Pazar, Aralık 17, 2006

Yenidünya Düzeni: Kavramın İnançsal ve Dünyasal Boyutu

İnsan beyni zeka küpü değildir. Düz orantılı algılara karşı ters orantıda izlenimleri de takip edip kendisine uygun anlamlar yığınını dünyasal tasarımlar diye yutturabilir. Bazen koca bir çağı kötülüklerin koynunda görürüz, bazen de dünyaya iyiliğin kanat gerdiğini. Ama dünya, zekâmızdaki masalımsı yerini hep korudu. Gizemli olan, mantık bilgisinden gözleri fal taşı gibi açılmış birisini de kendi büyüsüne çekebilir. Bazen de tam tersi. İnançların kaderine hükmettiğini düşünen bir bedenin ruhunu Şeytana kaptırdığını görürüz.Yer değiştirmeler doğaya ve kâinata özgü değildir, insan da bağlı bulunduğu mekân içinde bir gezgin olabilir. Sadece mekân içinde mi, sanmam; insan kendi beyninde akıl yolculukları yaparak en dayanaklı ipuçlarını orada arar.

KAVRAMIN İNANÇSAL BOYUTU
İnsan için düzen hep vardır. Yeni veya eski olsun, bir şeyin varlığı hep bir düzen içinde algılanır. Düzen tutkusu sadece insanda değil, her şeyde bulunur. Tanrı, çöp böceklerini bile bir düzen içinde yaratmıştır der, Arabi. Yine bunun gibi ölüm diye bir şey vardır. Yaranmış olan mutlaka ölümlüdür ilkesi ölümlülerin en ölümsüz ilkeleri arasındadır. İnsan da ölümlüdür, düzen de, meleklerde.

Düzen ve özellikle “yenidünya düzeni” kavramı çok çok eski bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Kavramın temel olarak üç içerik kapsamında tanımlandığını görmekteyiz: astroloji ve dini, siyasi. Ama bu kavramla ilgili ilk büyük yaygaranın M.Ö. 50 ile M.S. 150 arasında koparıldığını görüyoruz. Daha milat öncesi II. Yüzyılda Mısır’da yaşayan Hipparkhos bu anlayışın izleri görülmektedir. Bu türden bir söylence daha M.Ö. 21. Yüzyılda Mısır, Eski Mezopotamya’da belirgindi. Bunun temelinde dinsel olgularla büyük bir benzerlik içeren astroloji bilgisi bulunmaktadır. Kafasını gökyüzüne çeviren her insanoğlu yukarıdaki mucizenin şaşkınlığına gömülmektedir. Sofisler ve Statocular, bilginin bir şaşırmadan doğduğunu söylerler. Eski Mısır kayıtlarında dünyanın gidişine son verecek ve yeni bir düzenin gerçekleşeceğine ilişkin yaygın bir kehanetten söz etmektedirler. Bu bugünkü astronomide kanıtlanmış tipik bir “eksen ayması” olayıdır. Bu, Güneş sisteminin dönüşünde görülen salınımın bir sonucudur. Bu durumda sistem içindeki belirli noktaların konumunun arka plandaki yıldızlara göre değişmesine neden olmaktadır. En yaygın belirtisi, burçlar kuşağındaki konaklar çerçevesi içinde değerlendirilince Bahar gündönümü giderek “daha erken” meydana gelmektedir. Bunun nedeni gündönümünün burçlar kuşağında bir konaktan diğerine geçişidir. Bu geçiş süreci 2100 yılda meydana gelmekte olup, tam geçiş dönemi 25 ile 200 yıl arasında zaman almaktadır. Astronomi bunu tam olarak kanıtlamış gibidir. Ne var ki onlardan binyıllar önce Mısır ve Sümer bilginleri de bunu biliyorlardı. Hatta bunu inançlaştıran onlar olmuşlardır. Bu inanca göre, dünya her 2000 yıldan bir burç atlar. Bu atlama ciddi bir doğa değişmesine, korkunç afetlere ve yeryüzünün şekil değiştirmesine yol açmaktadır. Mısırlılara göre, M.Ö. 21. Yüzyılda yaşanan bu olay sırasında Dünya Yay burcundan Oğlak veya Koç burcuna geçiş yapmıştır. Bu tanrısal bir olaydır ve neredeyse 2000 yıl boyunca koç ve keçi sembolleri dinsel motiflerin başında gelmiştir. Eski Mısır dininde Amon boynuzlu bir koçtur. Doğu anlayışında İskender’in boynuzlarının olduğu söylenilir ki altında bu dinsel tema yatmaktadır. Bilindiği gibi, İskender Mısır rahipleri tarafından Tanrı Amon’un oğlu ilan edilmiş ve kafasına boynuzlu taç konulmuştur. İşte bu “yenidünya düzeni” anlayışının en doğal ve doğal olduğu kadar da dinsel bir tanımıdır.

İkinci bir eksek kayması ve yenidünya düzeninin ortaya çıkış anlayışı miladi öncesi ve başlarında yaşanmıştır. Mısırlılardan, Yahudilerden, Greklerden ve Latinlerden günümüze kalma zengin bir literatür bunu gözler önüne sermektedir. Hz. İsa’ya yapılan olağanüstü atıflarda bu söylem içinde yerini almıştır. Öyle ki sadece Hıristiyanlar değil her toplum ve güç bu olayda kendi yerini almıştır. Eksek kaymasına girildiği dönemde M.Ö. 130 yılında Roma İmparatoru Hadrianus genç aşığı Antinoss ile birlikte Bilgelik ve Ölçü Tanrısı Thot’a rahipleriyle birlikte geceli gündüzlü bir tartışmaya girmiş felaketi defetmenin yollarını aramışlardır. Sonrasında genç aşık Antinoss’un Nil nehrine kurban verilmesinde anlaşılmıştır. Kurban töreninin hemen ardından Antinoss’un Roma İmparatorluğunun tanrısı ilan edilmesi bundandır. Yahudilerin yenidünya düzeninden beklentisi ise tamamen farklıydı. Onlar müjdelenmiş peygamber Mesih’i bekliyorlardı. Gelecek olan Mesih, tıpkı Kuruş gibi Yahudileri dünyanın efendisi yapacaktı. Ne var ki Mesih gelmedi. Onun yerine Hz. İsa, Yahudilerin sevmediği bir öğretiyle ortaya çıktı. İktidardan ve rahiplerin zenginliğinden şikayetçi kalabalık orta ve aşağı sınıf topluluklar onun, daha ziyade havarilerinin yaydıkları bu fakirlik yanlısı inancı çabuk benimsediler. Gerçekten de oğlak veya koç burcundan balık burcuna intikal eden “yenidünya düzeni” Hıristiyanlığın çağı olacaktır. İlginçtir, yenidünya’nın kaydığı balık burcu simgesel olarak sadece Hıristiyanlıkta kendisine yer edinmiştir. Oysa ne Yahudilikte, ne de Eski Mısır inancında tanrısal balık motifine rastlanmaz. Hıristiyanlıkta ise Hz. İsa son yemeğinde havarilerine balık yedirmişti. Hıristiyanlığın en parlak düşünürlerinden Tertullian bile 200 yılında şunları yazıyordu: “biz küçük balıklar (Hıristiyanlar), İhtisi’miz suretinde sularda doğarız”. Ortaçağ Avrupa’sında ve hatta günümüzde yapılan çizgi filmlerinde yer alan kurtarıcı balık, dünyanın balinanın üzerinde olması gibi inançlar buradan ileri gelmektedir.

Yaklaşık 1950 yılından beri dünyanın birçok Yahudi ve Hıristiyan gizli tarikatları 2000 ile 2100 yılı arasında kaymasını tamamlayacak dünyanın yeni düzenine hazırlanmaktadırlar. Evangeliz tarikatının en sadık savunucusu olan Amerikan başkanı C. W. Bush’un sıkça “yenidünya düzeni” kavramını kullanırken pozitivist bir dünyada ne kadar inancın baskısı altında kaldığını göstermektedir. Ama bu basit bir inanç ifadesi değildir. Talmut, Kabalist, Gnostik ve Hıristiyanlığa göre eksen kayması döneminde gerçekleşecek olaylara hazırlanmak gerekmektedir. Bu defa dünya, balık burcundan Kova burcuna kayacaktır. Çok sihirsel bir ifade kullanılmaktadır eski Hıristiyan öğretisinde: “Balık, kovaya girdiğinde”. Bu inanış, kayma sırasında dünyanın en fazla sularla boğuşacağını dile getirmektedir. Nitekim, global ısınma, buzulların hızla erimesi bir yerde bu inancı doğrular gözükmektedir. Öte yandan eksen kayması olayı da zaten astrolojik bilgiler doğrultusunda doğru kabul edildiğinden, Amerika’nın bir zamanlar Roma İmparatorluğu gibi işi bir azizeyi nehirde boğmaktan daha fazla ciddiye aldığını göstermektedir. Bazı İncil yorumcuları, dünyayı tehdit edecek suların yeryüzünün yapısını da etkileyeceğini düşünmektedirler. Dünyanın doğuya doğru yörüngesi sırasında bir anda artacak olan suların yeryüzünü batısı yönünde büyük bir baskı oluşturacağını bilginler söyler ve onlara göre bu durumda Amerika kıtasının önemli bir parçası ile Kıta ve Ada Avrupa’sı ile Batı Afrika’nın sular altında kalacağını belirtirler. Zaten coğrafi anlamda dünyanın kayma hızı batı yönünde olduğundan, normalde her yüz seneden bir Batı Avrupa kıyısında 1 metre çökme yaşanırken, Hindistan taraflarında ise 1 metre yükselme yaşanmaktadır. Bunun için aşırı Evangeliz çevreler, böyle bir durumda doğal dengesi değişeceğine inandıkları dünyanın verimli bölgelerine taşınması gerektiğini öne sürmekteler. Hatta bazıları Amerika’nın Ortadoğu işgalini buna bağlamaktalar.

Bütün bunları neden anlatıyoruz? Şundan, “yenidünya düzeni” kavramının izini sürmek için. İşte bu kavramın simgeleşmiş öğeler içeren inançsal boyutunu ortaya koymaktadır. İnanıp inanılmaması için de yazılmadı, sadece bir kavramın insanlık zihnindeki geçirdiği anlamı ortaya koyması için yazıya alındı. Ancak ben anlayış olarak bir şeyin her yönüyle aydınlatılmasından yanayım. İşte, yenidünya düzeninin kimine göre saçma, kimine göre inançsal olgularla pekişmiş yarı bilimsel anlamına karşılık birde siyasal bir yönü vardır. Kendi adıma söyleyeyim ben kavramın açıklamaya çalışacağım ikinci yönüyle daha çok kafa yormaktayım.

KAVRAMIN DÜNYASAL BOYUTU
Öyle sanıyorum, XVI-XVII. Yüzyıllarda Avrupa siyasal aklında bir olgular değişimi ve hatta devrimi gerçekleşmiştir. Çünkü bu tarihlerde romanlarda ve dersliklerde bile önceden kullanılan kavram ve tanımların aniden anlam ve şekil değiştikleri görülmektedir. Avrupa’da devletlerindeki genel gelişim hızı da bu yöndedir. Kanımca bunu birkaç şey bir anda tetiklemiştir.

Birincisi, Dünyanın Avrupa tarafından yeniden keşfi, Avrupa’ya kendisini dünyaya göre yeniden tanımlama hakkını vermiştir. “Biz ve Öteki” anlayışının bu dönemde şekillendiği görülmektedir. O dönemden başlayarak Avrupa aklında zengin bir tanımlamalar olgusu gelişmeye başlar. Bizzat “insan” tanımı değişir. Dünyasal bakış açısının yerini “ilerleme” olgusu alır. Buna göre, her çağ bir öncesinden ileridedir. Bu durumda Avrupa dünyanın ilerici en son çağında yaşamaktadır. İlerleme olgusu Avrupa merkezli bir yapıya dönüştürüldüğünden, insan tanımı da gerici ve ilerici olarak değişecektir. İlerici insan Avrupalıdır, gerici ise dünyanın diğer yarısı. Bu algılama biçimi o denli değişim göstermektedir ki diller bile soylu ve soysuz diye iki kutupta tanımlanmaktadır. Avrupa’yı besleyen üstün ırk Arilerin dili soylu dildir, geri kalan milletler ise soysuz dillerde konuşmaktalar. Tanımların bu denli kalabalıklaşması düşüncelerin tasnifine yol açtı. Artık, düşünce simgesel değil, olgusal ve kavramsaldır. Belki de bundan dolayıdır ki Vigo’nun derin bir zeka ürünü olan felsefi anlayışı, Descartes’in netlik göstermeyen “kendilik” tanımı karşısında dikkate bile alınmamıştır.

İkincisi, dinsel çatışmalar Avrupa’da yeni yaşamsal doğruların pekişmesine neden oldu. Heretc gruplarla, kilise arasındaki geniş savaş her şeyden önce düşünceye dayanıyordu. Bu düşünce savaşı her katmandan bilgi sahibi insanlara gereksinim duymaktaydı. Artık bilge veya okumuş insan düzen karşısında bir tehdit olmaktan çıkmakta, bizzat düzen tarafından beslenerek bir sınıfsal aydın yapısını kazanmaktaydı. Siyasal aklın dinsel yapıyla girdiği çatışma sürecinde her iki taraf doğal olarak genişleme güdüsü taşımaktaydı. Bu yüzden siyasal akıl matbaayı ve eğitimleşmeyi çabuk benimserken, dinsel akıl mezhepsel sorunlar alanına kaymaktaydı. Ancak düşünür bu dönemde rahat değildir. O dönemde kilise öğretisi dışındaki temel düşünce klasik düşünceydi ki burada da bir çatışma söz konusuydu. Düşünürlerin bazısı Mısır, diğerleri ise Grek ekolünü temel alıyorlardı. Her ne kadar Mısır anlayışı XVII-XVIII. Yüzyıllarda egemenliğini korusa da, XIX. Yüzyılda Grek aklının kesin zaferine yenik düşüp kapanacaktı. Aslında Grek düşüncesi Mısır’ın en iyi anlamda bir kopyasıdır. Bunu ciltler dolusu eski Yunan kaynakları da söyler. Ama, merkezleşen Avrupa düşüncesinde Mısır’a yer yoktu. Çünkü aydın ve ilerlemeci beyaz ırkın ataları “siyah derili insanlar” ve onların zekası olamazdı. Öte yandan Protestanlığın Almanlar arasında kazandığı zafer Germenlik olgusunu da zirveye çıkarmış ve soylu Kafkas ırk teorisinden beslenen Ariliğin benimsenmesine yol açmıştır. Ama bu düşüncel savaşta Yahudiler etkin yer aldıklarından daha sonra Avrupa’nın bir uzantısı olarak görülerek gerici toplumlar arasından sıyrılıp ilericiler arasına katılmışlardır. Bunda Yahudilerin teşkilat ve ekonomik durumu belirleyici olmuştur.

Üçüncüsü, coğrafi gelişmeler hızlanmakla kalmayıp, gelişimin yapısını da belirledi. İlerlemenin bir düzen algılanması içinde yapılması gerektiği, disiplin ve ayarlamanın olması gereksinimi ve işbölümlerinin yapılması ihtiyacını ortaya koydu. Bir nevi kadrolaşma süreci başladı. Bu sürecin en başlıca prensibi eğitimdi. Eğitim gerekli olduğu için verilmiyordu, bir amaca hizmet doğrultusunda yapılmaktaydı. Eğitim kurumları bu genel amacın üretim fabrikaları olacaktı. Yeni dönemin en büyük üretim hacmini insan üretimi kapsıyordu. İnsan üretimi ham mal anlamında insanı kaynak almaktaydı. Kendisinden emin kibirli ve eğitimli Avrupa insanı yanında birde atık olarak görülen insanlar vardı. Bunlar Avrupa’nın dünyadaki gücünü tanımlamaya yarayan insancıklardı. Zenci köle ticaretinin temelindeki başlıca gerekçe bu insan olgusuydu. Zenciliye karşı yapılan topyekûn bir köleleştirme girişiminin temelinde ise inançsal gerekçelerde bulunmaktaydı. Avrupa içinde daha başından beri belirleyici güç olan Yahudilik olgusu bu inançsal değeri belirlemekteydi. Tevrat’ın beş kitabından biri olan Tekvinde “zencilerin köleliğine ilişkin kutsal bir ifade” yer almaktadır ki o dönemde herkesin dilindeydi.

Dördüncü etken ise bizzat heratc çevrelerden geldi. Buna göre, teknolojik bir gelişim söz konusu olup, bunun da başında gemicilik gelmekteydi. Bunun en tipik örneğini Hügnolarda görmekteyiz. Hügnoların ana meşgalesi gemicilikti. Gemicilik Osmanlılar karşısında köşeye sıkışmış Avrupa’nın o zaman için tek kurtuluşuydu. Yeni Asya yolunun açılması, ardından Amerika’nın Avrupa tarafından keşfi gemini çağın adeta uzay araçları düzeyine çıkardı. Tersanecilik deyip geçmemek gerekir. Rusya’yı dünya siyasetine kazandıran Deli Petro eğitimini Batı’da tersane işçiliği yaparak tamamlamıştır. Tersane, o dönemde - ki uzun bir süre – ülkelerin dünyaya açılan anahtarıydı. Liman şehirlerinin gerçek anlamda önem kazanması bu dönemde olmuştur. Limanlar klasik görünümünden çıkarak bir üst haline gelmeye başladılar. Ülkeler arası ulaşım ağının kontrolü limanların elindeydi. Limanlar arası ticari dengeler siyasi dengeleri de etkiliyordu. Yani gemicilik yeniçağın atan nabzıydı. Öte yandan limanlar yeni işçi akımının da merkeziydi. Bu dönemde liman çevrelerinin hızla genişlediği ve bir şehir görünümü aldığı dikkati çeken bir husustur.

Avrupa’da sermaye gücünü elinde bulunduran heratic cemaatlere Papalık rejimi karşıtı güçlerde katılmışlardır. Böyle bir cemaatlerden biri Hügnolardır. Hügnolar, Yahudi, İsmaili söylemlerle yakın ilişkiler kuran Protestan bir topluluk olup Fransa’nın Lé Rochelle bölgesinde ortaya çıkmışlardır. Bunların XIV. Yüzyıldan itibaren kalabalıklaştıkları ve cemaatleştikleri görülmektedir. “Yenidünya Düzeni” kavram ve anlayışını ortaya çıkaracak olanlar bunlardı. Bu kavram ve anlayış tek bir sihirsel terim üzerine kurulmuştur: “savaşım”.

Dilimizde “düzen”, “yeni düzen”, Osmanlıcada “nizam-i cedit” anlamına gelen Fransızcadaki “régiment” (rejim) sözcüğü köken olarak Latincedir. Rejim, aslında “alay” demektir, yani askeri birlik. Bu alaylar, Protestan “commune”lerinden devşirilmiş “colloque”ların birleşmesinden oluşmaktaydı. Protestanlık, Avrupa’daki Yahudi, Unitarist ve Maniheist çevrelerde sıkça görülen “dinsel kardeşlik” ilkesini esas alarak communeler oluşturmaktaydılar. Bu yeni dinsel toplumun korunması için bir savunma biçimiydi.

Hügoların kendi alaylarını kurmaya başladılar. Yeni ordu düzeni Osmanlı devşirme askeri sistemine benziyordu. Ama atlı veya süvari birlikler olmayıp, yaya ve düzenli askeri kıtalar biçiminde şekillenmekteydiler. En önemli özellikler ateşli silahlar taşımları ve disiplinli olmalarıydı. Bunun dışında yurttaşlarına askeri mükellefiyetler de getirmekteydiler. Askerlik, paralı ve soylulara özgü olmaktan çıkarak modern bir yapı kazanmaktaydı. “Yenidünya düzeni” denilen bu tarz yapılanmaların temelinde yatan olgu savaş olgusudur. Artık klasik savaş anlayışı rafa kaldırılmaktaydı. Savaş bir hedef veya amaç değil, araçtı. 1685 yılında Fransa’da Nantes Fermanının kaldırılmasıyla, Hügonatlar Fransa dışına yayılmaya başladılar. Özellikle İngiltere, Almanya ve Hollanda’da geniş imtiyazlar elde ettiler. Oluşturdukları çatı, maddi olanakları bu ülkelerin onlardan yararlanmasına olanak tanımaktaydı.

Bu türden yapılanma Avrupa’daki bütün heratc çevrelerde hızla gitmekteydi. Bu grupların bir diğer örgütlenme alnı ise eğitimdi. Matbaa ve yayıncılığın bunlar tarafından başlatılması şaşılacak bir durum değildir. Bir bilgi akışı söz konusuydu ve bu bilgi akışını kontrolde tutmak gerekmekteydi. Düşünce her zaman bir çıkış sergiler. Bu çıkışlar bir düzen yapısı içinde kontrol edilebilinirse toplumun zihinsel işlevi amaç olmaktan çıkarılıp bir araca dönüştürülebilecektir. Yenidünya demek, aslında her anlamıyla bir dünya düzeni demektir. Araçların çoğaltılması, toplumsal kesişim noktalarının artırılması, düşünce alanının genişletilmesi, insan kimliğine yapılan atıfların özne-nesne ilişkisi ağında kurgulanması bu düzenin belli başlı katmanlarındandı.
Devasa bir oluşumu içeren bu yenidünya düzeni anlaşışının en sihirli sözcüğü “savaştı”. Savaş, Habil ve Kabil’den beri insanoğlunun kaderinin hazin bir cilvesiydi. Savaşsız dünya olamazdı ve imkânsıdır. Ama XVII. Yüzyılda oluşan yeni savaş anlayışı oldukça farklı bir tanım ve anlam içermekteydi. Bu kavramın yeniden değerlendirmesini ve adeta savaşın yenidünya anlayışında ne ifade ettiğini iki kaynaktan takip edeceğiz: Raimondo Montecuccoli ve Clausewitz’in Avrupa düşüncesinde adeta bir el kitabı halini alan eserlerinden.

Bunlardan ilki savaş kuramının daha basit bir sunumunu ortaya koymasına karşılık yazıldığı gündem beri Avrupa’da askerlik alanında başlıca kaynak olmuştur. Raimondo 1609-1680 yılları arasında yaşamış Avusturya ordusunda başkomutanlığa kadar yükselmiştir. Eserinin adı “Commentarii bellici” olup “Mémorie del Generale Principe di Montecuccoli” başlığı altında 1704’de Köln’de basılmış İtalyanca yazılarının üçüncü kitabı olan “Afforismi applicati alla querra possibile col turco in Ungheria” adlı kısmının Latince çevrisidir. Eser daha sonra Avrupa’nın belli başlı bütün dillerine kazandırılmıştır. Eserin kendisi olmasa bile görüşleri İbrahim Müteferrika tarafından da Osmanlı dünyasına da kazandırılmıştır. Raimondo, 1664 yılında Osmanlı ordusuna karşı St. Gothard zaferini kazanmış ve bundan dolayı “Hıristiyanlığın Kurtarıcısı” unvanını almış biriydi. Daha albay iken 1639 yılında esir düşen Raimondo, İsveç’te esir bulunduğu sıralarda tarih, hukuk ve felsefeyle yakından ilgilenerek yeni savaş kuramını hazırlamıştır. O, bu kuramını pratik anlamda 1640-1670 yılları arasında Osmanlı savaşları sırasında denemek ve geliştirmek olanağı bulmuştur. Eserinin başlığında olduğu gibi içeriğinde de Türk ordusunun durumu hakkında geniş açıklamalara yer veren Raimondo, özellikle Osmanlı savaş örgütlenmesini taktir etmektedir. bilindiği gibi Osmanlı savaş taktiklerini daha önce özümseyenler Hügolar olmuşlardı. Dolayısıyla Raimondo’nun savunduğu görüşün Avrupa’da artık yaygınlaştığı ortaya çıkmaktadır. Ancak “savaş” kuramını tam anlamda geliştiren Clausewitz olmuştur. Clausewitz, XVIII. Yüzyıl sonları ile XIX. Yüzyıl başlarında yaşamış bir Prusyalı askerdir. Yeni savaş kuramının ne anlama geldiğini kapsadığı içeriği Clausewitz’in “Savaşın Özü” adlı kitabından izleyeceğiz. Bu bizim yenidünya düzeninin hangi temellere dayandığını açık ve net biçimde anlatacaktır(*).
(*) Clausewitz'in "savaş" kavramı için Yenidünya Düzeni: Srekli Savaş makalesine bakınız.

Hiç yorum yok: