Pazar, Ocak 21, 2007

B. Garipoğlu Hikayeleri 12

kısa devre depresyon

Bu değildi gelmek istediği yer; midesini tıka basa doldurup ona ait büyük ve gösterişli masanın gerisindeki heybetli koltuğunda kendinden, çevresindeki yapaylıktan,yaşam biçiminin sıradanlığından -çürütücü ve şaşaalı sıradanlığından-her gün üst üste yığılan, sonunda bütün anlamını para kazanmak, yine ve daha fazla kazanmak,bu parayı harcayacak yeni çılgınlıklar icat etmek,kimsenin gitmediği egzotik yerleri görmek,denemediği,bedeninin sınırlarındaki zevkleri tatmak,bunları dost,arkadaş ortamlarında ağzında yayvan ve tiksinti uyandıracak bulantı dolu bir sırıtışla,hasetten kıyılan bakışların altında zehirli,öldürücü bir hazla anlatmak,her doğan günü bir ölüm kalım savaşı gibi yaşamak;işte bunlar değildi bir zamanlar hayalini kurduğu şeyler,sahi nasıl gelmişti ki buralara,ara sıra bunu düşünür,sonra düşünmenin de anlamını unutur ya içkinin,ya diğer uçurum gibi zevklerin karanlık ve yapışkan kuyusuna kendini sessizce bırakırdı... Kırkını aşmıştı çoktan. Şakakları bembeyaz olmuştu, kadınlar onun bu halini daha çok beğeniyorlardı kuşkusuz ama artık onlardan da bir beklentisi kalmamıştı,sonunda her şey kendi çıkmazını yanında getiriyordu,hiçbir haz sonsuzca sürmüyor,yıkıcı bir tekrar,bunaltıcı bir bıkkınlık insanı bomboş bir anlamsızlık duygusuyla baş başa bırakıyordu,vücudu da yüzü de eskiyordu işte,göz altları torbalanmaya başlamış,göbeği de günden güne irileşmişti.Bir arkadaşı küçük bir cerrahi müdahaleyle yüzündeki problemlerin giderilebileceğini,iyi bir doktor tanıdığını söylemişti,göbek işi kolaydı;tanınmış,ünlü bir diyet uzmanı sorunu bir kaç haftada çözebilirdi... Bazen, bu zevkli döşenmiş,büyük bürosunda, öğleyin lezzetli ve çeşit çeşit yemekleri mideye indirdikten sonra müthiş bir ağırlık,sersem edici bir uyku çökerdi üstüne.Bu sırf fiziksel bir durgunluk değildi,hayır,sadece oburca tıkınmakla açıklanamazdı,,ruhunda-eğer varsa böyle bir şey-işte onunla ilgili bir tıkanma,bir vazgeçme,bir bırakmaydı söz konusu olan...Ağır ağır kalkıp pencereye yöneldi.Yağmur saklı bulutlar,kentin üzerinden telaşlı telaşlı yürüyordu.Burası büyük bir plazanın üst katlarında bulunan ,çok az insanın girebildiği,ancak çok önemli ve kilit noktalardaki insanların ziyaret edebildiği bir büroydu.O da nice acılardan,aşağılanmalardan,el etek öpmelerden,kayırmalardan,gerekli yerlerde bulunup,önemli adamların ağız kokusunu çekmekten,uğranılan görünür görünmez hakaretlerden,yediği küçültücü fırçalardan sonra gelebilmişti buralara.Kolay değildi yukarılara çıkmak bu kaygan merdivenlerden.Ülkenin büyük üniversitelerinden birini çok iyi dereceyle bitirmişti.Bir kaç dil biliyordu.Ama bunlar da sıradan şeylerdi artık.Uygun yerlerde belli pozisyonlar almak,risklere girmek,itiraf etmesi zor olsa da karakterinden-artık ondan bende ne kaldıysa diye acı acı gülerdi bazen-kişiliğinden,hatta bazen onurundan bile ödün vermek gerekiyordu.Bu kaçınılmazdı.Kabul ediyordu.Yüksekler büyük fırtınaların yurduydu,büyük ihtirasların,büyük düşüşlerin,parlayan yıldızların.... Acımasız bir hukuk işlerdi burada. Kendine özgü orman kanunları yürürlükteydi.

Zayıflık, beceriksizlik, eksiklik ve asi davranışlar affedilmezdi. Güç ve para ilişkileriydi esas olan. Uzun ve çileli eğitim hayatını düşündü. Beş parasız günlerini,uykusuz gecelerini. Babası bu kente sırtında bir eski ceketle gelmişti. Kendisi gecekondu mahallesinde açmıştı gözlerini dünyaya. Zeki ve hırslı bir çocuktu. Tiksinmişti çevresindeki pespaye yoksulluktan.Hala rüyalarında o berbat evlerde görürdü kendini, ve kan ter içinde uyanırdı yatağında.Sefaletin izlerini silmek her zaman zor olmuştu onun için.-Kimin için kolay olmuştur ki zaten.-Şimdilik bir sorun yoktu.O da bir kurt olmayı başarmıştı bu karanlık ormanda.Kural basitti;ya av olurdun ya avcı,başka bir seçeneği mi vardı sanki insanın? Kolay mıydı milyarlarla oynayan adamların güvenini kazanmak. Patron onu çok seviyor, kişisel dostluk bile gösteriyordu. Ama bu dünyadaki dostluk da her an renk değiştirebilir, bir düşmanlığın hazırlayıcısı da olabilirdi pekala... Yerini daha da sağlamlaştırması gerekiyordu. Bunun için de çılgınca ve acımasız bir tempoyla mücadele etmesi kaçınılmazdı. Yoksa bu kadar çok köpekbalığının yüzdüğü tehlikeli, derin sularda her an saldırıya uğrayabilirdi... Ne garip, yumruğunu sıkmıştı yine... Bütün bedeni onca pahalı içkilerden, adını bilmediği manken kızlarla geceledikten sonra bile gevşemiyordu. Peki, sonu nereye varacaktı bu deliliğin, niçin bunca acılara, onursuzluklara katlanmıştı sanki... Bu yıkıcı soruyu içinden atamamıştı bir türlü. Arsız ve çirkin bir kuzgun gibi gagalıyordu kalbini zaman zaman. Aslında bu “aptalca” soruları diğer günlerde aklına bile getiremezdi. Bu gün tatildi. Yine de uğrayıp gelecek haftanın işlerini gözden geçirmek istemişti yalnızca. Odasındaki harika bara gidip bir viski aldı kendine. Yine de rahatlayamıyordu. Son zamanlarda uykuları da iyi değildi. Bir kaç hafta önce ilginç bir rüya görmüştü. Düşündükçe gülümsüyordu kendi kendine; iki tarafı meşe veya çam ağaçlarıyla sıralanmış tozlu bir yolda yürüyordu. Hiçbir işi yoktu, şaşırmıştı buna, randevusuz, yemeksiz, sessiz bir gün, ne kadar uzak kalmıştı öyle zamanlar... Sadece yürüyordu... Bir kuş kadar hafifti. Şarkı bile söylüyordu... Çok eski yıllardan kalma bir çocuk şarkısıydı bu... Sonra uyandı. Aylardır ilk defa bu kadar iyi hissetmişti kendini. Böyle durumlarda her insanın yaptığını o da denedi; tekrar uyumayı... o sessiz, tozlu yolda sonsuza dek yürüyebilirdi... Yine gülümsedi. Viski mükemmeldi. İşte dünya ona böyle karşılıklar verebiliyordu mesela, kaç kişi şu kadehi yudumlayabilirdi yeryüzünde. Evet. Her şeyden ödün veriliyordu kuşkusuz, hem zaten kural buydu, işler böyle yürüyordu. “Boğulacaksan büyük denizde boğul” dememiş miydi o eski ve akıllı adamlar... Bu iyi içki gibi küçük tesellileri olmalıydı ödediği bedelin. Bu durumlarda her zaman yaptığı gibi müzik dinlemek istedi. Küçük kumandayla açtı müzik setini. Elinde yudumladığından daha sıkıydı işte şu çalan. Chopin'in bir noktürnü odayı doldurmuştu bir anda. Muhteşemdi... “Biraz iyi müzik insanları kurtarabilir, onları tanrıya bile ulaştırabilir” derdi dostlarına. Hüzünlüydü havaya yayılan müziğin dokusu, insana bir çıkış yolu göstermekten ziyade kendi varlığının incelikli bir iç sızısını tarif ediyordu adeta. Pencereye doğru yürüdü yine, göğe baktı, yağmur damlaları incecik düşüyordu şehrin üzerine, kederliydi bu manzara, bütün bir yaşam gibi iç burkan bir görüntüydü ya da şimdi ona öyle geliyordu. Uzak boğazda ağır ve soğuk gemilerin dev umursamazlıkları içinde geçişlerini gördü. “Şunlar gibi ben de çekip gitsem buralardan” dedi. Yeni ve temiz bir sayfa açsam hayatımda, sıradan, basit bir denizci olarak yaşayıp unutulsam yeryüzünde... “Mümkün müydü bu? Vazgeçebilir miydi kazanmak için onlarca yılını heba ettiği, bir sülük gibi ona yapışan şeylerden? Paradan, güçten, güzel kadınlardan, iyi marka arabalardan, partilerden, sert iş yaşamından. Niçin olmasındı... İçindeki sese kendi de inanamıyordu. Piyanodan dökülen ezgilerdi belki de, ona bu çılgın şeyleri düşündüren. Gözleri ıslandı. Ağlayabiliyordu demek. Şaştı... Yıllar var ki unutmuştu bunu. Başka türlü bir hazdı şimdi duyduğu, insanı hep deliliğin kapılarına götüren hazlara benzemiyordu bu. Demek hala insan bir parçayı koruyabilmişti derin bir yerlerinde. Telefonu çaldı. Masanın üstünde renkli, fosforlu ışıklarıyla yapay bir müzik yayıyordu çevresine. Noktürnü bir anda paramparça ezmişti. Birden daldığı uykudan uyandı. “Asıl hayatına” döndü. Patrondu arayan. Kalp vuruşlarının hızlandığını duydu. Kumandayla kesti müziği. Konuştu. Yüzünde mesai saatlerinde takındığı, kontrollü yapay gülümsemesi vardı şimdi. Demek Pekin'e bir iş yolculuğu yapacaklardı, patronun özel uçağıyla gidilecekti hem de. “Harika” dedi, telefonu kapayınca. Yüzüne o ateşin ifade yine oturmuştu, bir işi bitirince, çok zor görüşmeleri zaferle sonuçlandırdığında hep olurdu bu. ''Bir köpekbalığı kadar vahşi görünüyorsun...” demişti ona bir arkadaşı, bir ihaleyi kıl payı aldıkları bir gün. Silkinip kalktı. Pahalı arabasının anahtarlarını kaptı, İngiliz kumaşından özel dikilmiş ceketini aceleyle geçirdi sırtına... Çıktı... Şehirde yağmur devam ediyordu... Arabasına binince radyoyu açtı... Sert bir erkek sesi yırtınırcasına haykırıyordu... Acımasız bir mücadeleden, kalpsiz ve kıyıcı yarışlardan bahsediyordu yabancı bir şarkı... Gülümsedi... Gazı kökledi... Ne yağmurun sesini duymak istiyordu...Ne hala ruhunun ıssız bir yerlerinde çalıp duran o hüzünlü noktürnü...
-BITTI-
garibowski
ankara-2006

Hiç yorum yok: