir yerinde felsefe felsefe bilgisi ile bir ve aynı şey değildir der. Tıpkı, bilgi ve bilim’in aynı olmadığı gibi. Bunun gibi de, iktisat’la ekonomi yaşam veya iktisadi hayat aynı şey değildir. Çağdaş ekonomi dengesizlikler, düzensizlikler, çalkantılar ve en önemlisi belirsizlikler üzerine kurulmuştur. Söz gelişi, kabaca Osmanlı ekonomisini hatırlayalım. Osmanlı’ya göre, ekonomi yaşam sabit olmalıdır. Buna göre de toplumsal düzen değişmez olarak addedilmektedir. Bütün klasik iktisat anlayışlarının temelinde bu vardır. Ancak modern süreçte, özellikle de XVIII. Yüzyılda Batı’daki ekonomi söylem değişmeye başladı. Kapitalizmin özünde sabitlik bulunmaz ve kapitalizm sabit olana, düzen (ilahi düzene) karşıdır. Kapitalizm devingen bir yaşamı esas edinmektedir. Örneğin, ülkemizde yaşanan en son ekonomik krizin küçük bir siyasal tartışmadan patlak verdiğini hatırlayalım. Veya, günümüzde piyaslar bu kadar durgun ve tüccar bu kadar yakınırken, ekonomik verilerin süper bir gösterge izlemesini dikkate alalım. Bu modern ekonomik söylemin özünde var olan bir belirsizlik söylemidir.

Çağdaş ekonomi anlayışının kurucusu Cantillon’dur (öl. 1734). Onu ise Condillac izlemiştir. Cantillon ekonomi söyleşim daha yeni oluşum geçirdiği günlerde geleceğe dönük, “belirsizliğin ve bilgisizliğin at koşturduğu bir dünya gerçeğini, her şeyin özü olarak iktisada sokmuştur”. Cantillon, burada yeni gelişmekte olan burjuva tacirini gözlem altına almıştır. Kapitalizmle birlikte ticaretin şekil değiştirmesiyle tüccar kimliği de değişime uğradı. Klasik düzende olduğu gibi tüccar bir aracı olmaktan çıktı, bizzat o, belirleyen hale geldi. Cantillon’a göre, ekonomide bu belirsizliğin kaynağı bizzat tüccarın kendisi olmuştur. Tüccar, günlük piyasada çiftçiden malı belirli bir fiyat üzerinden satın almaktadır. Çiftçi, tüccarın önerdiği paranın yeterliliğini ölçmekte pek sağlam dayanamaz. Çünkü, çiftçi tüccarın önerdiği parayı diğer olanakları göz önüne aldığında yeterli bulmaktadır. Ancak, tüccarın çiftçiden aldığı malın fiyatı belli iken, bu aşamadan sonra alınan malın fiyatı belirsizleşir. Tüccarı buna iten, hatta onu buna motive eden, teşvik eden şey bu belirsizlik karşılığında elde edeceği kârdır. Burada belirsizliği ortaya çıkaran şey, tüketim mallarına şehirdeki her tülü dalgalanmaların önceden belli olmamasından ileri gelen belirsizliktir. Tüccar her zaman için şehri göz önünde bulundurmaktadır. Ekonomi düzen şehrin var ettiği bir düzendir. Köy veya köylü şehir için vardır. Öte yandan politikanın nabzı şehirde atmaktadır. Devleti devlet yapan ilk şey başkenttir. Başkent veya şehir düşünce o devlet resmen ortadan kalkmış oluyor. Şehri ise yaşam olarak dalgalanmaya bırakılmıştır. İşte tüccar bu dalgalanmayı ölçü alarak aldığı malın fiyatını belirsiz tutnamktadır. Ekonomi söylem şehirli veya şehir merkezli söylem olduğundan, bu durumda ekonominin özü de belirsizlik olmaktadır. İşte Cantillon, yapılanmakta olan çağdaş yaşamın merkezinde yer alacak ekonominin bu yapısını dahiyane biçimde görmeyi başarmıştır. Denilebilir ki, sabit bir fiyat üzerinde alınan malın belirsiz bir fiyattan satılması, ki bu alınan mala biçilen fiyattan düşük de olabilir ve bu mümkündür, tüccarı ticaretten vazgeçirmez mi? Geçirmez, aksine teşvik eder. İflas, ticarette düşünülecek en son şeydir. Tüccar her zaman kâra odaklıdır. Belirsizlik de onu ticarete teşvik etmektedir. Nitekim Cantillon der ki, belirsiz fiyat unsurunun beraberinde taşıdığı riskin bireyin ticari yaşamını devam ettiren, onu motive eden temel ve itici bir güçtür.

Cantillon, burada bir şeye daha dikkat çekmektedir: müşteriye veya bireye. Denilebilir ki, bu belirsizlik müşterinin veya insanları rahatsız edebilir? Mümkündür ve etmektedir de. Ancak, bundan önce müşteri kendi pozisyonunu gözden geçirmelidir. Pekala, müşteri tüccar seçebilir ve bir tüccarı diğerine tercih edebilir. Müşteri ile tüccar arasında bağlayıcı şey, maldır. Müşterinin de alacağı malı seçme özgürlüğü bulunmaktadır. Müşterinin bu seçme özgürlüğü, tüccar için belirsiz fiyat uygulamasında belirleyicidir. Yani bir tarafın özgürlü, diğer tarafın korkusuna neden olmaktadır. Bu korkuyu gideren şey de belirsizliğin ta kendisidir. Tüccar gayet iyi bilir ki düzenli olarak kendisinden alışverişte bulunan müşeteri onu bırakabilir. Bu tüccar için zaten bir risktir. Bunun içinde tüccar, müşteriyi değil belirsizliği göz önünde bulundurmaktadır. Bizim burada belirsizlik olarak belirttiğimiz şeye Candillon ex ante, yani olay öncesi demektedir. Bu şu demek, malın piyasaya çıkana kadar tayin edilememiş fiyatıdır. Ürün, üreticisinden belli bir fiyattan alınıp tüketicinin önüne çıkana kadar belirsizlik süreci geçirmektedir. İşte ürüne fiyatını veren bu süreçtir. Bu sürece, Candillon olay öncesi demektedir. İşte burada Candillon, düşünceye atıfta bulunmaktadır. Belirsiz olan şey nedir? Bilgisizliğin ta kendisidir. İşte tüccarın fiyat belirlemesi bireylerin zihinlerindeki bilgisizlik sürecinde gerçekleşmektedir. Belirlendiği anda, olay yaşanmıştır ve bilgisizlik giderilmiştir. İşte, ekonomi bu denli birbirini doğrudan etkileyen bir süreçle bağlantılıdır. Basit gibi görüne bu ürün alma, işleme ve fiyatlandırma faaliyetleri aslında bütün toplumsal, siyasi, sosyal dengeler üzerinde kurgulanmaktadır.

Cantillon’un eseri ölümünden 21 yıl sonra, yani 1755 yılında yayınlanmıştır. Bu eserin basımının devamında geçen 21 yıllık bir sürede kayda değer en önemli iktisat eseri Condillac’a aittir. Condillac (1715-1780) ünlü eserini 1776 yılında yayınlattı. O, Cantillon’un görüşlerini daha geniş bir perspektif içinde değerlendirdi. Condillac, öncelikle, tam bilgiye karşı çıktı. Ona göre, ekonomide tam bilgi ve kesinliğe dayalı objektif değer yoktur. Varsa da yoktur. Bunun nedeni, faydada, insani karar ve eylemlerin değişiminde aranmalıdır. İnsanın kararları, tutkuları, düşüncesi devamlı değişmek zorunda olduğundan bilgisi de değişmektedir. O halde haliyle ekonomi anlayışta değişmektedir. Bu yüzden kesinleşmiş bir objektif değerin devamlılığı söz konusu olamaz. İşte belirsizliğin en belirleyici kaynağı bu; Condillac’a göre. O, bu görüşünü, insanın tutku, hataları, gelneklerinin varlığından yola çıkarak oluşturmuştur. Ekonomiye ayar veren de bu belirsizliktir. Ancak, Condillac’a göre, ekonomideki bu belirsizlik günlük bireyin yaşamında gözlemlenen değişmelerden ileri gelmemektedir. Buradaki değişim tekil insani olguların üzerinde duran genel insani olgulardır. Politika gibi, devlet siyaseti gibi. Condillac bu yüzden eserinde devlet-ticaret diye bir bölüm yazmıştır. Ona göre, politik uygulamalardaki değişimler ticari dengelerin değişmesinde önemli, daha doğrusu hayati bir unsurdur. Politik istikrarsızlık işadamında da istikrarszılığa yol açmaktadır. Caondillac söylemese bile, bir sorunun yanıtnı vermemiz için bize kayanklık etmektedir. Ekonominin veya işadamının politikanın dışında kaldığı görüşünün saçmalık olduğunu söylemeye bize yardımcı olmuştur. Şu konuya dikkat çekelim: burjuvazinin (tüccar sınıfın) ciddi anlamda politik hak iddia ettiği olay 1789 Fransız devrimiyledir. Candillon ve Condillac eserlerini bu olaydan çok çok önce yazmışlardır. Onlar gayet iyi biliyorlardı ki, kendi ticari ilişkilerini korumak için tüccar politik sürece karışmak zorundadır ve hatta bunun belirleyicisi olmak zorundadır. Burjuvazini politik söylemin içine çeken şey ekonomi söylemin ağırlığı olmuştur.

R. Cantillon, Essai sur la Nature du Commerce en Général, 1755
Abbé de Condillac, Le Commerce Le Gouvernement, 1776.

Dil Üzerine Okumalar I: Gadamer


Anlaşılabilen varlık ancak dildir” – diyor Gadamer. Dili anlamaya olanaklı kılan onun evrensel araç olmasıdır. Bu yüzdende karşımıza çıkan bütün dilsel sorunlar birer anlam sorunlarıdır.

Gadamer, Alman Felsefesinin Heidegger çizgisine sadık varoluşçu filozoflarındadır. Heidegger’in varlığa dönüş tezini o, Wittgenstein’in dile dönüşüne uygulamaktadır. Dil, var olan olarak, varlık olarak belirir Gadamer’de. Yani, Heidegger felsefesinde yer edinen “varlığın unutulmuşluğu”, onun düşüncesinde “dilin unutulmuşluğuna” dönüşmüştür. Gadamer’e göre, akıl veya insan dilin dışında düşünmez. Düşünce, dilledir; yani bizzat dildir. Biz dille birlikte düşünüyoruz. Dilimizle düşünüyoruz. Düşünce ile dil birliktedir. İşte bu, varlığın bir garantisidir. Ancak bu, dilin tüm toplumsal ve tarihsel süreçlerin ve eylemlerin anatomi öznesi olduğu anlamına gelmemelidir. Dil, günlük hayatımızda bizi meşgul eden herşeyin yorumlanması oyunudur. Bu oyunda herkes eşittir. Herkes bu oyunun merkezindedir ve oyunun içindedir. Yaşam pratiğinin her türlü maddi varoluşunu belirleyen şey bu dilsel bilinçtir. Bu yüzden gerçeklik dilin dışında aranamaz ve dilin ötesinde değildir. Gerçek, dilin içindedir veya dilin içinde oluşur.

Varlık dilin dışında olmayacağı gibi, o halde dil bizim ustalaşmak için veya konuşmak, anlaşmak, ifade etmek, yazmak, söylemek, bilim yapmak için örendiğimiz bir süreç değildir. Dil, bizim içinde yaşadığımız birşeydir. Buradan Gademer, geleneğin de dilsel birşey olduğu görüşüne varmaktadır. Gelenek, bize aktarılmış dildir. Bu durumda, bizim hayatımız yorumbilgisel bir yaşantıdır. Böyle bir yaşamda olgudan önce seçme ve reddetme diye birşey olamaz. Bu durumda, Gademer’de dil, güç ve toplumsal süreçle bozulmamış saf bir değişim dizgesidir. Heidegger’de “dil varlığın evidir” düşüncesi tam bir ev halini almıştır.

Sevimsiz Anılar - Tarih: 26.12.99


Çevrede yürüyenler, konuştukların, tanıştıkların, nefret ettiklerin, zenginler ve kimsesizler hepsi birer sensin. Mutluluğu tadışları, günahlarına yenilerini ekleyenler senin birer parçan. İçinde yıkılan duygular ve yarattığın hayaller. Rüyanı saran çirkin ve güzel her şey. Sana muhtaç onlar; yolunu şaşıranlar, sevmediklerin, hasret kaldıkların, şerefin ve ölümün ve bütün bunlar, hepsi, birer senin yaptığın varlıklar. Burası, bütün bunların içinde senin dünyan var. Senin var olduğun dünya, senin içinden, senden kopan parçaların bütünü.

Yalnızsın, her şey sen olduğun halde bir kimsesizsin. Yüzü koyu uyurken dertlerini yanına al, onlarla konuş. Onları sev, kendini öğren. Kendini kendine öğreterek kendini sev. Kendini severek öğren. Kendin ol. İçine gir, kendini tut, affet kendini kendine. Kendinde yap bütün bunları. En çok kendine anlat kendini. Hesap sor, kız, bağır, çığlık at, dua et, itaat et. Kendine yap acımasızlığı, kendin için çal sonsuzluğu. Her şeyi bir kendin olarak gör. Seni saran tılsıma dokun. Gördüğün her şeyde kendini tanı ve okşa. En çok kendini ara bu enkazın içinde. Kendine bencillik gibi bir kötülük yapma. Onlar zaten senin, kendini şımartma. Güzelliğine takılma senin olanların. Bir iyilik yap: kendini kendine kov.

Şiir

Orada, sevdiğin nehrin suları nemli,
Ve ölüm kanatsız uçan meleklere sorulur.
Son çırpınışlarla koynumda yatan sendin,
Ölümün yalnız göğsümde izi kalır.

22.12.99

Perşembe, Şubat 23, 2006

Hölderlin Üzerine I

Bugün evine biri gelecek. Ölü gibi sapsarı, bir deri bir kemik, çukur gözlü, vahşi bakışlı, saçı sakalı uzun ve dilenci kılıklı. Geri çevirme ve bağışta bulun. Konuşacaklarını dinleme. Çünkü kemik yığını gibi dağılmıştır. Hayatın harabeleri, annesinin eve dönüş biçiminde yakarmaları, aklının dümeni ebediyen kırılmış, yirmi beş yıllık acı ve yalnızlık, vatanına ve zamanına yabancı ve de zekası bir daha hiç aydınlanmayan ve ancak zaman zaman esrarengiz orfik şimşeklerle parlayan bir gecede yaşar; son intihar denemesinin kurtarılamayan darbeleriyle. Şiirlerindeki o Kızılderililer gibi şarkı söyleyerek atar kendini büyülü kapıdan içeri. Dostları dikkatlice ondan uzak durmaktadırlar. Çünkü çoğu zaman zincire vurulmuş bir hayvan gibi sinirlerinin aşırı gerilimi patlamaktadır. Ya da onunla alay etmektedirler.

Ah, bizler kendimizi az tanıyoruz,
Çünkü bir Tanrı hüküm sürüyor içimizde.

Güçsüz adam —zaten, “öyle naîf ve nazik” dememiş miydiler kendisine—gün geçtikçe şiirinin dümenini kaybetmekteydi. “Akar sular gibi çekip almaktadır son, içimden bir şeyleri, Asya gibi uzanıp giden” der, onu içinden uzaklaştıran üstün güç hakkında — sanki beyninin bütün kavrama gücü felç olmuş gibidir ve düşünceler bağıntısızca boşluğa düşmektedir: muazzam, cesurca kabarmış coşku olarak yükselen şey, hep trajik bir kekeleme halinde son bulur.

O ama uzaktadır, burada yok artık,
Delice gitti, çünkü pek fazla iyidir.

Yirmi beş yıl boyunca taşımıştır dünyevi varlığını, delilik bulutunca; bu arada yeryüzünde ondan geri kalan şey zavallı yaşlanan gölgesi. O kendini unutmuştur, dünya da onu.

Ama, tuhaftır: artık ortalıkta bırakılmayan tamamıyla aklını kaybetmiş insanda, bu çökmüş aklın yanıp bitmiş külünde son güne kadar bir kıvılcım hâlâ yanar: Şiir. Bunlar sönen aklın şiirleri:

Bu dünyanın hoş şeylerini tattım ben,
Gençliğin sevinçleri ne uzun! Ne uzun! Akıp gitti.
Nisan ve Haziran ve Temmuz çok uzakta,
Bir hiçim artık ben,
Yaşamaktan hoşlanmıyorum artık.
Ah, yeşil ağaçların
Bir meyhane levhasındaki gibi
Durduğu şu hoş manzaranın
Önünden geçip gidiyorum.
Çünkü sakin günlerin huzuru
Çok etkiliyor beni.
Bunu hiç sorma bana,
Eğer cevap vereceksem.

Sönmüş bir dünyanın boşluğuna şiir yazar. Nefes almak onun için şiir yazmaktır. Bir kahinin dileği gibi: dizginleyemediğimiz alevin tövbesi, alevleri de eritir.

Onun için yaşantı şiire dönüşmez, şiirde kaybolur, buharlaşır, tamamen ayrışır, hatta iz bırakmadan buluta ve melodiye çıkar: Benim eksikliğim, güçten çok hafifliktedir; düşüncelerden çok nüanslardadır, ana sesten çok çeşit çeşit düzenlenmiş seslerdedir, ışıktan çok gölgededir ve bütün bunların nedeni tektir: ben gerçek hayatta adi ve bayağı olandan çok fazla iğreniyorum. Acizliğin kutsanması, onda kusursuzdur. Somutluk öğle kökünden yıkılmıştır ki, bu uzaklaşma onda daha da yol almaktadır.

Orada oturuyordum, sensizliği yok ederek,
Hâlâ kendimi düşünmeksizin.
Sonra kalktım, senin kaldığın kalbe girerek,
Tanrının kapısını çalmadan,
Sunmak için sana kendimi.
Oturduğun yerde bulamayınca,
Bırakarak adağı odanın boşluğuna.
Çalmadığım kapının arkasına geçmiştin,
Geldi, bunu bana Tanrı söyleyerek.

Bir şimşek, yalnızca saf kaynaklardan, idareli ve soğukkanlılıkla alır seçkin kelimeleri. Her şey ileri yönelmiştir: “Isıyla ruh yükselir”—yanmayla, buharlaşmayla, maddesel olanın bozulmasıyla duygu yoğunlaşır. Bireysel olan, onu kavrayan saflığa ters düşer. ... daima vardır onun içinde ve onun dünyasında bir parça.

Büyüktür onun tanrısallığı
Ve kurban edilen de büyük.

Ölüm öncesi duygusuyla, heyecanların sonuncusunu, en yükseğini tadar: Ölüm saatinde kuğu gibi bu suskun insana ruhu bir kez daha müzikte ortaya çıkar … olağanüstü başlayıp sonu gelmeyen müzikte. Çünkü burada trajedi biter, ya da daha çok uçup gider. Bu çözülmenin mutluluğunun üzerine çıkmamıştır… sadece aşağıdan yanıtlar kaçanların henüz yere bağlı korosu, keza sonsuz gerekliliği; kader tanrıçası Ananke’yi (…) öven kurtulmuş adamın uzayı dolduran sesi.

Böyle olması gerekiyordu
Böyle istiyor Tanrı
Ve olgunlaşan zaman
Çünkü bir kes ihtiyacımız vardı
Biz körlerin mucizeye.

Dreyfus

Aydın, ticaret kervanının zincire vurulmuş kölesi. Azgelişmişlerin gelişmişlere ihraç ettikleri meta. Yurtsuz ve namussuz. Tükürükle yoğrulmuş hamurun boğazımıza dürtülen çiğ lokmaları.

Sartre, “salt kendilerine yönetilen suçlamalara bakılacak olsa, aydınların çoğu büyük suçlular olmalı” diyor. Doğru, “bizimki bozgun, sizinki zafer”. Düşünür çağımızın el bebek, gül bebeği. Şımarık, terbiyesiz, hokkabaz. Gezegenimizi yok edecek en büyük tehdit. İnsan toprağın oğlu, aydın ateşin.

Dünya aydınların tapınağı. Usun yarattığı son bomba. Dogmalarını unutan beşer, kendi kendini tiksindirmeyi meslek edindi. Onu şımartan burjuvazi. Aydının kapitalin köpeği olduğu doğrudur. Tasmalı ve benekli hayvan, her gördüğüne saldırır, sahibinden başka. Kulübeyi dergah sanan zeka, söylemin kapılarını yatak odasına ve mutfağa açtı. İki ayaklıların medeniyeti lağım kokuyor.

Dreyfus, boğuşan bir yaratıktı. İnsana, ahlaka, düşünceye, dine ve en önemlisi zihne vurulan kamçıydı. Putları yıkmadı, okşadı. Aydını insanlığın markası yapmakla vahyini tamamladı. Marksizm ilke olarak ahlak düşmanı. Dreyfus, bu ilkeyle kafasını bozmuş. Bu yüzden ahlakın
ismi geldiğinde pantolonunun önünü ilikliyor. İnsan, bir şeyi küçümserken uzuvlarına gönderme yapar. Onu, cinsel büyüteci altına alır. Ahlak kadar, ahlaksızlığı da kendi bedeninde arıyor, zavallım.

Herkes keşfedilmeyi bekliyor. Büyük, küçük, hayvan, eşya, kısaca her şey. Özgür Dünya zır-zopların, tuhafların, Tarzanların, çiğlerin ve adamcılların üzerine kumar oynadıkları yuvarlak masa. Muzafferlerin ödülü beyni boşaltılmış kadın. Dünya eskisinden daha fazla erkeksi ve erkeğin. Kadın hakları, kapısı sokağa açılmış haremin erkeksi kuralları. Kediler ve köpekler masallarımızdan kucağımıza fırlatıldı. Hayvan sevgisi, hayvan soykırımına dönüştürüldü.

Dreyfus kuru bir gürültü. Filozofların torunlarını baloya doldurdu. Ahlakın içi sapıklar tarafından boşaltıldı. Aydın, çağın hortumcusu. XIX. Yüzyılın son çeyreğinde beyni dölleyen kanser zeka üretmeye başladı.

İnsan dindar bir domuzdur. Kendi tükürdüğünü yalamakla beslenir. Marleau-Ponty, dünyaya katılışımız diyor buna. Bizim mi dünyaya, dünyanın mı bize katılışı? Anlamak zor değil, zor olan anlamak. Dreyfus, ciğeri kediye yükleyen kahraman. İncili ateşe attı, İsa’yı ahıra tıktı. Havarilerinin ihanetine alışık peygambere bir de ölüler sırıtıyor. Ahret zebanilerin, dünya dinozorların gözetiminde. Kahraman olmak çarmıha gerilmek değildir, podyumlarda el sallamaktır.

Dreyfus, demirden bir akıl. Tufandan beri insanın yarattığı en büyük sığınak. Varsında dünyayı sel götürsün; insan, soyunu Mars’a, Venüs’e uçurmanın hayalinde.

Şimdi azacık susayım.

Çarşamba, Şubat 22, 2006

İnsanı Yönetmenin Teknikleri I


Ortaçağlarda gerek Doğu’da, gerekse Batı’da kurulu olan ve adına Hakikat Rejimi diyebileceğimiz bir düzen mevcuttu. Bu düzenin fikri, ahlaki, sosyal savunmacılığını yapanlara ise Söylem Cemaatleri denilmekteydi. Bu düzeni Batı’da adına Tarihsel Zaman denilen epistemolojik anlayış bozdu. Söz gelimi Hakikat Rejimi’nde birkaç boyutu olan iki kavram dikkati çeker: egzomolojez ve egzagorözis. Birinci kavram bir yandan hakikati açıklarken, diğer yandan da onun özne tarafından benimsenmesini sağlardı. Egzomolojez inanmakla birlikte, inancın gerçekliğini de olumlamaktaydı. Ancak bu olumlama işleminde olumlanan şey bir olumlama nesnesine dönüştürülür ve bunu herkesin gözü önünde yapardı. Bu işlem bir vurguyla yapılmaktaydı. Yani olumlanan nesne, öznenin ona ve onun sonuçlarına bağlanmasıyla gerçekleştirilmekteydi. Örnek vermek gerekirse günah’ı ele alalım. Günahı her kes işler ve herkesin günahı ve günahları vardır. Bu egzomolojezin ancak inanç boyutunu içerir. Ancak bunu bir rejime dönüştürmek gerekmektedir. Günah çıkartmak veya tövbe etmek bunu sağlar. Günah varsa, günahtan kurtulmakta var. İşte bu kurtuluş işlemleri egzomolojezi içerir. İkinci kavram ise egzagorözis’tir. Bu, özne veya kişinin dinsel anlamda kendisinden daha kıdemli olan bir başkasına bağlanmasını, onun zoruyla kendi vicdanını sorgulamasını ve yalansız bir biçimde itirafı işlemlerini tanımlamaktadır. Yani günah var, günahtan kurtuluş da varsa, bu kurtuluşun izlenecek bir yolu da vardır. Anlayacağımız, Müslümanlıkta nefsi öldürme işlemi bir egzomolojez, nefsi öldürme işlemlerinin ifadesi ise egzagorözis’dir. İşte, Ortaçağ’da insanı yönetmenin en tipik modeli. Buna Hakikat Rejimi denilmektedir. Bu rejim Hıristiyanlıkta kilise, İslam’da ise mezhep ve tarikatlar düzeninde görüntülenmektedir. Olgular hakikati ele veriyor olabilir, ama işlemler insanîdir. Bu yapının meşruluğunu sağlayacak olan Söylem Cemaatleri’dir. Bu cemaatlerin amacı söylemleri korumak ve üretmektir. Yani, söylemlerin duyarlılıklarını açmak ve gizlemek, belli kurallar uyarınca yönlendirmek, söylemin ipini elde tutmak ve söylemi anlamını asla yitirmeyecek şekilde dağıtmaktır. Bir tür giz ve ifşa mekanizması olarak da düşünülebilir. Ortaçağ’da insanı yönetmenin tekniği kabaca budur. Bu dönemin bütün soysal, siyasal, hukuki yapısı bu epistemolojik kurgu üzerine oturtulmuştur. Tezat gibi görülen şeyler bile bu yapı içinde bir anlam ifade etmektedirler. Bu epistemolojik yapı her haliyle dinsel bir kurama dayanmaktaydı. Gerek Hıristiyan, gerek Müslüman olsun, yönetimi sağlamak için olguları insana yönelik biçimde belli bir mekanizma içinde işlevini sağlamaktır. Ama bu Ortaçağlar için eşsiz gibi gözüken yönetim biçimi insan kimliğine yapılan yeni atıflarla kabalaştı; önce kilisenin iktidarı devrildi, ardından da Batı’daki gelişmeler doğrultusunda Doğu’daki yönetim biçimleri şekil değiştirmek zorunda kaldılar.

Bu yapının yerini alan epistemolojik söylem ise Tarihsel Zaman’dır. Bu yapının egemen olması için bazı aşamalar gerekmiştir. İlk aşama Simge’lerin yıkımıdır. Hakikat Rejiminde simge önemlidir ve hatta Tanrısaldır. Rejim kendisini simgelerin gücüne dayatmaktadır, daha doğrusu sığınmaktadır. Simge anlamın içinden evirilip çıktığı bir kalıptır. İbn Haldun’dan bir örnekle bu açıklayalım. “Devlet’te insan gibidir; doğar, büyür ve ölür”. Burada devletin yaşamına simge teşkil eden insanın yaşamıdır. İnsanın yaşamı devletin varlığı için simgeleşmiştir. Veya tıp bilimsel bir açıklamaya bakalım. Ortaçağ tıp anlayışında başı ağrıyana doktorlar ceviz yemesini önerirdi. Çünkü cevizin içi beyinin yapısını andırmaktadır. Yani burada ceviz faydalarından ziyade simgesel bir konum arz etmektedir. Veya çok daha manidar bir misal. Ortaçağda Haçlı seferleri sırasında bir uygulama mevcuttu. Buna göre papa Avrupa şehirlerinin sokaklarına demirden yapılmış kocaman bağış kutuları yerleştirmişti. Kutuya para atan içerden gelen para sesini duyarsa cennete gidecekti, sesin gelmemesi ise cehenneme gideceğinin alametiydi. Bu bir Ortaçağlara özgü yolsuzluk işlemi olsa da, buradaki para sesi simgedir. Cennet ve cehennemin simgesi. Ancak, simge kalıcı değildir. Güçlere göre anlamları da değişmektedir. Bunun için de Temsil’e geçildi. Yani Tanrısal betimlemeler olan simgelerden vazgeçilip, onun yerine her şeyin bir şeyi temsil edişinin anlamı getirtildi. Bu özellikle sosyal alanlarda yoğun biçimde uygulandı. Örneğin, kötü kadın veya hayat kadını her toplumda vardır. Neden var ve ne gerekçelerden var burası konu değildir. Konu şudur: kötü kadın ahlaksızlığı temsil etmektedir. Veya Güneş nurun, sevgilileri baştan çıkarma çapkınlığın, iktidar tanrının temsilidir. Öyle sanıyorum gerek İslamî Doğu’ya, gerekse de Hıristiyan Batı’ya temsil düzenini getirenler Göçebeler, özellikle de Türkler ve Moğollar olmuşlardır. Çünkü temsilin en yoğun biçimi sok daha eskilerde bu toplumlarda görülmektedir. Türk devlet anlayışı adeta temsil üzerine kurulmuştur. Basit bir örneği: “Hükümdar, yeryüzünde Tanrının temsilidir”.

Pazartesi, Şubat 20, 2006

Baştan Çıkarıcının Günlüğü


Soren yamuk bakar dünyaya. Gözleri mi bozuk? Sadece gözleri mi? Yamalı bir vücut onunkisin. Dalları kırılmış bir ağacın hazan mevsimi Kıerkergaard. Yani biraz ben, biraz başkası...

Hayali kadının elinde bir şebek. Kalemiyle kendi kadınının heykelini yontuyor. Bizim Ferhat misali. Ama, Ferhat kadar cesur değil. O, daha çok “fuzulî” işler peşinde.

Kuhiken künt eylemiş bir taşı bin tırnak ilen

Ben koparıp atmışam, bin taşı bir tırnak ilen

(Anlamı: Ferhat, bir taşı yontmak için bin defa tırnaklarını kırmış; Ben ise (yani Fuzulî) bin taşı bir tırnağımla kırmışım).

Soren de, öyle! Tasvir kırıcı. Hazar Leon’un geride kalan bir parçası. Bir düş avcısı. Düşler arası yolculuklar yaparak İsa’yı yaratmakta. Onun Şirin’i Cordelia. Kral Lear’ın üçüncü kızının da adı aynı zamanda. Ama gerçekte yok böyle birisi. Olmamış, olmadı, olmayacak da. Onun tutkusu Bkowski gibi tavladığını becermek değildir. “İnsan kendini sınırlamalı” diyor, “tüm zevklerin ana kuralıdır bu”.

Ya! Bir beyaz örtü üzerinde sevgilinin yakasını açacak günün hayalinde değil o. Başkası elinden almasın diye sevgilisini içinde saklayanlardan biri Soren. Yani, düşünen, yazan, gizleyen bir kabuk. Kendi tılsımını kendi teniyle ören bir ucube. Belki de vücudu bu yüzden yamuktu.

Ve ve ve…

“Sana açacak bir sırrım var, sırdaşım benim. Kime açsaydım bu sırrı? Yıldızlara mı? Onlar soğukturlar. İnsanlara mı? Anlamazlar”.

İşte Soren. Bizim baştan çıkarıcımız.

M. Foucault


İdeal olan şey, araçlar imal etmek değil, bombalar yapmaktır; çünkü imal edilen bomba bir kez kullanıldığında başka hiç kimse ondan yararlanamaz. Benim düşüm, kişisel düşüm, tam olarak bomba yapmak değildir; çünkü insanları öldürmeyi sevmem. Ama bomba-kitaplar yazmak istiyorum, yani tam olarak birisi onları yazdığı veya okuduğu anda yararlı olacak kitaplar. Ardından, yok olacaktır.

Edebiyat Yazıları: Şehir ve Kitap


Kalbimi kitaplar arasında en yüksek rafa koydum.

Onu oradan alıp sayfalarına dokunacak elleri bekliyorum.

Kimin eli dokunacak kalbime?

Kimin avuçlarında ısınacak yüreğim?

Ve kimin parmak darbeleriyle yaralanacak bedenim?

Dostoyevski kitaplarıyla tanıştığımda henüz 14 yaşındaydım. Belki de karanlık bir dünyaya sefer etmiş son Sindibat bendim. Satırlar trenler gibi hayatın çirkin, sevimli, trajik yüzlerini iki durak arasında taşıyorlardı. Duraklardan birinin adı aşk, diğeri acı. Seferler sonsuz. Dosto’yu okumak bunaltıyor insanı, en çok da beni. Hapishaneden firar edercesine kaçtım Dosto’dan. Kalın duvarlar altından özgürlüye fare yuvası kadar delik açtım. Sonsuzluğa ayaklarımla yürüyerek vardığımda çocukluğumu ve gençliğimi tabanlarımda çoktan tüketmiştim. Rüzgâra, orta yaşın saçlarıma düşürdüğü beyaz bulutları kovalamak için sığınmıştım, hatta tapınmıştım. Ateşin elini yakmayacağından emin çocuk korkusuzluğuyla rüzgâra sarıldım. Rüzgârla savruldum ve de rüzgârla kavruldum. Esmek, özgürlüktür sandım.

Petersburg’un binden fazla güneşi var. Her sokak lambası kendisini dev bir yanar top sanıyor. Bu ışık-karanlık ve gölge kovalaması altı ay sürer. Şeytan kah karların arasında yatar, kah rüzgârın kollarında uçuşur. Hayat siyah beyaz seyredip durur. Yağmur gözyaşları gibi tane tane ve irice yağar. Terk edilmiş bir sevgilidir gökyüzü. Mavi çıplaklığının üzerine giydiği gri geceliği ile kâbusudur şehrin.

Yaşamın ilk sıkıntısını uzun ekmek kuyruklarında tattım. Ekmeksiz geri dönüşlerim oldu bana ilk ölümü düşündüren. Yaşamı bitmez bir hamur sanmıştım o ana kadar. Sıcak ekmeğin kokusu kadar hiçbir tat beni yaşama bağlamadı. Kabusa dönüşmeden rüyadan uyanmam gerekirdi. Az gelişmiş bir beyin uykuyu tapınak edinir. “Arhiv Baba ve Liyonka” (Gorki’nin) hikâyeleri bana uzaktı, ama hep uzak kalacak değildi.

Bir zihin, ilk bulanık dalgalanmalarını arzularını sarı sayfalara mürekkeple yansıtmakla gösterir. Ben gazete köşelerini karalardım. Büyük harflerle yazılmış slogansı cümleler. Kurtuluşu keşfetmiş bir firavun gibi gazetelerden piramitler dikerdim.