Pazartesi, Ocak 28, 2008

Erken Müslüman-Arap Edebiyatında Türk Kimliği

M. Gamberli değerli çalışmasında Erken dönem Müslüman-Arap yazınında “Türk kimliği”ne ilişkin bilgileri bir araya getirmiştir. Müellif, daha önce üzerinde pek durulmamış ilginç bilgilere dikkat çekmektedir. Buradan anlaşılan, Erken Müslüman-Arap edebiyatında “Türk kimliği” çeşitli içeriklerde sunulmaktadır. Söz konusu derlenen hikayeler arasında geleneksel “asker, yönetmen Türk kimliği”nin yanı sıra “bilgili, düşünceli, gururlu, kendi soyuna bağlı Türk” kimliği dikkat çekicidir. Bu hikayelerden birini XII. Yüzyıl müelliflerinden İbn Sem’anî zikr etmektedir. İbn Sem’anî rivayetin edebi nitelikli bir mecliste gerçekleştiğini belirterek şunları anlatmaktadır: oturumu düzenleyen el-Gutabî yüzünü gençlere tutarak, her biri bir millete mensup olan genclerden kendi milletlerinin faziletlerini ortaya koyan iki beyitlik şiir söylemelerini istedi. Oturumdaki Türk, Fars, Arap ve Rum gençleri bulunuyordu. Önerini beğenen gençler kendi yeteneklerini sergilemeğe başladılar. İlk önce Fars söze başladı ve o şu beyti söyledi:

Biz hükümdarlarız ve şah evlatlarıyzı,
Bizim siyaset ilmimiz, tedbirimiz ve kitaplarımız vardır.
Biz kurbanlık İshak soyundanız ,
Peygamberlerin ünlerindeki ün perdesi, asıl ve necabetiyiz.

İkinci olarak Arap genci söz aldı ve soyunun İbrahim oğlu İsmail’e dayandığını vurgulayan ve ün bakımından kendi milletini öven bir şiir okudu:

Bizde tedbirin, zarifliğin ve edebin doğallığının yanı sıra,
Cesaret ve cömerlik de doğaldır.
Biz hepimiz İsmail soyuyuz,
Ona bağlılığımı sunduğumda insanlar beni inkar etmezler.
Ardından Rumlu genç söze başladı ve şöyle bir beyt okudu:
Rumlar öyle bir topluluk ki onda,
Akıl, tecrübe, ahlak güzelliği ve aydınlık, ilginç ilim vardır.
Onlar Eys ve Emlak’ın evlatlarıdır ,
Onların giyimlerinin ipek ve altın olması yalan değildir.
Sonuncu olarak sıra Türk gence geldi ve o şöyle bir beyt söyledi:
Türkler kendi yurtlarında (başkalarınca) yönetilmediler,
Farslar, Rumlar ve Araplar ise yönetildiler.
Bu senin yaşamın için bir fazilettir,
Bunu ancak ahlaksız, kıskanç ve çekemeğenler inkar edebilirler.

Türk gencinin okuduğu beyt çeşitli tartışmalara neden olmuştur. Ali b. Züreyk bu beyte ilişkin kendi düşüncesini şöyle ifade etmektedir: “Türkün sözlerinde kendisine yönelik gurura şaşırdım”. Ali b. Züreyk’in Türkçe karşı bu sarfettiği sözleri duyan ev sahibi şöyle demiştir: Eğer Arap,

Bizde tedbirin, zarifliğin ve edebin doğallığı yanı sıra,
Cesaret ve cömerlik de doğaldır.
Yol gösterici Pygamber Ahmedü’l-Mustafa.
Budur Arapların efendilik araçları olan övünçleri.

Veya,
Farslar, Rumlar, Türkler değil,
Biziz Adnan evlatları, bizdedir akıl, bizdedir cömertlik, bizdedir adep!

Bu, bize, Mustafa (Hz. Muhammed) nesebindendir, onunla Arap her birliğe önderlik ediyor diyorsa, o zaman Arap diğerlerinin susması gerektiğini ifade etmektedir ve daha fazla övgüye layık olduğunu belirtmektedir”. Anlaşılan, Züreyk’in “Türkteki gurura” şaşırmasına anlam vermeyen ev sahibi, aslında “Arapların gururlu ve kendilerini beğenmiş” olduklarına şaşırması gerektiğini ifade etmiştir.
Diğer bir rivayet ise Taberî tarafından aktarılmaktadır. Burada Taberî, Hz. Ömer ile Hz. Ali arasındaki bir diyaloga dikkat çekmektedir. Buna göre, Ahnef b. Gays, Horasan ve İran’ın nahiyelerini fethettikten sonra Ceyhun (Amu-derya) nehrini geçip Türk topraklarını ele geçirmek için halife Ömer’e (634-644) bir mektup göndererek müsaadesini istedi. Hz. Ömer, Hz. Ali’i ile konuştuktan sonra ona şöyle bir mektup gönderdi: “Dur! Ceyhun nehrinin ötesine sakın saldırmayın. Nehrin bu yakasında durun. Horasan’a hangi koşullarla girdiğimizi iyi bilirsiniz, aynı koşullarla orada kalmağa devam edin. Zaferiniz bu olmalıdır. İleriye gidip nehri geçmek düşüncesinden vazgeçin. Aksi taktirde mahv olursunuz”. Ardından Hz. Ömer yüzünü Hz. Ali’ye çevirerek “Kaç o yerlere kadar ordu sevk etmeseydik. O nehrle bizim aramızda ateşten bir deniz olmasını isterdim”. Hz. Ali bunun nedenini sorduğunda Hz. Ömer, peygamberin Türklerle ilgili hadislerini hatırlattı ve verdiği tavsiyelerinden söz etti: “Çinkü oranın halkı (Türkler) yurtlarından çıkacak ve dünyayı üç kez fehtedeceklerdir. Üçüncüsü onların son istilası olacaktır. Bu (istilanın) Müslümanların üzerine değil, Horasan halkının başına gelmesini isterdim”.
Siyasi ve edebi konuların dışında Türk adı Arap değimlerinde de sıkça kullanılmıştır. Cahiz’e göre, “Araplar düşmanlık ve sertlik hakkında örnek vermek isterken şöyle derler: Onlar Türk ve Deylem’den başka kimseler değillerdir”. Benzer biçimde Arap deyimlerinde Türk “ibret” unsuru olarak kullanılmaktadır. Cahiz Beyan ve’t-Tabin adlı eserinde şöyle bir olay aktarmaktadır: “Hz. Osman karşıtlarının kuşatmasında iken Abdullah b. Abbas (öl. 687/88) Mekke’de geleyana gelmiş ve ayaklanmış kalabalığa karşı çıkarak şunları söylemiştir: şayet Türkler ve Deylemler bizi gözlemleseydiler Müslüman olurdular”. Görüldüğü gibi Arap deyimlerinde Türkler ile Deylemliler bir arada zikredilmekteler. Bunun gerekçesi onların “sert ve haşin” topluluklar olmalarına yapılan vurdudur. Sonuncu deyimde de, Müslümanların düştükleri acınılası duruma gönderme yapılarak daha sert görünümlü Türkler ile Deylemlilerin bu durum karşısında Müslüman bile olacaklarına vurgu yapılmakta ve Arapların konumu eleştirilmekteydi. Söz edilen “sertlik ve haşinliği” Makdisî şöyle açıkalamaktadır: “Çığlıkları yıldırım gürültüsünü bastıran Türkler öyle bir millet ki konuştukları zaman melekler gibi güzel, savaştıklarında devler gibi acımasız olurlar”.
Sertlik, haşinlik ve acımasızlık anlamında Türkler için söylenen hadislerin de içeriğinin bazen değiştiği görülmektedir. Örneğin, peygamberin bu konuda söylediği “Türkler size dokunmadıkça, siz de onlara dokunmayın, Türklerle barış içinde yaşayın” hadisi “Türkler size dokunmadıkça, siz de Türklere dokunmayın, çünkü onlar çok sert bir güce sahiptiler” biçminde de kullanılmıştır. Doğal olarak bu anlam değişikliklerinin nedeni Türklere karşı temasın boyutlarını ifade etmektedir. Benzer içerikte Hz. Ömer’in bir sözüne de atıfta bulunulmaktadır: “Türkler öyle bir acımasız düşman ki verecekleri ganimet az, alacakları ise fazladır”.
Türklere ilişkin Müslüman Araplar arasında kullanılan değimlerden biri de ulaşılması güç bir şeyi vurgularken kullanılan değimdir. Örneğin, Araplar herhangi birisinin yaptığını fazla abarttığını görünce ona şöyle derlermiş: “sen sanki hakanın kellesini eline geçirmiş öyle anlatıyorsun” veya “o sanki hakanın kafasını getirmiş”. Burada, Türk hakanının kafası kesmek Arap siyasi iktidarının asla ulaşamayacağı bir şey olarak vurgulanmaktadır.
Türklerle ilgili anlatılan ilginç bir olay ise Kerbela olayında Hz. Hüseyin’in safında yedi Türkün de savaşması olayıdır. Bu olay tarihçilikte uzun bir süre kuşkuyla karşılaşmıştır. Ancak Muhammed Fuzulî’den başka, Mirza Resul İsmail-zade tarafından ortaya çıkarılan Şeyh abbas Kumî’nin Müntehaü’l-Amal eserinde de geçmesi ve Taberî’nin de bu olaya vurguda bulunması söz konusu kuşkaları ortadan kaldırmıştır. Ayrıca, kaynaklar Hz. Hüseyin’in Türk gulamından da söz etmekteler. Şair Fuzulî, bu gulamın ismini “Müslim Azerbaycanî” olarak vermektedir. Burada kullanılan Azerbaycanî adı, Türklerle bu ülke arasındaki klasik Arap kaynaklarında da geçen sıkı bağlantıdan ileri gelmektedir. Nitekim, yedi Türk savaşçının Azerbaycan’dan geldiği ve onların Hz. Hüseyin’i Azerbaycan’a davet ettiklerini, bu davete karşılık Hz. Hüseyin’in “hasta oğlu Zeynelabidin’i götürmelerini istemesi” ve bunun üzerine Türklerin “Zeynelabidin’i Azerbaycan’a götürmeleri, orada onun iyileşerek geri dönemesi”, Azerbaycanî adının bu ülkede yaşayan bir Türk’e işaret olduğuna kuşku düşürmemektedir.
Peygamberin Handek savaşı sırasında “Türk çadırı”nda oturması dışında onun Türklere özgü Soğdiyye adlı bir zırh kullandığı da rivayet edilmektedir. Burada “Soğd” etnik bir kimlikten ziyade Türklerin denetimindeki bir coğrafi bölgeye işarettir. Bunu, Taberî ve İbnü’l-Esir’in “peygamberin, Türklere özgü Soğdiyye sırhlı giysisinin” olduğunu belirtmesi de doğrulamaktadır. Öte yandan Taberî, Türk Hakanı’nın Hz. Ömer’e bir zırh ve kılıç armağan olarak gönderdiğine ilişkin bilgisi bu söylediklerimizi pekiştirmektedir.
Emevî dönemi halifelerinde Türklerle aktaba olmak veya onlardan kız almak bir övüç ve gurur kaynağı olmuştur. Örneğin Velid b. Abdülmelik’in (705-715) oğlu Yezid b. Velid’in Türk kanı taşımasıyla övünüyordu. Bir kasidesinde halife Yezid şöyle söylemiştir:

Ben Kisra’nın oğluyum, babam ise Mervan’dır,
Kayser de babamdır, diğer babam ise Hakan’dır.

Abbasîler döneminde Türkler’in Hilafet içinde bütün siyasi dengeleri ellerine geçirmesi Arap siyasi çevrelerinde büyük huzursuzluklara neden olmuştur. Türklerin, hilafette başlıca unsur olmaları daha hanedanın ilk döneminde gerçekleşmiştir. Örneğin, halife Ebu Cafer el-Mansur döneminde (754-775) Türklerin ülkedeki nüfusundan yakınan Arap bürokratlara halife şu yanıtı vermiştir: “Artık Türkler her şeye sahip ve malikler. Bütün diğer insanların onların sözlerini duymak ve onlara itaat etmekten öte başka çareleri yoktur”. Türklerin, hilafet içinde egemen konuma gelmesi Araplarla birlikte İranî bürokratların da rahatsız olmasına neden olmuştur. Bu durum karşısında İranîler Araplarla Türklere karşı ittifak dahi önermişlerdir. Kirvanî eserinde bu konuda şunları söylemektedir: “Ey amca oğulları, biz ve siz (İranlılar ve Araplar) tıpkı bir elin parmakları gibiyiz. Ey amca oğulları, Türkleri yönetimi ellerine almalarında desteklediniz. Bizse bu devletin temelinde ve oluşumunda onlardan daha önceydik. Allah’a yemin olsun ki (bundan böyle) arı (su) içmem, içsem dahi bu yaşamam içindir ta ki devletin direği Türkler yok olana kadar”.
İslam dönemi ortaya çıkan Deri edebiyatında İranî bürokratik çevrede görülen Arap düşmanlığının kaynağında da Türklerin birinci unsur olması yatmaktaydı. Örneğin, İranlı şair İbrahim b. Mümşaz, Abbasî halifesi el-Mutemid Billah’a (889-902) yazdığı şiirinde bu durumdan şöyle yakınmaktadır:

Biz sizi oklarımızla, öldürücü kılıç darbelerimizle hakimiyete ulaştırdık,
Sizi bu hakimiyete bizim atalarımız ve babalarımız layik bildiler,
Siz ise bu nimete şükr edip vefa kılmadınız.
Şimdi def olun Hicaz’daki topraklarınıza,
Orada kertenkele yemeğe ve koyun gütmeğe.

Bu isyan Firdevsî’de zirvesine çıkmaktadır. Sâmânîlerin isteğiyle yazılan Şah-name adlı ünlü eserinde Araplar’a açık bir dille hakaret etmektedir:

Deve sütü içip, çekirge yiyen
Bu Araplara bakın, görün ne hadde varıplar.
Keyan tahtını istiyorlar,
Lanet sana ey çerh-i devran, lanet.

İstanbul’un (Konstantiniye) fethi İslam tarihinde özel bir öneme sahiptir. Bu yönde peygambere istinaden hadisler de bulunmaktadır. Müslüman-Araplar İstanbul’u ele geçirmek için birçok kez feth girişimlerinde bulunmuşlarsa da X. Yüzyılın ikinci yarısından sonra Bizans karşısında bir dizi yenilgiler almışlardır. Arapları tedirgin eden ve korkudan gelişmeler ise 963 yılında Conistantin’in oğlu Armonos Tarsus’tan Şam’a kadar Müslümanların elindeki toprakları işgal etmiştir. Bu durumda Müslüman-Arap dünyasında Bizans’ın ilerlemelerine Türklerin son vereceği inancı yayılmıştır. Hatta o dönemde Muhammed b. Hazm ez-Zehirî bu içerikte bir şiir yazmıştır:

Biz Konstantiniye şehrini ve onun insanlarını muhakkak ele geçireceğiz,
Sizlerin cesetlerini kargalara ve kuzgunlara yem edeceğiz.
Sizin ülkenizin en kıyıdaki köşelerine bile sahip olacağız.
Sizleri karanlık ve acizlik içinde yaşamağa zorlayacağız.
Biz Türk ve Hazar ülkelerinden toplanan muzaffer orduyla,
Çin’i ve Hint ülkelerini dahi boğun eğdireceğiz.
Bu konuda Yüce Allah bize zemanet vermiştir.
Bunu sizin gibi hasta beyinler anlayamaz.
Ta ki keskin ılıçlarıyla yiğit Türk orduları sayesinde
İslam’ın hükümleri bütün ülkelere yayılana kadar mücadeleğe devam edeceğiz.

Kaydettiğimiz Türklerle ilgili genel bu bilgilerin yanı sıra Erken İslam kaynaklarında şahıs anlamında Türk komutanları, bilgileri, hükümdarları ve yöneticileri hakkında da özel bilgiler bulunmaktadır. Örneğin, Türk hakanının vasıfları hakkında Cahiz’in aktardığı geniş bilgi, Abbasî veziri Feth b. Hakan’la ilgili şair Behterî’nin şiirleri buna birer örnektir. Türkler hakkında Erken Arap kaynaklarında yer alan olumlu bilgilerin yanı sıra olumsuz görüşlerde bulunmuyor değil. Türkler hakkında en sert ve saldırgan ifadeler özellikle Kuteybe b. Müslim ve Yezid b. el-Muhalleb’in Horasan valiliği dönemine aittir. Örneğin Taberî, Yezid b. el-Muhalleb’in Dehistan ve Taberistan bölgesinde Türklere karşı seferini anlatırken, Arap komutanın şu yeminde bulunduğunu aktarmaktadır: “O, şayet kendisine zafer nasip olursa Türklerden akacak kanla yoğrulmuş undan hazırlanmış ekmek yemeğince oradan ayrılmayacağı ve Türklerin boyunlarından kılıcını çekmeyeceğine dair Allah’a yemin etmiştir”. Nitekim, Taberî, Yezid’in Cürcan bölgesinde 40.000 Türkü katlettiğini belirtmektedir. Kuteybe’nin yaptıkalrına gelince, Taberî, onun “Türkleri büyük küçük gözetmeden katlettiğini” yazmaktadır.
Doğal olarak Türkler de Araplara karşı sert önemlere el atmış, Kafkasya’da Hazarlar, Orta Asya’da ise Türkişler yüz yıl boyunca Araplar karşısında sedd gibi durmuşlardır.

Hiç yorum yok: