Pazartesi, Ocak 22, 2007

Kavramlar Tarihine Giriş


“Kavram ne iş görer?”; veya “kavram neye yarar?” tarzında bir soru, düşünce tarihçilerine cahil cesaretini gösteren bir davranış gibi görünmektedir. Bu, onun için “konuşmak ne işe yarar” mealinde bir soruya benzer. Ancak düşünmeyen toplumlar listesinde yer aldığımıza göre, cahilliğimizi tek silahımız olarak kullanmakta bir sakınca görülmemektedir.

Her şeyden önce, kavram ancak düşünen ve bilgi üreten toplumların ihtiyacını karşılamaktadır. Kavram, bilimsel erkin elinden bırakmadığı “Musa asası” ve dönüştürücü gücüdür. O, büyülü bir çubuktur. Yaratmak ve yok etmek gücüne sahiptir. Tanrı’ya özgü, ve de tanrısal bir direniştir. Kavram, her şeyden önce bir başlangıçtır. Mevcut olmayan, ama mevcudiyeti içinde taşıyan bir şeye başlangıç. Kavram, varlıklar alanına doğrudan çıkıştır.

Türkçe’de “kavram” sözcüğü içine almak, kapsamak anlamında “kav” kökünden üretilmiştir. “Kav”, Eski Türkçe’de “bir şeyi bütün halinde örten dış ve koruyan üst kısım” depektir. Vücudun üst kısmını saran deri, ağacı çevreleyen kabuk gibi. Kavçak/Kapçak sözcükleri ve bir boy adı olan Kıpçak adı buradan doğmuştur. Tanım olarak “kavam” sözcüğün tarihi, 1930’lardan öteye gitmez ve genelde Fransızca’da “nosyon”, Klasik İslam bilimlerinde “mefhum” ve bir anlamda “meal” ve “mezmun”, bazen de dar anlamda Batı literatüründe sıkça geçen “terim”e karşılık gelmektedir. Kavram, birbiriyle ilişkide olan, aynı olmasa bile benzer türden söylemlerin tekilleşen adıdır. Bu, adıl olma özelliği onun söylemsel bütünleştirme yetkisini kendinde taşıdığını göstermektedir. Kavram konuşmaz; düşünceyi döven dalgalar ritmi oluşturur.

Kavram, her şeyden önce kelimedir. Bir kelime oluşu, onun dile gelir bir şey olduğunu ve dilsel bir şey olduğunu gösterir. Dile gelir ve dilsel olması, onun varlık türünden bir şey olduğu anlamını vermektedir. O halde, kavram derken bir varlığın dilsel bir tanımını kastetmekteyiz.

Mehmet Ali Kılıçbay’ın ünlü Annales Okulu’nun kurucusu Lucien Febvre’den yaptığı “Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler” adlı makaleler toplusunun Önsöz’ünü okumak yüz kızartıcıdır. Çevirmen, özetle yüzünü kendi toplumuna (aslında okuruna) dönerek “Biz bu işte hiç yokuz” der. O, kavramları, her dil içinde birer aile olarak görmektedir. Ancak bizim dilimizin böyle soyağaçları yok. “Çünkü” – diyor – “biz bu kavramların doğacağı, ihtiyaç haline geleceği ortamları yaratmadık. ... Çünkü biz kavramların içerik ve anlamlarının değişebileceğine hiçbir zaman inanmadık”. Aslına bakacak olursak biz asla kendi dilimize inanmadık. Bu, bizim kendi dilimizi bilmediğimiz gibi, kendi dilimizde anlaşamadığımız anlamına da gelmektedir.

İnsan türünden bir varlık olmak için, her şeyden önce onun bir dilinin olması gerekmektedir. Ve her insan, konuştuğu dilin mensubudur. Dil, bize, hatta kendimize ait olan en yakın şeydir. “Dil, varlığın evidir” (Heidegger).

Bir kavram içerdiği şey değildir; örttüğü şeydir. Kavram, dilin örtülü noktalarıdır. Dilsel mahremiyet alanlarıdır. Dil, açımlananbilir bir yığın içerik alanları oluşturan kapalı kutucuklara bölünmektedir. Bu kutular aynı türden açımlamalı özellikleri bir arada tutan kavmaları noktalamaktadır. Aksi takdirde bir dilin konuşulabilir olması olanaksızlaşırdı. Kavram, dilin güç odaklarıdır. Bir dilin gücünü kavramak için, onun kavramlar yığınını görek geremektedir.

