Bugün biz, Atatürk’ün, İnönü’nün ve de Menderes’in değil, alt yapısı 1980 darbesiyle atılmış Özal Türkiye’sinde yaşıyoruz. Bu yaşamaya mahkûm edildiğimiz ülke iki boyutlu bir mekândır. Madalyonun bir yüzünü askerî, diğer yüzünü ise ucuz liberal söylemler oluşturmaktadır.
Askerî söylem güvensizlik üzerine kuruludur. Buna göre, dünya Türkiye’nin düşmanıdır, Batı’nın amacı Sevr’i canlandırmaktır, ülkenin dört tarafı düşman devletlerce çevrilmiştir ve bu durumda Türkiye’nin tek kurtarıcısı askerdir. Bu tipik bir korkuya dayalı kendini meşrulaştırma biçimidir. Askeri yönetim bütün sorunların kaynağını dışarıda arar, içerideki sorunlu benlikleri ise dışarıdakinin sözcüleri veya hainler olarak tanımlanır. Türkiye’nin devletçi bir toplum olması bunu daha da meşru kılmaktaydı. Ancak, askerî yönetimin topluma aşıladığı psikolojiye kendisinin inandığı söylenilebilir mi? Böyle olsaydı 80’lerin askeri yönetimi Türkiye’de bütün çarklarıyla çalışan bir yönetim ağı kurması gerekirdi. Yani, dönemin bütün modern devletlerine özgü olan bir bilme-iktidar gücü haline gelmesi gerekirdi. Askeri yönetimin en fazla tepki verdiği Ermeni, Kıbrıs ve PKK sorunlarında bile 1984’de Dışişleri müsteşarı Kamuran İnal’ın söylediği gibi “sorunların varlığına dair hiçbir şey bilmiyordu”. Yani askeri yönetim bir iktidardı; ama bilme gücü ve yetisi olmayan bir iktidardı. 1980’den beri karşımıza çıkarılan ve demokrasiden vazgeçtiğimiz zaman bizi yöneteceğine inandırıldığımız Türkiye’nin öteki yönetim biçimi budur.
İkinci ve demokratik yüzünü ise Özal’ın hızla yaşamımıza soktuğu “liberal dalkavukluk” oluşturmaktadır. Özal, askeri söylemin karşısına, hem de tam karşısına liberal-demokratik söylemi çıkardı. Bu söylemi devasa bir konuşma kültürü, yani toplumun bütün katmanlarının katılımıyla medyatik bir kendini ifşa etme ve bu kendini ifşa etmeyle toplumsalın dönüşümünü sağlama kültürü; ülke tabanı olmayan ekonomik söylem ağı, yani özelleştirme politikalarının toplumsal, hukuki, siyasi ve kültürel yapısı şöyle dursun sosyo-coğrafi ve strateji gerekçeleri dahi belirlenmeden tarafsızlaşan devlet kimliğinin gurur verici siyasi yüzüne dönüştürerek eski dayatmacı ekonomik yapıya karşı Batı’lı kapitalizmin dayatılması; ve toplumu kimliksizleştirerek kültürleştirmek, yani insani olanı değil de bedensel olanı ortaya çıkışını sağlamak, zorlamak ve bilinçsizleştirerek-bilgisizleştirerek popülerleştirmek gibi ucuz liberal ve Batı liberalizmi içinde fazlaca kristalleşmiş bulunan ve dışlanan bir alt-genellik beslemektedir. Özal bu amaçla içe dönük olarak medyayı, dışa dönük olarak da Dışişlerini işlev hale getirdi. Dışişleri Türkiye’nin ve Türkiye’ye ilişkin soruları siyasal popülizme dönüştürerek yurttaşların kafasında haftalık tartışmaya açarak devlet politikasını görünürde şeffaflaştırarak toplumcu-demokratik bir görüntüye dönüştürürken; medya toplumsal olanı liberal kültür adına deşifre ederek kimliğin kaybı ile eşdeğer bir sunumla benin ele geçirilmesine ve benin ancak medyatikleştiği zaman benlik haline gelişine çalışıyordu. Yürütülen bu liberal-demokratik savaştan vazgeçilemez; çünkü herhangi ufak bir tereddüt anında askeri söylemler devreye sokularak toplum korkutularak terbiye edilmektedir. Askere en fazla saygı duyulan ülkede askerî söylem en korkutucu ve vahşi bir tona dönüştürülmektedir.
Dolayısıyla biz, 1980’den beri “ikiyüzlüleşmiş” bir Türkiye’de yaşıyoruz. Türk insanı, aydını ve toplumu madalyonun iki yüzünden birini tercih edecektir. “Too little, too lafe” (az ve geç) söylem karanlığının belirlediği bir ülke gündemi. Burada demokrasi alacakaranlık, askeri yönetim ise karanlık olarak gösterilmektedir. Çok azdır, çünkü her şeyin tartışılabilirliğine rağmen tartışmanın merkezindeki olgu hakkında hiçbir bilgimiz bulunmamaktadır; çok geçtir, çünkü zaman hızla akmakta ve durup düşünmek vakit kaybettirmektedir (burada askeri yönetim liberal-demokratik söyleme göre, vakit kaybı, hatta geri dönüştür; aslında medyanın bu “geri dönüş” söylemi doğru yorumlanırsa “asker, gericidir” anlamı ortaya çıkacaktır. Bundan olsa gerek medya, “daha gerici” olan İslamcı söylemin önüne “gerici” bir askeri söylemi çıkartmakta tereddüt etmemektedir).
Özal’ın demokrasisi medyatik bir gösteri ahlakına dayanıyordu. Bunu besleyen güç medyadır. Türkiye’de medya devasa bir itiraf odasıdır. Gücünü psikolojik söylemlerden almaktadır. Bunun ötesinde topluma dönük hiçbir bağı bulunmamaktadır. Bu psikolojinin kaynağını sağlık oluşturmaktadır. Medya, toplum bedenini tehdit eden unsurları ifşa eder ve buna karşılık toplumun kendi günahlarını itiraf etmesini sağlar. Demokrasi bu itiraf çarkı içinde yönetici bir söylem haline gelir. İfşa edilen, itirafa zorlanılan beden yönetilmeye daha açık hale gelen bedendir. Tıpkı her türlü siyasi ve askeri güçten arındırılmış kilise işlemini icra etmektedir. Ekran günah odasıdır. Sağlıksız toplumsal bedenin suçlarından arındırılma alanıdır.
Özal’a kadar Türk toplumu konuşmayan bir toplumdu. Susan bir toplum, dinleyen bir toplum. Konuşmayan bir toplumdan bugün konuşan bir topluma evirilmemizi Özal’ın ucuz liberal ve demokratik politikasına borçluyuz. Bu politikalar sonucunda suskun toplum yapısında gevezelik yapan, üstelik bu gevezeliği bilimsel dedikodularla süsleyen, arasına ilmi nakışlar atarak bir desenler yığını haline getiren topluma dönüştük. 1990’ların başında özel televizyonların ortaya çıkışı sırasında sokakta kendisine mikrofon uzatılan insan konuşmaktan, düşündüklerini beyan etmekten kaçınırdı. Şimdi ilkokul çocukları bile ağızlarına dayatılan mikrofonu kendisini, kendi ben’ini açığa çıkartmak için bir fırsat olarak görmektedir.
Türkiye’nin Özal’a kadarki en konuşkan kesimi devrimci gençliktir. Ama onlar konuşmadılar, çığlık attılar, bağırdılar ve gürültü çıkardılar. Aydınlanmaya bulaştığımızdan bu yana dünya çapında bir tek aydınımız yok. Türkiye’deki legal veya illegal bütün siyasi, sosyal ve kültürel söylemlerin düşünsel tabanı yoktur. Ne solculuğun, ne milliyetçiliğin, ne laikliğin, ne de İslamcılın. Olamaz da. Çünkü Türkiye’de ne solcu, ne milliyetçi, ne laik, ne de İslamcı aydın yoktur. Konuşan, bilimsel nasyonlarla inandığını savunan siyasetçi vardır. Çünkü Türk toplumu içinde politik kaygıyı taşımayan söyleme inanmaz ve onun peşinden gitmez. Avrupa’dan aldığımız hukuki ve insani söylemin hiçbir düşünsel tartışmasını yapmamış bir toplumuz. Toplum olarak kendi siyasi geleceğimizin kaygısını taşırken, bu kaygıların nelerden beslendiğinin düşünsel yeteneğini kendimizde görmekten aciziz. Bu anlamda Türk toplumunun, Türk siyasetinden her hangi bir hak veya hukuk talep etme hakkı yoktur. Çünkü Türk toplumu, düşünce anlamında henüz bilme-iktidar özelliği kazanmamış bir toplumdur.
Kendinin ifşası, toplumun ifşasıdır. 1980’lere, hatta 1990’lara kadar Türk toplumu kendilik anlamında kapalı bir toplumdur. Kendini ifade etmez, aksine saklar ve hatta sıkıca gizlerdi. Bu toplumun dinsel bir gerçeğidir de. Gizlilik bedensel değil, bedenin psiko-siyasi bir idaresidir. Böyle bir beden yaşamsal anlamda doymamış bir bedendir. Bu beden, daha üst bedenin, daha fazla erdemle donanmış bir bedenin özlemini kurar. 1980-1990’lara kadar Türk toplumu kendisini gizliyorduysa; bunun bir nedeni de kendinin daha üst temsili olarak devlete duyduğu saygıydı. Çünkü idarecinin yönetimselliği tanrısaldı. Bu liberalleşmenin önünde en büyük engeldi. Bu yüzden medya toplumu değil de, kişiyi hedef aldı. Medya da siyasetçi gibi toplum adından konuşarak kişilerin özelliklerine, kimliklerine, insanın toplumcu yapısına karşı bir görsel-işlevsel eleştiri dilini kullandı. Örneğin, zorla evlendirilen bir kız çocuğunun dramı daha köklü ve toplumsal bir olgu olan “töre” cinayeti, dayak yiyen bir imam hatiplinin durumu “dinsel” alanla, polis hışmına uğrayan bir solcu ise “devletin” yönetim olarak “baskıcı” yapısıyla ilişkilendirilirken; liberal sermaye odaklarının ülkenin ekonomik ve yaşamsal değerlerini taşıyabilir anlamda ne derecede ehil olduğuna asla dikkat çekmemektedir. Toplum gizlilikten açıklığa özendirilmekte, bunun en belirleyici örneğini de konuşma ve görselleşme oluşturmaktadır.
Kendini tanıtarak kendi varlığını başkalarına gösterme, bedenin güncelleşmesinin ve ele geçirilmesinin bir ifadesidir. Görselleşmeyi seçen bir manken veya şarkıcı yaşamsal anlamda tümden açığa çıkmış demektir. Bir manken televizyon önünde sevişmek zorunda bırakılıyorsa, bu o mankenin bedeninin kendi kontrolü dışında bırakılmasında ileri gelmektedir. Veya ünlü bir şarkıcının pornografisi herkesçe merak ediliyorsa, bu ona ilişkin gizliliğin artık hiçbir sınırının kalmadığının göstergesidir. Artık beden ruhun yerine geçmiştir. Eski öğretide ruhsal yaşama sunulan genişlik ve ayrıcalık, şimdi bedene ikame edilmiştir. Özlenen şey manken veya şarkıcı değildir, onun bedenidir ve onun bedeninin pozisyonudur.
Medya, Türkiye’de kontrol edilemez. Çünkü medyanın kontrolü bilme-iktidar denetimine sahip olmayı gerektirmektedir. Türkiye devlet ve toplum olarak “bilme” aygıtına sahip olma şöyle dursun, iktidar türünden bilme-iktidar özelliklerinin hiçbirini taşımamaktadır. Bilme-iktidar anlayışının olmayışı, medya gibi salt bu anlayışla beslenen itiraf odalarının ülke dışı daha büyük güçlerin tekeline girmesine neden olmaktadır. Medyayı susturmak mümkündür; ama medyanın sunduğu ve toplumsal zihinde yerleşmiş sağlık, ifşa ve itiraf psikolojisine yanıt verecek bir alternatif sunumu oluşturmak imkânsızdır. Bu alternatifsizlik, medyayı gittikçe bir “kilise devleti” haline dönüştürecektir. İslamî kaygıyı gözeten medyalar da buna karşılık kendi “hilafet devletlerini” kuracaklardır. Ve bunlara müdahale edecek devlet bilme-iktidar gücüne sahip olmadığından Türk toplumu daha fazla görselleşecek, daha çok benleşmeye uğrayacak, daha çok kendisinin ifade ağlarına takılmış değer ve sunumların gerçekçi olduğunu mücadelesini vermeye yeltenecek, daha çok konuşarak bilginleşecek, daha çok zorluklardan kaçacak ve böylece avam olmaktan kurtularak sınıf atlayacağını sanacaktır. Böylece, Türkiye’de toplumsal yapı hızla ters çevrilmiş piramit görüntüsü vermektedir. Herkesin halk adına konuştuğu bir ülkede halk olmak iğrenilecek bir kimliğe dönüşmektedir. Kendine inanmışlığın bütün hızıyla desteklendiği bir ortamda grup ve toplumsal çatışmanın yerini benlik çatışması almakta, sağ-sol kavgasının yerini günümüzde mankenlerin ağız dalaşı işgal etmektedir. Genç kuşaklar dini ve düşünsel kimliğin tarafları olmaktan çıkarak yarışma programları kahramanlarının kalabalık taraftarlarına dönüşmekteler.
Özal’ın bize bıraktığı miras, kazanılmış bir düşünce değil, izlenilerek edinilen bedendir. Özal Türkiye’si, hızla bedenleşen bir toplumun çağdaş dünyada görülen son örneğidir. Düşünceden çok kişiye bağlılığın egemen olduğu Doğu toplumlarında Özal Türkiye’si demokrasi adına en iyi modeldir. Bu yüzden Batı, Doğu’ya ilişkin söylemlerinde Türkiye’yi model göstermekte hiçbir sakınca görmez.
Askerî söylem güvensizlik üzerine kuruludur. Buna göre, dünya Türkiye’nin düşmanıdır, Batı’nın amacı Sevr’i canlandırmaktır, ülkenin dört tarafı düşman devletlerce çevrilmiştir ve bu durumda Türkiye’nin tek kurtarıcısı askerdir. Bu tipik bir korkuya dayalı kendini meşrulaştırma biçimidir. Askeri yönetim bütün sorunların kaynağını dışarıda arar, içerideki sorunlu benlikleri ise dışarıdakinin sözcüleri veya hainler olarak tanımlanır. Türkiye’nin devletçi bir toplum olması bunu daha da meşru kılmaktaydı. Ancak, askerî yönetimin topluma aşıladığı psikolojiye kendisinin inandığı söylenilebilir mi? Böyle olsaydı 80’lerin askeri yönetimi Türkiye’de bütün çarklarıyla çalışan bir yönetim ağı kurması gerekirdi. Yani, dönemin bütün modern devletlerine özgü olan bir bilme-iktidar gücü haline gelmesi gerekirdi. Askeri yönetimin en fazla tepki verdiği Ermeni, Kıbrıs ve PKK sorunlarında bile 1984’de Dışişleri müsteşarı Kamuran İnal’ın söylediği gibi “sorunların varlığına dair hiçbir şey bilmiyordu”. Yani askeri yönetim bir iktidardı; ama bilme gücü ve yetisi olmayan bir iktidardı. 1980’den beri karşımıza çıkarılan ve demokrasiden vazgeçtiğimiz zaman bizi yöneteceğine inandırıldığımız Türkiye’nin öteki yönetim biçimi budur.
İkinci ve demokratik yüzünü ise Özal’ın hızla yaşamımıza soktuğu “liberal dalkavukluk” oluşturmaktadır. Özal, askeri söylemin karşısına, hem de tam karşısına liberal-demokratik söylemi çıkardı. Bu söylemi devasa bir konuşma kültürü, yani toplumun bütün katmanlarının katılımıyla medyatik bir kendini ifşa etme ve bu kendini ifşa etmeyle toplumsalın dönüşümünü sağlama kültürü; ülke tabanı olmayan ekonomik söylem ağı, yani özelleştirme politikalarının toplumsal, hukuki, siyasi ve kültürel yapısı şöyle dursun sosyo-coğrafi ve strateji gerekçeleri dahi belirlenmeden tarafsızlaşan devlet kimliğinin gurur verici siyasi yüzüne dönüştürerek eski dayatmacı ekonomik yapıya karşı Batı’lı kapitalizmin dayatılması; ve toplumu kimliksizleştirerek kültürleştirmek, yani insani olanı değil de bedensel olanı ortaya çıkışını sağlamak, zorlamak ve bilinçsizleştirerek-bilgisizleştirerek popülerleştirmek gibi ucuz liberal ve Batı liberalizmi içinde fazlaca kristalleşmiş bulunan ve dışlanan bir alt-genellik beslemektedir. Özal bu amaçla içe dönük olarak medyayı, dışa dönük olarak da Dışişlerini işlev hale getirdi. Dışişleri Türkiye’nin ve Türkiye’ye ilişkin soruları siyasal popülizme dönüştürerek yurttaşların kafasında haftalık tartışmaya açarak devlet politikasını görünürde şeffaflaştırarak toplumcu-demokratik bir görüntüye dönüştürürken; medya toplumsal olanı liberal kültür adına deşifre ederek kimliğin kaybı ile eşdeğer bir sunumla benin ele geçirilmesine ve benin ancak medyatikleştiği zaman benlik haline gelişine çalışıyordu. Yürütülen bu liberal-demokratik savaştan vazgeçilemez; çünkü herhangi ufak bir tereddüt anında askeri söylemler devreye sokularak toplum korkutularak terbiye edilmektedir. Askere en fazla saygı duyulan ülkede askerî söylem en korkutucu ve vahşi bir tona dönüştürülmektedir.
Dolayısıyla biz, 1980’den beri “ikiyüzlüleşmiş” bir Türkiye’de yaşıyoruz. Türk insanı, aydını ve toplumu madalyonun iki yüzünden birini tercih edecektir. “Too little, too lafe” (az ve geç) söylem karanlığının belirlediği bir ülke gündemi. Burada demokrasi alacakaranlık, askeri yönetim ise karanlık olarak gösterilmektedir. Çok azdır, çünkü her şeyin tartışılabilirliğine rağmen tartışmanın merkezindeki olgu hakkında hiçbir bilgimiz bulunmamaktadır; çok geçtir, çünkü zaman hızla akmakta ve durup düşünmek vakit kaybettirmektedir (burada askeri yönetim liberal-demokratik söyleme göre, vakit kaybı, hatta geri dönüştür; aslında medyanın bu “geri dönüş” söylemi doğru yorumlanırsa “asker, gericidir” anlamı ortaya çıkacaktır. Bundan olsa gerek medya, “daha gerici” olan İslamcı söylemin önüne “gerici” bir askeri söylemi çıkartmakta tereddüt etmemektedir).
Özal’ın demokrasisi medyatik bir gösteri ahlakına dayanıyordu. Bunu besleyen güç medyadır. Türkiye’de medya devasa bir itiraf odasıdır. Gücünü psikolojik söylemlerden almaktadır. Bunun ötesinde topluma dönük hiçbir bağı bulunmamaktadır. Bu psikolojinin kaynağını sağlık oluşturmaktadır. Medya, toplum bedenini tehdit eden unsurları ifşa eder ve buna karşılık toplumun kendi günahlarını itiraf etmesini sağlar. Demokrasi bu itiraf çarkı içinde yönetici bir söylem haline gelir. İfşa edilen, itirafa zorlanılan beden yönetilmeye daha açık hale gelen bedendir. Tıpkı her türlü siyasi ve askeri güçten arındırılmış kilise işlemini icra etmektedir. Ekran günah odasıdır. Sağlıksız toplumsal bedenin suçlarından arındırılma alanıdır.
Özal’a kadar Türk toplumu konuşmayan bir toplumdu. Susan bir toplum, dinleyen bir toplum. Konuşmayan bir toplumdan bugün konuşan bir topluma evirilmemizi Özal’ın ucuz liberal ve demokratik politikasına borçluyuz. Bu politikalar sonucunda suskun toplum yapısında gevezelik yapan, üstelik bu gevezeliği bilimsel dedikodularla süsleyen, arasına ilmi nakışlar atarak bir desenler yığını haline getiren topluma dönüştük. 1990’ların başında özel televizyonların ortaya çıkışı sırasında sokakta kendisine mikrofon uzatılan insan konuşmaktan, düşündüklerini beyan etmekten kaçınırdı. Şimdi ilkokul çocukları bile ağızlarına dayatılan mikrofonu kendisini, kendi ben’ini açığa çıkartmak için bir fırsat olarak görmektedir.
Türkiye’nin Özal’a kadarki en konuşkan kesimi devrimci gençliktir. Ama onlar konuşmadılar, çığlık attılar, bağırdılar ve gürültü çıkardılar. Aydınlanmaya bulaştığımızdan bu yana dünya çapında bir tek aydınımız yok. Türkiye’deki legal veya illegal bütün siyasi, sosyal ve kültürel söylemlerin düşünsel tabanı yoktur. Ne solculuğun, ne milliyetçiliğin, ne laikliğin, ne de İslamcılın. Olamaz da. Çünkü Türkiye’de ne solcu, ne milliyetçi, ne laik, ne de İslamcı aydın yoktur. Konuşan, bilimsel nasyonlarla inandığını savunan siyasetçi vardır. Çünkü Türk toplumu içinde politik kaygıyı taşımayan söyleme inanmaz ve onun peşinden gitmez. Avrupa’dan aldığımız hukuki ve insani söylemin hiçbir düşünsel tartışmasını yapmamış bir toplumuz. Toplum olarak kendi siyasi geleceğimizin kaygısını taşırken, bu kaygıların nelerden beslendiğinin düşünsel yeteneğini kendimizde görmekten aciziz. Bu anlamda Türk toplumunun, Türk siyasetinden her hangi bir hak veya hukuk talep etme hakkı yoktur. Çünkü Türk toplumu, düşünce anlamında henüz bilme-iktidar özelliği kazanmamış bir toplumdur.
Kendinin ifşası, toplumun ifşasıdır. 1980’lere, hatta 1990’lara kadar Türk toplumu kendilik anlamında kapalı bir toplumdur. Kendini ifade etmez, aksine saklar ve hatta sıkıca gizlerdi. Bu toplumun dinsel bir gerçeğidir de. Gizlilik bedensel değil, bedenin psiko-siyasi bir idaresidir. Böyle bir beden yaşamsal anlamda doymamış bir bedendir. Bu beden, daha üst bedenin, daha fazla erdemle donanmış bir bedenin özlemini kurar. 1980-1990’lara kadar Türk toplumu kendisini gizliyorduysa; bunun bir nedeni de kendinin daha üst temsili olarak devlete duyduğu saygıydı. Çünkü idarecinin yönetimselliği tanrısaldı. Bu liberalleşmenin önünde en büyük engeldi. Bu yüzden medya toplumu değil de, kişiyi hedef aldı. Medya da siyasetçi gibi toplum adından konuşarak kişilerin özelliklerine, kimliklerine, insanın toplumcu yapısına karşı bir görsel-işlevsel eleştiri dilini kullandı. Örneğin, zorla evlendirilen bir kız çocuğunun dramı daha köklü ve toplumsal bir olgu olan “töre” cinayeti, dayak yiyen bir imam hatiplinin durumu “dinsel” alanla, polis hışmına uğrayan bir solcu ise “devletin” yönetim olarak “baskıcı” yapısıyla ilişkilendirilirken; liberal sermaye odaklarının ülkenin ekonomik ve yaşamsal değerlerini taşıyabilir anlamda ne derecede ehil olduğuna asla dikkat çekmemektedir. Toplum gizlilikten açıklığa özendirilmekte, bunun en belirleyici örneğini de konuşma ve görselleşme oluşturmaktadır.
Kendini tanıtarak kendi varlığını başkalarına gösterme, bedenin güncelleşmesinin ve ele geçirilmesinin bir ifadesidir. Görselleşmeyi seçen bir manken veya şarkıcı yaşamsal anlamda tümden açığa çıkmış demektir. Bir manken televizyon önünde sevişmek zorunda bırakılıyorsa, bu o mankenin bedeninin kendi kontrolü dışında bırakılmasında ileri gelmektedir. Veya ünlü bir şarkıcının pornografisi herkesçe merak ediliyorsa, bu ona ilişkin gizliliğin artık hiçbir sınırının kalmadığının göstergesidir. Artık beden ruhun yerine geçmiştir. Eski öğretide ruhsal yaşama sunulan genişlik ve ayrıcalık, şimdi bedene ikame edilmiştir. Özlenen şey manken veya şarkıcı değildir, onun bedenidir ve onun bedeninin pozisyonudur.
Medya, Türkiye’de kontrol edilemez. Çünkü medyanın kontrolü bilme-iktidar denetimine sahip olmayı gerektirmektedir. Türkiye devlet ve toplum olarak “bilme” aygıtına sahip olma şöyle dursun, iktidar türünden bilme-iktidar özelliklerinin hiçbirini taşımamaktadır. Bilme-iktidar anlayışının olmayışı, medya gibi salt bu anlayışla beslenen itiraf odalarının ülke dışı daha büyük güçlerin tekeline girmesine neden olmaktadır. Medyayı susturmak mümkündür; ama medyanın sunduğu ve toplumsal zihinde yerleşmiş sağlık, ifşa ve itiraf psikolojisine yanıt verecek bir alternatif sunumu oluşturmak imkânsızdır. Bu alternatifsizlik, medyayı gittikçe bir “kilise devleti” haline dönüştürecektir. İslamî kaygıyı gözeten medyalar da buna karşılık kendi “hilafet devletlerini” kuracaklardır. Ve bunlara müdahale edecek devlet bilme-iktidar gücüne sahip olmadığından Türk toplumu daha fazla görselleşecek, daha çok benleşmeye uğrayacak, daha çok kendisinin ifade ağlarına takılmış değer ve sunumların gerçekçi olduğunu mücadelesini vermeye yeltenecek, daha çok konuşarak bilginleşecek, daha çok zorluklardan kaçacak ve böylece avam olmaktan kurtularak sınıf atlayacağını sanacaktır. Böylece, Türkiye’de toplumsal yapı hızla ters çevrilmiş piramit görüntüsü vermektedir. Herkesin halk adına konuştuğu bir ülkede halk olmak iğrenilecek bir kimliğe dönüşmektedir. Kendine inanmışlığın bütün hızıyla desteklendiği bir ortamda grup ve toplumsal çatışmanın yerini benlik çatışması almakta, sağ-sol kavgasının yerini günümüzde mankenlerin ağız dalaşı işgal etmektedir. Genç kuşaklar dini ve düşünsel kimliğin tarafları olmaktan çıkarak yarışma programları kahramanlarının kalabalık taraftarlarına dönüşmekteler.
Özal’ın bize bıraktığı miras, kazanılmış bir düşünce değil, izlenilerek edinilen bedendir. Özal Türkiye’si, hızla bedenleşen bir toplumun çağdaş dünyada görülen son örneğidir. Düşünceden çok kişiye bağlılığın egemen olduğu Doğu toplumlarında Özal Türkiye’si demokrasi adına en iyi modeldir. Bu yüzden Batı, Doğu’ya ilişkin söylemlerinde Türkiye’yi model göstermekte hiçbir sakınca görmez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder