Savaş nedir?
Clasuwitz bu kavramın 20’den fazla içeriğinden söz etmektedir. Önce bunları sıralayalım:
1. Savaş, düşmanı filli irademizi kullanarak alt etmenin bir şiddet hareketidir.
2. Savaş, sınırsız kuvvet kullanımıdır.
3. Savaş’ın amacı düşmanı etkisiz hale getirmektir.
4. Savaş, güçlerin son haddine kadar kullanılmasıdır.
5. Savaş, realitedeki değişikliktir.
6. Savaş hiçbir zaman soyutlanmış bir hareket değildir.
7. Savaş ani ve tek bir darbeden ibaret değildir.
8. Savaş hiçbir zaman mutlak bir sonuç doğurmaz.
9. Savaş, gerçek hayatın olasılıkları olan “aşırı” ve “mutlak” kavramlarının yerine geçer.
10. Savaş, politik amacı yeniden ortaya çıkartmaktadır.
11. Savaş aralıksız ve sınırsızdır.
12. Savaşı durduracak sadece bir neden vardır ve bu da taraflardan sadece biri için geçerlidir.
13. Savaş, işleri yeniden kızıştıran askeri bir sürekliliğe tabiidir.
14. Savaşta kutuplaşma ilkesi zorunludur.
15. Saldırı ve savunma farklı nitelikler olup eşit olmayan güçteki şeylerdir ve aralarında bir kutuplaşma geçerli değildir.
16. Kutuplaşmanın etkisi savunmacının saldırgana üstünlüğü karşısında kaybolmakta ve bu savaş eylemini ertelemektedir.
17. İkinci bir neden durumunun bilinmemesidir.
18. Savaştaki durağanlaşma onu mutlak olmaktan çıkarıp ihtimale dönüştürmektedir.
19. Savaş bir kumardır ve onu tesadüf belirler. Savaş tesadüfün en çok rol oynadığı faaliyet alanlarından biridir.
20. Savaş objektif ve sübjektif niteliği ile de kumardır.
21. Savaş ve kumar insan zihniyle en iyi bağdaşan unsurdur.
22. Savaş ciddi bir amaca yönelikse ciddi bir araçtır.
23. Savaş politikanın başka araçlarla devamından öte bir şey değildir.
Koca bir kitap bu başlıkların bölümler halinde irdelenmesine ayrılmıştır. Bizi ilgilendiren bu başlıkların içeriği olmayacaktır. Bunu Clausewitz’in söz konusu dilimize tercüme edilen eserinden isteyen okuyabilir. Biz Clausewitz’in söylemediğini söylemek niyetindeyiz. Biz bu tanımların açıklaması ile değil, göndermeleri ile ilgileneceğiz.
Savaş hakkında eski ve ortaçağda birçok kitap vardır. Bu konuda dikkate alınması gereken ilk şey kutsal kitaplardır. Savaş, Tevrat’ta Tanrı soyunun (İsraillerin) ilahi egemenliğinin kurulması için geçilmesi gereken bir yoldur. Buna karşılık İncil’de savaş olgusu yoktur. Kur’an’da ise savaş ancak Allah için yapılmaktadır. Allah için yapılan savaş, sadece adaletin sağlanması için bir araçtır. Hz. Ali’ye mal edilen “Harp” eserinde “savaş Allah için yapılsa da, savaşı hile belirler”. Bu politik bir söylem olamayıp, araçsal bir söylemdir. Ortaçağ Hıristiyanlık düşüncesinde savaş kurtuluşa erme biçimidir. Göçebeler arasında ise savaş, yaşamın ta kendisidir. Cengiz Han yasasında savaş, Gökyüzü tanrısının yerdeki halifesini belirlemek için yapılmaktadır. Emir Timur’a göre, “Gökyüzünde Allah bir olduğu gibi, yerde de bir hükümdar olmalıdır”. Osmanlılar için başlangıçta savaş bir yaşam biçimi iken, daha sonra Darü’l-Harp’la Darü’l-İslam arasındaki çizgiyi belirlemektedir. Görüldüğü gibi bütün bunlar yaşama ilişkin tanımlardır. Yaşamın uzantısı değil, varlığın yerinin korunmasıdır ve bir sabitlik içermektedir. Osmanlıya göre, dünya düzeni sabit tutulmalıdır.
İlk kez Raimondo ve özellikle de Clausewitz’de savaş bizzat yaşamın uzantısı ve biricik gayesi olarak görülmektedir. Kapitalist düzen bu çatışma üzerine kuruludur. İlginçtir, Clausewitz savaş için bir düşmandan söz ederken “düşmanın” tanımını yapmaz. Oysa daha önceki savaş anlayışında savaş için birincil neden düşmanın belirlenmesidir. Eski anlayışda bir düşman profili mevcutken, yeni anlayışta “düşman” tiplemesi ortadan kalkmaktadır. Düşman her yerdedir. Ben bile kendi kendimin düşmanıyım. Savaşmam gereken ilk düşman kendimdir. Bu savaşı klasik düşüncede olduğu gibi nefsimi yok etmek için değil, kendi irademi kanıtlamak ve kendi varlığımı her şey karşısında (Tanrının bile) ispat etmek için yapmak zorundayım. Raimondo ve Clausewitz burada Descartes felsefesini ölçü almışlardır. Düşünüyorum, o halde varım; daha doğrusu savaşıyorum, o halde varım. Bir şeyin varlığı bizzat benim düşündüğüm durumda var olduğu gibi, bizzat kendi varlığım savaştığım durumda belirginlik kazanmaktadır. İşte tanımı yapılmayan düşman yüzünde ikinci şıkta “savaşa sınırsızlık” tanınmaktadır.
“2. Savaş sınırsız kuvvet kullanımıdır” derken tanımı yapılmayan düşmanın sınırsız bir boyutta olduğu ortaya konulmaktadır. Kime karşı sınırsızlık? Her şeye! Ama bu sınırsızlığı belirleyen güçte savaşan insandır. Dikkat edildiyse, savaş bizzat insanın kendi benliğinde başlamakta, ardından sınırsız bir güç kullanımını devreye sokmaktadır. Kapitalist ve Avrupa merkezli anlayışta insan, böyle bir çatışma içinde kavranılmaya ve yönetilmeye tabii tutulmuştur. Bu iki tanım, önce insana, ardından da sınırsız düzeyde çoğaltılmış insan kimliğine ortaya çıkartmaktadır. Hobbes “insan insanın kurdudur” derdi ki bu yapı içinde daha iyi anlaşılmaktadır.
Ancak burada önemli bir nokta vardır. Tanımlanan yeni kimlik anlayışına göre, her insan insan değildir. İnsan olmadığı içinde kimlik değildir. Ancak Avrupai kimlikten beslenenler insan olabilirler ki onların da insanlığı sınırlıdır. Bu ölçüyü asla gözden kaçırmamak gerekir, zira bu Avrupa anlayışından “ben ve öteki”yi belirler.
“3. Savaşın amacı düşmanı etkisiz hale getirmektir”. Düşman kim? Kendim de dahil her kez düşmanıdır, buna göre. O halde kendim dahil her şey etkisiz hale gelmelidir.
“4. Savaş, güçlerin son haddine kadar kullanılmasıdır”. Burada sınırsız tüketim planlanmaktadır. Güç bile tüketim oranında kendisini göstermektedir. Güç tüketim oranında artar ve sonuçta kendi başına bir güce dönüşür: kolektif tüketici zihniyetine. Tüketim toplumunu yöneten bu zihniyettir. J. Baudrillard’ın “tüketim toplumu” nazariyesinin temelinde yatan boşluk insanın içine çekildiği savaş mantığını belirleyememesinden ileri gelmektedir. Bu kimliğin belirlenememe sorunu M. Foucault’ta da karşımıza çıkmaktadır. Foucault’un “iktidar kuramı” bu yüzden bir tezat yumağına dönüşmektedir. Yine Foucault’un iktidar kuramından esinlenen Edwart Sait “oryantalizm kuramında” eserinin başında belirttiği gerekçeleriyle kitabının sonunda yapayalnız kalmaktadır. Kimlik olgusunun temelde nelerden beslendiğini tanımlayamadığından E. Sait’in oryantalizmi, Batılı anlayışının iyimser amaçla yumuşamasına benzemektedir. Zira “kimlik” hiçbir zaman elle tutulur bir yapıda olmadığından kapitalist mantık onu sınırsız bir alana germesini ve bir çatışma gücüyle (içte ve dışta) dengede tutmasını iyi başarmıştır. Bu açıdan bakıldığında Cemil Meriç, E. Sait’in basit bir kopyası olarak kalmaktadır. Çünkü C. Meriç, E. Sait’ten daha acemi bir biçimde çatışmaya sunulan bu veya şu kavramlarla oynar (bunları Doğu ve Batı diye belirlemeye kalkışır), asla ve asla çatışma zeminini tanımlayamaz. Bu, adı geçen düşünürlerin Marksizm söyleminden kurtulamadıklarını göstermektedir. Nitekim Marksizm düşüncesinin omurgasını oluşturan “çatışma teorisi” bizzat söz konusu çatışmaya dönüşen kimliğin sınıfsallaştırılmasına dayanmaktadır. Bu da savaş mantığında yer alan çatışmadan çok daha barbarca bir savaşı ölçü almaktadır ki Marks mecburen buna “proletarya diktatörlüğü” demek zorunda kalmıştır. Yani sosyalizm kapitalizme karşı geliştirilmiş olamayıp, kapitalizm içinde gelişmiş kapitalist bir kuramdır. Çünkü kapitalist bir zeminde etki bırakmanın ancak ve ancak iki yolu vardır: ya ünlü bir kapitalist olursunuz, ya da terörist. İşte günümüzde bu ikisi yaşanmaktadır zaten. Teröristin kapitalistten farkı eyleminin birleşik bir katmanlar üzerinden yansıtamamasıdır. Yapamaz da; çünkü terörist kapitalist katman içinde kendisine şans tanımaktadır. Aslında bu şansı ona içinde bulunduğu zemin tanır. Çünkü çok daha aşırı ve salt kimliklere kendini göstermek şansını tanımakla, kapitalist düzen daha da sağlıklı bir görünüm kazanmaktadır. Bunu en ser biçimde Amerikan kapitalist mantığı işler. Çünkü o, kendince sunulan ve sunulmasına fırsat tanıyan doğruların ve yanlışların aşırılığına inanmaktadır. Bunu en iyi biçimde Amerikan filmlerindeki aşırılıkta görmekteyiz. Şiddet ve o karşı kullanılan iyilik ne denli aşırı olursa o denli etkilidir psikolojik mantığı insanı (toplumdan ve kendisinden koparılmış bireyleri demek daha doğrudur) yönetici gücün çekim alanında tutmaktadır.
İşte bu “5. Savaş realitedeki değişikliktir” önermesini doğrulamaktadır. Clausewitz bunu şöyle tanımlar: “Mutlak savaş kavramından, önceden tasarlanmış mutlak bir amaç ve bunu gerçekleştirmenin yollarını çıkarmaya çalışacak olursak, bu sürüp giden karşılıklı eylemler bizi adeta gözle görülmez bir mantık incelikler silsilesinin eseri, salt bir hayal oyunu olan aşırılıklara götürür”. İşte alın size çağımızda bir aşırılığa karşılık sunulan daha soyut aşırılıklar yığını olan komplo teorileri. Sırf bu aşırılık korkusudur ki insan ileriye doğru zihinsel ve eylemsel bir girişimde bulunmaktan korkmaktadır, daha doğrusu korkutulmaktadır. İçinde bulunduğumuz realitenin aşırılık olduğunu bile bile, bu aşırılıkta kalmaya ısrar ederiz, daha büyük aşırılığa karşı tetiklenmiş korkumuzdan dolayı.
Ama “6. Savaş hiçbir zaman soyutlaşmış bir hareket değildir”. Savaş bizzat gerçeğin ve somutun ta kendisidir. Çünkü biz olduğumuz ve savaşmaya endekslenmiş benliğimiz olduğu sürece şu veya bu aşırılık ortamı olsun savaş hep vardır ve olacak da.
İşte bu süreklilikten dolayı “7. Savaş tek ve ani bir darbeden ibaret değildir”. Katmanlar halinde ilerler, psikolojik olarak bünyeye iyice sindirilir, onunla doğal bir gerçekmiş gibi yaşamaya alıştırılır. Savaş hep vardır.
Hep olduğu içinde “8. Savaş hiçbir zaman mutlak bir sonuç doğurmaz”. Çünkü “yenilgi” asla kabul edilmez. Modern savaş anlayışının en önemli keşiflerinden biri de “yenilgisizliktir”. Çünkü yenilgi olursa, savaşın durması gerekir. Yenilgi olmadığı içindir ki savaş daimidir. Tam burada yaşamın tanımı açıklanır. Adeta yaşam savaş meydanında ayakta tutulmak istenilir. Bu savaş bireysel de olabilir, ciddi silahlı bir mücadele de. Bir kere insan hep savaşmaktadır ilkesi kabul edilmiştir artık.
Peki, bu yaşam belirmesi nasıl sağlanılır: “9. Savaşı gerçek hayatın olasılıkları olan “aşırı” ve “mutlak” kavramlarının yerine geçirerek”. Bu tanımı yapanın zeka düzeyi şöyle bir düşünün; ama en korkunç zeka bu tanımın yaşama nasıl dönüştürüldüğüdür. Dikkat edelim, “aşırılık” ve “mutlaklık” gerçek hayatta hep olasılık kapsamındadır. Bu olasılığın varlığı yüzde yüzdür. Bu gerçek hayatta savaş yüzde yüz olduğunu anlamına gelmektedir. Olmaya da bilir, ama olmama olasılığı yoktur; aksine olabilirlik olasılığı vardır. Ama bu olasılık “aşırılığa” ve “mutlaklığa” dönüştürülmüştür.
Bu oldukça “politik” bir söylemdir; zaten “10. savaş, politik amacı ortaya çıkartmaktadır”. Kuram boyunca net biçimde “politik” söylem üç kez kendini açığa vurmaktadır. Başlangıçta, ortada ve sonra. Başlangıçta yer alan politik söylem kimlikseldir. Marks tarafından Aristo’dan devşirilerek gündeme kazandırılan insanın “zoon politikon” (siyaset bilen hayvan) kimliği üzerine vurgu yapmaktadır. Görüldüğü gibi, politika kurumsal olmaktan çıkarılıp insanlaştırılmıştır. Politik olmak, insanın kimliksel gerçeği haline getirilmiştir. Bu günümüzde sıkça kullanılan “insan doğuştan politikacıdır” tanımıyla daha uygun bir hale gelmiştir. Doğuştan politikacı olan insan yaşamını çatışma üzerine kurmuştur. Bu çatışmada sürecinde politik varlığını kanıtlar, öte yandan gerçek hayatta birer “mutlak” olasılık olan savaş karşısında da yaşamını politikayla belirler. İnsan, adeta yaşamını tuzaklar içinde sürdürür. Bu yüzden insan hep politik olmak zorundadır. Bu ilke her yerde geçerlidir. Eşimize, çocuğumuza ve kendimize karşı hep politik olmak zorunluluğu altındayız. Bu yaşamın tek kuralıdır. Burada artık “bizzat kendisinin kurdu” haline gelmektedir.
Politik kuşatılmışlıktan dolayıdır ki “11. savaş sürekli ve sınırsızdır”.
Tam burada bu zamana kadar söylediklerimize karşılık bir tezat kendini göstermektedir: “12. savaşı durduracak tek bir neden vardır ve bu taraflardan sadece biri için geçerlidir”. Bu bir “yenilgi” değildir. Bunu algılamadaki yeri “ölümdür”. Çok tabiidir ki nedenli politik varlık olursa olsun insan ölümlüdür ve kapitalizmde bunu kabul etmektedir. Çatışmaya dayalı ömre son verecek şey doğal bir ölümdür. Doğal dışı sürdürülen bu yaşam ilk kez doğallığı kabul eder. Çünkü hiçbir güç ölümün önüne geçemez de ondan. Kapitalizme karşı geliştirilen en “başarılı” insani söyle burada kendisine yer edinir. Bu doğal olmayan düzene karşı geliştirilen doğal olmayan ölümdür, yani intihardır. İntiharın, kapitalist düzende kabul edilmeyişinin nedeni savaşın ciddiye alınmamasından ileri gelmektedir. Savaşın ciddiye alınamaması bizzat bu düzenin geçersiz oluşunu kabul etmektir. Bunun için kapitalist söylem iki şey geliştirir. Birincisi, intiharı yasaklamakla kalmaz, ölümü inkar eden bir yaşam anlayışı geliştirir. İkincisi, ölümün değerini düşürür. Ölmek, insan yaşamında karşılaşacağı en büyük trajedi olarak anlam kazanır. İnsanın ölmekten adeta ödü kopar. Ama burada bir çelişki vardır: madem savaş “ölümü” içinde barındırıyorsa, neden “ölüm” dışlanılır? Bu durumda normal bir savaşta binlerce insanın ölümü olağan bir hal gibi kabul edilirken, neden birkaç kişinin ölümüne sebebiyet veren terör eylemi pislenmektedir? Bunun mantığı şu, biri amaçlı, diğeri ise amaçsızdır. Amaçsız olan politik söylemin (bizzat insanın) kontrolü dışındadır. Kapitalizm kontrolsüzlüğe asla tahammül etmez. Bir kontrolsüzlük varsa o bile kontrol altında olacaktır.
Bunun önüne geçmek için yine çatışmaya olanak tanınmaktadır: “13. Askeri harekat işleri yeniden kızıştırılarak bir süreklilik kazanılır”. Bu şunun için yapılır. İnsanın karmaşık bir dünya olduğu iyi bilindiğinden, insanı kontrolde tutacak gerekçelerin birden fazla oluşu ortadadır. İnsan dünyasal sorumluluğun yükümlülüğü altındadır. Bundan dolayı çoğu zaman insan kendisini başkaları için yaşar. Bu insana yakın olan “başkalar” insanın ailesi, eşi, dostu, çocuğu, ülkesi ve hatta köpeği bile olabilir. İnsanı bu başkaları karşısında kaygılandırmak için savaş söylemi kızıştırılır. Bu süreklilik insani kaygıları artırırken savaşın mutlaklığına ve insanın politikliğine bir kez daha meşruluk kazandırır.
İşte burada “14. işin içine bir kutuplaşma ilkesi” sokulmaktadır. Bu kutuplaşma her alanda yapılmaktadır. Bir kere insan kendisiyle kutup konumundadır.
Bu kutuplaşma ancak “15. saldırı ve savunma” durumunda ortadan kalkmaktadır. Eğitim burada önem kazanır. İnsan dünyasal bir eğitime tabii tutulur ve her daim öğrenir. Geçenlerde İngiliz “Sun” gazetesi bir araştırma yayınladı. Buna göre, günümüzde bir Londralının gazete ve televizyondan edindiği 1 günlük bilgini, ortaçağda yaşamış bir İngiliz 60 yıllık normal yaşamı süresince edinememekteydi. Bu korkunç bir bilgilendirme işlemidir. İşte bu “saldırı ile savunma” arasındaki kutuplaşmanın bir bilgi bombardımanı ile giderildiğini göstermektedir. artık burada insan savunmada, düzen ise saldırıdadır.
Ya tersi olursa, yani “16. savunma saldırıya üstünlük kazanırsa” ne olur; çok basit “savaş eylemi ertelenir”. Bunun için basit bir örnek verelim. Irak savaşında İngiltere savaşa girmek için kendi toplumuna karşı sürekli psikolojik baskıda bulundu. Yani hep psikolojik ve Saddam’ın dünyayı tehdit ettiğine ilişkin saldırgan bilgi bombardımanı gerçekleştirdi. Ta Londra’da yapılan son terör eylemlerine kadar. İşte burada çeşitli yöntemlerle bilgi saldırısına uğrayan İngiliz kamuoyu “Irak işgalini” sorgulamaya başlayınca, İngiliz yönetimi “savaş eylemini ertelemek” görüşünü devreye soktu.
Bunun yapılması “17. ikinci bir neden durumunun iyi bilinmemesinden” ileri gelmektedir.
Bu belirsizlik “18. savaşı mutlak kavramından daha da uzaklaştırıp onu bir ihtimaller hesabı haline getirir”. İşte savaşın ertelenmesi, herkeste bir “barış” anlayışını ortaya çıkarmaktadır. Aslında bu durum bir belirsizliktir ve bu belirsizliktir ki savaşı mutlak olma durumunda çıkarırken bir barış anlamını vermektedir. Aslında barış belirsizliğin ta kendisi durumuna konulmaktadır. Ortaya çıkan bu barış, aslında savaş için bir hazırlıktır.
İşte savaşı yeniden başlatacak şey ise “19. tesadüftür”. Çünkü “savaş tesadüfün en çok rol oynadığı faaliyet alanlarından biridir”. Bu şu demektir, savaş barışa son vermek için hep arayıştadır.
Bundan dolayıdır ki “20. savaş objektif niteliği ile olduğu kadar sübjektif niteliği ile de bir kumardır”. Bu aslında savaşa davettir. Çünkü kumarda kazanmakta var kaybetmekte. Herkesin kazanıp kaybedeceği bu savaş masası herkese açıktır anlamına gelmektedir. Bu durumda herkes kendisini göstermeyi yeğler. Çünkü kazanmaya ve kaybetmeye herkes kadar o da eşit mesafededir. İşte kapitalizmin dünyaya egemenlik gücü bu davetten ileri gelmektedir.
Bu da “21. insan zihniyle en iyi bağdaşan bir unsurdur”.
Ancak ne var ki “22. savaş ciddi bir amaca yönelikken ciddi bir araç” halini almaktadır. Yani kumar masasına ciddi bir amacınız varken oturabilirsiniz demektir. Bu aynı zamanda şu anlama gelir: ciddi amacı olmayan savaşı kendisi için ciddi bir araç olarak kullanamaz.
Ve yolun sonu: “23. savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir”.
İşte, “yenidünya düzeni” anlayışını besleyen bilmece: sürekli savaş. Ekonomik yapı, uluslar arası ilişki, doğal düzen (biyoloji) aklınıza gelebilecek her şeyi bu olgu, yani çatışma olgusu beslemektedir. Sabitlik asla söz konusu değildir, olmazda.
Irak savaşı öncesi ülkemizin solcu ve sağcı zevatı protesto amacıyla bir araya gelerek şöyle bir pankart açmışlardır: “Savaşma seviş”. Bu iki kavramın içinde bulunduğumuz dünya düzeni içinde aynı anlama geldiğini bilmiyor olmaları onların kabahati, ya filozofa ne demeli. Bunun için Foucault’un ünlü “iktidar neredeyse direniş de oradadır” önermesi Hegel diyalektiğinin yan yatırılmasından öte bir anlam taşımamaktadır. Bu da bizim halk ağzında şu anamla gelir: “karpuz uyuyarak büyür”.
2 yorum:
Clasuwitz maddelemelerini ve sonrasındaki göndermeler üzerine incelemeleri okuduktan sonra değişim ve sürekli savaş üzerine düşündüm.
Bu bana termodinamiğin ikinci yasası -entropi- yi hatırlatıyor.
Politik sisitemleri, yükselişleri ve çöküşleri, köleliği ve özgürlüğü, ekonomiyi ve gözle görülen refahı bu yasayla açıklayabileceğimizi düşünüyorum.
Tarih çevrimsel bir bozulma süreci odluğu fikri Yunanlıların toplum düzenini belirleyip Platon ve Aristo'ya en az değişim yaşayan toplumun düzeni bulacağına inandırıyordu.
Orta çağda bu değişimi yavaşlatma hevesi yükü tanrıya atmakla çözüldü. Tarihi tanrı yapıyordu.
Turgor 18.yyda sürekli değişimin faziletlerini anlattığında tarihin bir mühendislik çalışması olduğu fikrine gidiliyordu.
Descartes insana dünya gerçeğeini yağmalayarak efendi olmayı önerdi, Newton rakamlardan inşa ettiği mükemmel bir hesap cetveliyle çizdi düşündüğünü.
Buna rağmen kusursuz bir makina gibi işemiyordu hayat.
Bacon'un doğadan çıkardığı tanrıyı, Lock da toplumdan çıkardı. Sınırsız büyümenin filozofu oldu sonra.
Daha fazla maddi servet toplarsa daha düzenli bir hayat kurulur teziyle devam ettiler.
Bu tarih cetvelinde ilerledikçe değişen aslında bir çözüm bulma arayışıydı. Savaşılacak kavramların aranmasıydı ya da...
Doğaya, tanrıya, topluma, kendine , ötekine savaş açarak her dilimde başka rollerle başka rollerde çarpışarak savaşıyordu insan.
Düzen arayışı boşunaydı. Ekonmik, uluslararası, doğal düzen hepsinde bir hareket var aslında. Kendi içinde bir savaş ya da...Adına sürekli savaş ya da tarihin nefes alıp verişi diyelim evrenin harekete doğru eğlimi vardır ve "Kapalı sistemlerde, maddi entropi nihai olarak bir maksimuma varmak zorundadır"
Entropiden kasıt, kullanılabilir enerji farkı, maksimuma varış da düzensiz dizilişin arıtşıdır.
Termodinamiğin ikinci yasası (entropi) der ki;
"Evrenin toplam enerji muhtevası sabittir ve düzensizlik ve hareket devamlı artmaktadır!"
Sabit olan durum değil içinde bulunduğumuz sistemdir, tarih okunun ilerleyişi bu sistemin altından ısı verilmesi ve içindeki gaz molekülleirinin(insanların) enerjilerinin, hareketlerinin ve düzensizliklerinin değişmesidir.Savaş hep vardır. Savaşma seviş yerine savaşma öl desek bile ölüm de bir çürme sürecini başlatacağından yeni bir savaş açacaktır soğuyan tenle oluşan bakteri arasında.
SAVAŞ SÜREKLİDİR. YENİ DÜNYA DÜZENİ YA DA KİM DEMİŞ OLURSA OLSUN.
Okurlarımın sayısının çoğaldığı, ama yorumcularımın soyunun tükendiği dönemde sizden yorum almak çok güzel. :)
Her zaman beklerim...
Yorum Gönder