Söylem olarak “kavram”, yani günümüzde kullanılabilir anlamıyla en fazla XV. Yüzyılda ortaya çıkmıştır. Ancak ondan önceki dönemlerde de kavramlar vardı. Ancak bu kavramlar “tartışılır” ve “metinsel topluluklar” değildir, daha çok iştisel ve inançsaldır. Aslında dinsel metin (vahiy) tümüyle kavrama dayalı tek yanlı bir diyalogdur. Tanrı’ya inanmak için işitsel mefhumlar bütünüdür. Bütün kitabi dinler kavrama dayalı “inançsal topluluklar” oluşturmaktadırlar. Ancak “inançsal toplulukların dili” (kavramları) tartışılır değil, açıklamalıdır. Ve bu kavramlar tartışılabilir olanı değil, taşınabilir (ödev ve yükümlülük olarak) olanın içeriklerini oluşturmaktadır. Bu, dinde kavramıların söylemlerden önce yaratılmasından ileri gelmektedir. Ancak, çağdaş düşünce de önce söylem yaratılmaktadır. Tıpkı, “kapitalizm” kavramının ancak XX. Yüzyılda bir kavrama dönüşmesi gibi. Bütün bir, XVIII, XIX yüzyıllar gibi en kapitalist dönemler “kapitalizm” kavramı olmadan kapitalist çağlar olarak yaşanmıştır. Yani kavram olarak kapitalizm, kapitalizm tarihinin ancak kabuklaştığı sırada doğmuştu. Oysa, İslam, din olarak doğmadan önce de vardı. Bu bize, kavramların doğaüstü ve doğal iki alanını; daha çağdaş bir ifadeyle işitsel (inançsal) ve tartışmacı (olgucu) iki temelinin olduğunu göstermektedir.

İnsanın varlık biçiminde sözün bir içgüdü olup olmadığı tartışılmaktadır. Tarih, konuşmayan bir topluluğa hiç tanıklık etmemiştir. Karşımıza çıkan bütün konuşmama türleri ancak susma türünden eylemler olmuştur. Susma eylemi ise, bir konuşmama tür olmayıp, konuşmaya gereksinim duymama biçimidir. Aslında bu konuşmayı aşma veya en ideal konuşma örneğidir. Seslenme veya sese bağlı olarak yapılan her eylem konuşmanın sınırları içine girmektedir. Bu durumda konuşmayan bir şey yoktur denilebilir. Konuşmak için bir şeyi bütün bir şekilde insanlarda olduğu gibi seslendirmek gerekmez.

Kavramlar aynı zamanda yanıltıcıdırlar. Biz çoğu zaman günlük yaşamımızda kavramın ve kelimenin işitsel yönüyle irtibat kurarız. Yani sözcüğe kendi inançsal niyetimize dayalı bir anlam kükleriz. Oysa kavram bizim onu konuştuğumuzdan daha farklı bir şeydir. Bir kavramın ne olduğunu kavramak için bir kavram seçmek ve onun üzerinden hareket etmek daha doğru olacaktır. Bunun için hiç karmaşık olmayacak bir kavram, örneğin “ÇALIŞMA” üzerinde duralım. Dilimizin sözük dağarcığında “çalışma”, “çalışmak” filinin kökeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine bunun gibi Türkçemizde “çalışıp uğraşmak”, “çalışıp elleşmek” gibi deyimler bulunmaktadır. Bugün günlük konuşma dilimizde “çalışma” kavramına olumlu anlamlar eklemekte ve bu kelimeyi hayırlı bir uğraşın karşılığı olarak tanımlarız. Kötü amaçlı bir “çalışma”da dahi “başarının” veya bir sonucun yattığını söyleyerek yine onu olumluya bağlarız. Oysa dilimizde “çalışma”, “çal”ın işlemsellik kazanmış bir oluşumudur. Bunun karşılığı “zahmet”tir. Ancak bizde çalışma kelimesinin tarihsel seyri birden fazla kırılma geçirmiştir. Bu sözcük uğraş gerektirir bir eylem olarak XIX, hatta XX. Yüzyılda dilimize girmiştir. Aslında çalışma sözcüğü, askeri ve hatta politik bir kavramdır. Dilimizde bile çalışma olarak “çal” askeri bir uğraşın ifadesidir. Bir şeyi icra anlamında “çal” (saz çalmak) bile bir zorlamayı (hırsızlık anlamında “çalmak” da bir zorlamadır) açımlar. Latince’de kelimenin karşılığı “tripaliare”dir. Tripaşiare, sözcüğü “palium”dan türetilmiştir. Palium, Hint-Avrupa dillerinden dilimize giren “pala” sözcüğü olarak da karşımıza çıkmaktadır. Palium veya pala “üççatallı” demektir. Buradan çalışma olarak tripalium sözcüğü üretilmiştir. Anlamı “üççatallı ile işkence yapmak” demektir. Üççatallı pala, genelde toprak işlerinde kullanılmaktadır. Ayrıca askeri amaçla kullanılan bir silahdır da. “Çalışma”, bu şekilde “zahmet”in karşılığına dönüşmüştür. Biz burada sözcüğün etimolojisinden değil, söylemsel tarihinden söz etmekteyiz.

Latince’deki “tripalium” sözcüğü Fransızca’da iki sözcüğün ortaya çıkışına neden olmuştur: “Labourer” anlamında “toprağı işlemek” ve “ouvrer” anlamında “iş yapmak”. Bu ikincisi daha sonra “kadınların yaptığı işler” için kullanılacaktır. Ancak bütün bir ortaçağ boyunca Avrupa’da “çalışma” sözcüğü “sıkıntı, bitkinlik, acı ve aşağılanma” anlamlarında kullanılmıştır. Örneğin, Bossuet, “kilise, ölenler karşısında duyduğu mümin çalışmayla” derken “üzüntü ve kaygı”dan söz etmektedir.

Çalışma kavramının, Avrupa’da kutsal bir tanıma dönüşmesi kilisenin tarihiyle yakından ilgilidir. Manastırların geniş toprakları ele geçirmesinden sonra insanların “nefislerini” öldürmek için bazı çile yöntemleri aramaya başladı. Köylü bir topluluk için en iyi çile, manastır toprağında karşılıksız çalışmaktı. Böylece, çalışma, “kendi kendini yenmenin” bir yöntemi olmuştur. “Üççatallı ile işkence” aslında “kendi kendini yenmenin” çabasıydı. Çünkü burada, kendi adına hiçbir kazanım bulunmuyordu. Sadece nefsi yenmek için Tanrı adına kilise için karşılıksız çalışma gerekirdi. Örneğin, Ortaçağ Avrupa’sında bazı üreticilere “kunduracılar” denildiğinde onlar bu kelime ile kendilerin aşağlanmış hissederlerdi. Bu aslında, Doğu’da da böyle idi. Çalışma, Doğu toplumlarında da avamın uğraştığı bir iş olarak görülmekteydi. Bundan dolayı, Selçuklulardan Osmanlıların son dönemine kadar zaanatçı hep avam sınıf arasında görülmüştür. Bu “çalışmanın” basit insanlara özgü olduğunu göstermektedir.

Çalışma’nın olumlu bir anlam kazanmasına XVIII. Yüzyıl Avrupasındarastlanılmaktadır. Bunda Emek, Sermaye ve Yetenek kavramlarının gündeme girmesi etkendi. Çünkü “çalışma”nın, kapitalist söylem içinde “ne denli zahmetli olsa da insana özgürlük verdiği” düşünülmeye başlanmıştır. Zira, burjuvazinin başarısı çalışmayla özgürlüğünü sağlamaya dayalıydı. Ancak, genel anlamda “çalışma”ya çok daha geniş ve olumlu bir anlam yükleyen sosyalist söylemler olmuştur. Hatta sosyalist söylem onu bir sınıf olarak (çalışanlar, emekçiler) telakki etmiştir. Sosyalist söylemin “çalışanlar” dediği kesim bütün uğraşlarına rağmen sefalet çeken sınıftı. Bu yüzden sosyalizm “çalışmanın örgütlenmesini” istiyordu. Bayer 1848 yılında kendi kitabına “İşçilerin Durumu ve Çalışmanın Örgütlenmesi Yoluyla İyileştirilmesi” adını vermiştir. Aslında bu, emekçinin, burjuvazinin kendi çalışmasına biçtiği değerin onun çalışmasına da gösterilmesini istemesiydi.

Çalışmayı en ideal biçimde yücelten dönem kuşkusuz Rönesans olmuştur. Rönesans “el emeğini yüceltmeye”, ona “alın teri” anlamını kazandırmaya çalışmıştır.

Göçebe Türk toplum anlayışında da “çalışma” olarak “toprağı işleme” aşağılık bir insan kimliğinin uğraşıydı. Çingiz Han yasasında “dört eliyle çalışan insan insan olamazdır” biçiminde bunun tam bir tanımına rastlamaktayız. İslam dininde çalışma yüceltilse de, İslam tarihinde çalışan insan yönetilen insan, hatta yönetilmesi gereken insan grubu içine girmiştir. Bugün dahi, bizim devlet anlayışımızda “çalışan kesimle”, yardıma muhtaç, durumu sürekli devletin dikkatinde olması gereken kesim kast edilmektedir. Buna karşılık Batı, çalışmanın verdiği aşağılanma artık insanın üzerinden kaldırılmıştır. Çalışmayı artık insanlar makinelere yüklemişlerdir. Bazı Batılı aşırı hayalci yazarlarda görülen makinenin bir zaman gelip insandan intikam alacağına ilişkin düşünce, çalışmayla insanın makinelere biçtiği aşağılanmışlığa dikkat çekmektedirler.

Böylece, dilimize, sanki kendi anlamına kayıtsızmış gibi dolanan “çalışma” kavramının küçük bir araştırma ile ne denli geniş bir tarihsel tanım içerdiği görülmektedir. Kavram tarihinden söz ederken, işte bunu kastetmekteyiz. Kavram onu anlamadığımız sürece bizim konuşmak için ona sahipmişiz hükmüyle yaşamımıza olan inancımızı yansıtacaktır; ancak onun anlamını öğrendiğimiz zaman işte o zaman, bizim yaşamımızın kavramların hükmüne ne denli bağlı olduğu anlaşılacaktır. Belkide kıyamet sonrası için yapılan bir yorumda “insan susacak dili konuşacaktır” ibaresinde susacak olan bizim bilinçsizce varlığımızın bir gereği olarak sarfettiğimiz kelimeler, konuşacak olan o kelimelerin gerçek anlamlarıdır.

Hiç yorum yok: