Salı, Mayıs 31, 2011

Günah...

Kan eline bulaşmıştı. Ne tür bir cellatlık yaptığını o an anlamıştı. Susturmuştu onu, ama sanki şimdi daha fazla duyuyordu sesini. Daha fazla acıtıyordu sözleri onu. Daha fazla bulaşıyordu elleri bedenine.

Bütün suçluları yeniden insan olmağa zorlayan kurtuluş reçetesi onun da aklına gelmişti. Temizlenmeliyidi. Yıkanmalıydı. Yırtıp atmalıydı üsütündeki günah giysilerini. Hafiflemeliydi. Sonra, sonra, çözmeliydi odanın bir köşesinde yatan, teni soğumuş büyük sorunu.

Ama yararı olmamıştı. Soğuk duş sanki derisini yakmıştı. Banyodan çıktığında vücudunda kırmızı lekeler belirmişti. Durmadan da artıyordu. Hafiften de kaşınıyordu. Derken, birden hatırladı, kana karşı alerjisi olduğunu. Daha 7 yaşında bir kurban bayramı fark etmişti annesi bunu. Dokrotlar şaşırmıştı. Bunun milyonda bir gözüken hastalık olduğunu söylemişlerdi.

Çıplak geziniyordu odada. Yerdeki, duvardaki, aynadakı, yataktaki ve sevgilisinin göğsündeki kanı gördükçe daha da artıyordu rahatsızlığı. Bir süre sonra dokunamaz oldu, eşyalara. Sigara yakmak istedi, dokunamadı. İçki içmek istedi, yapamadı. Ayakta duramazdı, oturamazdı da. Her şey batmağa başlamıştı etine. Durduğu yerde kala kaldı.
***
Ürkütüyordu, konuştukça dostum beni. Polisti. Bu hikayeyle yeşermişti içindeki inanç tutkusu.
Tesadüfen tanışmıştık.

O gün, erkenden uyanmıştım. Cumaya gidecektim. Hiç Fatih’te namaz kılmamıştım. Kararlıydım. Hayatımın yarısının bu şehirde geçmesine rağmen Fatih Camiinde ibadet etmemek üzüyordu beni.

Namaz öncesi hocaların konuşmalarını seviyordum. 90’ların başıydı. Hutbe konuları çok komikti. Hoca saatlerce tabiat, hayvan sevgisinden söz ederdi, hutbelerinde. Konuşurken, ne kadar zorlandığı belliydi. Diyanetin ona dünyevi konularla muhattap kılması cemaatin gözünde itibarinı düşürmüş duyğusuna saplanmıştı. Sigaranın zararlarını anlatmıştı bir defasında, bizim Bakkalköy imamı. Tam o sırada müezzinin küçük oğlu camiye girmiş, hocaya yakınlaşıp namazdan önce bakkaldan almasını istediği sigarayı hafifce kendisine uzatmıştı. Sonra geçip ön safta oturarak, imamın en has adamı olmanın gururuyla dik dik bakmıştı yanındakilere. Hoca ise kızarmıştı. Birkaç dakika laf bulamamış, sonra sigara zararları konusunu toparlamağa çalışmıştı. Bıraksalar, elindeki zararlı konuları fırlatıp çöpe atacak, çok sevdiyi ecdadımızın küffarla savaştığı hikayelere dalıp, bir güzel imanımızı şaha kaldıracak ve sözü o sıralar gündemde olan Erbakan Hocanın “İslam NATO”su mefkuresi ile bitirecekti.

İşte o gün Bakkalköylü imamızın sohpetinden kaçıp Fatih’e gitmiştim. Vardığımda camii kalabalıktı. Arka safların birinde halıya çöküp, hocayı dinlerken, bir tarafdan da Nurettin Topçu’nun “İsyan Ahlakı” kitapını karıştıyordum. Çevremde oturan amcalar için biraz sert kitap ismi olduğunu fark etmiştim. Bu yüzden arkasını çevirip dizimin dibine koydum. Bu sırada bir polis gelip sağ tarafımdaki boşluğa çökmüştü. Hafiften safı daralttığından silahı böğrüme dayanmıştı. Bunu fark edince özür dilemiş, ama ben kafamı sallayarak oralı olmamıştım.

Hoca “kuşlarla ilgili hutbesini” anlatıp tamamladığında ezan duyulmağa başladı. Doğrularken, tapancası bir kez daha böğrümü uyardı. Ben beklediğim özürü alamayınca sinir olmuştum. Müezzin “saflarınızı sıklaştırın” diye bir kaç kez uyardıktan sonra, bu görevi bizim polisin devralması canımı iyice sıkmıştı. Önündeki, arkasındaki boşlukları gösterip, “şuraya geç” diye uyarıyordu. Bunu iyi niyyetle yaptığı belliydi. Ama ben bir kere kıcık olmuştum, ona. Beni de hemen önümdeki boşluğa göndermek isterken, artık kendimi tutamadım: “Bu işe de polis karıştı ya”.

Polis olduğunu hatırlamış gibi, utandı. Namazı, duanı ve tesbihi omuz omuza bitirdik. Dışarı eşit mesafede çıkmıştık. Kendisini bana açıklama yapmak zorunda hissettiğini anlıyordum. Özür diledi. Birkaç kelme daha etti. Ona “önemli değil” derken, konu öyle bir önemli halde geldi, ki bana hemen yakınlıktaki hasırlarda çay içmeği önerdi. Cebimde kalan paranı iki saat önce Topçu’ya saymıştım. Bir çayın ve sigaranın kötü olmayacağı düşüncesi öneriye sıcak bakmama neden olmuştu. Bir taraftan da onun memur dünyasından toplayıp sıraladığı sözcükleri dinleyecek olmam canımı sıkıyordu.

“Biliyor musun?” dedi.
Bilmediğimi belli etmek için gözlerimi açıp yüzüne baktığımda, konuşmasına devam etti.
Söze başladığında dudaklarının arasından kopan sözcüklerin ona ait olmadığını düşünmüştüm. Ama birkaç cümleden sonra polis kıyafetleri içine sarkmış hikmet sahibi biri olduğunu düşünmeğe başladım.
***
“Durduğu yerde kala kaldı” dedi.
Saatlerce öyle kalmış olmalı. Rahatsızlığı onu kıpırtatmıyormuş. Dışarı koşması, yardım istemesi, hastaneye kaldırılması işlediği cinayetin açığa çıkmasına neden olabilirdi. Bir süre sonra dikilmekten bacakları şişmeğe başlamış. Buna rağmen zorlamış kendini. Sonra gözleri kararmış. Kafası dumanlanmağa, titremeğe başlamış. Derken, bir kütük gibi devrilmiş. Düştüğü an kafası odadaki sehpanın köşesine denk gelmiş. Doktorlar çarpmanın şiddetiyle öldüğünü söylediler.

Cesetleri üç gün sonra bulundu. Kapını kırıp içeri girdiğimizde, ikisi de mosmordu. Olayın inceliğini doktorlar bize anlattılar. Alerji onu hareket etmeğe müsade etmemiş. Hafif bir hareketin vücudundaki kaşıntıları artıracağından korkmuş. İlahi bir cezaydı bu. Olaydan iki gün önce kadına çocuğunu aldırttığı da anlaşıldı. Çarpılmıştı.
***
Konuşurken ağlıyordu. Hemen topraladı kendini. Sonra...

“Peki ne oldu, dersin” dedi.
Masum biri doğmadan öldü. Peşinden yarı günahkar annesi öldürüldü. Ardından da gerçek günahkar belasını buldu. Ama bir şey daha oldu. Ben inandım. Değiştim. İçimde yıllardır birikmiş şüphe buzulları erimeğe başladı. Kuzey okyanusunun buz dağları gibi parça parça kopup sıcak sularda eriğip kayboluyorlardı. Günlerle, haftalarla sürdü bu. O zamandan beri hiç değilse Cumaları kaçırmamağa çalışıyorum.

Beni de sarsmıştı, hikayesi. Utandırmıştı da.
Bir süre devam etti, dostluğumuz. Hatta benim emniyetdeki bir sorunumu da halletti.
O gün için hatırladığım son şey, Topçu’nun kitabını ona hediye etmemdi. İsyan Ahlakı’mı bir polisin eline tutuşturmuştum.

02. 2006

Hiç yorum yok: