Perşembe, Mart 03, 2011

Bozkır masalları 3...

Ah!.. Çocukken ne kadar da mutluyduk... İnsan gerçek büyüklüğü çocukken gösterir. Gerçek saflığı, fazileti ve erdemi...

Çocukken büyüklere selam vermek için yarışırdık. İhtiyar bir dedenin elini öpmek için akşamları yola kadar koşardık. Harun dedeni hatırlıyorum. Çobandı. Her akşam sürünü köye indirdiği vakit yola koşturar ve geleceği saati kaçırmazdık.

Toza, toprağa gömülmüş, bozkır gibi girileşmiş o erdemli insanı gördüğümüzde hepimiz bir ağızdan “Selamünaleyküm çoban baba” derdik. Gözlerinin içi gülerdi. Başını eğer ve sakin bir ses tonuyla “aleykümselam evladım” diye yanıtlardı. Koşmaktan ağzımızdan fırlayacak çocuk kalbimiz onun sesiyle huzura gömülerdi...

Bozkır yaşamla mucizenin kesiştiği sınırdır. Bazen gün içinde birkaç kez bu çizgini varlığımızla yoklarduk. Kimi zaman yaşamın, kimi zaman da mucizenin sırtında yürürdük.

Çoban babanın ölümü böyleydi. Sırtını siyah kayaya dayamış, gözlerini içindeki karanlığa hapsetmişti. Ölümüne sadece köpeyi tanıklık etmişti. Hayvancağız bütün geceni ağladı... Ertesi sabah da kayboldu. Bir aziz gibi anlatıldı haftalarca köyde. Şurada burada gördüm diyenler oldu, kara köpeyi. Gecenin içinden beyaz bir gölge gibi çıkıp koştuğu hakkında anlatılanları bile duydum. Hepsi koca yalandı, ama güzeldi. Çok güzeldi...

Akşam saatleri günün en bereketli vakitleriydi. Önce koyunlar inerdi köye, peşinden inekler. Koca boynuzlu yaratıkların gelişine kadar biz elimize geçirdiğimiz koyuna atlar Temurçin’in barbar askerleri gibi bir sürü ülke fethederdik. Ta Züleyha ninenin ortaçağ mağarlarının birinden gelen ürkütücü sesini duyana kadar. Ona da “Çomak anne” derdik.
Kızardı, bağırırdı, korkunç çomağıyla kovalardı. Koyun sırtındakı fethimiz bu çomak imparatorluğunun seddini bir türlü aşamazdı.

Hiç yorulmazdık... Gece olunca da düşdüğümüz yerde kıvrılır, taş gibi uyurduk. Sabahın ilk ışıklarında horozlardan erken yataklarımızdan fırlar, kendimizi beslemeye zaman bırakmadan çöle koşardık. Çünkü incirler, moruklar, dutlar o saatte lezetli olurdu. Nehrin kenarında ağaçların başında kargalar gibi didişirdik. Sadece bir dut ağacı olduğundan önceden her dalını paylaşmıştık. Yukardakı nehre doğru uzun dal benimdi ve ağacın en manzaralı köşesiydi. Hava ısınınca oradan kendimi nehrin çamurlu sularına bırakırdım. Dışarıdan bakan bizi timsah yavruları sanırdı.

Hepimizin bir korumacı abisi vardı. Bu çok önemliydi. Çünkü yaramazlıklarımızı onun kalkanıyla savururduk. Kavğacı küçük derebeyleri gibiydik. Benimkiler ağabeylerden öte dedelere benziyorlardı. Hepsi yaşını başını almış insanlardı. Şikayetlerine bir ton nasihatla yanıt verirlerdi. Dayak yemekten beter ederlerdi adamı. Bu yüzden kavğaları yalnız göğüslemek zorunda kalırdım.

Her mevsimde yağmalanacak bir meyva vardır. Ve her mevsim bir bahçe bizim işğallerimizin hedefindeydi. İşğaller genelde bozkırda sadece birkaç aile kalmış Malakanlar’ın bahçelerine yapılırdı. Ben Pedronun sarı ayvalı, kırmızı elmalı bahçesini seçmişdim. Zamanla arkadaş olduk. İşğali meşru bir zemine oturtmuştum. Elimi kolumu sallayarak istediğim ağacın sırtını tekmeler, meyvelerini kafamdan aşağı dökmesini beklerdim.

Pedro korkunç biriydi. Sovyetlerin Afganistan “gazi”si sayılırdı. Hakkında kötü şeyler anlatırlardı. Bu yüzden kimse ona ilişmek istemezdi. Ben şanslıydım. Adeta Korkunç İvanın sarayını yağmalıyordum. Ona koyu rengli afgan çocukları hatırlatıyordum. Bana iyilik yapmakla savaşta işlediyi günahlarını hafifletiyordu.

Kaybetmenin ne olduğu Pedrodan öyrendim... Yürüyen, konuşan koca bir acıydı. İt gibi hırlardı. Çoğu zaman ne dediğini anlamak için kulaklarımı ağzının duvarlarına yaslamam gerekirdi. Bir çuğurdan geliyordu sesi... Derin, dibsiz bir kuyudan. Onu kafasından duman püskütren yanardağa benzetirdim. Ölene kadar içerdi. “Acıyı kendimi ıslatarak dindirebiliyorum” derdi.

Her şeyini kaybetti Pedro. Karısını, çocuklarını, ellerini, burnunu bile. Hapşururken kopmuştu burnu. Bir çeşit hastaydı. Doktorlar kendisine gavurca uzun bir hastalık isim söylemişlerdi. Köylüler ise daha pratikti. “Allah çarptı” derlerdi. Gerçekten de Pedronu Allah çarpmıştı. Her gün bir parçasını yitiriyordu. Bir leş gibi çürüyordu...

Afganistan mezarlık oldu, bir kuşağa... Pedro’ya göre bütün arkadaşları bir belaya toslayıp mahv oldu. En son gördüğümde kafasının içinde kurtların çiftleştiğini söylüyordu. Ölüdüğünde yanında ne İsa, ne Meryem, ne de Tanrı vardı. Çürümüş bir ağaç gibi fırlattılar mezara. Öylece toprağı devirdiler üzerine. 10 minden fazla votka şişesi topladılar bahçesinden... Her gün haç suyundan geçiyordu, zaten...

Bir gün bana, “bana ne arzulardın” diye sormuştu. Bende “ölüm” diye yanıtlamıştım.
“Bu bana arzulanacak en güzel şeydir” demişti.

Rüya gibidir insan. Hayatının çoğunu kabuslarla geçirmek zorunda kalıyor. Pedro en korkuncuydu...

01.03...

Hiç yorum yok: