Cuma, Aralık 15, 2006

Doğu Üzerine İlk Doğulu Deneme: Celal Al-i Ahmet ve Garbzedelik

Kendisi köken itibariyle İranlı bir Türktür; anadili Türkçeyi sonradan öğrenmesine rağmen. 1923-1969 yılları arasında Doğu düşüncesi fezalarında bir göktaşı gibi görünüp kayboldu. Ama bu ufak parlayış bile düşünceye aç ve düşündürmeye muhtaç XX. Yüzyıl Doğu düşüncesini sarsacak kadar etkin oldu.

Celal Al-i Ahmet’ten söz ediyoruz. Karışık bir yaşama sahip, Celal. Necef medresesinden molla çıkıp, Sosyalist Tudeh saflarına katılan kafasını taştan taşa vurmayı seven bir tip. Ama tutunduğu her dal kopmuş. Mahşer alevleri gibi avucunda tutuşmuş her ideal. Ne dindar olmayı başarmış, ne de kafir. Bizim gibi, benim gibi; Arafa çadırını kurmuş. Günah ve sevapların birbiri üzerinde denge kuramadığı devasa çöle. Tanrı ne yapsın, kulun cennette gönlü olmayınca.

Doğu aydını, onu “Garbzedelik” kitabıyla tanıyor; tanıyor mu? Doğu düşüncesi 1960’ları Celal Al-i Ahmet’in etkisinde geçirdi. Tek kişilik bir orduydu, o yılların Doğu düşüncesinde. Savaşmadı, ama muzafferlerden hesap sordu. Doğu’da adaletin terazaisi çoğu zaman yanlış çarpar. Doğruyu söyleyen köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir kovalanır, taşlanır. Bir mekanda cünundur, ötekisinde artık iyice fırlatmıştır. Bizim insanımız delilerle eğlenmeyi takıntı edinmiştir. Doğu da düşünmek cinnete dükkan açmaktır. Celal bunlardan sadece biri. Ne sevmesini bildi zavallım, ne sevdirmesini. Yaşamın yaramazlarında, o da. Elinde kalem, füzelere karşı Doğu’yu savunuyor. Nereye kadar?

Evet, lütfen Celal’i küçümsemeyelim. Yiğit öldü, ama hakkı da yenildi. Bir, iki, üç; hayır! Tam yarım yüzyıl Garbzedelik, Doğu kütüphanesinin raflarında esir. O bir kitap değil, bir çöl. Hangi kuyruklu yıldız çarpacak kendine umutla ufku gözetliyor. Allah’tan umut kesmez Doğulu.

Rıza Beraheni, onun için şunları yazacaktır: “Al-i Ahmet’in Garbzedeliki sömürgeci milletlere karşı sömürgeleştirilmiş milletlerin ödevini belirlemede Marx ve Engels’in Manifestosunun kapitalizm ve burjuvaziye karşı proletaryanın sorumluluğunu; ve Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlerinin yabancı sömürgeciliğine karşı Afrika milletlerinin rolünü tanımlamada sahip olduğu ehemmiyete sahiptir. Al-i Ahmet’in Garbzedeliki Batı’ya karşı Doğunun durumunu açıklayan ilk Doğulu deneme idi ve belki o dünya çapında sosyal değere sahip ilk İran denemesidir”.



Evet, Celal, savurgan Batı’ya karşı Üçüncü Dünya söylemini kendince ifadeye kalkışmış birisi. Edwart Sait değildir; ama ondan daha keskin ve daha inançlıdır. Sait’in Oryantalizm’i yağmurdan kaçarken doluya yakalnamaktır. Celal bizi şimşeklerin kafamıza çaktığı bir fırtınaya sürükler. “Bir hastalıktan söz ediyorum” – diye başlar Al-i Ahmet açıklamaya – : “Ona kolaylıkla kapılabilen bir ortamda yayılan sebepsiz bir kaza. Bu sayrılık ve onun sebebi – ve şayet mümkünse, onun tedavisi – için teşhis arayalım”. Yani, Doğulunun Batılılaşma hastalığının tedavisine kalkışıyor kısaca. Hasta koca bir kıtayı kendisine yatak diye bellemiş yatıyor; aslında hasta değil, felç. Celal, meditasyonla, felçli Doğu’nu ayağa kaldırmakla uğraşıyor. Denemekte yarar vardır; ne de olsa Doğu’nun hafızasına soyut gümrüksüz girmektedir. Garbzedelik, bir tedavi kitabı değil; daha ziyade bir teşhis. Cemalettin Afganî’ye kadar gelen bir illetten kurtulmak için Afganî ve onun devamcılarının yaptıkları yanlış tedavilerin tespitini yapmaktadır. Bizim ahlakımız, başkalarının teknolojisi mantığının kemiye kadar ilerlemiş bir yara olduğunu ifade etmektir. Tekniğin salt bir olgu olmadığını, içinde ahlakı da gizlediğini dile getirmektir.

“Biz, makine ve onun vahim saldırısı karşısında tarhsel ve kültürel karakterimizi koruyamadık. Aksine hezimete uğratıldık. Bu çağdaş canavar karşısında sağlam bir tavır alamadık. Batı medeniyetinin gerçek özünü, temelini ve felsefesini kavramadığımız sürece, sadece Batı’ya görünüşte ve biçimsel olarak öykünerek, ancak aslan donuna girmiş eşek gibi olabiliriz”.

Kısaca, Celal Al-i Ahmet Garbzedelik eserinde Batı’nın zehirlediği kişilere çağrı yapmaktadır. Sağır olmayanlar bu çağrıya kulak verir veya vermez; onların bileceği bir şey. Ama Celal bir sur gibi deryada dikilip durmaktadır. Sabir’in “Benzerim bir kocaman dağa ki deryada durur” mısrasında olduğu gibi.

Hiç yorum yok: