Salı, Mart 15, 2011

Bozkır masalları 5...

Bazen yaşam bir kaplumbağa kadar yavaş ilerler. Özellikle de üzüntülü zamanlarda. Bir türlü geçmez, işlemez. Kafanı pencereye yaslayarak uyursun. Bu gibi hallerde cam yastıktan daha yumuşaktır. İnsan kırılmış kalbini onarmakta çok aciz...

Durmadan uyursun... Bir ölü gibi... Kıpırdamadan...
Böyle durumlarda kendimi bozkırın ortasına bırakılmış Sovetlerin 1941 yılında İran işğalı sırasında ele geçirdikleri işe yaramaz İngiliz tankı gibi hissediyordum. Bir tank kullanılmaz olmasına rağmen her zaman ismini korur.

Gördüğüm en büyük silahtı. Biz ona “donmuş at” derdik. Demir tekerlekleri ölmüş bir atın dişleri gibi sırıtıyordu. Canlılardan farklı olarak cansız şeyler ayakta ölürler. Onun da sızlayan bir kalbi var mıydı? Bilmiyorum. Ama olmamasını dilerdim. Yarım yüzyıl öylece çölün ortasında dikilip durdu. Sovyetler çöktüğünde bütün demir eşyaları yok pahasına alan İranlılar onu da alıp götürdüler. Kendi vatanına döndü bir anlamda. Tarih çok adil... Geri dönüşleri hep muhteşem gerçekleştirir.

Bozkırda her ihtiyar bir aziz kadar bilgedir. Tek satır okumadan bu makama erişmeleri daha da büyüleyici. Hepsini bir parça dinlemişimdir. Hepsinden bir anı yaşamıma karışmıştır. Ama en çok Akil dedeni hatırlarım. Gerçek adını bilmiyorum. Kimse de bilmiyordu zaten. Herkes ona “akil” derdi. Konuşmadan erişmişti bu unvana. Donmuş attan daha sessizdi.

Varlıklı bir babanın tek çocuğuydu. Babası ikici kez evlenmişti ve Akil dede gerçek annesini hiç hatırlamıyordu... Ama üvey annesinden çok çekmişti. Babası bölşevikler tarafından kurşuna dizilmiş, servetinin çoğu devlet mülkü ilan edilmişti. Üvey annesinin zulmüne daha fazla dayanamayıp 12 yaşında çöle kaçmıştı.

Tam 40 yıl tek başına çölde yaşadı. 10 yıl tankın içinde yaşamış, sonra kendisine küçük bir kulbe yapmış. Babaannem, Akil dedenin üvey annesi öldüğünde en çok onun ağladığını anlatırdı. Zalim kadından onca çektiklerine rağmen... Bu duruma şaşıranlara “hiç başka anne tanımadım ki” demiş. Çöl kalbinin tüm duvarlarını yıkmış...

Tankın hemen yanı başında oturup güvercinleri beslerdi. Önceleri onu sevmezdim. Sonra arkadaş olduk. İyi bir dinleyicisi idim.

Evde birilerine küstüğümüzde çöle inzivaya kaçardık. Bizi aramalarını, bulmalarını, özür dilemlerini beklerdik. Sığındığımız adres hiç değişmezdi: donmuş at...

Önceleri ben konuşurdum... Küçük aklımla Akıl dedeye yalnız olmanın hikmetlerini anlatırdım... Sonra durum tersine işlemeye başladı. Onun sözlerini sünger gibi emiyordum...

İnsanın yaşamı konuşarak tükettiğini söylerdi. Ölüm konuşacak sözün kalmadığı anmış... Tıpkı kitap gibi... Balzakın “Gorio Baba”sının sonunda yer alan kirilce koca harflerle yazılmış “SON” gibi. Susarak daha çok yaşamayı düşünüyorum, diyordu. “Belki de tam tersi... Bütün sözlerimi ölümden sonraya bırakıyorum... Tanrıyla konuşmak için onları göğsümde tutuyorum...”

52 yaşında öldü. Gömüldüğü gün kulbesinin içine girmiştim. Evini koca bir kayanı içine alacak biçimde yapmıştı. Sırtını daşa yaslayarak uyuduğu, kayadakı sırt izlerden belli idi. Hiç okuma yazması yoktu... Ama daşa bir sürü işaretler çizmişti. Düz, yatay, paralel çizgiler... Orhon anıtını andırıyordu... Bütün harfleri aynı işaretten ibaretti: düz, yukarı kısmı hafif eğik, 5-6 sm-lik bir çizgi. Kimi yerlerde onları yakınlaştırmış, kimi yerlerde yatırmış, uzatmış, bazen de ayırmıştı... Evin içi ilkçağdan kalma bir mağaranı andırıyordu. Tam 30 yıl bir kaya parçası ile aynı evde yaşamış... Ürkütücüydü... Aynı zamanda mistik... Ve de çok gerçek...

İnsan dünyanı duyduğu gibi algılıyor, algıaldığı gibi de çiziyor. Ve insanda dünyaya karşı müthiş bir direnç var. Koca bir daşla yaşamak başta türlü nasıl açıklanabilir ki...

Ölümünden sonra üvey kardeşleri kayanın her tarafını kazdılar. Çünkü, üvey annesi onu hep, babasında kalma altınları çalmakla suçlamıştı.

O gün ben okuldaydım... Kayanın dibinden bir sandık bulunduğunu babaannemden duydum... İçinden bir sürü çürümüş eski yazı kitap sayfaları çıkmış... Babaannem bunların Kur’an olduğunu söyledi. Babası kurşuna dizilmeden önce onları buraya gömmüş. Akil dede, farkında olmadan 40 sene bu sandığı beklemiş...

Bir defasında Akil dedeye okul defterimi göstermiştim... Karaladığım sayfalara mucize gibi bakıyordu... “Demek yazmak böyle oluyor” demişti. Sonra “biliyormusun, rüyamda harfler görüyorum, uzun, ince, düz çizgi gibi”. “Sonra bu harflerin beyaz güvercinler gibi uçtuklarını görüyorum. O kadar fazlalar ki, neredeyse bütün çöl beyaza boyanmış gibi” diye eklemişti...

Kayaya rüyasında gördüğü harfi çizmiş. Bu harfin ne anlama geldiğini anladığımda büyülenmiştim... Sovyetlerin yıkılmasından sonra bir gazete Arap alfabeli eski yazını tanıtmıştı... İlk harf Akil dedenin çizdiği “Elif”di. Rüyasında hep “Elif” görmüş ve hep “Elif” çizmiş...
Elif, yani Allah...

Mehri gönlümde nihan olduğun ol mah bilir,
Kimse bilmez, fügera sırr-i dilin şah bilir.

Sorma ol mah ile hal-i dilimi Tanrı içün,
Bileli onu, kendim bilmezem, Allah bilir (Fuzuli)...

03.02

1 yorum:

abdullah kibritçi dedi ki...

yıllar önce şöyle not almışım: "nadir marmara'nın bütün yazılarını oku" bütün, derken, blogu kastetmişim zaten. pek işe yaramasa da bazı şeyleri unutmayayım diye kendime notlar bırakıyorum. unutmuşum zaten sonra. ara sıra aklıma geliyor. not hala geçerli, belki bir gün... evet.