Bazen Müslümanlarda hata yapabilir; abartabilir; niyetlerini fena biçimde bozabilir ve gerçeği yalanlarla boyayabilirler. İnsan psikolojisi söz konusu olduğunda dinler ve kimlikler arasındaki sınır kolayca aradan kalkmaktadır. İslam tarihi bu türden sahneleri bolca canlandırmaktadır. Tarihçinin hükmüne güvenmek saflığa eşdeğer olduğundan, fütursuzca sarf edilmiş bir ifadenin bazen yılara yayılan araştırılması yapılmaktadır. Bu yazı böyle bir arayışın yolcusudur. Zaman sahipsizler adına konuşma yetkisini çoğu zaman kısmıştır. Resmedilen tarih Batı dünyası ve ona az buçuk adapte olmuş Avrupa çevresindeki ülkelerin tarihidir. Biz, İslam Tarihinin kaynaklarının tamamını Batı metodolojisi üzerinden yeni baştan kritik edilmiş baskılarından öğrenmekteyiz. Bu yüzden bu kaynakların ne denli İslamî söylemleri taşıdıklarını da sorgulamanın sırası gelmiştir.
Bir “karşı-tarih” okuması olarak Moğolların seçilmesinin birden fazla gerekçesi bulunmaktadır. Moğollar, tarihi rüyalarımızın vahşet saçan barbar yüzleri olarak hafızalarımıza kazınmışlardır. Gerek Müslüman vakanüvisleri, gerekse Hıristiyan kronik yazarları Moğollar hakkında akla hayale gelmeyecek her türlü olumsuzlukları kendi tarihlerinin beyaz sayfalarına tıpkı yaramaz çocuğu uslandırmak için bir dev masalını resmedercesine karaladıklarından Çingiz (“Cengiz” değil “Çingiz”) ve ahfadı hakkında işkembe-yi kübradan olabildiğince büyük laflar salgılamışlardır. Ortaçağ Hıristiyan ve İslam tarihçiliğinde Moğollar hakkında kötü şeyler yazmak ve anlatmak o denli büyük ilgi görmekteydi ki tarihçiler bazen bu konuda yarışmaktaydılar. Örneğin başta Rubrik olmakla XIII-XIV. Yüzyıllarda kilisenin kroniklerini tutan tarih yazma hastalığına yakalanmış bazı müellifler ve gezginler XIX. Yüzyıla kadar Moğollardan “Yarı insan, yarı hayvan yaratıklar” olarak söz etmişlerdir. Sırf bu merakını gidermek için Marco Polo bulunduğu her Doğu şehrinde ve kasabasında bu türden canlıları nerede bulabileceğini sorup soruşturmuştur. Marco Polo Ortaçağlarda Doğu’nun yarısını gezmişse bu akıl almaz hayalin izini sürdüğündendir. İslam tarihçilerinin de onlardan geri kalan yanları olmamıştır. Dönemin Mısırlı bir tarihçisi Moğolları anlatırken şöyle der: “Onlardan (Moğollardan – N.M.) bir asker ağzını nehre dayadı, içmeye başlayınca nehir kurudu” (bu satırlar Şemsü’d-din Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmet b. Osman ed-Dimaşkî’nin (öl. Hicri 748/ miladi1348) ifadesidir). Bir diğer müellif ise şöyle der: “Gökteki yıldızların sayısı var, ama onların sayı hesabı yoktur” (bu açıklamayı en ünlü İslam tarihçisi İbnü’l-Esir sarfetmiştir). Çağdaş tarihçilerde insine ve cinsine bakmadan bütün bunları kendi kitaplarına doldurarak hem tarih yazmanın mutluluğunu, hem de Moğollar hakkında bu şekilde korkunç ifadeleri bir araya getirerek ilgi çekmenin gururunu yaşamışlardır. Oysa, bu tarihçilerin yaptığı Ortaçağ tarihçilerinin yaptıklarından daha fazla yüz kızartıcıdır. Bir kere Ortaçağ İslam veya Hıristiyan müellifi en azından kendince bir şeyin savunmasını yapmaktaydı. İkincisi, onların yaptıkları abartı hemen fark edilmekte ve kendiliğinden sırıtmaktaydı. Üçüncüsü ise bu abartılarının neden ve nasıl gerçekleştiğini belirlemek hiçte zor değildir. Peki ya bizim modern tarihçilerin kuruntusu ne? Beri baştan söyleyelim, çağdaş Batılı tarihçiler daha zekice davranıp tarihi çarptırma konusunda metot, yöntem ve kritiğin gücünü kullanırken; Doğulu tarihçiler daha komik bir yol izleyerek tarihi ideolojilerin, mezheplerin ve çeşitli insani takıntıların boş çenesi altına düşürerek dedi-kodu malzemesine dönüştürmüşlerdir. Örnek mi arıyorsunuz? Bakınız “Bilinmeyen Osmanlı”, “Türkler Nasıl Müslüman Oldu?” gibi ve benzeri kitaplar. Bu yüzden elinize aldığınız bir tarih kitabı kimi zaman din, kimi zaman ideoloji görünümü vermektedir. Tarih, bu beyaz yalanların bir araya gelip gerdek masallarında birbirlerinin göğsünü ısıttığındandır ki her sabah bir yalanın doğumuyla insan hafızasını sarsmaya devam etmektedir. Bütün bular kuşkusuz tarihçilerin suçudur; onların kitapların talip okura söyleyecek lafımız yok. Ama bazen okur da okuduğu bir tarih kitabının etkisinde bütün Osmanlı padişahlarını “evliya” yapacak kadar dalkavukluk sergilemiyor mu, işte gel de çileden çıkma?
İçinde yaşadığımız modern çağda bir Allah’ın kulu Moğol düşünür, tarihçi, yazar ve siyaset bilimcinin olmayışı Moğollar hakkında ileri geri atıp tutmamızı gerektirmez. Tabii, Stalin’in yaptıkları hakkında tek kelime etmeyip olanca gücü ile Hitler’e söven sol görüşlü bir tarihçide ahlak ne kadarsa; Kızılderililerin katliamını “yabani otların temizlenmesi” olarak görüp Timür’ü (Türkçemizde yanlışlıkla “Timur” diye okunmaktadır) “insanlığın gördüğü en cani hükümdar” olarak algılayan bir burjuva tarihçisinde de o kadardır.
Tarihçi olmak için karısını, çoluk çocuğunu unutarak ömrünü kitaplar arasında geçirmek şart değildir. Veya bizim üniversitemizin koridorlarını dolduran görüntüleriyle insanlığın ayak bağı oldukları imasını uyandıran araştırmacı takımı gibi bilgileri kâğıtlara fişleyip unvan için tez üretmek koşulu da aranmamaktadır. Tarihçilik için sabır, titizlik ve dikkat gerekmektedir.
Moğollar tarihiyle de ilgisi bakımından, çok basitmiş gibi görünen birbirini tamamlayan iki hususa dikkat çekelim:
1. Çingiz Hanın adı. Herkes bilir ki bu adı dünya tarihine kazıyan şahıs Çingiz olmuştur. Ama gel gör ki biz hâlâ Cengiz demekte ısrar ederiz. Acaba Moğollar Farsça bildiklerinden dolayı mı kendi hükümdarlarına “Cengiz” adını vermişler de haberimiz mi yok? Çingiz adı, Moğolca “güçlü, sağlam” demektir ve Farsça “savaşçı” anlamına gelen “Cenk”ten farklıdır.
2. İkinci husus ünlü Fransız tarihçi Réna Grousset tarafından uydurulmuş ve o günden beri bütün tarihçilerin kitabına kaynaklık eden şu arsız ifadedir. Bu ifadeye göre, “Timuçin (Çingiz Han) kardeşi Bekter’i bir bıldırcın yüzünden öldürmüştü” (Bakınız: Bozkır İmparatorluğu eserine). Gerçekten de tarih kaynaklarında ve bizzat 1241 yılında yazılmış “Moğolların Gizli Tarihi” adlı eserde bu olay böyle geçmektedir. Bunun üzerine bütün kitaplarda Çingiz Han için “işte bir bıldırcın için kardeşini öldürecek kadar zalim ve cani bir hükümdar” tanımlarını okumak mümkündür. Peki söz konusu belirttiğimiz tarihçinin dikkati nerede? Evet, kaynaklarda bu olay böyle geçer, ama tarihçi kaynak kadar onun yazarını da sorgulamalıdır. Şöyle bir dikkat edelim: söz konusu bıldırcın için kardeşini öldürme olayı Timuçin ve kardeşleri Bekter ve Khasar arasında geçmiştir. Yani olayı gören, yapan ve bilen kişi sayısı üç kardeştir. O halde, olayla ilgili bütün aktarmalar bu iki kardeşin (diğeri öldüğünden ebediyen susmaktadır) sözlerinden ibarettir. Peki, nasıl oldu da iki kardeş işledikleri cinayeti basit bir “bıldırcın olayına” dayandırmışlardı? Üstelik Timuçin annesi Ho’elun’un onca bedduasını aldığı halde? Oysa, olayı aktaran dönemin kaynağı “Moğolların Gizli Tarihi”nin diğer sayfalarında neyin nasıl ve hangi gerekçeler yüzünden gerçekleştiğini anlamak mümkündür. Bütün bir kaynağı okumayıp, birkaç sayfası karıştırarak Grousset’in gösterdiği bilinçli veya bilinçsiz “sazanlık” ve bu “sazanlığın” tarihçiliğe mal olan dillere destan aktarımı. Oysa, Timuçin kardeşini Tayciutlara (Çingiz’e düşman bir Moğol kabilesi) casusluktan dolayı öldürmüş, ama annesini ve üvey annesini oğullarının hain olduğundan dolayı utanç duymasınlar diye “bıldırcın” yalanını uydurarak gereken büyüklüğü sergilemiştir. Çok daha ilginci, “Moğolların Gizli Tarihi” yazarı da kendisi Tayciut olduğundan fazla ayrıntıya girmeden bu olayı böyle kapatmıştır. Ama gel gör ki modern tarihçilik Çingiz’i hâlâ “bıldırcın için kardeşine kıyan bir cani” olarak düşünmeye devam etmektedir.
Moğollar, ortaçağ ve çağdaş tarihçilikte İslam Rönesans’ını baltalayan, şehirleri ve kültürleri yakıp yıkan barbarlar olarak bilinmekte ve bizde onları bu şekilde tanımaktayız. Bu sadece bir ön yargıdır. Çünkü Hıristiyan ve Müslüman yazarlar bu savaşların gerekçelerine hiç dikkat etmeden bütün olup bitenleri Moğol canavarlığının bir özelliği olarak sunmuşlardır. Gerçek şu ki Moğolların yakıp yıktıkları şehirlerin sayısı Haçlıların Ortadoğu’da yakıp yıktığı şehirlerin sayısından daha azdır. Yine bunun gibi, Moğolların öldürdüğü insanların sayısı da Emevilerin öldürdüğü insanların sayısından da azdır. Peki, nasıl oldu da, Moğollar Müslüman Emevilerden ve Hıristiyan Haçlılardan daha zalim ve hatta canavar oluverdiler? Hatta bu bizim dönemin tarihçiliğinde değil de bizzat kendi dönemlerinin tarihçiliğine gerçekleşmiş bir yargıydı. Örneğin, kendisi bir Moğol tarihçisi olduğu halde Ata Melik Cüveynî şöyle bir olay anlatmaktadır: “Şubat 1221 sonunda Moğollar şehirler anası Merv’i ellerine geçirdiler. Ve şehir halkının yarısını kılıçtan geçirdiler, geri kalanlarını da esir olarak kendileriyle sürüp götürdüler. Aynı yılın sonlarında Merv ayaklandı ve Moğollar geri dönerek 100.000’den fazla insanı katlettiler. Ancak birkaç ay sonra Merv Moğollar ile savaşmak için 10.000 asker çıkardılar” (Tarih-i Cihan Guşa eseri). Hayret doğrusu. Müellif artık ne yapacağını şaşırmış olmalı. İlk saldırıda zaten şehirdekilerin yarısını öldürdü, yarsını da sürdü, peki nasıl olurda 100.000 insan daha Merv’de ortaya çıkıyor. Acaba bunlar toprak altında mı barınıyorlardı? Diyelim bu da doğru, peki hemen birkaç ay sonrasında Moğollar karşısına çıkan 10.000 kişilik Mervli nasıl peyda oldular? Rahmetli tarihçi Grumm-Grjimaylo pek esprili biçimde bu olayı şöyle karikatürize etmiştir: “Anlaşılan 100.000 kişi, sanki Moğollarca Hazar Ötesi’nde ve İran’da yeniden kılıçtan geçirilmek ve sadece yazarların eserlerine konu olmak için ortaya çıkmışlardır” (Bakınız: Grumm-Grjimaylo, Zapadnaya Mongolya, SP. 1929, s. 430).
Moğolların çok konuşulan İslam dünyasına saldırısının da bizzat dönemin Abbasi halifesi tarafından davet edildiklerini burada hatırlatalım. Halife, Harezmşahlara karşı Moğolları İslam ülkesine saldırmaları için davet etmiştir. Yine bunun gibi, Bağdat’ın Moğollarca yakılıp yıkılması, Sünni Halife ile Hasan Sabbah’ın devamcıları olan İsmaililer arasındaki gizli anlaşmaya dayanmaktaydı. Ayrıca, Moğolların sadece elçilerinin öldürüldüğü şehirleri yakmışlardı ki bunun da çok önemli bir gerekçesi bulunmaktadır. Çünkü Moğollar Mitraist inançlara sahiplerdi. Bu inanca göre, ihanet ve misafiri öldürmek en büyük ve affedilmez suçlardan kabul edilmekteydi. Dolayısıyla İslam ve Batı ülkelerine gönderdikleri elçilerinin öldürülmesi onların inancına göre işlenilmiş en ağır suçtu.
Moğollarca büsbütün yakılıp yıkılan Belh ve Kozelsk şehirleri Moğol elçilerinin öldürüldüğü şehirler olduğundandır. Yine bunun gibi Ortadoğu’da yakılıp yıkılan bazı İslam şehirleri de Moğolların can düşmanı Harezmli askerleri barındırdıkları için bu muameleye maruz kalmışlardır. İnsaf için şöyle bir dikkat edelim: Çağdaş Rus tarihçileri Moğolların ve özellikle de Batu Hanın Rusya’yı yok ettiğini söylerler. Oysa Batu Han’ın çevresindeki toplam Moğol askeri sayısı 2.000’i dahi geçmiyordu. Batu Hana katılanlar ise Doğu Avrupa’daki Türkler, Slavyanlar, Bulgarlar, Başkurtlar, Kıpçaklar ve diğerleri. Ayrıca Batu Hanın saldırdığı Kiev, Ryazan gibi Rus şehirleri ondan önce Rus krallıkları tarafından defalarca yağmalanmıştır bile.
Burada bir husun da altını çizmek gerekir: Moğol saldırıları sırasında İslam ve Hıristiyan dünyası cennette yaşamıyordu. Ünlü İslam tarihçisi Raşideddin, Çingiz Hanın saldırıları sırasında İslam dünyasını şöyle anlatmaktadır: “İtaat altına aldığım bozkır halklarında hırsızlık, yağmalama, fuhuş alelade şeyler haline gelmişti. Oğul babayı saymıyor; koca karısına güvenmiyor; kadın kocasının isteğini hiçe sayıyor; küçük büyüğe saygı göstermiyor; zenginler fakirlere yardım etmiyor; aşağıdakiler yukarıdakilere saygı duymuyor; her yerde başına buyrukluk ve sınırsızlık bir keyfilik hüküm sürüyordu. Ben bütün bunlara son vererek bir düzen ve yasa getirdim” (Raşideddin Tarihi). Tabii, müellif bu sözleri Çingiz’in ağzından sunmaktadır, dolayısıyla her meşhur lider gibi o da yaptıklarını doğal bulacaktır. Ama Moğol öncesi bu söylenenlerin daha fazlasını bizzat İslam müelliflerinin eserinde görmek mümkündür.
Moğollara karşı modern tarihicilikte nefret ve kinin temelinde bir gerekçe daha vardır: Türkler. Bilindiği gibi gerek Moğolların önünden, gerekse de Moğollarla birlikte kalabalık Türk kitlesi Orta ve Yakın Doğuya gelip yerleşmiş ve bunun sonucunda Anadolu ve İran tümden Türk yurdu haline gelmiş, Suriye ve Mısır XX. Yüzyılın başlarına kadar Türklerce idare edilmiştir. Bizzat Osmanlıları Moğolistan sınırından kopup ta Anadolu kadar yolculuğuna neden olan Moğollar olmuşlardır. Yine bunun gibi Karaman oğulları ve diğer Türk boyları da Moğol önünde ve onlarla birlikte Anadolu’ya kadar göçler etmişlerdir. Öte yandan Türk dilini ve Türk edebiyatını yazılı ve resmi hale getirenler de yine Moğollar olmuşlardır. Moğollara kadar İran, Azerbaycan, Anadolu’da yazılmış Türkçe eserlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, Moğollardan sonra Türkçe bu bölgelerde bir altın çağı yaşamaya başlamıştır.
Kısacası, bir tür deneme niteliği taşıyan bu küçük makalenin amacı rüzgârın etkisine kapılarak tarihçilerin ağzından duymuş bile olsak bazı bilgileri yargılamamızı ön görmektedir. Bu yazının ne denli tarih ve ne denli karşı-tarih olduğunu söyleyecek olan ise okurdur.
39 yorum:
başlangıç cümleniz müslümanları üzmeye yönelik olmuş. başlangıç böyle olunca diğer yazılarınızda taraflı olduğu akla geliyor. Ve öyle gerçekten Moğollarda çok gelişmeler var ama tarihçilerin ifadelerinde çok abartı yok.
Bence çok doğru soylemiş yazar. Dini siyasetten, tarihten ayırmak lazım.
güzel en önemlisi doğruyu söyleyen bir makale. Çok beğendim.
Valla, Ne zaman Türkçe makale okusam atıyordur yada bir yerden koparılmış kopyadır hisi doğar içimde. Makalede de bahsedildiği gibi hey Moğol gençler nerelerdesiniz, bunca yıllardır tek bir alanda tek bir uluslararası düzeyde uzman yetiştiremiyorsunuz.
Çok kızgınım yabancıların bizi bize anlatmasına, daha da biteri dikkate aldıkları referanslar arasında tek bir Moğolun olmayışına.
guzelmis
Sayın Yazar. Alnınızdan öperim. Türkiye'de açık görüşlülük ve demokrasinin elde gittiği dönemleri yaşıyoruz, artık herşeyi yargılar olduk, haklısınız tarihleri sapıttıran tarıhçı kılıklıları ortalıkta çok var. Herşeyi islami zihniyetle değerlendiren de çok din başka tarih başka. bir az da aydınlanma zamanı gelmedi mi artık bizim milletin.
Tebrik Ederim. Yazınızın devamını dilerim.
Saygılarımla
bir Moğol gencinden.
17:57 de yazan arkadaşa bakın. çok ayıp. İşte biz böyleyiz. Özeleştiri yapmak yerine doğru söyleyene hakaret ederiz. Beyin diyorsun beynini kullanarak dünyada tanınan bir Moğol var mı. Gerçekten tarihçilerin dedikleri doğru ama yazarın fikirleri yanlış. Bardağın dolu tarafı diyorsun neresi dolu tamamen boş neredeyse.
arkadaşlar bitirin şu anlamsız tartışmayı.hepimiz aynı köklere sahibiz. sadece dinimiz farklı. bilim adamının açıklayamadığı bilimin bittiği yerde din başlar.
bilim şunları açıklayamaz:
1. ilk insan nasıl oldu?
2. ilk canlı nasıl oldu?
3. güneşin günlük yakıt ihtiyacı dünyanın denizleri kadar benzin toprakları kadar odun lazım ken nasıl da milyarlarca yıldır var.
4. dünya 27 derece eğik bu sayede mevsimler oluyor. bunu kim ayarladı.
5. dünya ile güneş arasındaki mesafe bir kaç km değişse canlılar ya donar ya da yanar. Kim bu ince ayarı yaptı ve boşlukta ampul gibi duruyorlar.
6. yerçekimi kanunu dünyanın güneyindeki insanlar düşmeli uzaya düşmezler. neden kim tutuyor herşeyi dünyada. bilim der ki yerçekimi. tamamda nasıl oldu. açıkla açıklayamaz.
7. arı, inek, bizim için çalışır. ağaçlar çamur yer ama insnlara mükemmel meyve sebze verir. neden kim öğretti bunları ağaçlara.
8. annesini emen bebeğin aylık ihtiyacı olan vitamin hangi meyvede ise anne o meyveyi yemek ister, o isteği kim bildiriyor insana.
9. insan gözünü , elini için milyonlarca lirayı vermez. hatta aklını dünyaya değişmez. o zaman bir insan dünyadan daha pahalı. Allah vermiş, karşılıksız. Namaz kılarsanız sizin iyiliğinize demiş. cenneti veriririm.
nasıl ki kışın arkasında yaz var gecenin sabahında güneş var. kışın kurumuş ağaçlar yazın mükemmel çiçek açıyor. kim yapıyor bunu.
10. mandalini düşünsene tesadüfen olur mu hiç.
işte herşeyi Allah ol dedi oldu. biz onu göremeyiz. çünkü insan herşeyi göremez. binlerce km hızla hareket eden canlılar var göremeyiz. uzağı göremeyiz, her sesi duyamayız. her kokuyu alamayız. düşünsene alsak kokudan gürültüden dayanamazdık. şnsanın herşeyi sınırlı. herşeye gücü yeten allahı görmemesi normal. Ama Onu Peygamberimiz görmüş, bize anlatmışönemli olan görmeden inanmak, görse zaten herkes inanır o zaman cennet cehenneme gerek kalmaz. Bu çok uzun mesele.Kur'anda kesin hüküm var. birini öldüren müslüman olamaz, yada müslüman adam öldürmez. Allah hanımını boşayan çocuklarına sahip çıkmayan babaya çok kızar, onu cehenneme atmakla korkutur. kötülük yapanları da böyle korkutur. Ama o çok affedicidir de. yeterki insan hatasını anlayıp af istesin.hergün abd avrupada yüzlerce belki binlerce insan müslümanlığı tercih ediyor.
seviyeli tartışabiliriz bu konuyu, şu iki arkadaşın tartışması gibi olursa yokum ben. selamlar herkese
merhabalar arkadaşlar.yazi yazarina gore degişir ama bir gerçek var ki birisinin tarihin başka bir milletten olan birisi dogruyu yazamaz ve yazmaz bu bir gerçek.ama bu tur yazi için birbirlerine laf atanlar duygularina yenilenlerdir çunku şu an hangi çagda yaşiyoruz ona bi bir bakin.buradaki yazida bazi yerler yanliş bazileri de dogru dogru kisimlari da savaşlarin seveplerinin ne oldugu kisimlari sadece.ama turkler de kendi tarihinizin ne kadar dogru oldugunu nereden biliyorsunuz sizin tarihinizi de avrupalilari yazmadi mi?ben turkiyeye geldigimde bir farklilik gordum o da burada size lisede universitede okutulan tarih tamamen dosru degil.tarihi yazanlar kim ruslar çinler araplar ve avrupali bazi kaynaklar demek turklerin yeri yok siz kaynagi bunlardan aliyorsunuz ama birşey var 12 asirda yazilan 'mogollarin gizli tarihi' var demek bizim tarihimiz hakkinda dogruyu sen hiçbir zaman bilemezsin soyliyemezsin biz kendi tarihimizi çok iyi bilen bir milletiz.yanliş anlaşilma olmasin herkezden bunu rica ederim
6.1 ve 6.58 de yazan arkadaşa tebrik ederim. oldukça geniş bilgiler veriyor ve başarılı biri olmalısın. herşeyin farkında bir Moğol genç olduğun belli tekrar tebrikler. Yazara da tebrikler. Bu kadar güzel karşıt görüşler sunduğu için içten tebrik ediyorum.
Saygı ve sevgilerimle
kılırsa, muhtemelen bu isim Sanskrit kaynaklarında geçen “Hun” adının tahrif edilmiş biçimi olmalıdır. “Kara” adıysa bir sıfattır; yerine göre “büyük”, “fakir” gibi anlamlar ifade etmiştir. Tuğlukluların kurucusu “fakir” biri olduğundan her halde “Karaunaslar”, Sind civarında oturan yarı yerleşik “fakir Hunlar”dan olmalıdırlar.
Tuğlukluların en güçlü hükümdarı “Giyaseddin” unvanı taşıyan Muhammed b. Tuğluk (1325-1351) olmuştur. Çevresinde Alaeddin Kalçı (Halçı), Han Cihan gibi güclü Türk emirlerinin bulunduğu bu hanedanlık ele geçirdiği yerleri kendi emirlerine tahsis etmiştir. Şems Sirec Afif’in Tarih-i Firuzşahi ve Barani’nin Tarih-i Firuzşahi isimli eserlerine bakılırsa, Muhammed b. Tuğluk’un emirlerinden Han Cihan’ın nüfuzu Tuğluklu hükümdarı Firuzşah (1351-1388) döneminde hayli artmıştır. Firuzşah 77 yaşına vardığında devlet işlerini tümden Han Cihan’a bırakmıştır. Ancak bu durum diğer emirler arasında hoşnutsuzluğa neden olunca, Firuzşah torunu Giyaseddin II. Tuğlukşah’ı velieht, Han Cihan’ı da onun naibi ilan etti. Bir süre sonra da kendisi hakimiyetten çekilip, devleti bu ikisine bıraktı. Nitekim Ekim 1388 yılında da vefat etmiştir. Ancak Giyaseddin II. Tulukşah ile Han Cihan’ın hakimiyeti uzun sürmedi. Melik Rüknedd
Batı'nın Doğu'su
Bir okur gibi Yüksel Kanar kaleminin yabancısıyım. Elimdeki kitabı "Batı'nın Doğu'su: Avrupa Barbarlığının Küreselleşmesi" (İstanbul, Kitapevi 2006, 340 sh.)başlığını taşıyor.
Bir günah kitabı. Batılı mitlerle savaşın kısa öyküsü. Uygar olmayan dünyanın "erdem" pozlarını açığa çıkaran bir gözlem. Sayın Kanar, sadece cüzi olanı aktarmış; barbarlığın sınırlarını çizmeğe kalkışsaydı külliyat oluşturmak zorunda kalabilirdi.
Oryantalizm cenabet bir kavram. İt defterine konulan varlık misali bir söylem. Bu doğmayan ve doğuramayan kadın tiplemesi Doğu'nu Flaubert'in "küçük oynaşı"na, "Floris and Blauncheflur" romanında ahlaksızlığın diz boyu olduğu hareme dönüştüren söylemler zincirinin halklarını çözmeğe uğraşan yazar, bilgiden çok bir çıldırmışlığın kronolojisini tespit etmekte.
Kanar'ın haykırışı tüm Doğuluların çilesi. "Batı'nın yegane uygarlığı, bugünkü bildiğimiz uygarlıktır. Bunun dışında tarih boyunca herhangi bir uygarlık geliştirememiştir" - diyor yazar. Sırf bu söylem bile dünyanın Batı gereksiniminin gereksizliğine ve bir zorlama olduğuna inanmak için yeterli. Ne var ki, Batı artık dışımızda değildir. Batı içimizdedir, aklımızdadır, gönlümüzdedir, şehvetimizdedir. Doğu'nun bu "Batı" kayması veya kaydırılması herhangi bir doğal afetin dehşetinden daha büyük, daha korkunç. Edwart Said biraz daha cesur olsaydı, Prometeus'un zincirlerini kırabilirdi. Ne var ki, Doğu halen prangaların eskimesini beklemekte. Ayaklarımızın çürüdüğünü söyleyen henüz bir yazar yok.
Cantillon, burada bir şeye daha dikkat çekmektedir: müşteriye veya bireye. Denilebilir ki, bu belirsizlik müşterinin veya insanları rahatsız edebilir? Mümkündür ve etmektedir de. Ancak, bundan önce müşteri kendi pozisyonunu gözden geçirmelidir. Pekala, müşteri tüccar seçebilir ve bir tüccarı diğerine tercih edebilir. Müşteri ile tüccar arasında bağlayıcı şey, maldır. Müşterinin de alacağı malı seçme özgürlüğü bulunmaktadır. Müşterinin bu seçme özgürlüğü, tüccar için belirsiz fiyat uygulamasında belirleyicidir. Yani bir tarafın özgürlü, diğer tarafın korkusuna neden olmaktadır. Bu korkuyu gideren şey de belirsizliğin ta kendisidir. Tüccar gayet iyi bilir ki düzenli olarak kendisinden alışverişte bulunan müşeteri onu bırakabilir. Bu tüccar için zaten bir risktir. Bunun içinde tüccar, müşteriyi değil belirsizliği göz önünde bulundurmaktadır. Bizim burada belirsizlik olarak belirttiğimiz şeye Candillon ex ante, yani olay öncesi demektedir. Bu şu demek, malın piyasaya çıkana kadar tayin edilememiş fiyatıdır. Ürün, üreticisinden belli bir fiyattan alınıp tüketicinin önüne çıkana kadar belirsizlik süreci geçirmektedir. İşte ürüne fiyatını veren bu süreçtir. Bu sürece, Candillon olay öncesi demektedir. İşte burada Candillon, düşünceye atıfta bulunmaktadır. Belirsiz olan şey nedir? Bilgisizliğin ta kendisidir. İşte tüccarın fiyat belirlemesi bireylerin zihinlerindeki bilgisizlik sürecinde gerçekleşmektedir. Belirlendiği anda, olay yaşanmıştır ve bilgisizlik giderilmiştir. İşte, ekonomi bu denli birbirini doğrudan etkileyen bir süreçle bağlantılıdır. Basit gibi görüne bu ürün alma, işleme ve fiyatlandırma faaliyetleri aslında bütün toplumsal, siyasi, sosyal dengeler üzerinde kurgulanmaktadır.
Sevimsiz Anılar - Tarih: 26.12.99
Çevrede yürüyenler, konuştukların, tanıştıkların, nefret ettiklerin, zenginler ve kimsesizler hepsi birer sensin. Mutluluğu tadışları, günahlarına yenilerini ekleyenler senin birer parçan. İçinde yıkılan duygular ve yarattığın hayaller. Rüyanı saran çirkin ve güzel her şey. Sana muhtaç onlar; yolunu şaşıranlar, sevmediklerin, hasret kaldıkların, şerefin ve ölümün ve bütün bunlar, hepsi, birer senin yaptığın varlıklar. Burası, bütün bunların içinde senin dünyan var. Senin var olduğun dünya, senin içinden, senden kopan parçaların bütünü.
Yalnızsın, her şey sen olduğun halde bir kimsesizsin. Yüzü koyu uyurken dertlerini yanına al, onlarla konuş. Onları sev, kendini öğren. Kendini kendine öğreterek kendini sev. Kendini severek öğren. Kendin ol. İçine gir, kendini tut, affet kendini kendine. Kendinde yap bütün bunları. En çok kendine anlat kendini. Hesap sor, kız, bağır, çığlık at, dua et, itaat et. Kendine yap acımasızlığı, kendin için çal sonsuzluğu. Her şeyi bir kendin olarak gör. Seni saran tılsıma dokun. Gördüğün her şeyde kendini tanı ve okşa. En çok kendini ara bu enkazın içinde. Kendine bencillik gibi bir kötülük yapma. Onlar zaten senin, kendini şımartma. Güzelliğine takılma senin olanların. Bir iyilik yap: kendini kendine kov.
Hölderlin Üzerine I
Bugün evine biri gelecek. Ölü gibi sapsarı, bir deri bir kemik, çukur gözlü, vahşi bakışlı, saçı sakalı uzun ve dilenci kılıklı. Geri çevirme ve bağışta bulun. Konuşacaklarını dinleme. Çünkü kemik yığını gibi dağılmıştır. Hayatın harabeleri, annesinin eve dönüş biçiminde yakarmaları, aklının dümeni ebediyen kırılmış, yirmi beş yıllık acı ve yalnızlık, vatanına ve zamanına yabancı ve de zekası bir daha hiç aydınlanmayan ve ancak zaman zaman esrarengiz orfik şimşeklerle parlayan bir gecede yaşar; son intihar denemesinin kurtarılamayan darbeleriyle. Şiirlerindeki o Kızılderililer gibi şarkı söyleyerek atar kendini büyülü kapıdan içeri. Dostları dikkatlice ondan uzak durmaktadırlar. Çünkü çoğu zaman zincire vurulmuş bir hayvan gibi sinirlerinin aşırı gerilimi patlamaktadır. Ya da onunla alay etmektedirler.
Ah, bizler kendimizi az tanıyoruz,
Çünkü bir Tanrı hüküm sürüyor içimizde.
Güçsüz adam —zaten, “öyle naîf ve nazik” dememiş miydiler kendisine—gün geçtikçe şiirinin dümenini kaybetmekteydi. “Akar sular gibi çekip almaktadır son, içimden bir şeyleri, Asya gibi uzanıp giden” der, onu içinden uzaklaştıran üstün güç hakkında — sanki beyninin bütün kavrama gücü felç olmuş gibidir ve düşünceler bağıntısızca boşluğa düşmektedir: muazzam, cesurca kabarmış coşku olarak yükselen şey, hep trajik bir kekeleme halinde son bulur.
O ama uzaktadır, burada yok artık,
Delice gitti, çünkü pek fazla iyidir.
Yirmi beş yıl boyunca taşımıştır dünyevi varlığını, delilik bulutunca; bu arada yeryüzünde ondan geri kalan şey zavallı yaşlanan gölgesi. O kendini unutmuştur, dünya da onu.
Ama, tuhaftır: artık ortalıkta bırakılmayan tamamıyla aklını kaybetmiş insanda, bu çökmüş aklın yanıp bitmiş külünde son güne kadar bir kıvılcım hâlâ yanar: Şiir. Bunlar sönen aklın şiirleri:
Bu dünyanın hoş şeylerini tattım ben,
Gençliğin sevinçleri ne uzun! Ne uzun! Akıp gitti.
Nisan ve Haziran ve Temmuz çok uzakta,
Bir hiçim artık ben,
Yaşamaktan hoşlanmıyorum artık.
Ah, yeşil ağaçların
Bir meyhane levhasındaki gibi
Durduğu şu hoş manzaranın
Önünden geçip gidiyorum.
Çünkü sakin günlerin huzuru
Çok etkiliyor beni.
Bunu hiç sorma bana,
Eğer cevap vereceksem.
Sönmüş bir dünyanın boşluğuna şiir yazar. Nefes almak onun için şiir yazmaktır. Bir kahinin dileği gibi: dizginleyemediğimiz alevin tövbesi, alevleri de eritir.
Onun için yaşantı şiire dönüşmez, şiirde kaybolur, buharlaşır, tamamen ayrışır, hatta iz bırakmadan buluta ve melodiye çıkar: Benim eksikliğim, güçten çok hafifliktedir; düşüncelerden çok nüanslardadır, ana sesten çok çeşit çeşit düzenlenmiş seslerdedir, ışıktan çok gölgededir ve bütün bunların nedeni tektir: ben gerçek hayatta adi ve bayağı olandan çok fazla iğreniyorum. Acizliğin kutsanması, onda kusursuzdur. Somutluk öğle kökünden yıkılmıştır ki, bu uzaklaşma onda daha da yol almaktadır.
Orada oturuyordum, sensizliği yok ederek,
Hâlâ kendimi düşünmeksizin.
Sonra kalktım, senin kaldığın kalbe girerek,
Tanrının kapısını çalmadan,
Sunmak için sana kendimi.
Oturduğun yerde bulamayınca,
Bırakarak adağı odanın boşluğuna.
Çalmadığım kapının arkasına geçmiştin,
Geldi, bunu bana Tanrı söyleyerek.
Bir şimşek, yalnızca saf kaynaklardan, idareli ve soğukkanlılıkla alır seçkin kelimeleri. Her şey ileri yönelmiştir: “Isıyla ruh yükselir”—yanmayla, buharlaşmayla, maddesel olanın bozulmasıyla duygu yoğunlaşır. Bireysel olan, onu kavrayan saflığa ters düşer. ... daima vardır onun içinde ve onun dünyasında bir parça.
Büyüktür onun tanrısallığı
Ve kurban edilen de büyük.
Ölüm öncesi duygusuyla, heyecanların sonuncusunu, en yükseğini tadar: Ölüm saatinde kuğu gibi bu suskun insana ruhu bir kez daha müzikte ortaya çıkar … olağanüstü başlayıp sonu gelmeyen müzikte. Çünkü burada trajedi biter, ya da daha çok uçup gider. Bu çözülmenin mutluluğunun üzerine çıkmamıştır… sadece aşağıdan yanıtlar kaçanların henüz yere bağlı korosu, keza sonsuz gerekliliği; kader tanrıçası Ananke’yi (…) öven kurtulmuş adamın uzayı dolduran sesi.
Böyle olması gerekiyordu
Böyle istiyor Tanrı
Ve olgunlaşan zaman
Çünkü bir kes ihtiyacımız vardı
Biz körlerin mucizeye.
n-marmara tarafından gönderildi saat: 23:14 1 Yorum
Dreyfus
Aydın, ticaret kervanının zincire vurulmuş kölesi. Azgelişmişlerin gelişmişlere ihraç ettikleri meta. Yurtsuz ve namussuz. Tükürükle yoğrulmuş hamurun boğazımıza dürtülen çiğ lokmaları.
Sartre, “salt kendilerine yönetilen suçlamalara bakılacak olsa, aydınların çoğu büyük suçlular olmalı” diyor. Doğru, “bizimki bozgun, sizinki zafer”. Düşünür çağımızın el bebek, gül bebeği. Şımarık, terbiyesiz, hokkabaz. Gezegenimizi yok edecek en büyük tehdit. İnsan toprağın oğlu, aydın ateşin.
ÖLÜ GİBİ, bir deri bir kemik, çukur gözlü, vahşi bakışlı, SAKALI ÇIKMAZ KÖSE kılıkSIZ. AYLARDIR BANYO YAPMADIĞI İÇİN KOKAR. BİRİ GELİR
ONA DİKKAT ET. BUNLAR SADECE YIKAR YAKAR. TARİHTE YAPTIKLARI BİR İŞ YOKTUR.
etmiştim. Rüzgâra, orta yaşın saçlarıma düşürdüğü beyaz bulutları kovalamak için sığınmıştım, hatta tapınmıştım. Ateşin elini yakmayacağından emin çocuk korkusuzluğuyla rüzgâra sarıldım. Rüzgârla savruldum ve de rüzgârla kavruldum. Esmek, özgürlüktür sandım.
Petersburg’un binden fazla güneşi var. Her sokak lambası kendisini dev bir yanar top sanıyor. Bu ışık-karanlık ve gölge kovalaması altı ay sürer. Şeytan kah karların arasında yatar, kah rüzgârın kollarında uçuşur. Hayat siyah beyaz seyredip durur. Yağmur gözyaşları gibi tane tane ve irice yağar. Terk edilmiş bir sevgilidir gökyüzü. Mavi çıplaklığının üzerine giydiği gri geceliği ile kâbusudur şehrin.
Yaşamın ilk sıkıntısını uzun ekmek kuyruklarında tattım. Ekmeksiz geri dönüşlerim oldu bana ilk ölümü düşündüren. Yaşamı bitmez bir hamur sanmıştım o ana kadar. Sıcak ekmeğin kokusu kadar hiçbir tat beni yaşama bağlamadı. Kabusa dönüşmeden rüyadan uyanmam gerekirdi. Az gelişmiş bir beyin uykuyu tapınak edinir. “Arhiv Baba ve Liyonka” (Gorki’nin) hikâyeleri bana uzaktı, ama hep uzak kalacak değildi.
Bir zihin, ilk bulanık dalgalanmalarını arzularını sarı sayfalara mürekkeple yansıtmakla gösterir. Ben gazete köşelerini karalardım. Büyük harflerle yazılmış slogansı cümleler. Kurtuluşu keşfetmiş bir firavun gibi gazetelerden piramitler dikerdim.
sen o ağzı bozuk olan değilsin de mi. ona çok acıyorum. bizim yollarda yatan hiç sarhoş görmüş mü acaba.ama sen
ne güzel yazmışsın. tebrikler. net yazmışsın. seninle tartışılır. farklısın.
zayıf beyinli ve aptal sözlerini kullanıyorsun. beyin zayıf olmaz. aptal kelimesini kullanmanız genetik zaten. en kibar haliniz bu. buna kızmam. herkes içindekini söyler.
islamiyetle derdiniz ne. yüzde birini bile bilmediğiniz bir din hakkında nasıl konuşursunuz.
şimdi bak ben o sarhoş arkadaş gibi yazayım:
Budizm bir din değil. budizmi mongolların yüzde beşi yaşar. ama islamiyeti türklerin yüzde sekseni yaşar. çünkü milyonlarca kitap var islamiyet hakkında
ama budizm hakkında kaç tane kitap var. ne biliyorsunuz.
tibetçe birşeyler okuyor lamalar. sen hiç anlamıyorsun. lama harici kimse tibetçe anlamaz.
ama türkler az da olsa bazı arapça kelimeleri bilirler.
lamalar banyo yapmaz.
akla çok kötü iftaralar geliyor da şu sarhoş gibi. ama olmuyor yazamıyorum.
ağzımı bozamıyorum. bu onun işi.
bedavadan okuyor türkiyede. yurtta bedava kalıyor. nankör kedi. eleştiriyor.
bak yakıp yıktığınızı kabul ediyorsun. ama osmanlıda öyleolmadı kimseye zorla türkçe öğretilmedi zorla müslüman yapılmadı o yüzden dünyanın en büyük ve uzun devleti oldu.
siz yakıp yıktığınız için kısa sürede bittiniz.
tüm dünya sizi böyle biliyor.
sizde o sarhoş arkadaş gibi nankörlük yaparak değil. buradaki güzellikleri alarak ülkenize faydalı olursunuz.
sen ol beynini kullanarak ünlü olan mogol.
oysa sarhoş ilk başta böyle bir örnek bulamadığı için çıldırdı. ona istediğin gibi anlat kabul etmez onun yolu çamur. hep çamur atıyor.
ya gül atacak ya çamur. zavallı da gül yok. sadece çamur var.
sen öyle değil gibisin.
şimdi gene çamur atar adam gibi laf çıkmaz ondan bak gör.
artık ona cevap yok. onun amacı mongolizmi ispat etmek. odun liseyi bitir diyor. ben bitirdim liseyi.ihtimal kendisi lise diplomasını para ile satın aldı.
sen kusura bakma. tcs li ise onuda satın almıştır. ama burada zor okur. kendisi ilkokul mezunu sevieyesinde olduğu için söz anlamaz. gol yedikçe çamura yatıyor.
sen kültürlü birine benziyorsun.
neyse iyi akşamlar.
Rıza Beraheni, onun için şunları yazacaktır: “Al-i Ahmet’in Garbzedeliki sömürgeci milletlere karşı sömürgeleştirilmiş milletlerin ödevini belirlemede Marx ve Engels’in Manifestosunun kapitalizm ve burjuvaziye karşı proletaryanın sorumluluğunu; ve Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlerinin yabancı sömürgeciliğine karşı Afrika milletlerinin rolünü tanımlamada sahip olduğu ehemmiyete sahiptir. Al-i Ahmet’in Garbzedeliki Batı’ya karşı Doğunun durumunu açıklayan ilk Doğulu deneme idi ve belki o dünya çapında sosyal değere sahip ilk İran denemesidir”.
Evet, Celal, savurgan Batı’ya karşı Üçüncü Dünya söylemini kendince ifadeye kalkışmış birisi. Edwart Sait değildir; ama ondan daha keskin ve daha inançlıdır. Sait’in Oryantalizm’i yağmurdan kaçarken doluya yakalnamaktır. Celal bizi şimşeklerin kafamıza çaktığı bir fırtınaya sürükler. “Bir hastalıktan söz ediyorum” – diye başlar Al-i Ahmet açıklamaya – : “Ona kolaylıkla kapılabilen bir ortamda yayılan sebepsiz bir kaza. Bu sayrılık ve onun sebebi – ve şayet mümkünse, onun tedavisi – için teşhis arayalım”. Yani, Doğulunun Batılılaşma hastalığının tedavisine kalkışıyor kısaca. Hasta koca bir kıtayı kendisine yatak diye bellemiş yatıyor; aslında hasta değil, felç. Celal, meditasyonla, felçli Doğu’nu ayağa kaldırmakla uğraşıyor. Denemekte yarar vardır; ne de olsa Doğu’nun hafızasına soyut gümrüksüz girmektedir. Garbzedelik, bir tedavi kitabı değil; daha ziyade bir teşhis. Cemalettin Afganî’ye kadar gelen bir illetten kurtulmak için Afganî ve onun devamcılarının yaptıkları yanlış tedavilerin tespitini yapmaktadır. Bizim ahlakımız, başkalarının teknolojisi mantığının kemiye kadar ilerlemiş bir yara olduğunu ifade etmektir. Tekniğin salt bir olgu olmadığını, içinde ahlakı da gizlediğini dile getirmektir.
“Biz, makine ve onun vahim saldırısı karşısında tarhsel ve kültürel karakterimizi koruyamadık. Aksine hezimete uğratıldık. Bu çağdaş canavar karşısında sağlam bir tavır alamadık. Batı medeniyetinin gerçek özünü, temelini ve felsefesini kavramadığımız sürece, sadece Batı’ya görünüşte ve biçimsel olarak öykünerek, ancak aslan donuna girmiş eşek gibi olabiliriz”.
Kısaca, Celal Al-i Ahmet Garbzedelik eserinde Batı’nın zehirlediği kişilere çağrı yapmaktadır. Sağır olmayanlar bu çağrıya kulak verir veya vermez; onların bileceği bir şey. Ama Celal bir sur gibi deryada dikilip durmaktadır. Sabir’in “Benzerim bir kocaman dağa ki deryada durur” mısrasında olduğu gibi.
n-marmara tarafından gönderildi saat: 01:07
Ulaanbaatar'dan buraya giren bir Mogol olarak makalenizi cok begendim ve atalarimizin dogrularini, ve hatalarini tarafsiz gozle degerlendirmeye calistiginiz icin tebriklerimi ve tesekkurlerimi sunmak istiyorum. Hazir buraya girmisken, yazdiklariyla insani Mogol olmaktan utandiran o arkadasa bir cift lafim olacak. Belli ki biri onlara buyuk yanlislar yapmis ki, su anda ofkeden saglikli dusunmekten yoksundur. Yoksa, her Mogol onun gibi degildir, ve bir ulke olarak Turkiye'nin Mogollarin kalplerinde ayri bir yeri vardir. Mogollarin ve Turklerin binlerce yil oncesine dayanan akrabaliklari var. Tarihte bazi kotu olaylar yasanmis olabilir. Ama suna bakilirsa hic mi Mogollar kendi aralarinda savasmamistir, ya da hic mi Turkler bir biriyle savasmamis? Eskide yasanmis tum savaslari unutmadan kan davasina donusturmek kimseye hic birsey kazandirmaz. Nefret nefreti dogurur derler. Son olarak, yukarida yazan Mogolistanli arkadas adina burayi okuyan tum Turk arkadaslardan ozur diliyorum. Unutmayin ki Orhun abideleri sizin tarihinizin ayrilmaz bir parcasi oldugu kadar bizim de tarihimizde onemli yerleri vardir.
Minii duu hamarnii dor hagarhai gedeg shig yasan hamaagui chalchij bainaa. Etssiin etsest ingej uurlan uurlan Turkt surah hereg baigaa yum uu. Yalanguya shahsnii asuudal bol ih emzeg sh dee. Mongol hun gedeg yamar taivan huleetstei yum be gedgiig haruulahiin orond Mongolchuud yamar turgen uurtai, teneg humuus ve gej bodohoor bichsen baina sh dee. Etssiin etsest chinii zorilgo chini yu yum be? End baigaa humuusiig humuujuuleh uu? Humuujuulj chadlaa geed chi yu hojih yum be? Naad niitlel chini ug n Mongolchuudiig omoorson saihan niitlel baina. Getel chi end orj irsen humuusiin setgel ruu us tsatssan baina.
hoooy 1-t chi namaig ahiin doo gedeg hen be?
2-t dutuu baahan um unshchaad yaria yu ch oilgoogu bj yu geed bgan be?
3-t chi ene umhii turkuudtey bid nariig hamaatan geed bga um uu ? tegvel chi kazak um uu ? Mongolchuud l lav ene teneg medrel durakuudtay hamaatan bish !
4-t chi harin yasan aimar ene turuukudiig umuurud bga um be chamd neg um zuvulhud ened bichigdsen umnuudiig dahiad ehnees n unshaad uz za yu ? ene medrel mangar batsaan minii nutag minii ard irgediig gutaan doromjilj baina teneg musulman shashindaa uustsan durakuudiig umuurj bga bol chi ch shashnii gert udtsan kazak l baina daa hugshuun tiim uu ? tiim bolhoor yu ch medehgu baij bitgii olondoo doloon um hutsjii za? hund teseh um gej bii tesehgui um gej bii minii Mongol orniig engej helj baigaa mangar musulman iig bi hezeech tevchihgui durakaa (dahij iim teneg Durakuudiig umuurj Mongolchuudiin umnuus uuchlalt guij muihgui baihiig husey )
Mongol orniig shuud tolooloh erhtei mundag eh oronch yumaa. Cham shig eh oronchid tsoohon l baih boltugai. Ah n chamaas omno naad ulsad chini 10-aad jil baigaa sain muug n uzeed ongoroochihson yumsan. Naad Turkuud chini chamaig shoolj ineeldej baigaag harahgui baina uu.
Aan tiim, huniig Mongol Kazak esehiig n delgetsiin tsaanaas medchihej baihiig bodohod ooroo Dashtserentei hamaatan uu, ugui yu.
Aşırı bir Müsülman Türk'e:
benim dediğim gibi siz müsülmanlık hakkında konuşamyı butün gün harcıyorsunuz bi de neden türkiyenin 80% müsülman olmasını zaten açıklamay gerek yok hep senin gibi insanlar olmalı de mi? biz Moğollar hayatı gerçekçi bakıyoruz senin gibi öldükten sonra Allahımm bana şunu verecek bunu verecek demiyoruz gözlerini aç ve hayatı geniş bakmayı çalış ben türkiyenin sokaklarında daha çok hırsız daha çok dilenci görüyorum daha da çok sokakta yatan sarhoş adam görüyorum akşam çık bir parka herkes içiyor ben yukarıda da dediğim gibi sen aşırı bir cimmatçi olduğundan akşam evden çıkmıyorsun de mi? ben sana resmi rakamlar verdim yukarıda linkleri de onların altında yazdım ama sen bana henüz o kuran denilen kitaptan bana başka bir şey vermiyorsun bi de şunu söylemek istedim senin ingilizcen bir bok gibi. because of you cannot hate Turkey. (çünkü sen Türkiyeden nefret edemezsin) ha ha ha sen böyle bir ingilizce nerden ögrendin he he ? son olarak Osmanlı neden 600 yıl yaşadı biliyor musun çünkü biz orada Osmanlıyla savaşacak biri bırakamadığımız için Osmanlı 600 yıl yaşadı bunu bilmen lazımdı kardeşim
Moğol İmperatorluğu Türkiyenin toprkları da aldı ama Osmanlı Moğolistan Toprakları ala bildi mi? siz Türkler Araplarla karıştınız Türk mutfak ta hep İtalya Yunanistan çalınmış yemeklerle dolu Türkçe denilen dil her dilden sözcük aldı en çok Arapçadan ve Farsçadan yanlış mı dedim ? 100% size ait hiç birşey kültürünüzde yok ! Araplarsınız !
15:31 e çok teşekkür ederim. o güzel bir moğol galiba. demek böyle moğol oluyormuş. ben de önce özür dilemiştim.hatam için.
bende her zaman gül var güzel insanlara.
20:54 e
sen öğrenmek için değil hakaret etmek için soru soruyorsun. amacın öğrenmek değil. ben de seni ciddiye alıp bir iki cevap verdim. kusura bakma. ayrıca aşırı müslüman değilim. çok da namazla aram yoktur.
cumalara giderim. şimdi sana hak edeceğin iltifatlar edeceğim ama sen yine saldıracaksın.. ama yüzünü kapatan kendine gece yapar. deve kuşu başını kuma sokmuş. avcıyı görmüyor. sen devekuşu gibisin.
başını kuma sokup gerçekleri göremiyorsun. güneşi çamurlarınla kapatabilir misin. senin amacın çamur.dayanamadım yine al sana bir laf: hadi kibar bir cevap ver boyunu görelim: dinle:
burada karnını doyuruyorsun yemek yediğin tabağa etme.
sen önce kıçını temizle sonra mongolizm tedavisi için bakırköye git.seni en birinci mongolizm hastası ilan ediyorum.
ha bu arada hello dan başka birşey biliyormuşum değilmi
çamuruna battın dostum.
hadi özür dile
''...hep temiz şeylerim olacak. Beyazlar giyeceğim. hiçbir zaman güçlü kuvvetli olmayacağım artık, bu bitkinliği alt edemeyeceğim ama bir süre sonra kıyıda-kumsalda gezecek gücü bulabileceğim kendimde-...Akşam üstü, kumsal boyunca yürüyeceğim, oturacağım özel bir yer olacak, tam karanlık çökerken, orkestranın Viktor Herbert'ten seçmeler çaldığı çadırın az ötesinde... Kocaman, pencereleri kepenkli bir odam olacak. Bir yağmur mevsimi, yağmut, yağmur, yağmur. Kentteki yaşamdan öylesine yorgun düşmüş olacağım ki YALNIZ YAĞMURU DINLEMEK YETECEK. Öylesine dingin. Yüzümdeki kırışıklıklar uçup gidecek. Gözlerim yanmayacak artık. Dostlarım olmayacak. Tanıdıklarım bile. Uykum gelince, ağır ağır yürüyerek küçük otelime döneceğim. Kâtip, iyi geceler Miss Jones diyecek, şöyle bir gülümseyip anahtarımı alacağım. Ne gazete okuyacağım, ne radyo dinleyece
Cuma, Ekim 20, 2006
Bir Yağmur Mevsimi
''...hep temiz şeylerim olacak. Beyazlar giyeceğim. hiçbir zaman güçlü kuvvetli olmayacağım artık, bu bitkinliği alt edemeyeceğim ama bir süre sonra kıyıda-kumsalda gezecek gücü bulabileceğim kendimde-...Akşam üstü, kumsal boyunca yürüyeceğim, oturacağım özel bir yer olacak, tam karanlık çökerken, orkestranın Viktor Herbert'ten seçmeler çaldığı çadırın az ötesinde... Kocaman, pencereleri kepenkli bir odam olacak. Bir yağmur mevsimi, yağmut, yağmur, yağmur. Kentteki yaşamdan öylesine yorgun düşmüş olacağım ki YALNIZ YAĞMURU DINLEMEK YETECEK. Öylesine dingin. Yüzümdeki kırışıklıklar uçup gidecek. Gözlerim yanmayacak artık. Dostlarım olmayacak. Tanıdıklarım bile. Uykum gelince, ağır ağır yürüyerek küçük otelime döneceğim. Kâtip, iyi geceler Miss Jones diyecek, şöyle bir gülümseyip anahtarımı alacağım. Ne gazete okuyacağım, ne radyo dinleyeceğim; dünyada olup bitenlerden haberim bile olmayacak. Zamanın geçtiğinin bilincine varmayacağım hiç... Bir gün aynaya bir bakacağım ki saçlarım ağarmaya başlamış ve işte o zaman, yirmi beş yıldır, uyduruk bir adla, dostsuz, tanıdıksız, hiç kimseyle ilişkisiz yaşadığımı anlayacağım. Buna biraz şaşacağım ama pek umursamayacağım. Zamanın böyle rahat geçtiğine sevineceğim. Bazen sinemaya giderim belki. Arka sırada otururum, çevremde o koyu karanlık, iki yanımda benim varlığımdan habersiz, kıpırtısız oturan karaltılarla. Perdeyi gözleyecek. Düşsel kişileri. Öykülerdeki kişiler. Uzun kitaplar okuyacağım, ölü yazarların güncelerini. Dünyadan el etek çekmeden önce tanıya geldiğim kişilerden daha yakın bulacağım onları kendime. Ne tatlı, ne sakin bir dostluk olacak ölü şairlerle kurduğum bu dostluk, ÇÜNKÜ NE ONLARA DOKUNMAK ZORUNDA KALACAĞIM NE DE SORULARINI YANITLAYACAĞIM. Bana bir şeyler söyleyecekler, yanıtlamamı beklemeden. Onların bana gizler açıklayan seslerine kulak verirken uykum gelecek. Kitap elimde uykuya dalacağım ve yağmur yağacak. Uyanıp yağmurun sesini duyacağım, yine dalacağım. Bir yağmur mevsimi, yağmur, yağmur, yağmur... Sonra günün birinde, bir kitabı kapattığımda ya da, gece sinemadan-saat on birde tek başıma-döndüğümde aynaya bir bakacağım ki saçlarım ağarmış. Beyaz, bembeyaz. Dalgalardaki köpükler kadar beyaz... Gövdemi yoklayacağım parmaklarımla, ne kadar zayıfladığıma, inceldiğime şaşıp kalacağım. Tanrım nasıl ipince olacağım. Saydam nerdeyse. Gerçek sayılmayacak kadar ince. Sonra birden k
li belirsiz anlayacağım, bu küçük otelde her türlü toplumsal ilişkiden, sorumluluktan, kaygılardan ya da tedirginliklerden uzak-yaşadığımı-neredeyse elli yıldır. Yarım yüzyıl. Bir yaşam boyu nerdeyse. Buraya gelmeden önce tanıdığım kişilerin adlarını anımsayamayacağım bile, birinin yolunu beklemek duygusu nasıldır, gelmeyecek birinin yolunu beklemek, hiç anımsayamayacağım... Sonra-aynaya bakarken-kıyıda gezinti saatimin gelip çattığını sezeceğim, gövdemi hırpalayan güçlü rüzgâra bırakıp, dünyanın ucundan esen, daha da öteden, uzayın serin, dış uçlarından esen, uzayın uçlarının ötesinin de ötesinden, oradan esen rüzgâra...''
Tennessee WILLIAMS
Yağmur Gibi Söyle Bana
Not: Kaçıp gitme duygusunu, kırgınlığı bu kadar güzel kim anlatmıştır ki...
Tennessee Willıams de güneyli bir yazar... Faulkner gibi... 1983'te, muhtemelen intihar ederek ölüyor, bir otel odasında... B. Garipoğlu.
n-marmara tarafından gönderildi saat: 02:23
4 Yorum:
Anonymous yollardagezer dedi ki...
Ben bu ruh halini anlayamıyorum. Çünkü insansız yapamam, "İnsan"sız kalmaktansa ölüp de 25 yıl "beden"siz, yalnızca ruhumla dolaşmayı tercih ederim, diyecektim.
Fakat:
"...Buraya gelmeden önce tanıdığım kişilerin adlarını anımsayamayacağım bile, birinin yolunu beklemek duygusu nasıldır, gelmeyecek birinin yolunu beklemek, hiç anımsayamayacağım..."
bu cümledeki kırgınlığı hissedince benim bile gidesim geldi:(
Umarım yorumum fazla kişisel olmamıştır:) Ne yapayım, saklamayı ve saklanmayı başaramıyorum:)
01:00
Anonymous Nihan İkbal dedi ki...
"İnsan gittiklerinden varabilir mi kendine?"diye soruyordu biri.Gide gide ölümü yaklaştırıyoruz kendimize.Ölüm yakınlaşıyor bize.Isınıyoruz birbirimize...
Bu arada Arap Edebiyatı ile ilgili yazılarınızı Hece'de okumak nasip oldu.Sizi,zihne çomak sokuluyormuş hissine kapılmadan okumak oldukça zevkliydi.
Selamlar
07:50
Blogger n-marmara dedi ki...
Sevgili Nihan İkbal ilginiz için teşekkürler. Ama maalesef henüz ben Hece'yi edinemedim. Umarım, piyasada hala bitmemiştir.
20:36
Blogger oblomov dedi ki...
kaçıp gidenlerin ardından korkaklar diye alay edenler, kimbilir kaç kez korkak olmayı göze alamadıkları için kaçamamışlardır. o talihsizlerden biri de benim. maddenin kirlerinden arınamamış, atalarından kurtulmak isterken bile babasının sözünden çıkmayan talihsizin biri..
ne Foucaultyen söylemle — “zaman boyunca gelişen uzun bir ömürden ziyade, noktaları birbirine bağlayan ve kendi yumağını ören bir ağ gibi hissettiği bir dönemin” sert zeminine çakılıp kalmıştır. Heterotopyalar, iktidar–bilmenin yoğun bir biçimde insanın üzerine döndüğü, insanla kendiliyi arasında ilişkiyi ele geçirdiği alanda gün ışığına çıkmıştır. Aşırılığın, ressamın düşlediğinden daha abartılı ve çok boyutlu mekan üzerinde bir sergi gibi açılması hetorotopyaların sınırları ölçülemeyen iktidar–bilme tarafından aslı bilinmeyen veya gizletilen kopyası olduğunu açıklamaktadır. Hetorotopyalar, bildik analizler, zeka ürünleri, yoğun düşünmeler sonucu aniden veya uzun denemeler neticesinde keşfedilmiş değildir; hetorotopyalar keşfedilmeden daha ziyade fark edilmenin sonucudur. Fark edilen ressamın durduğu yerdir. Hetorotopyalar sadece resimdir. İnsan üzerine gözünü dört açan iktidar–bilmenin ressamın yerini ele geçirerek yarattığı tablolardır. Dünya devasa bir sergi salonuna dönüştürülmüş, duvarları mekanlarca süslenmiştir. Modern iktidar resmeden, yani yaratan bir iktidar formudur. Bu kurgu içinde insan resimdeki kıpırdamayan kalpsiz tiplere benzetilmiş; çehresini saran doğa dondurulmuş, devinim gücü kontrol altına alınmış mekana dönüştürülmüş; şekli ortaya çıkaran renkler flaş patlamasıyla karanlığın bağrını delip, ışığı kendi tekelinde tutarak sigortaya bağlı kutsal değer gibi yaratmanın reenkarnasyonal teknolojik işlem gücünü zamansal olarak idare eden elektrik akımına kilitlemiştir. İktidar ise ressamın yerini ele geçirmiştir: şu sihirli gözlem evini, şu teleskopun arkasındaki döner koltuğu, şu zevk dolu, neşe verici anı zamanın tamamına yayarak tablonun dışında kurulan ikametgahı. Velasguez’in Nedimeleri’nde duvardaki küçük bir aynadan yansıtılan kral ve kraliçe bir mazinin uzaklardan gelen tatlı bir tebessümünden öte bir şey ifade etmeyecektir; çünkü tahtı ressamın durduğu yere çekilerek resmedilen yerle birlikte tablonun dışına çıkarılmıştır. Belki ressam bütün bu olup bitenleri anlamış değildir, sihrinin hep başkaları üzerinde denenmesinde etkisini ölçmüş değildir, durduğu yerin depreme karşı en güvenilir zemin olduğunu bilmemektedir, kendisinin de tablosuyla birlikte resmedildiğini hiç mi hiç fark etmemektedir. Bu durumda tarih ağır adımlarla epistemenin en yüksek tepesinden aşağıya doğru çekilmektedir. Çünkü tarihsel zaman mekan üzerinde devinim geçiren olayların arındırma tekniğinden süzülerek kurgunun harcına karıştırılmaktadır. M. Foucault sevimsiz bir şekilde tarihsel zamanın metodolojisine bağlı insana ilişkin bilimsel bilginin yok olmaya mahkum olduğunun müneccimliğini yaparken, insanın artık durması gerektiğine karar veren iktidar–bilmenin portrenin kalıcılığına ihtiyaç duyduğunu sezinlemiş olmalıdır. Madem, “ileri sürülen ... Tanrının mevcut olmaması veya ölümü değil de, insanın sonu” ise, Kaçık Adamın “niçin hâlâ buradasınız, niçin tanrıların türbesinde veya mezarı başında değilsiniz?” sorusu nihaî cevabını bulmuş ise, tarihin sonu gelmiştir — Fukuyama’yı farklı anlayarak.
Aşırı deneycilik, Zaman’la girdiği çatışmayı Zenon’un aktardığı hareketsizlik alanına çekerek düşüncemizin dolaysız mekanını mezarlığa çevirmiştir. Aksi taktirde, Bergson’un belirttiği gibi, deney yüzme bilmediği için boğulmaya mahkumdur. Tarih’in olanaksızlığına karşı Resmin hareketsiz mantığı — son yirmi yıldır modern epistemenin tayin ettiği ölümsüzlük. Tarih hiçbir zaman ölümü yok sayamadı. Yaratılışla ölüm arasında, Rönesans öncesinden kalma iki mistik bağ arasında bütün inkarlarına rağmen güvenilmez bir iktidar olarak kaldı. Ama artık insanın ölümü sır olmaktan çıkmışsa, resim ölümsüzlüğün, daha doğrusu ölerek ve öldürerek ölümsüzlüğün belleği olacaktır. Medyanın saltanatı en çağdaş epistemenin resimlendiğini, yani günümüzde epistemenin resim kurgusuna bağlı iktidar–bilme formu haline gelerek araştırmaya son verip yaratma güdüsüne kapıldığı bunun bariz kanıtıdır. Kurgu ezberlenebilir sıradanlığını görüntülemeye bırakmıştır. Televizyon, internet, sinema resmin pratik–politik anlamda en üst biçimidir. Teorinin tüketilmesi, siyaset kadar ekonominin, sosyal ve kültürel olguların pratik tutkulara dönüşü
etmenin, içine kapatmanın resme ilişkin mistik gücünü ele geçirmiştir. Hetorotopyalar yaratma sanatı olarak Resim, kendi içine ve kendi içinde kapatmanın özümsenmiş inanç kurgusuna tabîmiş gibi kritiğin inceltildiği renkliliğin, konumun ardı ardına açıldığı, varlıksal kimlik tanımlarını statü dayatmalarıyla sürrealist gizlilik içinde durduran, hareketini önleyen tablonun bizi içine alan mekanıdır. Tohum çekirdeğin içinde yeşertilmektedir. Resmi bu ayarlamanın içine iten Empresyonizm (İzlenimcilik) akımı olmuştur. Empresyonist resim anlayışının gelişimi mekana bağlı, tarihsel bilgiyi yadsıyıcı, zamanı duyusal nitelikte deneyler sonucu geçerliliğe tabî tutması optik kurguyu öçlü almasıyla heterotopyaları zeminin fiziksel–görsel yegane gerçeği yapmıştır. Empresyonizm sonrası renklerin işlem ve işlev gücü heterotopyaların çekimsiz, yüklemsiz, hareketsiz alanında metamorfoz değerler olarak salıverilmiştir. Gerçeğin üzerinde ve üstünde gerçekçi kimlikler arama, tasarımlama ve hayal etme heterotopyaların bulanık metamorfoz değer tutkularına duyulan inançtan öte bir şey olmayacaktır. Gerçeğin üzerine sonradan damlatılmış renkler; sinir bozuklukları geçiren hastanın bedenine şok dalgalarını batıran cihazın ince ve uzun kablolarla sonsuzluktan çekip getirdiği hayat ışınlarıyla cansız bir iletişim kurması gibi, sanki bir susturucunun namlusundan çıkan mermiyle bitirici vuruş yaparcasına, ışığı alıkoymaktaydı. Gerçek, çetinlik ıstırabının alıkoymasıyla insanı her an yeniden yaratırcasına kapkara yüzle tablonun içine kapatmıştır. İletişim merkezleri, eğlence, sinema, kültür, barlar, parklar, bulvarlar, diskotekler, üst üste yığılmış çok katlı apartmanlar, geniş ortamlı alış veriş mağazaları bu karanlık yüzün kendini görmeye çalıştığı aynalardır. ‘Bir an’ [şu an] baş gösteren dalgınlık insanı renkli tablolar içine kapatmıştır. Bedenlerin ve bakışların kesiştiği mekânda düşle gezinmenin delilik olduğu, çıldırtıcı zarafetle sökülüp giden ve ucu sonsuza atılmış yumak gibi insanın belleğini çok boyutlu renklerle süslemiştir. İnsan konuşmanın cezasını çeker gibidir. Dilin yamalı kaldığı, görmenin durdurulamayan hızlı akışında söz yerini renklere bırakmıştır. Hayatın art arda yapılan her gün yeni ve renkli baskısı karşısında insan için en büyük huzur suçlarını hatırlamak olmaktadır. Resim suçsuzdur.
Epistemenin, Tarihi sıradanlaştırıp, Resmi merkeze taşımasının temelleri, ‘tarihsel zaman’ fikrinin metodik bakışında aranmalıdır. Zamanın örgütlenmez akışı ve sonuçları insan için yok edici tehditler savurmaktadır. Ölüm her şeyi engeller. Ve insan ölmeği öğrenmelidir. İktidarın ölümsüz olduğu mitolojisi, zamanın durdurulmasıyla gerçekleştirilmektedir. İktidar ölmez, çünkü iktidar yaşamaz. Yaşamayan her şey ölümsüzdür. Resim bu sırra ulaşmanın tek yoludur.
Sürrealizme kadar resim, tarihsel zamanın egemen olduğu epistemolojik sanat olgusundan hareketle anlaşılmaktaydı. Resmin bu epistemoloji içinde varlığını kanıtlayan en büyük gerçeklik durdurulmuş zamandır. Durdurulmuş zaman, tarihsel zaman anlayışı içinde tetkik edilmenin belgesi konumundadır. Resim, zaman deviniminin kanıtı olarak kalmaktadır. Çünkü, resim belli bir zamanı görüntülemektedir. Yani sürrealizme kadar resim hep tarihin gölgesinde kalmıştır.
Modernizmin en etken silahı oto kontroldür. Denetim bir gücün diğeri üzerinde kurduğu iktidarsal bir baskıyla denetlenmemektedir. Modernizmin, önceki dönemlere nazaran kapalı kaldığı en büyük gerçeklik burada aranmalıdır. XIX. Yüzyıla kadar, bir başka anlamda tarihsel zaman epistemesinin ilanına kadar, insanlığın geçmişini bütünleştiren dönemler kapsamında ana merkez gibi kendini açığa vuran tarih çağları — ilkel dönem, kölelik, feodalizm, ve erken kapitalizm — veya iktidarsal zihin kurgusunu seçkinleştiren epistemoloji dönemleri — mitostik, kendilik, logostik, benzerlik, temsil etme — kendi yükselişleri yanında kendi ölümlerini de içlerinde taşımışlardır. Denetim yukarıdan aşağıya doğru sürekli bir itmeyle sağlanmaktaydı. Kapitalist sürecin tarihsel ola
haklısın 08:46
kuyuya taşı atan 18:08 yani 4. yorum.
ben değilim.
bence hiçbirimiz birşey yazmayalım.
malum kişi çalsın ve oynasın.
Yorum yapan degerli arkadashlar. Lutfen kimse kimsenin etnik, dini, kulterel ve ulke kimligine hakaret etmeden etik olculer ichinde gorushunu beyan etsin. Aksi takdirde soz konusu yorumlar silinecektir.
Saygilarimla...
Yorum Gönder