Perşembe, Ocak 25, 2007

“Hepiniz Hrandsınız, Hepiniz Ermenisiniz”

Güncel konuları yazma alışkanlığı olmayan bir tarihçi, böyle bir konuda yazılı olarak fikir beyan etmekten utanır. Bu yüzden tarihçi, tipik bir kara (toprak) insanıdır. O, yazdığı şeyin zeminini kayalıklar üzerine oturtmayı sever. Çünkü, tarih kadar, kendi yazdıklarının da tarihsel devamlılığını dilemektedir. Yazılı düşünceler içinde zamansal depremlere en dayanıklı olanı onu eserleridir. Düşüncelerin, kişlerin, toplumların ve dönemlerin cesetlerini kefenlemek kağıtla yapılmaktadır. Ve bu defin işlem sırasında tarihçiler, ölülerini mürekkeple yıkarlar. Bundan olsa gerek, bütün modernliğine, bütün güncelliğine ve bütün şimdiki zamansallığına rağmen her çağ, tarihsel epistemenin kolları arasında okşanmaktadır. Tarihçi tutkuları gereği, bu kendini okşatanların pek nakörce izledikleri ilişkiden arta kalan masalların kaydını geçmektedir. Bu masalları tarih düşmekle kalmıyor, tarihi de yeni kayıtlarla masallaştırıyor.

Ancak, “Aydın” bunun tam tersini yapmaktadır. Aydın, şimdinin, çağın, popülerliğin ve sürmekte olan mevcut değerlerin “tercihli oğlanı”dır. Onun zamanı Güneşin doğuşuyla başlar ve batışıyla son bulur. Ve aydın, bütünüyle tarihin ve tarih düşmanıdır. Kendilerinin yaşadıkları çağ için bütün çağları yıkanlar ve yıktıkları şeyin güncel okumasını ve görüşünü dayatanlar onlardan başkası olmamıştır. Geçmiş bu denli çirkin gösterilmeseyedi, kimse bugüne bağlı kalmazdı. Geçmiş bu denli aşağlanmasaydı, kimse bugünün değerlerine sahip çıkmazdı. Ve geçmişin insanları bizim dışımızdaki varlıklara ve canlılara benzetilmeseydi, bugünün insanlığının bir anlamı olmazdı. “Şimdilik dini”nin havarisi olan aydının peygamberi ve kitabı, bütün peygamberler arasında ve bütün kitaplar içinde her türlü varlıktan ve inançtan yoksun. Yabancı peygamberler kadar onun peygamberinin bir oluş durumu yoktur. Aydın, bizim zihnimizin günlük telepatik uğrak noktalarıdır. Bunlar zorunlu duraklardır. Çünkü çağın geçiş güzargahları yapılırken, önce bu duraklar inşa edilmiştir. Bu denli zamansal olmak, aslında zamandışılığın ve bu denli mekana (duraklara) bağlı kalmak mekansızlığın bugüne bağlı sonsuzluğunu oluşturmaktadır. Bu sonsuz işleyişin gün gün geleceğe doğru fırlatılan, aslında hep tekrarlatılan seyir yolcusu toplum denilen ve tek özelliğinin kalabalık olmasından ileri gelen bir takım kutsal söylemlere inandırılmış, oysa iktidar-söylem tunelinin kabuslarından geçirilen halktır. Aydın, tunel tuzaklarını gösteren süslü işaretler olarak göstergelerin canlandırılmış ışıklı yüzleri gibi toplumun bu parlaklığa dalmasıyla zaman yitirerek tuzağa düşmesine neden olan, ancak yerleri ve doğal varlıkları gereği uyarıcı nitelik taşıdıkları için masum tanıklarıdırlar. Onlar varlık işaretleri değillerdir, varılacak güzargah üzerindeki var sayılmış göstergelerdir.

Gazeteci-yazar Hrand Dink cinayeti, şunu bir kez daha kanıtladı: Türkiye’de aydının toplumu temsili, toplumun aydını temsiline zorunlu kılınmıştır. Bu tablonun en güzel kanıtı: “Hepimiz Hrandız, Hepimiz Ermeniyiz” pankartı oluşturmaktadır. “Her kesin Hrand” ve “her kesin Ermeni” olmasını isteyen Aydın’ın Türkiye’side ortaya çıkan bütün sorunlar ve bütün cinayetler “her kesin Hrand” ve “her kesin Ermeni” olmayışından doğuyorsa eğer, bu aydının toplumu temsili ile, toplumun aydını temsilinden doğan çarpıklıktan ileri gelmektedir. Çok daha önemlisi bu çarpıklık “her kesin her kes olmaya zorlandığı” ve böylece “her kes dışında kendisi olamadığı” bir aydın-toplum ve toplum-aydın sorunundan kaynaklanmaktadır. Kendi toplumundan sürekli “her şey olmasını” isteyen aydın ile kendi aydınından “bir şey olmasını” isteyen toplum arasında tek birleştirci nokta omuzlarda taşınan tabutlardır. 32.000 şehidini omuzlarında taşıyan toplumla, Hrand’ını omuzunda taşıyan aydına aynı acıyı tattıran canilerin “cesaretiyse” eğer; caniler bu cesareti öldürmekten duydukları hazdan değil, toplum ve aydının kendisi dışında her şey olmasından almaktadır. Her şey olunduğu durumunda her şeyin hedefi haline gelinebilineceği anlayışının olmayışı, bu iki gücü temsilin temsili konumuna düşürmektedir. Bu durumda da ne acı ki meydan “tek bir şey olduğu ile övünen canilere” kalmaktadır. Kalabalıklar “yok edilen kutsallarını” gerçek dışı dünyaya (mezara) götürürken, kutsallarını yok eden canileri gerçek dünyada bırakırlar. Bu da canilerin bir tek şey olduklarının gerçeği haline geliyor. Oysa, çağdaş dünyada, daha doğrusu “şimdilik dininde” aydın ve toplum gerçeğin, yani dünyanın yanında yer almaktadırlar; bütün bilimsel ve düşünsel anlayışlara göre. Ve yine çağdaş dünyanın gerçeklik sınırlarını ifade ve düşünce hakları belirlemektedir. İfade ve düşüncenin çağdaş dünyada belirlenmiş en büyük hak olduğu halde, gücün akılalmaz biçimde bütün haklar üzerinde haksız biçimde hak konumuna gelmesinin yine aydın-toplum tarafından savunulmasından, ifade ve düşüncenin her şeye ve her kese bağlı kılınmasından doğmaktadır.

Hrand Dink’in ölümüne neden olan hain saldırıyı bu ülkede haklı göstercek bir tek Allah’ın kulunun olamayacağı konusunda herkes ittifak etmektedir. Bunun, bu ittifakta herkesin yer aldığını fırsat bilen aydınlarca toplumun “her kes olması”na dönüştürülünce, sürekli kendisinden bir şey olmasını bekleyen toplum nazarında aydının ne olduğunu sorgulatmaktadır. Bildiğim kadarıyla, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlık hakkını elinde bulunduran her kes tek bir kimliği paylaşmaktadır. Bu belirlenmiş bir haktır. Bu hak, söz ve ifade hürriyeti kadar biçimlenmiş meşru ve değişmez bir haktır. Bu hak bu ülkede her kese aynı eşitliği öngören toplumsal bir haktır. Bu hakkı çiğneyerek, topluma kendisine verilmiş kimliğin dışında durmasını isteyen aydının haksızlığı bir insanın ölümünün üzüntüsü ile psikolojik bir haklılığa dönüştürülecekse, o zaman haksızların hakları doğrulanacaktır. Bu ülkede herkes bir kimliğin parçası olduğu halde, aydınlar neden bu kimliği herkesin dışına çıkartmak hevesindeler?

Hrand Dink, Ermenistan vatandaşı değildir. Ve yine Hrand Dink anayasal olarak “Ermeni” kimliği taşımamaktadır. Bu yüzden hiç kimse, ama hiç kimse “Herkese Hrnadlık” ve “Ermenilik” kimliğini yükleyemez. Ama acı olan şu ki, bize ancak iki tercih hakkının verilmesidir: ya Hrand ve Ermeni olacağız, ya da katilin yanında yer alacağız. Kendimiz olmamak için her şey olmamız istenen bir aydınlar sınıfına sahibiz. Ve kendimiz olmamak için her şey olmamıza göz yüman bir yönetime sahibiz.

Kusura bakmayın dostlarım, benim kimliğim dışında hiçbir şeyim yoktur. Ne aydınlar gibi sosyete sofralarından tek lokma tatmışlığım var, ne iktidarlar elinden bir yudum su içmişliğim. Ben, siz ellerinizde “Hepimiz Hrandız, Hepimiz Ermeniyiz” pankartıyla rahat cenaze törenleri yapasınız diye cebindeki kuruşları sayarak ona göre gideceği okul ve kütüphaneye en uygun otobüsü seçen, ancak benden kimliğimi talep edenler yüzünden saatlerce trafikte bekleyen, kimliği her gün değişen yaşlı bir kadının bayılarak üzerime düşmesine sadece üzülerek karşılık veren; kimliksizlik yüzünden teröre karşı bacağını kaybetmiş gazisine oturacağını teslim etmemek adına sahte uyur, dalmış, farkına varmamışlık numaraları yapan liseli gençlere nefret besleyen, sokağın ortasında çantasını kapkaçılara kaptıran orta yaşlı bir bayana polisin yapacak hiçbir şeyimiz yok demesiyle içinden öfke kusan, şehrin en işlek sokaklarında uyuşturucu ticareti yapanların eşkıya görünümünden dolayı yolunu değiştiren, param olmadığı için almak istediğim kitapları her akşam kitap raflarından alarak koklamakla yetinen, bütün insanlığa karşı işlenen haince, canice cinayetlerin önüne geçmek için kafasında sanki siz aydınların nazarında bir “bokmuş” gibi mücadele etmek adına masumca planlar tasarlayan; her gün Irak’ta ölen yüzlerce insana, Somali’deki açlığa, Bosna’daki felakete, Karabağ’daki katliamlara, Çeçenistan’daki bir ulusun yok oluşuna bağrı kan ağlayan; ve bütün bu ezilmişlik, itilmişlik, kendini ve yaşamını hiç yaşamamışlık yetmiyormuş gibi birde benden kimliğimi değiştirmemi ve her yıl 24 Nisan günü dünyanın 250 şehrinde toplam 600 milyon kişinin katılımıyla “Katil Türkler”, “Türklere Ölüm”, “24 Nisan: Müslümanları Cehenneme Uğurlamak Günü”, “Büyük Ermenistan’ı Kuracağız”, “Hayalimiz Sizin Ölümünüzdür” pankartı taşıyan bir kimliğin temsilcisi olmamı isteyerek beynime durmadan tecavüz eden haberlerden dolayı tek sosyal eğlencesinin kırık bir antenle ancak birkaç kanala ayarlanmış televizyonunu izlemekten mahrum bırakılmış biriyim. Ve ben, bu ülkede benim gibi yaşayan milyonlarca insandan sadece biriyim. Ve belkide 32.000 insanını ülkesi ve kimliği için teröre kaybeden bir annenin oğlu olmadığım için şanslı biriyim. Şanslıyım, çünkü vatanı için ölenlerden biri olsaydım ve tabutumun arkasında sadece bir grup asker ve ailem yürüseydi ve bir tek aydının elinde “Hepimiz Askeriz, Hepimiz Şehidiz” pankartı olmayazağı yüzünden, bu sahipsizlik ve kayıtsızlık yüzünden sevdiklerimi de kimliksizliğe yenik düşürerek ruhu çarmıha gerilmiş biçimde gitmenin acısı mezarımı saracaktı.

Ve bir inançsızlık göstererek:

“Ağzım kurusun, yok musun ey Adl-i İlahi”

Son Not: Toplumların eb büyük günahı UNUTMAKDIR.

Pazartesi, Ocak 22, 2007

AZİZ AUGUSTİNUS:Filozof görünümlü bir marifet üstadı

Vahyi kabul edenler için ilginç gelebilecek şekilde övgüyle (hamd) başlamış itiraflarına Aziz Augustinus daha da ilginci birçok noktada tipik bir skolastiğin yapacağı şekilde Onu Onun istediği şekilde övmenin yollarını arıyor olması.İnsan Yaratıcının "yaratan" olması için önemli koşullardan biri; kutsal kaynaklar bu anlamda modern bilimin aksine kronolojik bir saplantıya sığınmak yerine aşamalı bir olgunlaşmadan yana tavrını koyuyor ve "prometeyen insan" yerine "halife insanı" imliyor; hatta basbayağı gür bir şekilde haykırıyor.Her türlü eksikliğine,faniliğine günahkarlığına rağmen insan tam da belki bu yönlerinden dolayı Yaratıcının muhatap aldığı kutsal bir odak haline gelir ve insanın ağzıyla kendi Rabliğini tescil ettirir.İnsandan yana da durum çok farklı değil; o da kendisinden koptuğu, günah işleyerek düştüğü çoklu yanılsamadan tek hakikate geri dönme,ona tekrar eklemlenme yolunda onu her daim övmeye ve bir anlamda manevi gıdasını alarak beden hapishanesindeki direncini korumaya mecburdur. İnsan Yaratıcının kendisine yönelik yarattığı tek canlıdır zaten bu yönüyledir ki Yaratıcının temsilcisidir. Sınırlar içerisinde sınırsızlığa ancak bu kadar yakın olabilecek bir nitelikle donanmıştır. Ancak övgü için tanımanın-bilmenin gerekli olduğunu; bilmeden, tanımadan onun yerine bir başkasının çağrılabileceğini,onun tanınması yolunda da keyfi bir yol değil de "bildirilen" şekilde vahyin nüfuz ettiği doğrultuda bir yol tutturulması gerektiğini söylüyor muhterem Augustinus. Sen bize bildirildin paragrafın en sihirli cümlesi bu cümle ardından gelen oğul vurgusuyla birlikte Yaratıcının bilinmesi yolunda "oğul" u adeta vazgeçilmez bir "mutlak durak" haline getirmiş. Protestanlığın, metnin kendisini (incil) merkeze almasına kadar "oğul" vahyin ta kendisi ;bu anlamda "oğul" aracı bir put olarak düşünülmemelidir o yolun kendisini ışıklandıran kılavuzdur ve o kılavuz (gene başa dönerek) net bir şekilde vurgulandığı üzre insandır. Hristiyanlığın teslis şemasında oğula biçilen rol fazlasıyla merkezidir;hatta kimi durumda babayı ikinci plana düşürmektedir baba en üst makam olarak durumunu korusa da adeta statikleştirilmiştir. İnsan olan oğul diğer insanlarla üç aşağı beş yukarı anlaşmanın yolunu bulmuştur. İnsanı Yaratıcıya çağıran Yaratıcının belirlediği başka bir insandır. Bu anlamda metnin bağlamının da dışına sarkacak olursak denebilir ki hümanistlerin iddiasının tam da tersine olaraktan insanın en ciddi merkezileşme biçimi Yaratıcıya inanma şeklinde olmaktadır birisi özgürleştirme vurgusuyla başıboş bir sıkışma alanı inşa ederken öteki bağlanmanın ilerki düzeylerde nasıl bir sonsuz bir harekete dönüşeceğini bazen doğrudan bazen de batınî (ezoterik) bir biçimde dile getirir.

Çağırmanın kesin olarak gerektiğini dilimizin döndüğünce anlatmamızın hemen sonrasında başka bir sorun bizi beklemektedir eğer O bir yere gelecekse "nereye" gelecektir? Gene vahiyde defalarca dile getirildiği üzre O yeri ve göğü (hatta gökleri) yaratandır buradaki yer ve gökler yaratılan herşeye mekan olan alanı imler yani başkaca bir alan yoktur yaratıklar için Onun içinse böyle bir alanın olması söz konusu olamaz o halde O nereyi mekan olarak tutabilir? Augustinus için "ironi" veya dengi birşey var mı bilemem ama günümüzde böyle bir konuda düşünen insanın aklına bir mekâna sığmaya çalışan büyükçe birşey gelebilir. Yaratıcıdan bahsettiğimizde neyi kesin olarak bilebilirsek bunu da ancak o kesinlikte bilebiliriz aslında onun sığacağı (tabii ki bu sığma biçiminin nasıl olacağı üstünde sittin sene dursak fayda etmez) tek bir yer tarif edilmiştir: Ona inanan birinin temiz kalbi.Bu sığma biçiminde son derece ince olan nokta şudur ki onun sığacağı alanın genişliği değildir sorun,ancak temizliğidir. Ondan başka bir "şey" bulunamaz o kalpte yani temizliğin hemen sonrasında "tek" lik. Burada aklıma gelen herşeyi sistemli olarak sıralamaya kalksam zamanın bana fazlaca merhamet edeceğini sanmam dolayısıyla üstaddan biraz daha kopya çekeyim. Bu bölümde mekanın ruhuna ilişkin çok zekice çeşitlemeler mevcut. İnsanın neredeyse Yaratıcı kadar karmaşık olan "alanı" Yaratıcıdan yana olan belirsizliğin dengesini tekrar kuruyor. Hadi O yarattığına sığamadı diyelim (büyük ölçüde doğrudur) insanın derdi nedir peki? O yerin ve göklerin içindedir ama Yaratıcıyla temas ettiği andan itibaren onun için de mekan kalkar: Hem onun içinde hem onun için de! Yani tipik bir nesnellik ikisi için de aşılmıştır bu noktada iki öznedir karşımızda duran (belki de durmayan).

Şimdi dile getireceğimden o kadar da emin değilim ancak sanki Augustinus Sokratik bir metoda sahip: İfade ettiği şeylerin doğasında bir ayrıksılık var.Farklı zihinlerden bir aranjman yapıp onları ard arda sıralıyor ve sonunda kendi söylemek istediğine en yakın yerde sözü bitiriyor gibi. Ama onunki monolog; kendine başkalarının aklıyla ve ağzıyla sorup kendinde yeşertmeye çalıştığı Mutlak Akıl ile cevap veriyor. Yoksa sen bütün olarak her yerde varsın da hiçbir nesne seni bütün olarak sarmıyor mu? Soru kılığına girmiş bir cevaptır aslında Augustinus'un cevabıdır bu. Buraya varana kadar gene Tanrının nasıl yer tuttuğuna dair bir yığın ihtimali değerlendiriyor. Onunla dolmuş olan tüm yaratıklar onu içerirken onu sınırlamış mı olur yoksa zaten yaratıkların ona dair içerdikleri şey bizzat var olmaları mıdır? O hayat verense Onun dışındakiler de hayat alan dolayısıyla onun verdiğini alan, yani ondan birşey alıp ancak onunla "her ne ise o olan" dır. Ondan aşağıya doğru gelen bizi yukarıya götürür. Onun tenezzülü (alçalması) en iyi vahiyle açığa çıkar ki çok zaman vahyi de bizzat O "Kendisinden inen" olarak ifade etmiştir. Bizim Onunla kuracağımız irtibatın en sağlıklı parametreleridir aslında üstümüze dökülen ve bu yüzden bizi ayağa kaldırır yükseltir ilk maddi canlanma içinde ikinci bir manevi canlanma sağlar.

İşte bu en sevdiğim paragraf:Burada mükemmel olan; Augustinus'un, adeta vahyi taklit etmesi.Normal şartlarda yan yana gelmesi mümkün olmayan vasıf öbeklerinin Onda pek âlâ yan yana gelebileceğini gösteriyor. Onun doğaya dair her türlü tasarrufunun doğanın dışında ve mükemmel olan kaynağını, fiziksel olanın kavranmasında fizik ötesinin zorunlu olan gerekliliğini vurguluyor. İlişki kurmanın doğasında kuvvetle yer alan her iki tarafın da değişmek zorunda oluşu ilkesi Ondan yana işlemez oluyor. Daha önce mekana paralel olarak sorguladığı Tanrıyı burada zamana ilişkin sorguluyor aslında özellikle harekete ilişkin; ancak hareket eden için zaman vardır. Oluş bu anlamda harekettir ve Onun için oluş dolayısıyla hareket ve dahi zaman söz konusu değildir. Herkesin Kendisine bağlı olduğu, borçlu olduğu, muhtaç olduğu, herkesin her türlü duyguyu Kendisinden aldığı ama verdiği duyguların doğasında bulunan zaaflardan münezzeh olan, herkesi bir mekana sığdıran Kendisi maddi hiçbir mekana sığmayan, Kendisini denetleyecek hiçbir güç olmamasına karşın sanki denetleniyormuşçasına işini mükemmel yapan ve adeta hesap veren (vahyin doğasında insana mutlak buyurma değil aksine onunla anlaşma ona nelerin olup bittiğini iyice anlatma gayreti vardır) en güçlü şekilde seven (yaratışın temel motivasyonu sevgidir) ancak güçlü sevgilerdeki savruluş ve haddi aşan taşkınlığın aksine derli toplu ve dingin kalan hepsinden öte Kendisinden bütün bu çoklu biçimselliğin çıktığı tek ve mutlak Cevher hakkında ne söylenirse söylensin adeta birşey söylenmemişçesine merak uyandırmaya ve tüm bu çabaları (arama araştırma) kışkırtmaya devam edecektir. Hakkında söylenenler Onu anlama yolundaki beceriksizliğimizi ortadan kaldırmayacak olsa da üzerine konuşmaya değer tek Hakikat O'dur. Onun hakkında susup da başka her konuda konuşanlar aslında hiçbir ses çıkaramayan gevezelerdir.

İslâm geleneğinde kabir meleklerinin ölen kişiye "Rabbin Kim?" diye sorduğu kabul edilir. Tasavvuf üstadlarından Bâyezid-î Bistami' nin "Kimin kuluyum" diye cevap verdiği hikâye edilir. Augustinus'un buradaki tavrı belki de bin yıllardır süregelen irfan geleneğine son derece uygun düşmektedir. Sahip olmak, sahip çıkmaktan önce sahip olunmak, sahip çıkılmak burada çok naif bir paslaşma söz konusudur Tanrı insanı muhatap alarak Kendi makamını insanın ağzıyla onaylamak ister olgunlaşmış irfan sahibi insan ise Onun tenezzülüne aynı tenezzülü tekrarlayarak karşılık verir. İnsan Tanrının yaratıcılığına sahip çıkar ancak bu sahip çıkışının değer kazanması için Tanrının da kendisine "insan" olarak sahip çıkmasını ister.(Modern dünyanın değerleri arasında birey olmak sanki kul olmaktan daha üst seviyede bir "kendine sahip çıkma" olarak algılansa da son kertede bunun belirsiz bir menfez hediye etmekten öte anlam taşımadığı açıktır.) Her nedense Tanrı ile kurulan ilişkinin itaat ve teslimiyet biçiminde olması modern zihinlerde katı bir tutsaklık şeklinde belirse de aslında bu durum kişinin kendi olmayan parçasından sıyrılarak "Kendisiyle" buluşmasından başka birşey değildir.Asıl ölüm doğarak bu dünyaya gelmekse (her türlü eksiklik içinde sınırlı bir varoluş) asıl doğum ölerek sınırlardan kurtularak Ona kavuşmaktır yani üstad Augustinus'un lâtifane buyurduğu gibi "ölmemek amacıyla yüzünü görebilmek için ölmek istiyorum"

Onun tarafından sahip çıkılmak istense de kusurlar çoktur ve ona layık olmamanın korkusu sevginin yoğunluğuna paralel artacaktır. En üst makamdaki misafiri ağırlamak için yoğun bir hazırlık gereklidir,aslında bu gereklilik gelecek olandan talep edilmemektedir ama ağırlayacak olan Onu kendinden bile sakındığı kıskandığı için deli divane olmaktadır takva diye terimleşmiş bulunan bu hâl korkudan ziyade sevgiye yakındır bu yoğunlukta bir sevgiyi barındıran kişi "nasıl olsa biz onu ağırlayamayız aman boş ver" diye düşünemez bu durum tipik bir "varamasam da yolunda ölürüm" algılayışını içerir. Mekâna dönecek olursak Onun geldiği yerde Ondan gayrısının barınamayacağının bilinciyle ciddi bir temizliğe girişilir. Bu temizlik bitmez: Kişi için, ne olursa olsun yarım bir temizlik olarak kalmaya mahkumdur. İşin fevkalade sevimli paradoksu şudur; temizliğin yarım kalacağı kesindir bu kişi tarafından bilinir ancak bu onun inanılmaz bir motivasyonla temizliğe kalkışmasını engellemez yeterince olgun olmayan insanlarda bu bilgi son derece zararlı bir hâl alır ve densizlikle atbaşı bir gevşekliğe neden olur Onun sahip çıkmasına mazhar olmak için manevi mekândaki temizlik çabası sarsılmaz ve sürekli olmalıdır. Onun sahip çıkışı sahip çıkılma arzusuyla denklik taşır. Onun huzurunda olmayan herhangi birşeyden bahsedilemeyeceği için temizlik yetersiz olsa da hatalar hadsiz bir çoklukta insanın her yanını sarsa da ondan yüz çevirmek başka bir merciye başvurmak imkânı yoktur.

Ona başvurmak tek yol olduğundan ve kusurlardan tamamıyla kurtulmak mümkün olmadığından bol bol af dilemek olgun bir insanın yapacağı en iyi şeydir. İnsanın tuhaf ve abuk sabuk her türlü eylem biçimine tanıklık ettiği halde onu aşağılamayan ve ona her durumda kucak açan sadece Tanrıdır. Dünyaya gelmesinde insana aracılık yapan anne ve babasının bile Onun sağladığı imkânlara başvurmaksızın kendi katkılarını kaliteli ve sağlıklı bir şekilde sürdürmeleri mümkün gözükmemektedir.Öyle ki bebeğin ilk birbuçuk iki yıl en temel besini olan sütün miktarına bile annenin müdahalesi yoktur. Tanrının hediyesi olan bebeğe gene Tanrının hediyesi olan süt Tanrının insana yüklediği en yoğun duygusallık biçimi olan annelikle ve ona en uygun enstrüman olan memelerle en ölçülü şekilde ulaştırılıyordu. Buradaki iyilikler dizisi ve onun kesin kaynağı olan Tanrının iyiden iyiye vurgulanmasıyla Onun insan üstündeki etkisi ve verdiklerinin, Ona sığınmak için yeterli bir gerekçe sağladığı dahası zaten Ondan başka veren olmadığı için tek yetkilinin de zaten O olduğu hatırlatılıyor. Üstad Augustinus, Efendisinin karşısındaki sorumluluğunun,muhataplığının izini sürmeye koyuluyor ve ilkin taleplerini dile getirmede kullandığı ağlamasını ilkel bir dile benzetiyor. Bebeğin belirsiz dilinin günümüzde bile yeni yeni çözülmeye başlandığını düşünürsek o dilin gerçekleri yansıtmadığını söylerken pek de haksız sayılmaz. Bebeğin ölçüsüzlüğüne duygularının ve davranışlarının hamlığına ve davranışlarındaki içgüdüselliğin yoğunluğuna da değiniyor ve gene onun yetişkinler karşısında elindeki sınırlı malzemeyle bile olsa nasıl parlak bir zafer kazandığını belirtiyor. İnsanın hayatındaki pek kısa bir dönem olarak bebekliğin de geçip gittiğini hatta öldüğünü bu durumda insanın kademe kademe azaldığını oysa Tanrının tüm zamanı yöneten olmasıyla bu azalmanın eskimenin ölmenin nasıl da dışında durduğunu görüyoruz. Bebekliğin bitimiyle çocukluk ve onun bitimiyle de yetişkinlik başladığına göre yani her biri ötekinin hem sonu hem başı olduğuna göre bebeklik neyin sonu ölüm neyin başlangıcı? Öncesiz ve sonrasızlık yalnızca Tanrının özelliği onun dışındaki herşeyin bir başlangıcı ve sonu var öyle ise hamilelik ile bir maddeye dönüşen somut hale gelen insan için bundan önce farklı bir kademe var mı? Yoksa bunları düşünmek fazlasıyla yersiz mi, bize düşen sınırlı oluşumuzu kabul edip sonsuz ve sınırsız olanı övmek mi? Tanrı bilme çabasını yadsımaz ama kimsenin bu çaba içinde sıkıntı batağına gömülmesini de istemez herkes kendi gücü doğrultusunda bu çabayı sürdürmelidir. En sıradan insanlar bile etraftaki verilerden hareketle çıkarsama yaparak bazı şeyleri kendileri için daha anlaşılır kılabilmekteler. o halde biz de nasıl ortaya çıktığımızı işaretler aracılığıyla bulabilir miyiz? Belki de bulamayız aslında tipik bir simetri metoduyla ölüme dair olan belirsizliği doğuma da taşıyabiliriz. Batının batısıyla doğunun doğusunun aynı olması gibi ölümün ölmesiyle doğumun doğması mümkün mü? Tanrı katında yaşadığımız ve yaşayacağımız herşey aynı an içinde ise bebekliğin öncesine dair merakımız yersiz O değil mi ki binlerce farklı topluluğu sahneye çıkardı ve sonra onları kaldırıp yerine bizi koydu ve yarın bizi de bir başkasıyla değiştirecek. (Augustinus bunları yaklaşık 1600 yıl önce yazmış bu bile yeterince ilginç değil mi?) İrfan arayışı zorlu bir yolculuktur ve bazen insan bunca farkındalığı bir kenara bırakıp eski cahil günlerine dönmeyi isteyebilir bu durumda Tanrıya koşulsuz inanıyor olmak bunca soru ve sorunla boğuşmaktan iyidir.

Bu bölümde bebekliği, bir bilinmeyen,karanlık dönem olarak kurcalamaya devam ediyor. Hristiyanlıkta yer alan günahkâr doğma dogması belki onun bu durumu fazlasıyla kurcalaması için yeterli bir faktör oysa tuhaf olan günahı kesin olarak kabul etmesine rağmen onu Tanrı ile irtibatlandırmaması. Bebeğin memeye saldırmasıyla yetişkin bir insanın yemeğe saldırması arasında ciddi bir benzerlik bulması fazlasıyla zorlama gibi birinde salt içgüdüsellikten bahsetmek mümkünken ötekinde devreye zihin girdiğinden kişi zihinsel bir süreç ile beraber eyleme kalkar ve duruma göre eylem ölçülü ya da ölçüsüz olabilir. Belki de burada denemeye çalıştığı şey Tanrısal zamansızlığı insana uydurmaya çalışmak bebeklikten ölüme tüm devrelerdeki davranış modellerini eş bir prensibe monte etmek. Bebeğin buyurganlığını yetişkin insanın buyurganlığındaki iktidar fetişiyle eşitlemek ne olursa olsun nafile ve anlamsız bir çaba gibi geldi bana bu yönüyle bölümler arasındaki en zayıf halkanın burası olduğunu söyleyebiliriz.Kedilerin meme mücadelesi ile bebeğin süt kardeşiyle yaptığı mücadele arasında en ufak farklılık yok bana göre. İnsan her ne kadar Tanrının muhatap aldığı en üst kademedeki varlık ise de bu onun gözünü açtığı andan itibaren davranışlarının kesin sorumlusu olduğunu göstermez. İnsanın olgunluk serüveni doğumuyla başlar herşey ona verili olsun ya da sonradan verilsin fark etmez ister bunları azar azar hatırlayarak istersen dışarıdan depolayarak kendisini inşa eder ilerde belli içgüdüsel hareketlerden vazgeçecek olması onun yapıldığı zaman diliminde kötü olduğunu göstermez ayrıca bu Tanrısal merhamete de terstir. Eylemlerine dair hesap vermesi için iradesinin eylemlerinin derininde yatan ahlâki seçeneğe elverişli hale gelmesi gerekir. Hayatın ilk dönemine dair saplantılı sorgusu devam ediyor Aziz Augustinus'un ancak ciddi sıkıntılar çekerek Tanrıya son bir hamle daha yapıyor onun bebeğe verdiği tüm vasıfları sağladığı tüm yetenekleri bir bir sayıp döküyor ama dışardan gözlem yaparak yaptığı kıyaslarda çok başarılı sayılmaz Augustinus karanlıktan çıkaramıyor kendisini hesaplaşması bir yönüyle yarım ve zayıf kalıyor ille de masum olmadığını haykırıyor ille de bebekliği karanlık alanda konumlandırıyor ve sonunda pes ediyor sanki bu biraz Wittgenstein'ın bilinmeyene dair tercih ettiği sükûta benziyor. İyi ki de öyle oluyor.

Ord. Prof. APAŞ PAŞA
Emekli eskataloji uzmanı

Kavramlar Tarihine Giriş


“Kavram ne iş görer?”; veya “kavram neye yarar?” tarzında bir soru, düşünce tarihçilerine cahil cesaretini gösteren bir davranış gibi görünmektedir. Bu, onun için “konuşmak ne işe yarar” mealinde bir soruya benzer. Ancak düşünmeyen toplumlar listesinde yer aldığımıza göre, cahilliğimizi tek silahımız olarak kullanmakta bir sakınca görülmemektedir.

Her şeyden önce, kavram ancak düşünen ve bilgi üreten toplumların ihtiyacını karşılamaktadır. Kavram, bilimsel erkin elinden bırakmadığı “Musa asası” ve dönüştürücü gücüdür. O, büyülü bir çubuktur. Yaratmak ve yok etmek gücüne sahiptir. Tanrı’ya özgü, ve de tanrısal bir direniştir. Kavram, her şeyden önce bir başlangıçtır. Mevcut olmayan, ama mevcudiyeti içinde taşıyan bir şeye başlangıç. Kavram, varlıklar alanına doğrudan çıkıştır.

Türkçe’de “kavram” sözcüğü içine almak, kapsamak anlamında “kav” kökünden üretilmiştir. “Kav”, Eski Türkçe’de “bir şeyi bütün halinde örten dış ve koruyan üst kısım” depektir. Vücudun üst kısmını saran deri, ağacı çevreleyen kabuk gibi. Kavçak/Kapçak sözcükleri ve bir boy adı olan Kıpçak adı buradan doğmuştur. Tanım olarak “kavam” sözcüğün tarihi, 1930’lardan öteye gitmez ve genelde Fransızca’da “nosyon”, Klasik İslam bilimlerinde “mefhum” ve bir anlamda “meal” ve “mezmun”, bazen de dar anlamda Batı literatüründe sıkça geçen “terim”e karşılık gelmektedir. Kavram, birbiriyle ilişkide olan, aynı olmasa bile benzer türden söylemlerin tekilleşen adıdır. Bu, adıl olma özelliği onun söylemsel bütünleştirme yetkisini kendinde taşıdığını göstermektedir. Kavram konuşmaz; düşünceyi döven dalgalar ritmi oluşturur.

Kavram, her şeyden önce kelimedir. Bir kelime oluşu, onun dile gelir bir şey olduğunu ve dilsel bir şey olduğunu gösterir. Dile gelir ve dilsel olması, onun varlık türünden bir şey olduğu anlamını vermektedir. O halde, kavram derken bir varlığın dilsel bir tanımını kastetmekteyiz.

Mehmet Ali Kılıçbay’ın ünlü Annales Okulu’nun kurucusu Lucien Febvre’den yaptığı “Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler” adlı makaleler toplusunun Önsöz’ünü okumak yüz kızartıcıdır. Çevirmen, özetle yüzünü kendi toplumuna (aslında okuruna) dönerek “Biz bu işte hiç yokuz” der. O, kavramları, her dil içinde birer aile olarak görmektedir. Ancak bizim dilimizin böyle soyağaçları yok. “Çünkü” – diyor – “biz bu kavramların doğacağı, ihtiyaç haline geleceği ortamları yaratmadık. ... Çünkü biz kavramların içerik ve anlamlarının değişebileceğine hiçbir zaman inanmadık”. Aslına bakacak olursak biz asla kendi dilimize inanmadık. Bu, bizim kendi dilimizi bilmediğimiz gibi, kendi dilimizde anlaşamadığımız anlamına da gelmektedir.

İnsan türünden bir varlık olmak için, her şeyden önce onun bir dilinin olması gerekmektedir. Ve her insan, konuştuğu dilin mensubudur. Dil, bize, hatta kendimize ait olan en yakın şeydir. “Dil, varlığın evidir” (Heidegger).

Bir kavram içerdiği şey değildir; örttüğü şeydir. Kavram, dilin örtülü noktalarıdır. Dilsel mahremiyet alanlarıdır. Dil, açımlananbilir bir yığın içerik alanları oluşturan kapalı kutucuklara bölünmektedir. Bu kutular aynı türden açımlamalı özellikleri bir arada tutan kavmaları noktalamaktadır. Aksi takdirde bir dilin konuşulabilir olması olanaksızlaşırdı. Kavram, dilin güç odaklarıdır. Bir dilin gücünü kavramak için, onun kavramlar yığınını görek geremektedir.

Söylem olarak “kavram”, yani günümüzde kullanılabilir anlamıyla en fazla XV. Yüzyılda ortaya çıkmıştır. Ancak ondan önceki dönemlerde de kavramlar vardı. Ancak bu kavramlar “tartışılır” ve “metinsel topluluklar” değildir, daha çok iştisel ve inançsaldır. Aslında dinsel metin (vahiy) tümüyle kavrama dayalı tek yanlı bir diyalogdur. Tanrı’ya inanmak için işitsel mefhumlar bütünüdür. Bütün kitabi dinler kavrama dayalı “inançsal topluluklar” oluşturmaktadırlar. Ancak “inançsal toplulukların dili” (kavramları) tartışılır değil, açıklamalıdır. Ve bu kavramlar tartışılabilir olanı değil, taşınabilir (ödev ve yükümlülük olarak) olanın içeriklerini oluşturmaktadır. Bu, dinde kavramıların söylemlerden önce yaratılmasından ileri gelmektedir. Ancak, çağdaş düşünce de önce söylem yaratılmaktadır. Tıpkı, “kapitalizm” kavramının ancak XX. Yüzyılda bir kavrama dönüşmesi gibi. Bütün bir, XVIII, XIX yüzyıllar gibi en kapitalist dönemler “kapitalizm” kavramı olmadan kapitalist çağlar olarak yaşanmıştır. Yani kavram olarak kapitalizm, kapitalizm tarihinin ancak kabuklaştığı sırada doğmuştu. Oysa, İslam, din olarak doğmadan önce de vardı. Bu bize, kavramların doğaüstü ve doğal iki alanını; daha çağdaş bir ifadeyle işitsel (inançsal) ve tartışmacı (olgucu) iki temelinin olduğunu göstermektedir.

İnsanın varlık biçiminde sözün bir içgüdü olup olmadığı tartışılmaktadır. Tarih, konuşmayan bir topluluğa hiç tanıklık etmemiştir. Karşımıza çıkan bütün konuşmama türleri ancak susma türünden eylemler olmuştur. Susma eylemi ise, bir konuşmama tür olmayıp, konuşmaya gereksinim duymama biçimidir. Aslında bu konuşmayı aşma veya en ideal konuşma örneğidir. Seslenme veya sese bağlı olarak yapılan her eylem konuşmanın sınırları içine girmektedir. Bu durumda konuşmayan bir şey yoktur denilebilir. Konuşmak için bir şeyi bütün bir şekilde insanlarda olduğu gibi seslendirmek gerekmez.

Kavramlar aynı zamanda yanıltıcıdırlar. Biz çoğu zaman günlük yaşamımızda kavramın ve kelimenin işitsel yönüyle irtibat kurarız. Yani sözcüğe kendi inançsal niyetimize dayalı bir anlam kükleriz. Oysa kavram bizim onu konuştuğumuzdan daha farklı bir şeydir. Bir kavramın ne olduğunu kavramak için bir kavram seçmek ve onun üzerinden hareket etmek daha doğru olacaktır. Bunun için hiç karmaşık olmayacak bir kavram, örneğin “ÇALIŞMA” üzerinde duralım. Dilimizin sözük dağarcığında “çalışma”, “çalışmak” filinin kökeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine bunun gibi Türkçemizde “çalışıp uğraşmak”, “çalışıp elleşmek” gibi deyimler bulunmaktadır. Bugün günlük konuşma dilimizde “çalışma” kavramına olumlu anlamlar eklemekte ve bu kelimeyi hayırlı bir uğraşın karşılığı olarak tanımlarız. Kötü amaçlı bir “çalışma”da dahi “başarının” veya bir sonucun yattığını söyleyerek yine onu olumluya bağlarız. Oysa dilimizde “çalışma”, “çal”ın işlemsellik kazanmış bir oluşumudur. Bunun karşılığı “zahmet”tir. Ancak bizde çalışma kelimesinin tarihsel seyri birden fazla kırılma geçirmiştir. Bu sözcük uğraş gerektirir bir eylem olarak XIX, hatta XX. Yüzyılda dilimize girmiştir. Aslında çalışma sözcüğü, askeri ve hatta politik bir kavramdır. Dilimizde bile çalışma olarak “çal” askeri bir uğraşın ifadesidir. Bir şeyi icra anlamında “çal” (saz çalmak) bile bir zorlamayı (hırsızlık anlamında “çalmak” da bir zorlamadır) açımlar. Latince’de kelimenin karşılığı “tripaliare”dir. Tripaşiare, sözcüğü “palium”dan türetilmiştir. Palium, Hint-Avrupa dillerinden dilimize giren “pala” sözcüğü olarak da karşımıza çıkmaktadır. Palium veya pala “üççatallı” demektir. Buradan çalışma olarak tripalium sözcüğü üretilmiştir. Anlamı “üççatallı ile işkence yapmak” demektir. Üççatallı pala, genelde toprak işlerinde kullanılmaktadır. Ayrıca askeri amaçla kullanılan bir silahdır da. “Çalışma”, bu şekilde “zahmet”in karşılığına dönüşmüştür. Biz burada sözcüğün etimolojisinden değil, söylemsel tarihinden söz etmekteyiz.

Latince’deki “tripalium” sözcüğü Fransızca’da iki sözcüğün ortaya çıkışına neden olmuştur: “Labourer” anlamında “toprağı işlemek” ve “ouvrer” anlamında “iş yapmak”. Bu ikincisi daha sonra “kadınların yaptığı işler” için kullanılacaktır. Ancak bütün bir ortaçağ boyunca Avrupa’da “çalışma” sözcüğü “sıkıntı, bitkinlik, acı ve aşağılanma” anlamlarında kullanılmıştır. Örneğin, Bossuet, “kilise, ölenler karşısında duyduğu mümin çalışmayla” derken “üzüntü ve kaygı”dan söz etmektedir.

Çalışma kavramının, Avrupa’da kutsal bir tanıma dönüşmesi kilisenin tarihiyle yakından ilgilidir. Manastırların geniş toprakları ele geçirmesinden sonra insanların “nefislerini” öldürmek için bazı çile yöntemleri aramaya başladı. Köylü bir topluluk için en iyi çile, manastır toprağında karşılıksız çalışmaktı. Böylece, çalışma, “kendi kendini yenmenin” bir yöntemi olmuştur. “Üççatallı ile işkence” aslında “kendi kendini yenmenin” çabasıydı. Çünkü burada, kendi adına hiçbir kazanım bulunmuyordu. Sadece nefsi yenmek için Tanrı adına kilise için karşılıksız çalışma gerekirdi. Örneğin, Ortaçağ Avrupa’sında bazı üreticilere “kunduracılar” denildiğinde onlar bu kelime ile kendilerin aşağlanmış hissederlerdi. Bu aslında, Doğu’da da böyle idi. Çalışma, Doğu toplumlarında da avamın uğraştığı bir iş olarak görülmekteydi. Bundan dolayı, Selçuklulardan Osmanlıların son dönemine kadar zaanatçı hep avam sınıf arasında görülmüştür. Bu “çalışmanın” basit insanlara özgü olduğunu göstermektedir.

Çalışma’nın olumlu bir anlam kazanmasına XVIII. Yüzyıl Avrupasındarastlanılmaktadır. Bunda Emek, Sermaye ve Yetenek kavramlarının gündeme girmesi etkendi. Çünkü “çalışma”nın, kapitalist söylem içinde “ne denli zahmetli olsa da insana özgürlük verdiği” düşünülmeye başlanmıştır. Zira, burjuvazinin başarısı çalışmayla özgürlüğünü sağlamaya dayalıydı. Ancak, genel anlamda “çalışma”ya çok daha geniş ve olumlu bir anlam yükleyen sosyalist söylemler olmuştur. Hatta sosyalist söylem onu bir sınıf olarak (çalışanlar, emekçiler) telakki etmiştir. Sosyalist söylemin “çalışanlar” dediği kesim bütün uğraşlarına rağmen sefalet çeken sınıftı. Bu yüzden sosyalizm “çalışmanın örgütlenmesini” istiyordu. Bayer 1848 yılında kendi kitabına “İşçilerin Durumu ve Çalışmanın Örgütlenmesi Yoluyla İyileştirilmesi” adını vermiştir. Aslında bu, emekçinin, burjuvazinin kendi çalışmasına biçtiği değerin onun çalışmasına da gösterilmesini istemesiydi.

Çalışmayı en ideal biçimde yücelten dönem kuşkusuz Rönesans olmuştur. Rönesans “el emeğini yüceltmeye”, ona “alın teri” anlamını kazandırmaya çalışmıştır.

Göçebe Türk toplum anlayışında da “çalışma” olarak “toprağı işleme” aşağılık bir insan kimliğinin uğraşıydı. Çingiz Han yasasında “dört eliyle çalışan insan insan olamazdır” biçiminde bunun tam bir tanımına rastlamaktayız. İslam dininde çalışma yüceltilse de, İslam tarihinde çalışan insan yönetilen insan, hatta yönetilmesi gereken insan grubu içine girmiştir. Bugün dahi, bizim devlet anlayışımızda “çalışan kesimle”, yardıma muhtaç, durumu sürekli devletin dikkatinde olması gereken kesim kast edilmektedir. Buna karşılık Batı, çalışmanın verdiği aşağılanma artık insanın üzerinden kaldırılmıştır. Çalışmayı artık insanlar makinelere yüklemişlerdir. Bazı Batılı aşırı hayalci yazarlarda görülen makinenin bir zaman gelip insandan intikam alacağına ilişkin düşünce, çalışmayla insanın makinelere biçtiği aşağılanmışlığa dikkat çekmektedirler.

Böylece, dilimize, sanki kendi anlamına kayıtsızmış gibi dolanan “çalışma” kavramının küçük bir araştırma ile ne denli geniş bir tarihsel tanım içerdiği görülmektedir. Kavram tarihinden söz ederken, işte bunu kastetmekteyiz. Kavram onu anlamadığımız sürece bizim konuşmak için ona sahipmişiz hükmüyle yaşamımıza olan inancımızı yansıtacaktır; ancak onun anlamını öğrendiğimiz zaman işte o zaman, bizim yaşamımızın kavramların hükmüne ne denli bağlı olduğu anlaşılacaktır. Belkide kıyamet sonrası için yapılan bir yorumda “insan susacak dili konuşacaktır” ibaresinde susacak olan bizim bilinçsizce varlığımızın bir gereği olarak sarfettiğimiz kelimeler, konuşacak olan o kelimelerin gerçek anlamlarıdır.

Pazar, Ocak 21, 2007

B. Garipoğlu Hikayeleri 12

kısa devre depresyon

Bu değildi gelmek istediği yer; midesini tıka basa doldurup ona ait büyük ve gösterişli masanın gerisindeki heybetli koltuğunda kendinden, çevresindeki yapaylıktan,yaşam biçiminin sıradanlığından -çürütücü ve şaşaalı sıradanlığından-her gün üst üste yığılan, sonunda bütün anlamını para kazanmak, yine ve daha fazla kazanmak,bu parayı harcayacak yeni çılgınlıklar icat etmek,kimsenin gitmediği egzotik yerleri görmek,denemediği,bedeninin sınırlarındaki zevkleri tatmak,bunları dost,arkadaş ortamlarında ağzında yayvan ve tiksinti uyandıracak bulantı dolu bir sırıtışla,hasetten kıyılan bakışların altında zehirli,öldürücü bir hazla anlatmak,her doğan günü bir ölüm kalım savaşı gibi yaşamak;işte bunlar değildi bir zamanlar hayalini kurduğu şeyler,sahi nasıl gelmişti ki buralara,ara sıra bunu düşünür,sonra düşünmenin de anlamını unutur ya içkinin,ya diğer uçurum gibi zevklerin karanlık ve yapışkan kuyusuna kendini sessizce bırakırdı... Kırkını aşmıştı çoktan. Şakakları bembeyaz olmuştu, kadınlar onun bu halini daha çok beğeniyorlardı kuşkusuz ama artık onlardan da bir beklentisi kalmamıştı,sonunda her şey kendi çıkmazını yanında getiriyordu,hiçbir haz sonsuzca sürmüyor,yıkıcı bir tekrar,bunaltıcı bir bıkkınlık insanı bomboş bir anlamsızlık duygusuyla baş başa bırakıyordu,vücudu da yüzü de eskiyordu işte,göz altları torbalanmaya başlamış,göbeği de günden güne irileşmişti.Bir arkadaşı küçük bir cerrahi müdahaleyle yüzündeki problemlerin giderilebileceğini,iyi bir doktor tanıdığını söylemişti,göbek işi kolaydı;tanınmış,ünlü bir diyet uzmanı sorunu bir kaç haftada çözebilirdi... Bazen, bu zevkli döşenmiş,büyük bürosunda, öğleyin lezzetli ve çeşit çeşit yemekleri mideye indirdikten sonra müthiş bir ağırlık,sersem edici bir uyku çökerdi üstüne.Bu sırf fiziksel bir durgunluk değildi,hayır,sadece oburca tıkınmakla açıklanamazdı,,ruhunda-eğer varsa böyle bir şey-işte onunla ilgili bir tıkanma,bir vazgeçme,bir bırakmaydı söz konusu olan...Ağır ağır kalkıp pencereye yöneldi.Yağmur saklı bulutlar,kentin üzerinden telaşlı telaşlı yürüyordu.Burası büyük bir plazanın üst katlarında bulunan ,çok az insanın girebildiği,ancak çok önemli ve kilit noktalardaki insanların ziyaret edebildiği bir büroydu.O da nice acılardan,aşağılanmalardan,el etek öpmelerden,kayırmalardan,gerekli yerlerde bulunup,önemli adamların ağız kokusunu çekmekten,uğranılan görünür görünmez hakaretlerden,yediği küçültücü fırçalardan sonra gelebilmişti buralara.Kolay değildi yukarılara çıkmak bu kaygan merdivenlerden.Ülkenin büyük üniversitelerinden birini çok iyi dereceyle bitirmişti.Bir kaç dil biliyordu.Ama bunlar da sıradan şeylerdi artık.Uygun yerlerde belli pozisyonlar almak,risklere girmek,itiraf etmesi zor olsa da karakterinden-artık ondan bende ne kaldıysa diye acı acı gülerdi bazen-kişiliğinden,hatta bazen onurundan bile ödün vermek gerekiyordu.Bu kaçınılmazdı.Kabul ediyordu.Yüksekler büyük fırtınaların yurduydu,büyük ihtirasların,büyük düşüşlerin,parlayan yıldızların.... Acımasız bir hukuk işlerdi burada. Kendine özgü orman kanunları yürürlükteydi.

Zayıflık, beceriksizlik, eksiklik ve asi davranışlar affedilmezdi. Güç ve para ilişkileriydi esas olan. Uzun ve çileli eğitim hayatını düşündü. Beş parasız günlerini,uykusuz gecelerini. Babası bu kente sırtında bir eski ceketle gelmişti. Kendisi gecekondu mahallesinde açmıştı gözlerini dünyaya. Zeki ve hırslı bir çocuktu. Tiksinmişti çevresindeki pespaye yoksulluktan.Hala rüyalarında o berbat evlerde görürdü kendini, ve kan ter içinde uyanırdı yatağında.Sefaletin izlerini silmek her zaman zor olmuştu onun için.-Kimin için kolay olmuştur ki zaten.-Şimdilik bir sorun yoktu.O da bir kurt olmayı başarmıştı bu karanlık ormanda.Kural basitti;ya av olurdun ya avcı,başka bir seçeneği mi vardı sanki insanın? Kolay mıydı milyarlarla oynayan adamların güvenini kazanmak. Patron onu çok seviyor, kişisel dostluk bile gösteriyordu. Ama bu dünyadaki dostluk da her an renk değiştirebilir, bir düşmanlığın hazırlayıcısı da olabilirdi pekala... Yerini daha da sağlamlaştırması gerekiyordu. Bunun için de çılgınca ve acımasız bir tempoyla mücadele etmesi kaçınılmazdı. Yoksa bu kadar çok köpekbalığının yüzdüğü tehlikeli, derin sularda her an saldırıya uğrayabilirdi... Ne garip, yumruğunu sıkmıştı yine... Bütün bedeni onca pahalı içkilerden, adını bilmediği manken kızlarla geceledikten sonra bile gevşemiyordu. Peki, sonu nereye varacaktı bu deliliğin, niçin bunca acılara, onursuzluklara katlanmıştı sanki... Bu yıkıcı soruyu içinden atamamıştı bir türlü. Arsız ve çirkin bir kuzgun gibi gagalıyordu kalbini zaman zaman. Aslında bu “aptalca” soruları diğer günlerde aklına bile getiremezdi. Bu gün tatildi. Yine de uğrayıp gelecek haftanın işlerini gözden geçirmek istemişti yalnızca. Odasındaki harika bara gidip bir viski aldı kendine. Yine de rahatlayamıyordu. Son zamanlarda uykuları da iyi değildi. Bir kaç hafta önce ilginç bir rüya görmüştü. Düşündükçe gülümsüyordu kendi kendine; iki tarafı meşe veya çam ağaçlarıyla sıralanmış tozlu bir yolda yürüyordu. Hiçbir işi yoktu, şaşırmıştı buna, randevusuz, yemeksiz, sessiz bir gün, ne kadar uzak kalmıştı öyle zamanlar... Sadece yürüyordu... Bir kuş kadar hafifti. Şarkı bile söylüyordu... Çok eski yıllardan kalma bir çocuk şarkısıydı bu... Sonra uyandı. Aylardır ilk defa bu kadar iyi hissetmişti kendini. Böyle durumlarda her insanın yaptığını o da denedi; tekrar uyumayı... o sessiz, tozlu yolda sonsuza dek yürüyebilirdi... Yine gülümsedi. Viski mükemmeldi. İşte dünya ona böyle karşılıklar verebiliyordu mesela, kaç kişi şu kadehi yudumlayabilirdi yeryüzünde. Evet. Her şeyden ödün veriliyordu kuşkusuz, hem zaten kural buydu, işler böyle yürüyordu. “Boğulacaksan büyük denizde boğul” dememiş miydi o eski ve akıllı adamlar... Bu iyi içki gibi küçük tesellileri olmalıydı ödediği bedelin. Bu durumlarda her zaman yaptığı gibi müzik dinlemek istedi. Küçük kumandayla açtı müzik setini. Elinde yudumladığından daha sıkıydı işte şu çalan. Chopin'in bir noktürnü odayı doldurmuştu bir anda. Muhteşemdi... “Biraz iyi müzik insanları kurtarabilir, onları tanrıya bile ulaştırabilir” derdi dostlarına. Hüzünlüydü havaya yayılan müziğin dokusu, insana bir çıkış yolu göstermekten ziyade kendi varlığının incelikli bir iç sızısını tarif ediyordu adeta. Pencereye doğru yürüdü yine, göğe baktı, yağmur damlaları incecik düşüyordu şehrin üzerine, kederliydi bu manzara, bütün bir yaşam gibi iç burkan bir görüntüydü ya da şimdi ona öyle geliyordu. Uzak boğazda ağır ve soğuk gemilerin dev umursamazlıkları içinde geçişlerini gördü. “Şunlar gibi ben de çekip gitsem buralardan” dedi. Yeni ve temiz bir sayfa açsam hayatımda, sıradan, basit bir denizci olarak yaşayıp unutulsam yeryüzünde... “Mümkün müydü bu? Vazgeçebilir miydi kazanmak için onlarca yılını heba ettiği, bir sülük gibi ona yapışan şeylerden? Paradan, güçten, güzel kadınlardan, iyi marka arabalardan, partilerden, sert iş yaşamından. Niçin olmasındı... İçindeki sese kendi de inanamıyordu. Piyanodan dökülen ezgilerdi belki de, ona bu çılgın şeyleri düşündüren. Gözleri ıslandı. Ağlayabiliyordu demek. Şaştı... Yıllar var ki unutmuştu bunu. Başka türlü bir hazdı şimdi duyduğu, insanı hep deliliğin kapılarına götüren hazlara benzemiyordu bu. Demek hala insan bir parçayı koruyabilmişti derin bir yerlerinde. Telefonu çaldı. Masanın üstünde renkli, fosforlu ışıklarıyla yapay bir müzik yayıyordu çevresine. Noktürnü bir anda paramparça ezmişti. Birden daldığı uykudan uyandı. “Asıl hayatına” döndü. Patrondu arayan. Kalp vuruşlarının hızlandığını duydu. Kumandayla kesti müziği. Konuştu. Yüzünde mesai saatlerinde takındığı, kontrollü yapay gülümsemesi vardı şimdi. Demek Pekin'e bir iş yolculuğu yapacaklardı, patronun özel uçağıyla gidilecekti hem de. “Harika” dedi, telefonu kapayınca. Yüzüne o ateşin ifade yine oturmuştu, bir işi bitirince, çok zor görüşmeleri zaferle sonuçlandırdığında hep olurdu bu. ''Bir köpekbalığı kadar vahşi görünüyorsun...” demişti ona bir arkadaşı, bir ihaleyi kıl payı aldıkları bir gün. Silkinip kalktı. Pahalı arabasının anahtarlarını kaptı, İngiliz kumaşından özel dikilmiş ceketini aceleyle geçirdi sırtına... Çıktı... Şehirde yağmur devam ediyordu... Arabasına binince radyoyu açtı... Sert bir erkek sesi yırtınırcasına haykırıyordu... Acımasız bir mücadeleden, kalpsiz ve kıyıcı yarışlardan bahsediyordu yabancı bir şarkı... Gülümsedi... Gazı kökledi... Ne yağmurun sesini duymak istiyordu...Ne hala ruhunun ıssız bir yerlerinde çalıp duran o hüzünlü noktürnü...
-BITTI-
garibowski
ankara-2006

Cumartesi, Ocak 13, 2007

Aforizma


Bilinen herhangi bir şey, onu bilene, her zaman sistemli, kanıtlanmış, uygulanabilir ve doğruluğu besbelli gibi görünmüştür. Her yabancı bilgi sistemi de, aynı biçimde çelişkili, kanıtlanmamış, uygulanamaz nitelikte, hayali ya da gizemli görünmüştür.
Ludwik Fleck (Polonyalı)

Salı, Ocak 02, 2007

Tanpınar Sayısı


"coğrafya kaderdir."
Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı
Toplumbilim, Sayı: 20, Ağustos 2006.