Cuma, Ağustos 04, 2006

Yitik Mektuplar Mezarlığı


Derya Akel'den Çalınmıştır...

O´nun ölümü hepimizi yasa boğdu. Daha çok gençti, ölümü onun adıyla yanyana anmak istemeyeceğimiz kadar gençti. Basit bir soğuk algınlığı sanmıştık hepimiz. Hastahaneye yattığında bile bir kaç gün kalır ve çıkar diye düşünmüstük. Yanına ziyaret için gittiğimde hiçte hasta gibi gelmemişti bana, her zaman ki gibi sakalaşmış, gülüşmüştük. Hatta vedalaşmak için kalktığımda günlügünü elime vermiş; "Buralarda yazacak zaman bulamıyorum, gün boyu o tahlilden bu tahlile koşmak yoruyor insanı. Sana emanet ediyorum, nasılsa bir kaç güne kalmaz çıkarım" demişti.

Halen gelmedi...

En çokta babasını göremeyeşine yanıyordum. Yıllar olmuştu babasını görmeyeli, keşke dünya gözüyle son bir kez görebilseydi. Bu nasıl acıydı, nasıl bir sancıydı ki, kalbime her vuruşunda içimden bir şeyler kopuyordu. Gitmişti.. İzin istemeden, vedalaşmadan, bana bile haber vermeden gitmişti.

Yatağımın üzerine oturdum, gözlerim hep onun yatağındaydı. Ne güzel günlerimiz, gecelerimiz geçmişti bu odada. İki akraba gibi değil, iki kardeş gibi büyümüştük. En güzel ezgileri mırıldanmış, birlikte saçmalamış, en olmadık şeylere gülmüştük. Biz onunla hep gülmüştük.

Şimdi niye ağlıyordum? Üstelik tek başıma ağlıyordum ve ağladığım yetmiyormuş gibi birde onsuz kalmıştım. Günlerdir yastığımın altında duran, ve bir türlü okumaya cesaret edemediğim günlüğü elime aldım. Başkalarına ait bir günlüğü okumak isteyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Canım benim, ne kadar da hoş bir yazısı vardı. Zarif kalem darbeleriyle birbirine kenetlenen harfler, inci tanesi gibi belirmişti kağıdın üzerinde. Günlüğün ilk sayfasını açtığımda "Yitik Mektuplar Mezarlığı" diye bir başlık göze çarpıyordu. Önce günlüğün bütün sayfalarını karıştırdım. Ne çok mektup vardı!

Ortasında kurumuş bir papatyanın bulunduğu sayfa dikkatimi çekti, üstelikte doğum gününde yazmıştı. Doğum günlerini çok anlamsız bulduğunu söylerdi her fırsatta, buna rağmen herkesin doğum gününü ezbere bilirdi. Biraz merak , biraz da ondan bir şeyler bulmak adına okumaya başladım.

08´Ağustos Cuma
Bugün doğum günüm...

Bu mektubu sana yazıyorum baba, bilsen yıllar oldu sana mektup yazmayalı. Oysa ben çocukken sana ne mektuplar yazmıştım, hiç cevap yazmadığın için ulaşıp ulaşmadıklarını bile bilmiyorum halen. Tek hatırladığım bana bir resim gönderdiğin ve rengi benim olmayan gözlerden öptüğün. Ne kadar yakışlıydı benim babam. Ne kadar uzundu, kocamandı elleri, benim babam, aslan babam benden ne kadar uzaktı...

En çok kışın düşünürdüm seni, dışarıda kar yağardı, bazen elektrikler kesilir haftalarca gelmezdi. Soba başında oturur, omuzlarımı sobaya çevirir seni düşünürdüm. Esra hep babasının kucağında uyuya kalırdı ve onu hep babası yatağına taşırdı. Oysa sen yoktun. Başımı dizlerine koyamıyordum, kimseye "babacığım" diye sarılamıyordum. Yanımda birisi babasına sarılsa, bilsen nasıl üzülüyor, nasıl yanıyordum. O yıllarda keşfettim gülmenin ağlamayı bastırdığını, o yıllarda öğrendim acının nasıl bir şey olduğunu. Bana duygularımı saklamayı sen öğrettin baba.

Sana hiç anlattılar mı? Mahallenin erkek çocuklarıyla top yüzünden kavga ederdik, almazlardı beni oyuna , sen kızsın kızlar top oynamaz derlerdi. Hele kızlarla hiç anlaşamazdım, çünkü kimse ağaca çıkmayı sevmezdi. Kiraz ağacının tepesinde oturup kiraz yemek, dut koparmak, kızlara göre değilmiş, öyle derlerdi... Kim uyduruyorsa bunları, o zamanda inanmazdım, halen de inanmıyorum bu safsataya. Oysa ne lezzetlidir kirazı ağacın dalından yemek, sonra ağacın altında "bir tane de bana, bir tane de bana at" diyenleri duymazlıktan gelmek. Sahi kızlar hep bebek oynamak, hasret çekmek için mi vardı?

Kimseye söyleme ama ben seni çok özlüyordum baba...

Şimdi çok şeyi anlıyorum , "yaramazlıklarımın ardındaki yalnızlığı, suskunluğumu, kırgınlığımı" çok iyi anlıyorum. Bugün elime bir kitap geçti, sayfalarını karıştırdım da bügünkü çocukların ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. "Çocuklarınızı yalnız bırakmayın, onlara yanlarında olduğunuzu daima hissettirin "diyordu bir yerinde. Keşke onların göz renklerini belleğinize kazıyın, silüetlerini gözbebeklerinizde tutun diye de yazmış olsalardı.

Sensiz büyümek çok zor oldu baba.

Aklıma anlatmak kolaydı, yokluğuna mantıklı cevaplar bulmak, arkadaşlarıma sensizliğimi açıklamak kolaydı, ama yokluğunu kalbime anlatmak çok zor oluyordu. Ne tuhaf hayaller geçerdi aklımdan, ders notlarım ne kadar iyiydi bir bilsen. Neden kimse anlatmamıştı beni sana, neden merak etmemiştin, neden tanımıyordun?

Gözrengimi unutacak kadar nasıl unutmuştun?

Sana dair bir gün arıyorum, zihnimi karıştırıyorum, karıştırıyorum ama seninle geçmiş bir tek anı bile bulamıyorum. Doğduğumda bile yanımda yokmuşsun, niye yoktun baba? Tüm ağaçların kökü vardı, tüm ağaçları toprağa bağlayan bir neden vardı. Ya benim köklerim? Köksüz, hava da asılı kaldım, düşmekten korkuyorum, keşke benimde köklerim olsaydı baba. Şimdi düşünüyorumda.. üstünde ağlayabileceğim, toprağını yüreğime bastırıp, içimdekileri dökebileceğim bir mezar taşı bile yok.

"Benim gözlerim kahverengi değil , benim gözlerim hiç kahverengi olmadı baba..."

Not: bu yazı http://www.cemaat.com/?q=node/1187'den alınmıştır. Yazarın affına sığınarak yayınlıyoruz.

Hiç yorum yok: