Vahyi kabul edenler için ilginç gelebilecek şekilde övgüyle (hamd) başlamış itiraflarına Aziz Augustinus daha da ilginci birçok noktada tipik bir skolastiğin yapacağı şekilde Onu Onun istediği şekilde övmenin yollarını arıyor olması.İnsan Yaratıcının "yaratan" olması için önemli koşullardan biri; kutsal kaynaklar bu anlamda modern bilimin aksine kronolojik bir saplantıya sığınmak yerine aşamalı bir olgunlaşmadan yana tavrını koyuyor ve "prometeyen insan" yerine "halife insanı" imliyor; hatta basbayağı gür bir şekilde haykırıyor.Her türlü eksikliğine,faniliğine günahkarlığına rağmen insan tam da belki bu yönlerinden dolayı Yaratıcının muhatap aldığı kutsal bir odak haline gelir ve insanın ağzıyla kendi Rabliğini tescil ettirir.İnsandan yana da durum çok farklı değil; o da kendisinden koptuğu, günah işleyerek düştüğü çoklu yanılsamadan tek hakikate geri dönme,ona tekrar eklemlenme yolunda onu her daim övmeye ve bir anlamda manevi gıdasını alarak beden hapishanesindeki direncini korumaya mecburdur. İnsan Yaratıcının kendisine yönelik yarattığı tek canlıdır zaten bu yönüyledir ki Yaratıcının temsilcisidir. Sınırlar içerisinde sınırsızlığa ancak bu kadar yakın olabilecek bir nitelikle donanmıştır. Ancak övgü için tanımanın-bilmenin gerekli olduğunu; bilmeden, tanımadan onun yerine bir başkasının çağrılabileceğini,onun tanınması yolunda da keyfi bir yol değil de "bildirilen" şekilde vahyin nüfuz ettiği doğrultuda bir yol tutturulması gerektiğini söylüyor muhterem Augustinus. Sen bize bildirildin paragrafın en sihirli cümlesi bu cümle ardından gelen oğul vurgusuyla birlikte Yaratıcının bilinmesi yolunda "oğul" u adeta vazgeçilmez bir "mutlak durak" haline getirmiş. Protestanlığın, metnin kendisini (incil) merkeze almasına kadar "oğul" vahyin ta kendisi ;bu anlamda "oğul" aracı bir put olarak düşünülmemelidir o yolun kendisini ışıklandıran kılavuzdur ve o kılavuz (gene başa dönerek) net bir şekilde vurgulandığı üzre insandır. Hristiyanlığın teslis şemasında oğula biçilen rol fazlasıyla merkezidir;hatta kimi durumda babayı ikinci plana düşürmektedir baba en üst makam olarak durumunu korusa da adeta statikleştirilmiştir. İnsan olan oğul diğer insanlarla üç aşağı beş yukarı anlaşmanın yolunu bulmuştur. İnsanı Yaratıcıya çağıran Yaratıcının belirlediği başka bir insandır. Bu anlamda metnin bağlamının da dışına sarkacak olursak denebilir ki hümanistlerin iddiasının tam da tersine olaraktan insanın en ciddi merkezileşme biçimi Yaratıcıya inanma şeklinde olmaktadır birisi özgürleştirme vurgusuyla başıboş bir sıkışma alanı inşa ederken öteki bağlanmanın ilerki düzeylerde nasıl bir sonsuz bir harekete dönüşeceğini bazen doğrudan bazen de batınî (ezoterik) bir biçimde dile getirir.
Çağırmanın kesin olarak gerektiğini dilimizin döndüğünce anlatmamızın hemen sonrasında başka bir sorun bizi beklemektedir eğer O bir yere gelecekse "nereye" gelecektir? Gene vahiyde defalarca dile getirildiği üzre O yeri ve göğü (hatta gökleri) yaratandır buradaki yer ve gökler yaratılan herşeye mekan olan alanı imler yani başkaca bir alan yoktur yaratıklar için Onun içinse böyle bir alanın olması söz konusu olamaz o halde O nereyi mekan olarak tutabilir? Augustinus için "ironi" veya dengi birşey var mı bilemem ama günümüzde böyle bir konuda düşünen insanın aklına bir mekâna sığmaya çalışan büyükçe birşey gelebilir. Yaratıcıdan bahsettiğimizde neyi kesin olarak bilebilirsek bunu da ancak o kesinlikte bilebiliriz aslında onun sığacağı (tabii ki bu sığma biçiminin nasıl olacağı üstünde sittin sene dursak fayda etmez) tek bir yer tarif edilmiştir: Ona inanan birinin temiz kalbi.Bu sığma biçiminde son derece ince olan nokta şudur ki onun sığacağı alanın genişliği değildir sorun,ancak temizliğidir. Ondan başka bir "şey" bulunamaz o kalpte yani temizliğin hemen sonrasında "tek" lik. Burada aklıma gelen herşeyi sistemli olarak sıralamaya kalksam zamanın bana fazlaca merhamet edeceğini sanmam dolayısıyla üstaddan biraz daha kopya çekeyim. Bu bölümde mekanın ruhuna ilişkin çok zekice çeşitlemeler mevcut. İnsanın neredeyse Yaratıcı kadar karmaşık olan "alanı" Yaratıcıdan yana olan belirsizliğin dengesini tekrar kuruyor. Hadi O yarattığına sığamadı diyelim (büyük ölçüde doğrudur) insanın derdi nedir peki? O yerin ve göklerin içindedir ama Yaratıcıyla temas ettiği andan itibaren onun için de mekan kalkar: Hem onun içinde hem onun için de! Yani tipik bir nesnellik ikisi için de aşılmıştır bu noktada iki öznedir karşımızda duran (belki de durmayan).
Şimdi dile getireceğimden o kadar da emin değilim ancak sanki Augustinus Sokratik bir metoda sahip: İfade ettiği şeylerin doğasında bir ayrıksılık var.Farklı zihinlerden bir aranjman yapıp onları ard arda sıralıyor ve sonunda kendi söylemek istediğine en yakın yerde sözü bitiriyor gibi. Ama onunki monolog; kendine başkalarının aklıyla ve ağzıyla sorup kendinde yeşertmeye çalıştığı Mutlak Akıl ile cevap veriyor. Yoksa sen bütün olarak her yerde varsın da hiçbir nesne seni bütün olarak sarmıyor mu? Soru kılığına girmiş bir cevaptır aslında Augustinus'un cevabıdır bu. Buraya varana kadar gene Tanrının nasıl yer tuttuğuna dair bir yığın ihtimali değerlendiriyor. Onunla dolmuş olan tüm yaratıklar onu içerirken onu sınırlamış mı olur yoksa zaten yaratıkların ona dair içerdikleri şey bizzat var olmaları mıdır? O hayat verense Onun dışındakiler de hayat alan dolayısıyla onun verdiğini alan, yani ondan birşey alıp ancak onunla "her ne ise o olan" dır. Ondan aşağıya doğru gelen bizi yukarıya götürür. Onun tenezzülü (alçalması) en iyi vahiyle açığa çıkar ki çok zaman vahyi de bizzat O "Kendisinden inen" olarak ifade etmiştir. Bizim Onunla kuracağımız irtibatın en sağlıklı parametreleridir aslında üstümüze dökülen ve bu yüzden bizi ayağa kaldırır yükseltir ilk maddi canlanma içinde ikinci bir manevi canlanma sağlar.
İşte bu en sevdiğim paragraf:Burada mükemmel olan; Augustinus'un, adeta vahyi taklit etmesi.Normal şartlarda yan yana gelmesi mümkün olmayan vasıf öbeklerinin Onda pek âlâ yan yana gelebileceğini gösteriyor. Onun doğaya dair her türlü tasarrufunun doğanın dışında ve mükemmel olan kaynağını, fiziksel olanın kavranmasında fizik ötesinin zorunlu olan gerekliliğini vurguluyor. İlişki kurmanın doğasında kuvvetle yer alan her iki tarafın da değişmek zorunda oluşu ilkesi Ondan yana işlemez oluyor. Daha önce mekana paralel olarak sorguladığı Tanrıyı burada zamana ilişkin sorguluyor aslında özellikle harekete ilişkin; ancak hareket eden için zaman vardır. Oluş bu anlamda harekettir ve Onun için oluş dolayısıyla hareket ve dahi zaman söz konusu değildir. Herkesin Kendisine bağlı olduğu, borçlu olduğu, muhtaç olduğu, herkesin her türlü duyguyu Kendisinden aldığı ama verdiği duyguların doğasında bulunan zaaflardan münezzeh olan, herkesi bir mekana sığdıran Kendisi maddi hiçbir mekana sığmayan, Kendisini denetleyecek hiçbir güç olmamasına karşın sanki denetleniyormuşçasına işini mükemmel yapan ve adeta hesap veren (vahyin doğasında insana mutlak buyurma değil aksine onunla anlaşma ona nelerin olup bittiğini iyice anlatma gayreti vardır) en güçlü şekilde seven (yaratışın temel motivasyonu sevgidir) ancak güçlü sevgilerdeki savruluş ve haddi aşan taşkınlığın aksine derli toplu ve dingin kalan hepsinden öte Kendisinden bütün bu çoklu biçimselliğin çıktığı tek ve mutlak Cevher hakkında ne söylenirse söylensin adeta birşey söylenmemişçesine merak uyandırmaya ve tüm bu çabaları (arama araştırma) kışkırtmaya devam edecektir. Hakkında söylenenler Onu anlama yolundaki beceriksizliğimizi ortadan kaldırmayacak olsa da üzerine konuşmaya değer tek Hakikat O'dur. Onun hakkında susup da başka her konuda konuşanlar aslında hiçbir ses çıkaramayan gevezelerdir.
Çağırmanın kesin olarak gerektiğini dilimizin döndüğünce anlatmamızın hemen sonrasında başka bir sorun bizi beklemektedir eğer O bir yere gelecekse "nereye" gelecektir? Gene vahiyde defalarca dile getirildiği üzre O yeri ve göğü (hatta gökleri) yaratandır buradaki yer ve gökler yaratılan herşeye mekan olan alanı imler yani başkaca bir alan yoktur yaratıklar için Onun içinse böyle bir alanın olması söz konusu olamaz o halde O nereyi mekan olarak tutabilir? Augustinus için "ironi" veya dengi birşey var mı bilemem ama günümüzde böyle bir konuda düşünen insanın aklına bir mekâna sığmaya çalışan büyükçe birşey gelebilir. Yaratıcıdan bahsettiğimizde neyi kesin olarak bilebilirsek bunu da ancak o kesinlikte bilebiliriz aslında onun sığacağı (tabii ki bu sığma biçiminin nasıl olacağı üstünde sittin sene dursak fayda etmez) tek bir yer tarif edilmiştir: Ona inanan birinin temiz kalbi.Bu sığma biçiminde son derece ince olan nokta şudur ki onun sığacağı alanın genişliği değildir sorun,ancak temizliğidir. Ondan başka bir "şey" bulunamaz o kalpte yani temizliğin hemen sonrasında "tek" lik. Burada aklıma gelen herşeyi sistemli olarak sıralamaya kalksam zamanın bana fazlaca merhamet edeceğini sanmam dolayısıyla üstaddan biraz daha kopya çekeyim. Bu bölümde mekanın ruhuna ilişkin çok zekice çeşitlemeler mevcut. İnsanın neredeyse Yaratıcı kadar karmaşık olan "alanı" Yaratıcıdan yana olan belirsizliğin dengesini tekrar kuruyor. Hadi O yarattığına sığamadı diyelim (büyük ölçüde doğrudur) insanın derdi nedir peki? O yerin ve göklerin içindedir ama Yaratıcıyla temas ettiği andan itibaren onun için de mekan kalkar: Hem onun içinde hem onun için de! Yani tipik bir nesnellik ikisi için de aşılmıştır bu noktada iki öznedir karşımızda duran (belki de durmayan).
Şimdi dile getireceğimden o kadar da emin değilim ancak sanki Augustinus Sokratik bir metoda sahip: İfade ettiği şeylerin doğasında bir ayrıksılık var.Farklı zihinlerden bir aranjman yapıp onları ard arda sıralıyor ve sonunda kendi söylemek istediğine en yakın yerde sözü bitiriyor gibi. Ama onunki monolog; kendine başkalarının aklıyla ve ağzıyla sorup kendinde yeşertmeye çalıştığı Mutlak Akıl ile cevap veriyor. Yoksa sen bütün olarak her yerde varsın da hiçbir nesne seni bütün olarak sarmıyor mu? Soru kılığına girmiş bir cevaptır aslında Augustinus'un cevabıdır bu. Buraya varana kadar gene Tanrının nasıl yer tuttuğuna dair bir yığın ihtimali değerlendiriyor. Onunla dolmuş olan tüm yaratıklar onu içerirken onu sınırlamış mı olur yoksa zaten yaratıkların ona dair içerdikleri şey bizzat var olmaları mıdır? O hayat verense Onun dışındakiler de hayat alan dolayısıyla onun verdiğini alan, yani ondan birşey alıp ancak onunla "her ne ise o olan" dır. Ondan aşağıya doğru gelen bizi yukarıya götürür. Onun tenezzülü (alçalması) en iyi vahiyle açığa çıkar ki çok zaman vahyi de bizzat O "Kendisinden inen" olarak ifade etmiştir. Bizim Onunla kuracağımız irtibatın en sağlıklı parametreleridir aslında üstümüze dökülen ve bu yüzden bizi ayağa kaldırır yükseltir ilk maddi canlanma içinde ikinci bir manevi canlanma sağlar.
İşte bu en sevdiğim paragraf:Burada mükemmel olan; Augustinus'un, adeta vahyi taklit etmesi.Normal şartlarda yan yana gelmesi mümkün olmayan vasıf öbeklerinin Onda pek âlâ yan yana gelebileceğini gösteriyor. Onun doğaya dair her türlü tasarrufunun doğanın dışında ve mükemmel olan kaynağını, fiziksel olanın kavranmasında fizik ötesinin zorunlu olan gerekliliğini vurguluyor. İlişki kurmanın doğasında kuvvetle yer alan her iki tarafın da değişmek zorunda oluşu ilkesi Ondan yana işlemez oluyor. Daha önce mekana paralel olarak sorguladığı Tanrıyı burada zamana ilişkin sorguluyor aslında özellikle harekete ilişkin; ancak hareket eden için zaman vardır. Oluş bu anlamda harekettir ve Onun için oluş dolayısıyla hareket ve dahi zaman söz konusu değildir. Herkesin Kendisine bağlı olduğu, borçlu olduğu, muhtaç olduğu, herkesin her türlü duyguyu Kendisinden aldığı ama verdiği duyguların doğasında bulunan zaaflardan münezzeh olan, herkesi bir mekana sığdıran Kendisi maddi hiçbir mekana sığmayan, Kendisini denetleyecek hiçbir güç olmamasına karşın sanki denetleniyormuşçasına işini mükemmel yapan ve adeta hesap veren (vahyin doğasında insana mutlak buyurma değil aksine onunla anlaşma ona nelerin olup bittiğini iyice anlatma gayreti vardır) en güçlü şekilde seven (yaratışın temel motivasyonu sevgidir) ancak güçlü sevgilerdeki savruluş ve haddi aşan taşkınlığın aksine derli toplu ve dingin kalan hepsinden öte Kendisinden bütün bu çoklu biçimselliğin çıktığı tek ve mutlak Cevher hakkında ne söylenirse söylensin adeta birşey söylenmemişçesine merak uyandırmaya ve tüm bu çabaları (arama araştırma) kışkırtmaya devam edecektir. Hakkında söylenenler Onu anlama yolundaki beceriksizliğimizi ortadan kaldırmayacak olsa da üzerine konuşmaya değer tek Hakikat O'dur. Onun hakkında susup da başka her konuda konuşanlar aslında hiçbir ses çıkaramayan gevezelerdir.
İslâm geleneğinde kabir meleklerinin ölen kişiye "Rabbin Kim?" diye sorduğu kabul edilir. Tasavvuf üstadlarından Bâyezid-î Bistami' nin "Kimin kuluyum" diye cevap verdiği hikâye edilir. Augustinus'un buradaki tavrı belki de bin yıllardır süregelen irfan geleneğine son derece uygun düşmektedir. Sahip olmak, sahip çıkmaktan önce sahip olunmak, sahip çıkılmak burada çok naif bir paslaşma söz konusudur Tanrı insanı muhatap alarak Kendi makamını insanın ağzıyla onaylamak ister olgunlaşmış irfan sahibi insan ise Onun tenezzülüne aynı tenezzülü tekrarlayarak karşılık verir. İnsan Tanrının yaratıcılığına sahip çıkar ancak bu sahip çıkışının değer kazanması için Tanrının da kendisine "insan" olarak sahip çıkmasını ister.(Modern dünyanın değerleri arasında birey olmak sanki kul olmaktan daha üst seviyede bir "kendine sahip çıkma" olarak algılansa da son kertede bunun belirsiz bir menfez hediye etmekten öte anlam taşımadığı açıktır.) Her nedense Tanrı ile kurulan ilişkinin itaat ve teslimiyet biçiminde olması modern zihinlerde katı bir tutsaklık şeklinde belirse de aslında bu durum kişinin kendi olmayan parçasından sıyrılarak "Kendisiyle" buluşmasından başka birşey değildir.Asıl ölüm doğarak bu dünyaya gelmekse (her türlü eksiklik içinde sınırlı bir varoluş) asıl doğum ölerek sınırlardan kurtularak Ona kavuşmaktır yani üstad Augustinus'un lâtifane buyurduğu gibi "ölmemek amacıyla yüzünü görebilmek için ölmek istiyorum"
Onun tarafından sahip çıkılmak istense de kusurlar çoktur ve ona layık olmamanın korkusu sevginin yoğunluğuna paralel artacaktır. En üst makamdaki misafiri ağırlamak için yoğun bir hazırlık gereklidir,aslında bu gereklilik gelecek olandan talep edilmemektedir ama ağırlayacak olan Onu kendinden bile sakındığı kıskandığı için deli divane olmaktadır takva diye terimleşmiş bulunan bu hâl korkudan ziyade sevgiye yakındır bu yoğunlukta bir sevgiyi barındıran kişi "nasıl olsa biz onu ağırlayamayız aman boş ver" diye düşünemez bu durum tipik bir "varamasam da yolunda ölürüm" algılayışını içerir. Mekâna dönecek olursak Onun geldiği yerde Ondan gayrısının barınamayacağının bilinciyle ciddi bir temizliğe girişilir. Bu temizlik bitmez: Kişi için, ne olursa olsun yarım bir temizlik olarak kalmaya mahkumdur. İşin fevkalade sevimli paradoksu şudur; temizliğin yarım kalacağı kesindir bu kişi tarafından bilinir ancak bu onun inanılmaz bir motivasyonla temizliğe kalkışmasını engellemez yeterince olgun olmayan insanlarda bu bilgi son derece zararlı bir hâl alır ve densizlikle atbaşı bir gevşekliğe neden olur Onun sahip çıkmasına mazhar olmak için manevi mekândaki temizlik çabası sarsılmaz ve sürekli olmalıdır. Onun sahip çıkışı sahip çıkılma arzusuyla denklik taşır. Onun huzurunda olmayan herhangi birşeyden bahsedilemeyeceği için temizlik yetersiz olsa da hatalar hadsiz bir çoklukta insanın her yanını sarsa da ondan yüz çevirmek başka bir merciye başvurmak imkânı yoktur.
Ona başvurmak tek yol olduğundan ve kusurlardan tamamıyla kurtulmak mümkün olmadığından bol bol af dilemek olgun bir insanın yapacağı en iyi şeydir. İnsanın tuhaf ve abuk sabuk her türlü eylem biçimine tanıklık ettiği halde onu aşağılamayan ve ona her durumda kucak açan sadece Tanrıdır. Dünyaya gelmesinde insana aracılık yapan anne ve babasının bile Onun sağladığı imkânlara başvurmaksızın kendi katkılarını kaliteli ve sağlıklı bir şekilde sürdürmeleri mümkün gözükmemektedir.Öyle ki bebeğin ilk birbuçuk iki yıl en temel besini olan sütün miktarına bile annenin müdahalesi yoktur. Tanrının hediyesi olan bebeğe gene Tanrının hediyesi olan süt Tanrının insana yüklediği en yoğun duygusallık biçimi olan annelikle ve ona en uygun enstrüman olan memelerle en ölçülü şekilde ulaştırılıyordu. Buradaki iyilikler dizisi ve onun kesin kaynağı olan Tanrının iyiden iyiye vurgulanmasıyla Onun insan üstündeki etkisi ve verdiklerinin, Ona sığınmak için yeterli bir gerekçe sağladığı dahası zaten Ondan başka veren olmadığı için tek yetkilinin de zaten O olduğu hatırlatılıyor. Üstad Augustinus, Efendisinin karşısındaki sorumluluğunun,muhataplığının izini sürmeye koyuluyor ve ilkin taleplerini dile getirmede kullandığı ağlamasını ilkel bir dile benzetiyor. Bebeğin belirsiz dilinin günümüzde bile yeni yeni çözülmeye başlandığını düşünürsek o dilin gerçekleri yansıtmadığını söylerken pek de haksız sayılmaz. Bebeğin ölçüsüzlüğüne duygularının ve davranışlarının hamlığına ve davranışlarındaki içgüdüselliğin yoğunluğuna da değiniyor ve gene onun yetişkinler karşısında elindeki sınırlı malzemeyle bile olsa nasıl parlak bir zafer kazandığını belirtiyor. İnsanın hayatındaki pek kısa bir dönem olarak bebekliğin de geçip gittiğini hatta öldüğünü bu durumda insanın kademe kademe azaldığını oysa Tanrının tüm zamanı yöneten olmasıyla bu azalmanın eskimenin ölmenin nasıl da dışında durduğunu görüyoruz. Bebekliğin bitimiyle çocukluk ve onun bitimiyle de yetişkinlik başladığına göre yani her biri ötekinin hem sonu hem başı olduğuna göre bebeklik neyin sonu ölüm neyin başlangıcı? Öncesiz ve sonrasızlık yalnızca Tanrının özelliği onun dışındaki herşeyin bir başlangıcı ve sonu var öyle ise hamilelik ile bir maddeye dönüşen somut hale gelen insan için bundan önce farklı bir kademe var mı? Yoksa bunları düşünmek fazlasıyla yersiz mi, bize düşen sınırlı oluşumuzu kabul edip sonsuz ve sınırsız olanı övmek mi? Tanrı bilme çabasını yadsımaz ama kimsenin bu çaba içinde sıkıntı batağına gömülmesini de istemez herkes kendi gücü doğrultusunda bu çabayı sürdürmelidir. En sıradan insanlar bile etraftaki verilerden hareketle çıkarsama yaparak bazı şeyleri kendileri için daha anlaşılır kılabilmekteler. o halde biz de nasıl ortaya çıktığımızı işaretler aracılığıyla bulabilir miyiz? Belki de bulamayız aslında tipik bir simetri metoduyla ölüme dair olan belirsizliği doğuma da taşıyabiliriz. Batının batısıyla doğunun doğusunun aynı olması gibi ölümün ölmesiyle doğumun doğması mümkün mü? Tanrı katında yaşadığımız ve yaşayacağımız herşey aynı an içinde ise bebekliğin öncesine dair merakımız yersiz O değil mi ki binlerce farklı topluluğu sahneye çıkardı ve sonra onları kaldırıp yerine bizi koydu ve yarın bizi de bir başkasıyla değiştirecek. (Augustinus bunları yaklaşık 1600 yıl önce yazmış bu bile yeterince ilginç değil mi?) İrfan arayışı zorlu bir yolculuktur ve bazen insan bunca farkındalığı bir kenara bırakıp eski cahil günlerine dönmeyi isteyebilir bu durumda Tanrıya koşulsuz inanıyor olmak bunca soru ve sorunla boğuşmaktan iyidir.
Bu bölümde bebekliği, bir bilinmeyen,karanlık dönem olarak kurcalamaya devam ediyor. Hristiyanlıkta yer alan günahkâr doğma dogması belki onun bu durumu fazlasıyla kurcalaması için yeterli bir faktör oysa tuhaf olan günahı kesin olarak kabul etmesine rağmen onu Tanrı ile irtibatlandırmaması. Bebeğin memeye saldırmasıyla yetişkin bir insanın yemeğe saldırması arasında ciddi bir benzerlik bulması fazlasıyla zorlama gibi birinde salt içgüdüsellikten bahsetmek mümkünken ötekinde devreye zihin girdiğinden kişi zihinsel bir süreç ile beraber eyleme kalkar ve duruma göre eylem ölçülü ya da ölçüsüz olabilir. Belki de burada denemeye çalıştığı şey Tanrısal zamansızlığı insana uydurmaya çalışmak bebeklikten ölüme tüm devrelerdeki davranış modellerini eş bir prensibe monte etmek. Bebeğin buyurganlığını yetişkin insanın buyurganlığındaki iktidar fetişiyle eşitlemek ne olursa olsun nafile ve anlamsız bir çaba gibi geldi bana bu yönüyle bölümler arasındaki en zayıf halkanın burası olduğunu söyleyebiliriz.Kedilerin meme mücadelesi ile bebeğin süt kardeşiyle yaptığı mücadele arasında en ufak farklılık yok bana göre. İnsan her ne kadar Tanrının muhatap aldığı en üst kademedeki varlık ise de bu onun gözünü açtığı andan itibaren davranışlarının kesin sorumlusu olduğunu göstermez. İnsanın olgunluk serüveni doğumuyla başlar herşey ona verili olsun ya da sonradan verilsin fark etmez ister bunları azar azar hatırlayarak istersen dışarıdan depolayarak kendisini inşa eder ilerde belli içgüdüsel hareketlerden vazgeçecek olması onun yapıldığı zaman diliminde kötü olduğunu göstermez ayrıca bu Tanrısal merhamete de terstir. Eylemlerine dair hesap vermesi için iradesinin eylemlerinin derininde yatan ahlâki seçeneğe elverişli hale gelmesi gerekir. Hayatın ilk dönemine dair saplantılı sorgusu devam ediyor Aziz Augustinus'un ancak ciddi sıkıntılar çekerek Tanrıya son bir hamle daha yapıyor onun bebeğe verdiği tüm vasıfları sağladığı tüm yetenekleri bir bir sayıp döküyor ama dışardan gözlem yaparak yaptığı kıyaslarda çok başarılı sayılmaz Augustinus karanlıktan çıkaramıyor kendisini hesaplaşması bir yönüyle yarım ve zayıf kalıyor ille de masum olmadığını haykırıyor ille de bebekliği karanlık alanda konumlandırıyor ve sonunda pes ediyor sanki bu biraz Wittgenstein'ın bilinmeyene dair tercih ettiği sükûta benziyor. İyi ki de öyle oluyor.
Ord. Prof. APAŞ PAŞA
Emekli eskataloji uzmanı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder