Çarşamba, Nisan 19, 2006

Anneme Mektuplar

Aziz anne! Tanıdığım ilk ve tek kadın. Sen, ey kutsal büyük. Göğsümde yaşıyorsun. Göğsümde yaşaman için yaşıyorum.

Görüşmeyeli üç yıl oldu. Benim için üç yıl, senin için üç bin yıl. Hicran belki sonsuza kadar sürecek. Tanımadan, tanışamadan solacak bahtım? Belki de hiç yoktun, yoksun. Ama ben senin çocuğunum. Yalnız, kimsesiz ve bahtsız biricik evladın.
Tarih: 19.11.99
Saat: 16.00

Korkak bir sonbahar Güneşi. Ve Deniz, susuz, gölgesiz. Vapurdayım. Hep yoldayım. Ölüme giden bir yolculuk. Çıplak ve yalnız. Tek başına bir dost. Beni bekleyen kimsem yok. Yalnızlık değil bu. Bir kabus, bir trajedi.
Tarih: 22.11.99
Saat: 13.30.

Bir insan harabesinin içindeyim. Ama ne önemi var, zaten ben orada değilim. Çünkü seninleyim, sendeyim. Her an, her gün. Ama bunun senin için de önemi yok. Bir kabus...
Tarih: 2.12.99
Saat: 13.20.

Pazar, Nisan 09, 2006

Türkler’in Orta Asya’ya Yayılışı


Orta Asya’nın tarihi ciddi anlamda İskitler’le başlar. Bir çok tartışmalar konu olan İskitler’in gerçek anlamda kimlikleri tespit edilmiş değildir. Her ne kadar araştırmacıların büyük bir çoğunluğu, onların İran kökenli olduğundan yana görüş belirtseler de, karşıtlarının iddiaları da aynı derecede geçerliliğini korumaktadır[1]. Son dönemde bu konuda birbirini destekleyen iki Rus tarihçisinin görüşü esas alınmaktadır. I. M. Artamonov’un irili ufaklı konuya ilişkin bir yığın çalışması[2] ve B. N. Grakov’un konuyu özetleyen bir monografisi[3], İskitler’in m. ö. 2 binin ortalarıyla m. ö. VII. Yüzyıl sonlarına kadar İdil-Ural bozkırlarında göçebe bir yaşam süren Srubnaya kültürüne mensup bulunanların neslinden olduklarını göstermektedir. Buna göre, İskitler’e ait arkeoloji bulgularında el geçen malzemeler Tunç Çağı Srubnaya kültüründe meydana gelmiştir. Bu kültürel özelliklerin Pers dönemiyle benzerlik içermesi İskitler’i İran kökenli olabileceği ihtimalini doğurmuştu[4].

Mevcut bilgiler ışığında İskitler’in bir tek etnik gruba dahil edilemeyeceği bilinmektedir. Grek kaynakları genel anlamda İskitleri üç kola ayırmaktalar: Göçebe İskitler, Ekinci İskitler ve Sabancı İskitler. Bunların da başında hakim zümre bulunmaktaydı ki Türk tarih literatüründe bu tabakaya İskit Boy-Beyi adı verilmektedir[5]. İskitler ana kitlenin etrafına çeşitli etnik grupların m. ö. 2 bin yılın ortalarından itibaren toplanması sonucu bugünkü Kazakistan bölgesinde kümeleşmeye başlamışlardı. Bunlar, m. ö. IX. Yüzyılda Kimmerler’in batıya hareketinden önce onların doğusunda bulunmuş olmalılar. Bilindiği gibi, Kimmerler İdil-Ural arası topraklarından İskit baskısı sonucu batıya geçmişlerdi. Daha önceki dönemlerde bunların Kazakistanın içlerine doğru Sır-derya’nın kuzeyi boyunca oturma ihtimalleri çok yüksektir. Kimmerler’in buradaki varlıkları m. ö. 2 binle m. ö. XVIII. Yüzyıllar arasında dayansa gerek. Onların doğusunda Balkaş, Tarbagatay ve Altay’lara doğru İskit boyları oturmuş olmalıdır. Kimmerler İran kökenli iken, İskitler İran dışındaki diğer etnik grupları da bünyelerinde barındırıyorlardı. Onların doğusunda ise erken Çin yıllıklarının genel bir isimle ‘Batı barbarları’ veya ‘Batı göçebeleri’ olarak tanıdıkları boylar meskundular[6]. Bu göçebe boyların Çin’le olan münasebetleri m. ö. 3 bin yıllarına kadar uzanıyordu. Bu boylar arasında genel olarak dördünün ismi erken dönem Çin kaynaklarına yansımıştır: Hun-yü, H’yenyun, Ti ve Junğ[7]. Bunlar arasında Junğlar’ın Çin’le komşu oldukları biliniyor[8]. Bu dönemde Çin’deki hakim hanedan Hsia idi[9]. Ti ve Di boyları Junğlar’ın kuzey-doğusundaydı ve onların da Hisa üzerine tacizleri sürekli bir hal almıştı[10]. Hunlar’ın ataları Hun-yüler daha kuzeyde H’yenyunlar’la birlikte veya komşu olarak oturuyordu[11]. Rivayete göre, m. ö. 2600 civarında Sarı Ülkenin hükümdarı, yani Hsia, Hun-yü’lere karşı bir sefer düzenlemişti. Anlaşılacağı gibi, m. ö. 3 bin ile m. ö. 1000 yılları arasında Aral çevresinden Gobi çölü üzerinden Çin’e kadar olan arazideki boyların dizilişi şöyle idi: en batıda Kimmerler, muhtemelen Aral’ın kuzeyinden Ural’a kadar olan sahaya hakimlerdi. Bunların çevresini batıdan, güneyden ve kuzey-batıdan Hind-Avrupa ve İran kavimleri sarmıştı. Kendileri de bir İran kavimi olan Kimmerler’in onlarla bir problemlerinin olmadığı, daha çok doğu ve kuzey-doğu komşuları İskitler’le sıcak temas halinde yaşadıkları muhtemeldir. Ikinci büyük boylar kümelenmesi İskitler olup İran ve Proto-Türk unsurları bünyelerinde barındırmaktaydılar. Bunların oturdukları arazi muhtemelen Kimmerler’in doğusundaki, şimdiki Kazakistan’ın Karatau Jotası, Taşkent Bölgesi, Kırgız Dağları, Balkaş üzerinden Tarbagatay ve Altay eteklerine ve Kazakistanın kuzey-doğusundan kuzy-batsısına doğru uzanıyordu[12]. Üçüncü büyük boylar grubu Ti veya Di’lerdi, bunlar daha sonra Çin yıllıklarının sözünü ettiği Tinğ-Ling, Ermeni ve Gürcü kaynaklarının ise Durg veya Turg dediği Tölös/Töles boylarının atalarıdır. Bunların İskitler’le komşu oldukları muhtemeldir. Ti’lerin Altay çevresinden Gobi’ye kadar Moğolistan sahasında oturdukları biliniyor. Hun-yü ve H’yenyun kavimleri daha kuzeyde bulunuyordu. Çin’e en yakın olan ve Moğolistan sahasında barınan kavimlere ise Junğlar’dı. Bu açıdan bakıldığında Eski Türkler’in ataları sayılabilecek Hun-yü ve Tiler doğudan komşuları Junğ, batı komşuları İskitler’le de kaynayıp karışmış oldukları muhtemeldir. Ayrıca, bu boyların bulundukları arazi kavimlerin her an birbirlerini tetiklemeye ve doğal veya askeri ciddi bir baskı olduğu zamanda birbirlerini harekete geçirmeye müsaitti. Böyle bir tehdit büyük itişmeler ve kakışmalar sonrasında ancak m. ö. XI-X. Yüzyıllarda ortaya çıkacaktır.

M. ö. XIV. Yüzyılda Junğ boyları Hami’den Kingan’a kadar uzanan geniş bölgeyi ellerinde bulunduruyordular[13]. Junğlar Çin’le bozkır arasında adeta üst konumundaydı. Junğlar’la birlikte adları geçen bir diğer bozkır kavimi Tiler’di[14]. Junğlar’la Tiler’in yakın ilişkiler içinde oldukları ve bunların sık sık Çin’e saldırdıkları biliniyor. Bu boyların kuzeyinde oturan Hunlar’ın Çin’le temasları oldukça kısıtlıydı. Hunlar’ın ve Tiler’in eski Türk toplulukları olduğu kesindir. Muhtemelen bunların bazı grupları İskitler’e karışmışlardı. İskitler’e karışmış bu gruplar hakkında kesin bilgilerimiz olmasa da erken feodal dönem Ermeni ve Gürcü yıllıklarına yansıyan bilgiler ışığında bu boyların kimliklerini tespit etmek mümkündür.

Kendileri de bir kuzeyli olan Chou hanedanlığı[15] Çin’in kuzeyini ele geçirdikten sonra Junğ ve Ti saldırılarının önüne geçmeye çalıştılar. Çin kaynaklarına yansıyan ilk ciddi Chou – Junğ – Ti savaşları m.ö. XII. Yüzyılın ortalarında olmuştu. Bu dönemde Chou’lu Prens Ch’ang Junğlara karşı büyük bir ordu sevk ederek, m.ö. 1140 yıllarında onlarla çetin savaşlara tutuştu. On yıldan fazla süren bu savaş 1130 yılında Junğlar’ın ve muhtemelen Tiler’in yenilgisiyle sonuçlanmıştı. Prens Ch’ang mağlupları Kan-su’nun kuzeyine atmıştı[16]. Tahminimizce, bu olay bölgedeki boyların dengesini bozmuş olmalıdır. Gerek Junğlar’la, gerekse de Tiler’e yapılan Chou baskınları bu boyları belli ölçüde yurtlarının dışına kaydırmış olmalıdır. Orta Asya’nın ve bozkır sahasının Türk yapısını açıklamak için Tinğ-ling veya onların ataları Ti/Diler’in durumuna açıklık getirmek gerekecektir.

Grumm-Grjimaylo’ya göre, Çinliler Ting-lingler’in ülkesini ‘Sha-sai’ olarak isimlendirmekteydiler. Burası, ‘Çölle’ kaplı arazi olarak belirtildiğinden, bölge Gobi’nin batı kesimlerine denk düşmektedir[17]. Daha sonraki Çin kaynakları, onları Kan-su’nun kuzeyinde göstermektedir. Eberhard’a göre, burası Orhon havalisi olsa gerek[18]. Yine bir diğer bilgiye göre, Ting-lingler H’yung-nu’ların kuzeyindiler[19]. Aktarılan son bilgiler Tiler’in genç dönemlerin ilişkindir. Çinlilerin bu bölgeye Sha-sai demesi tesadüf değil, zira Çinliler bölgede oturan toplulukları genel bir isimle ‘Sai halkları’ olarak tanıtıyorlardı. K. Czegledy, m.ö. IV-II. Yüzyıllar arasında bugünkü Taşkent, Isık Göl arasında ve Tanrı dağlarının batı bölgesinde Saka kavimlerinin oturduğunu söyler[20].

1140-1130 yılları arasında Choular’ın Junğlar’la birlikte Tiler’e de saldırdıkları kesindir. Tiler’in Türk oldukları biliniyorsa da, bunların Hunlar’la olan akrabalığı netlik kazanmış değildir. Çin kaynakları da bu hususta farklı görüşler sunmaktalar. Chiu-Tang Shu, Tölösler’in (Ting-ling) aslen Hsiung-Nu (Hun)’lardan ayrı bir nesilden geldiklerini vurgularken[21]; Tunğ-çi, onları H’yunğ-nu’ların bir boyu olarak tanıtmaktadır[22]. Pei-shih’te yer alan bir bilgi bu durumu açıklamaktadır. Kaynağa göre, m.ö. X. Yüzyılda kuzeyde oturan Türk boylarına genel bir adla ‘Ti’ denilmekteydi. Bunlar ‘Kırmızı’ (doğu) ve ‘Ak’ (kuzey) olmak üzere ikiye ayrılmışlardı. Kırmızı Tiler, daha sonra Tölöslerin ilk cetleri olacaktır[23]. Muhtemelen, Ak Tiler daha kuzeyde oturmakta, Kırmızı Tiler ise Çin’le sınır bölgelerde yurt edinmişlerdi. Hunlar’la Tiler akraba boylar olsa gerek. Bunların ayrılma süreci, yani ana boydan kopmaları m.ö. III. Bin yıllarına rastlamaktadır. Bu dönemde Tiler ana yurtlarını bırakıp aşağılara inince Hunlar uzun bir süre daha yurtlarında beklemişlerdi. M.ö. X. Yüzyılda Chou saldırısı ve boylar arasında baş gösteren sıkıntı Ak Tileri batıya doğru harekete geçirmiş olmalıdır. Ak Tiler’in göçü İskitleri de yurtlarından oynatmış olmalıdır ki bunun sonucunda onlar Kimmerler’in yurtlarını ele geçirmişlerdi. Yurtlarından olan Kimmerler’in batı macerası böyle başlamıştı. Ama Ti boylarının akınları durmayınca bu defa İskitler Kimmerler’in takip ettikleri yolu izlediler. Gürcü ve Ermeni kaynakları, m.ö. IV. Yüzyılda sona eren güçlü İskit/Saka göçlerinin yerini Durg/Turg adı verilen göçebelerin aldığını kaydetmekteler. Ermeni ve Gürcü yıllıkları Turg adı taşıyan iki Türk boyundan söz eder: Bunturg/Bundurg ve Haylandurg/Saylanturk[24].

VII-IX. Yüzyıllar arasında yazıldığı bilinen ‘Kartli’nin Müracaatı’ isimli anonim eserinde şöyle denilmektedir: “İskender (Makedonyalı Büyük İskender: m.ö. 336-323), Lota’nın oğullarının soyunu kaçmağa zorladı ve onlar karanlıklar ülkesine sığındırlar; orada zalim ve acımasız Bunturglar’la karşılaştılar. Onlar (Bunturglar) Kura nehri sahillerinde oturuyorlardı; dört şehirde yerleşmişlerdi. Onların hükümdarı fazla dayanamayacağını anlayıp uzaklaştı. Bu zaman Haldeyliler tarafından göç ettirilmiş Honlar geldiler. Bunturglar’ın hükümdarından haraç ödemek kaydıyla toprak istediler ve Zanavar’da yerleştiler. Bir süre sonra Aleksandr (İskender) geldi. Şehirlerden üçünü ve kaleleri yağma etti ve Honları kılıçtan geçirdi. Sonra Aleksandr Sarkine’yi ele geçirdi. Bundan sonra Bunturglar orayı bırakıp gittiler”[25]. Y. S. Takayşvili[26], N. J. Marr[27], L. M. Melikset-bek[28] ve A. Melikişvili[29], Gürcü ve Ermeni kaynaklarında geçen bu boyların batıya gelen ilk Türk göçleri olduğunu kabul etmekteler. Müelliflerin fikir ayrılıkları yaşadıkları husus, Bunturglar’ın hangi Türk grubunu temsil ettikleridir[30]. Kafkasya bölgesiyle Orta Asya tarihi birbirinden ayrı araştırıldığından yerel Kafkas kaynakları ile Çin yıllıkları arasında bir bağlantının kurulmamış olması doğudan kopup gelen göçlerin durumunu açıklamakta büyük sorunlar çıkarmıştır. İskitleri batıya iten Ti grupları uzun bir dönem onların oturdukları bölgelerde barınmıştılar. Bu arada İskitler’in tamamının da batıya göç ettiği söylenemez. Nitekim, m.ö. IV. Yüzyılda Aral – Hazar bölgesinde İskitler’in kalıntıları olan Massagetler yaşıyorlardı. K. V. Traver, Massaget adının ‘Mas/saka/ta’ olarak okunacağını ve ‘büyük Saka ordası’ anlamına geldiğini söylemektedir[31]. M.ö. VI-IV. Yüzyıllarda Massagetler’in Aral – Hazar bölgesinde güçlü bir krallığının olduğu kesindir. M.ö. IV. Yüzyılda Hun baskınları sonucu eski İskitler’in ilk yurtlarını işgal eden Ak Ti boylarından Bunturk/Buntürkler ilk Türk boyu olarak batıya doğru harekete geçtiler. Onlar, Massagetler’in kuzeyinden dolanırken onlara bir darbe indirerek İskitler’in takip ettiği yoldan hareketle Azerbaycan’ın Kura nehrine kadar bütün Kafkasya bölgesini ele geçirmişlerdi. Massagetler aldıkları Buntürk darbesinden Aral’ın aşağı kısımlarına taşınarak, burada daha sonra İran’ı istila edecek olan Part kümelenmesine zemin hazırlarken, Bunturklar’ın m.ö. 320’li yıllarda Büyük İskender’e yenildikten sonra Kuzey Kafkasya ve Hazar Denizi’nin kuzeyi ile doğu kısımlarında dolaşarak daha sonra gelecek Türk göçlerine zemin oluşturmuşlardı. Muhtemelen, Ermeni ve Gürcü kaynaklarında adları geçen Bundurg/Bunturg adının ‘Durk/turg’ kısmı Çinliler’in Ti/Ting/Ting-ling adını verdikleri Tölös boylarının adındaki ‘Ting’le aynı olsa gerek. Türkolog Franke’nin de bir zamanlar önerdiği gibi, ‘Türk’ adı ‘Ting’den gelmektedir iddiası, Bunturg adındaki ‘Durg/Turg’la biraz daha ciddiyet kazanmaktadır. Sonuç ne olursa olsun, Bunturklar’ın İskitler’den sonra Hun baskısıyla yurtlarından oynatıldıkları ve batıya hareket ederek Hazar’ın kuzey ve barısını ele geçiren bir Ti boyu olduğu anlaşılmaktadır. Bunturklar’ın m.ö. IV. Yüzyılın ikinci yarısından sonra Kura nehri civarında Büyük İskender’le çarpıştıkları ve burada dört şehirlerinin olduğuna bakılırsa bu boyların bölgeye hareketi daha erken bir tarihte gerçekleşmiş olmalıdır[32]. Bu bilgiye dayanarak Eski Türklerin Orta Asya ile ilk tanışıklıklarının Tiler’den ayrılan bir boy olan Bunturk/Buntürkler’le başladığını varsayabiliriz. Bunturklar’ı bir takım küçük Hon/Hun boyları ve yine Ti boyu oldukları bilinen Bulğarlar takip etmişti. V. Yüzyıl Ermeni tarihçisi Movses Horenas, m.ö. 138 ile 110 yılları arasında Kafkas Ötesini saran iki büyük Bulğar akınından söz etmektedir[33].

Bulğarları[34] Basiller[35], Hun veya Gunlar[36], Haylandurg veya Saylanturklar[37], On-ogurlar[38], Sabirler[39] ve daha sonra Hazarlar[40] takip etmişlerdi. Bütün bu boyların tamamı Türktür; bazıları Ti, bazıları da Hun gruplarına dahillerdi. Hun İmparatorluğunun çözüldüğü sırada, imparatorluğun batısında oturan Ti/Tölös kavimleri (Ak Tiler) yavaş yavaş Orta Asya’nın içlerine doğru, Aral çevresine yayılmaya başladılar. Onların bu bölgelere gelmesi öteden beri bölgede sıkışıp kalmış Massagetleri harekete geçirdi. Birkaç yüzyıl sonra Massagetleri Kuzey Hazar ile Kura nehri arasında Meskurlar olarak görüyoruz[41]. Aral çevresine gelen Tiler’in ana kitlesi[42] buralarda 300 yıllarında Eftalitler Devleti’ni kuracaktır[43]. Daha doğuda bulunan Ti kavimleri ise Kırmızı Tiler’le birlikta (Çin kaynaklarının Tölös olarak bahsettiği Ti grupları, bir diğer isimle Kao-cheler) Juan-juan (Ju-juan) yönetimine girdiler[44]. 551 yılından itibaren ise Tölös boylarının tamamını Göktürk egemenliğinde görmekteyiz[45]. Göktürk İmparatorluğu döneminde Tölös boyları, Türkler’in Apirum dedikleri Bizans Devleti sınırlarına kadar yayılmışlardı. Çin kaynakları Tölösleri altı grup halinde Orta Asya boyunca dağıldıklarından söz etmektedir:

Birinci Tölös grubu Tola nehrinin kuzeyinde beş ana boy ve küçük uruklar halinde oturuyordular. Bu gruba Boğut/Bogut, Tongra, Wei-ho, Bayırku ve Fu-lo boyları ile Meng-ch’en, T’u-ju-ho, İzgil, Hun, Hu-hsie gibi kabileler dahildi.

İkinci Tölös grubu Hami’nin batısı, Karaşar, Tanrı dağlarının kuzeyinde Çh’i-pi (Çepi/Çepni?), P’u-lo-chih, İ-shih, Su-p’o, Na-ho, Wu-kuan, Ye-shih, Yü-ni-huan ve diğer küçük kabileler halinde oturmaktaydı.

Üçüncü Tölös grubu Altay dağlarının güney batısında yurt tutmuşlardı. Bunlara Sir-Tarduş, Shih-p’an, Ta-ch’i boyları dahildi.

Dördüncü Tölös grubu Samerkand’ın kuzeyi, Sırderya yakınlarında Ho-shih, Ho-chie, Po-hu (Bugu), Pi-kan (Muğan), Chü-hai, Ho-pi-hsi, Ho-ts’o-su, Pa-ye-wei ve Ho-ta gibi kabileler halinde yaşamaktaydılar.

Beşinci Tölös grubu Hazar denizinin doğusunda oturuyordu. Bunlara San-auo-yen, Mie-ts’u, Lung-hu kabileleri dahildi. Aynı dönemde Karadeniz ile Hazar’ın kuzeyinde muhtemelen Ak Ti gruplarından daha erken dönemde ayrılmış Türklerin batı grubu Ogur boyları meskundu.

Altıncı Tölös grubu Apirum’un (Bizans) doğusunda En-chü (Engü), A-lan (Alan), Pei-ju, Ch-iou-li, Fu-wen-hu boyları halinde iskan tutmuşlardı. Bunlardan Alan boyu İran kökenli olup daha sonra bu gruba katılmıştı[46].

Böylece, Türkler’in Orta Asya, Kazakistan bozkırları ve Güney Rus steplerine göçleri m.ö. XI-IX. Yüzyıllardan itibaren başlayıp[47], artarak devam etmiştir. Orta Asya’ya göç eden Türklerin esas ve ilk kitlesini Tiler’in Ak Ti gruplarının oluşturdukları kesin gibidir. Ju-juan saldırıları sonucu bu göç dalgasına Kao-cheler’in, yani Kırmızı Tiler’in katılmasıyla Tölös boylarının neredeyse tamamı batıya geçmiştir. Daha sonra sahneye çıkacak olan Uygur, Kang-cü, Peçenek, Guz – Oğuz boyları bu Tölös boyları arasından çıkmışlardı[48].

Kaynakça ve Notlar
[1] Bu hususta geniş bilgi için bkz. İ. Durmuş, İskitler (Sakalar), Ank. 1992;
[2] İ. M. Artamonov, ‘Etnogeografiya skifii’, UZLGU, t.13, N: 85, 1949, s. 129-171; aynı müel., ‘K voprosu oproshojdenii skifov’, VDİ, 1950, 2, s. 37-47; aynı müel., Sokrovişça skifskih kurganov, Prag-Leningrad 1966; aynı müel., ‘Skifskoe tsarstvo’, SA, 1972, N: 3;
[3] B. N. Grakov, Skifı, M. 1971;
[4] Grakov, age, s. 23-26;
[5] M. K. Özergin, Tarihte Türkler ve Türk Devletleri, İst. Üniversitesi Tarih Bölümü Ders Notları, s. 48;
[6] L. N. Gumilev, Hunlar, çvr. A. Batur, İst. 2002, s. 28;
[7] G. Y. Grumm-Grjimaylo, Zapadnaya Mongolya, s. 80-85;
[8] Ya. N. Biçurin, Sobraniye, t. I, s. 43;
[9] W. Eberhard, Çin Tarihi, s.
[10] Grumm-Grjimaylo, Zapadnaya Mongolya, s. 11;
[11] L. N. Gumilev’e göre, “H’yenyun ve Hun-yü kabilelerinin m. ö. III. Binyılda steplerde Çinliler’in ataları ‘karabaşlar’ tarafından sıkılıp çıkarılan Kuzey Çinli yerlilerinin torunları olduğu neticesini çıkarabiliriz”. Bkz. Hunlar, s. 31; Hunlar’ın Hun-yü ve H’yenyun’ların torunları olduğu hakkındaki açıklama için bkz. Biçurin, Sobraniye, t. I, s. 43;
[12] Kazakistan bölgesinde ve çevresindeki Arianî, Kimmer ve Sak (İskit) kavimlerinin varlığı hakkında geniş bilgi için bkz. S. G. Klyaştornıy – T. İ. Sultanov, Kazahstan letopis treh tısyaçeletiy, Alma-Ata 1992, s. 19-48;
[13] Biçurin, Sobraniye, t. I, s. 43;
[14] Grumm-Grjimaylo, Zapadnaya Mongolya, s. 45; Junğ-Ti özleştirmesi hakkında bkz. Gumilev, Hunlar, s. 33;
[15] Biçurin, Sobraniye, t. I, s. 40-41; W. Eberhard, Çin Tarihi, s.
[16] Biçurin, Sobraniye, t. I, s. 41;
[17] Grumm-Grjimaylo, Zapadnaya Mongolya, s. 11;
[18] W. Eberhart, Çinin Şimal Komşuları, s. 70;
[19] Aynı eser, s. 70-71;
[20] K. Czegledy, Turan Kavimlerinin Göçü, Trk. çvr. G. Karaağaç, İst. 1999, s. 33;
[21] B. Ögel, Uygur Dev. Teş., s. 334;
[22] W. Eberhart, Çinin Şimal Komşuları, s. 71;
[23] B. Ögel, İlk Töles Boyları, s. 811, n. 76;
[24] L. M. Melikset-bek, ‘İstorii poyavleniya gunnov v Vostoçnom Zakavkaze’, Azerb. SSR EA Me’ruzeleri, 1957, t. XIII, VI. kniga, s. 709-710; K. V. Trever, Oçerki po istorii i kulture Kavkazskoy Albanii, M-L. 1959, s. 214-216;
[25] L. M. Melikset-bek, İstorii poyavleniya gunnov, s. 709-710;
[26] E. S. Takayşvili, İstoçniki gruzinskih letopisey, s. 7, n. 2;
[27] N. Marr, İppolit. Tolkovanie pesni pesney, SPb. 1901, s. XII;
[28] L. M. Melikset-bek, Toponimiçeskie studii k etimologii nazvaniy ‘Hunan’ i ‘Vardzi’ Sb., Za marksistskoe yazıko-znanie, Tbilisi 1934, s. 158, n. 2;
[29] A. Melikişvili, İstorii drevney Gruzii, Tblisi, otd. Rus. Arh. Obş-vo, t. XVI, SPb. 1902, s. 86;
[30] Takayşvili, ‘Buntürkler ya Türkler, ya da Turanlılardır’ derken (İstoçniki, s.7, n. 2), N. Marr göre, ‘Bunturk – Hunturk anlamındadır’ (İppolit, s. XII). L. M. Melikset-bek’te aynı açıklamayı kabul ederek Bunturklar’ın ‘Hun’ olduklarını benimser (Toponomiçeskie, s. 158). XI. Yüzyılda yazıya alınan Gürcü tarihçisi Leonti Mroveli’nin eserinde şöyle bir açıklama bulunmaktadır: “Bizim (Gürcüler) Buntürk ve Kıfçak adını verdiğimiz kabile aşırı putperesttir ve onlar Kura nehrinin akışı istikametinde meskundur” (Kartlis Çhovreba, Gürcüce, Tbilisi 1934, t. I, s. 17).
[31] K. V. Traver, İstoriya Uzbekistana, Taşkent 1964, t. I, s. 46;
[32] Bunturk/Buntürk adı, etimolojisi ve menşei hakkında geniş bilgi için bkz. M. Seyidov, Azerbaycan mifik tefekkürünün qaynakları, Bakı 1983, s. 322-324;
[33] Movses Horenasi, Ermeni tarihi, Erevan 1940 (Ermenice), s. 70, 77;
[34] Bulgar/Bulğar ve onlarla birlikte gelen ilk Hun göçleri hakkında bkz. Yu. R. Djafarov, ‘Stanovlenie i raspad v Vostoçnom Predkavkaze pervego obedineniya gunno-bulgarskih plemen’, Genezis, osnovnıe etapı, obşie puti i osobennosti razvitiya feodalizma u narodov Severnogo Kavkaza, Tezisı dokladov, Mahaçkala 1980, s. 40-41;
[35] V. yüzyıl Ermeni tarihçisi M. Horenasi, Ermeni hükümdarı I. Vağarşak (m.ö. 54-64) ve I. Drtat (m. 64) dönemlerinde Basiller’in kuzeyden Çol kapılarından (Derbent) geçerek Kura nehrine kadar geldiklerini ve Drtat’la savaştıklarını anlatmaktadır. Bkz. M. Horenasi, age, s. 134;
[36] Hun veya Gun kavimlerinin Hazar ve Kafkasya’nın tamamını sarsan göçleri m. II – III. Yüzyıllara rastlamaktadır. Bu hususta bkz. Orta Asya’daki Hun nüfusu hakkında Biçurin, Sobraniye, t. II, s. 256-259; K. A. İnostrantsev, ‘Hunni i gunni’, Trudı turkologiçeskogo seminariya, 1926, t. I, s. 118-119; Yu. R. Djafarov, ‘Rannie gunnı na Kavkaze. K interpretatsii greçeskih i armyanskih istoçnikov’, Voprosı istorii, ideologii, filosofii, kulturı narodov Vostoka. Istoçnikovedenie, istoriografiya. Tezisı konferantsii aspirantov i molodıh nauçnıh sotrudnikov, M. 1981, t. I, s. 3-4;
[37] Haylandurg/Haylanturk boyları hakkında ilk bilgiler V. Yüzyıl Ermeni müellifi Yeğişe’nin eserinde bulunmaktadır (Yegişe, Vardanans Tarihi, Erevan 1946 (Ermenice), s. 272). I. Margurt, bunları Hun hükümdarının özel muhafızları olduğunu ve buna kanıt olarakta ‘Haylanturk’ adının anlamını (Seçilmiş Türk) gösterir (İ. Margurt, Eransahr nach der Geographie des Ps. Moses Xorenac’i, Berlin 1901). Haylandurk/Haylanturklar hakkında geniş bilgi için bkz. Yu. R. Djafarov, ‘K voprosu o haylandurah Elişe’, Pismennıe pamyatniki i problemı istorii kulturı narodov Vostoka, M. 1977, s. 6-10; M. İ. Artamonov, İstoriya xazar, L. 1962, s. 60-61; K. Traver, Oçerki po istorii i kulture Kavkazskoy Albanii, M. 1959, s. 214-216; M. Seyidov, Azerbaycanın mifik tefekkürünün qaynaqları, s. 198-199; aynı müel., ‘Ob etniçeskom termine “xaylandurk” v istoriçeskih proizvedeniyah Elişe i Moisey Kalantakuyskogo’, İzv. AN Azerb. SSR, seriya obş. nauk, 1965, N: 6, s. 84-92;
[38] On-ogurlar’ın Kuzey Hazar ve Kafkasya’daki siyasal varlıkları 395-466 yılları arasına rastlamaktadır. Bkz. Yu. R. Rjafarov, Gunnı i Azerbaydjan, Baku 1993, s. 38-63;
[39] 463-558 yılları arasında bütün Kafkasya bölgesini ve Hazar’ın kuzey-doğusunu yoğun bir Sabir istilası sarmıştı. Geniş bilgi için bkz. Yu. R. Djafarov, ‘Sabirı na Kavkaze. Osnovnıe etapı istorii (463-558 gg.)’, Sovmestnaya nauçnaya sessiya molodnıh uçenıh İnstitutov istorii Akademii nauk Azerbaydjanskoy, Gruzinskoy i Armyanskoy SSR, Tezisı dokladov, Erevan 1980, s. 39-40;
[40] Hazarlar’ın Hazar Denizi’nin kuzeyi ile Kafkasya’daki varlıkları hakkında VIII-X. Yüzyıllar arasında yazıldığı bilinen Alban tarihçisi Moisey Kalankatuklu’nun Albanya Tarihi eserinde bir hayli bilgi mevcuttur. Müellif, ilk Hazar göçlerinin oldukça erken bir tarihte başladığını ve Sâsânî hükümdarı II. Şapur zamanında (309-379) İran’ı tehdit eden önemli bir güç haline geldiğini belirtmektedir. Ermenice yazılan bu eser Hazar tarihi hakkında birincil kaynakların başında gelmektedir. Bkz. M. Kalankatuklu, Albanya Tarixi, Azerice çvr. Z. Bunyadov, Bakı 1993, s. 29-30; Daha geniş bilgi için bkz. A. Ya. Garkavi, Skazaniya evreyskih pisateley o hazarah, SPb 1874; M. İ. Artamonov, İstoriya hazar; aynı müel., Oçerki drevneyşey istorii hazar, L. 1936; M. G. Magomedov, Obrazavaniye Hazarskogo kaganata, M. 1983; L. Gumilev, ‘Sosedi Hazar’, Stranı i Narodı Vostoka, t. IV, s. 127-142; L. M. Melikset-bek, ‘Hazarı po drevnearmiyanskim istoçnikam v svyazi s problemoy Moiseya Horenskogo’, İssledovaniya po istorii kulturı narodov Vostoka, M.-L. 1960, s. 11-118;
[41] Massagetler, İskitler’in Aral – Hazar arasında geride kalan kısımlarıdır. Bunlar, m.ö. VI-IV. Yüzyıllar arasında bölgede kendi krallıklarını kurmuşlardır. Art arda gelen Ti baskıları onların bir kısmını Partlar adıyla İran’a, geri kalanlarının da kuzey yolundan Kafkasya’ya gitmesine neden olmuştur. Kafkasya’ya gelen Meskutlar, özellikle merkez üssü Kuzey Azerbaycan olan ve Kafkasya’daki Türk ve Türk olmayan btün boyları içine alan bir krallık tesis ettiler. Meskut Devleti’nin en parlak dönemi Sanesan veya Sanatruk dönemine rastlamaktadır. Bu hükümdarın döneminde göçebelerin akınları bütün Ermenistan, Gürcistan ve hatta Doğu Anadolu’yu dahi sarıp sarmalamıştı. Bu hususta geniş bilgi için bkz. M. Kalankatuklu, Albanya tarixi, s. 34-35; Buzand, Ermeni tarihi, Erevan 1947 (Ermenice) s. 94;Yu. R. Djafarov, Rannie gunnı na Kafkaze; Traver, Oçerk, s. 188-197; F. Memmedova, Azerbaycanın siyasi tarixi ve tarixi coğrafiyası, Bakı 1993, s. 164-177;
[42] Kanaatimizce, Eftalitler arasında zikredilen ve daha sonra Afganistan’ın Gur bölgesinde sıkışıp kalan ve burada etnik bir değişime uğrayan, ancak Gazneliler Devleti’nin yıkılışından sonra adlarını tarih sayfalarına yazdırmayı başaran Gurlar, bölgeye gelmiş Ti boyları olsa gerek.
[43] Eftalitler’in etnik konumu bugünde tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Bunlarla ilgili Giriş kısmında bilgi verilmiştir. Ancak tartışmalı olan bir diğer nokta, Eftalitleri oluşturan Ak Ti boylarının bölgeye Toharistan ve Belh üzerinden mi, yoksa Aral üzerinden mi geldiğidir. Bazı araştırmacılar Eftalitler’in Yüeci bağlantısını göz önüne alarak bunların Toharistan üzerinden gelerek Kuşan sahasını işgal ettiklerini ileri sürmekteler. Bunlarla ilgili geniş bilgi için bkz. E. Konukçu, Kuşan ve Akhunlar Tarihi, s. 59-64;
[44] Eberhard, Çinin Şimal Komşuları, s. 79; B. Ögel, İlk Töles Boyları, s. 795-831;
[45] A. Taşağıl, Töles Boyları, s. 237;
[46] Aynı makale, s. 237-238;
[47] L. Gumilev, Hunlar, çvr. A. Batur, İst. 2002, s. 545; Batıya göç eden Türk boyları kendi saflarına bir sürü Türk olmayan boyları da almışlardı. V.V.V. Bartoldüzyıl Ermeni müelliflerinden Buzand’ın eserinde yer alan bir liste bunun en net kanıtını oluşturmaktadır. Müellif, 350’li yıllarda Ermenistan’ı işgale kalkışan kuzeyin büyük hükümdarı Sanesan’ın ordusu arasında şu kavimlerin yer aldığını belirtmektedir: Hunnlar, Tavasbarlar, Heçmaglar, İjmahlar, Gatlar, Ghvarlar, Gugarlar, Şiçbler, Bağasiçler, Yegersvanlar. Ermeni Tarihi, s. 94.
[48] A. Taşağıl, Töles Boyları, s. 239;

Lermontov'dan Bir Şiir


Şiir, roman, öykü ve oyun yazarı Mihail Yuryeviç Lermontov, 1814 yılında Moskova'da dünyaya geldi. Babası İskoç kökenli soylu bir aileden geliyordu. Lermontov, annesini küçük yaşta kaybetmesi üzerine, bakımını ve eğitimini üzerine alan anneannesiyle birlikte Penza eyaleti, Tarhanı kasabasına yerleşti. Çocukluğu burada geçti. 1827'de büyükannesiyle Moskova'ya yerleşen Lermontov, 1828'de soylu çocuklarının eğitim gördüğü yatılı bir okula girdi. Puşkin ve Byron romantizminin etkileri görülen ilk şiirlerini burada yazdı. 1830'da Moskova Üniversitesi'ne girdi. İki yıl sonra bir profesörle tartışması sonucu üniversiteden ayrıldı ve Petersburg'a gitti. 1832'de Harp Okuluna giren Lermontov iki yıl sonra asteğmen olarak mezun oldu. 1837 yılında ünlü Rus şairi Puşkin'in ölümü üzerine yazdığı "Şairin Ölümü" adlı ünlü şiiri nedeniyle, Çar tarafından Kafkasya'ya sürüldü. Bir yıllık sürgünden sonra Petersburg'a döndü. Zamanımızın Bir Kahramanı adlı ünlü romanını bitirdi. 1840'da Fransız elçisinin oğluyla yaptığı düello nedeniyle tutuklandı, yeniden Kafkasya'ya sürüldü. Bu iki sürgün dönemi ve çocukluğunda Kafkasya'ya yaptığı yolculuklar, Kafkas doğasının büyüleyici gücü yaratıcılığını derinden etkiledi. "Mtsıri" ve "İblis" adlı uzun şiirlerini bu dönemde tamamladı. "Âşık Garip" masalını Rusçaya uyarladı. 1841 yılında emekli bir binbaşı olan Martinov'la yaptığı düello sonucu 27 yaşında yaşamını yitirdi. Pyatigorsk kentinde büyük bir törenle toprağa verildi. 1842 yılında naaşı alınarak Tarhanı'daki aile mezarlığına defnedildi. Aşağıdaki şiir Lermontov'un bugüne kadar pek bilinmeyen bir şiirinin Türkçeye çevirisidir.

Neden kırgın düşer yağmur toprağa,
Neden ağlamazlar bulutlar sessiz.
Ve bir karanlık çöker siyah renginde,
Hayat, kadınlara benzer hep savunmasız.

Kim hayal etti hayal etmeyi,
Kim düşürdü dile yalan sözleri,
Ve geçmiş gölgelerin altında yaşar,
Hayat, kadınlara benzer ağlar gözleri.

Umutsuz insanlar yaşar şehirde,
Çürür dar sokaklarda gizemli doğa,
Ne zaman bakacak ölen kalbine,
Hayat, kadınlara benzer vurulur ağa.

Neden esaretin büyüsü kanlı,
Bütün demirlerin kaderi aynı,
Ölüm basit geçer bütün canları,
Hayat, kadınlara benzer öldürür avı.

Çalar, St. Petro’nun çanları öğlen,
Kilise büyük Şeytanı oynamaktadır,
Bazen de benim gibi yanar azizler,
Hayat kadınlara benzer kutsanmalıdır,
Hayat, kadınlar gibi yaşanmalıdır.

Bkz: http://www.litera.ru/stixiya/authors/lermontov.html
Lermontov / Profil Kategori: Şiir
Yazar: Kayhan Yükseler
Sayfa: 242
Ölçü: 13.5 x 21 cm
ISBN 975-08-0473-2
YKY'de 1. Baskı:

BİR DEĞERLER HAZNESİ: SÜLEYMANİYE KÜTÜPHANESİ


İstanbul’un Eminönü ilçesi bağlı Süleymaniye Külliyesi içinde yer alan Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi, dünyanın sayılı bir kaç kütüphanesinden biri hesap edilmektedir. Tam bir kitap haznesi olan Süleymaniye Kütüphanesi, cumhuriyet döneminde kabul edilen "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" ile "Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun" uyarınca İstanbul'daki Yazma Eser Kütüphaneleri Süleymaniye çatısı altına alınmıştır.

Kütüphanede toplam 106 koleksiyon olup, bunlarda 70.000 cilt kadar yazma ve 120.000 basma eser yer almaktadır. Eserlerin 12.000 cilt kadarı Türkçe olup, Arapça eserlerin sayısı 50.000 kadar; Farsça eserlerin sayısı ise 3.680 cildi bulmaktadır. Koleksiyonlardan 46'sının fihristi Osmanlıların son dönemlerinde matbu olarak basılmıştır. Bunlar arasında en değerli koleksiyonlar Ayasofya, Bağdadlı Vehbi, Carullah, Damat İbrahim, Esad Efendi, Fatih, Hacı Mahmud, Hamidiye, Kılıç Ali, Laleli, Reisülküttap, Süleymaniye, Şehid Ali ve Yeni Cami olarak gösterilmektedir. Nitekim Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi'ni dünyanın gözdesi yapan da bu koleksiyonlardır.

Bazı sorunlara rağmen son dönemlerde kütüphane şartlarının iyileştirildiğini söylemek doğru olacaktır. Nitekim, Türk ve yabancı araştırmacıların, Kütüphanedeki eserlerin mikrofilm, CD, fotoğraf gibi materyalinden kopya isteklerinin karşılanması amacıyla gerekli teknik donanım mevcuttur.

Kısaca, bu dünyaca ünlü değerler haznesi araştırmacıların ve okurların yolunu beklemektedir.

İSKİTYA VEYA SAK DEVLETİNİN ETNİK YAPISI

M. ö. X-IX. Yüzyıllarda Moğolistan sahasında bir takım değişimler dikkati çekmektedir. Çin’de hakimiyeti ele alan göçebe-Çin karışımı bir hanedanlık olan Cholar, peş peşe gerçekleştirdikleri kuzey ve batı seferleri sonucunda Gobi çevresinde öteden beri varlık gösteren Türk Ti ve Hun boyları ile Proto-Moğol uluslar yer değiştirmesine neden oldu. Öte yandan aynı tarihlere rastlayan ‘büyük kuraklık dönemi’ bu kavimleri hapis oldukları coğrafyanın dışına çıkmaya zorladı. Batıya doğru harekete geçen ilk Türk kavimleri Tilere bağlı bazı boylar oldular. Onlara bazı Hun boyları da katılmışlardır. Tilerin ana kitlesinden ayrılan ilk Türk Bunturklardı. Onlar, Balkaş boylarında bulunan karma bir topluluk olan İskitleri yerlerinden oynattılar. M. ö. VIII. Yüzyılda İskitler, Kimmerlerin ülkesine geldiler. Heradot’a göre, Asya’da bulundukları sırada Massagetlerle yapılan bir savaşta yenilen İskitler Kimmerlerin yanına gelmişlerdir[1]. İskitler, önce Kimmerler’in yurtlarını ele geçirdiler. Bu durum karşısında Kimmerler Hazar Denizi ile Tuna nehri arasında bulunan geniş coğrafyaya taşınmışlardır. Ancak, İskitler peşlerini bırakmayan Bunturk kavimleri önünde ele geçirdikleri eski Kimmer yurdunda fazla duramayarak Kimmerlerin yeni yurtlarına doğru harekete geçtiler. Kimmerler, peşlerine takılan düşmanlarından kurtulmak için bir araya gelip topluca yurtlarını koruma kararı aldılar. Ancak, Heradot’a göre, yapılan toplantıda Kimmerler ikiye bölündüler. Bir kısmı savaştan, diğerleri de yeni yurtlar aramaktan yana tavır takılınca, sonuçta ikinciler kazanmış ve Kafkaslara akın etmeye başlamışlar. İskitler de Kimmerlerin huyunu iyice öğrenmiş olmalıdırlar ki, onları tarihe gömene kadar peşlerini hiç bırakmadılar[2]. M. ö. VIII. Yüzyılda Kimmerleri kovalaya kovalaya Kuzey Azerbaycan’a kadar gelen İskitler, aynı tarihte burada kendi devletlerini Sak Krallığını kurdular. Kısa sürede bölgedeki siyasi güçler üzerinde hakimiyetliklerini tamamlayarak Yakın Doğu’nun en büyük devleti haline gelen Saklar, merkezi bölge olarak kendilerine Kuzey Azerbaycan sahasını çekmişlerdir. Göçebe bir topluluk olan Saklar büyük at sürülerine ve hayvanlara sahiplerdi. Antik Çağ müellifler onları ‘at sütü içenler’ olarak tarif etmekteler. Kuzey Azerbaycan sahası otlak ve kışlak saha olarak Kafkasya, İran ve Anadolu’nun en verimli bölgesi olduğundan göçebeler burada demir atmışa benziyorlar. M. ö. 680 yılında Doğu Gürcistan, Arran (şimdiki Azerbaycan) ve Ermenistan bölgesi Sak Devleti’nin hakimiyeti altında bulunuyordu[3].

Sakların etnik yapısı hâlâ tartışma konusudur. Bu kavimlerin Hint-Avrupalı mı, Türk mü, İran kökenli mi veya bir başka etnostan mı oldukları bilinmiyor. Bunları bir kökenden kabul etmek aslında doğru değildir. Çünkü, İskitler göçler sırasında kendi yanlarına çok sayıda kabile almışlardır. İçlerinde Türk boyların oldukları da muhakkak olan İskitlerin, genel yapı itibariyle Altay – Aral arazisinde bulunan etnik unsurlar arasında bir nevi geçit oluşturdukları bilinmektedir. Türklüklerine ilişkin çok kuvvetli deliler olmasına rağmen, Türk olmadıklarına ilişkin sağlam bilgilerde bulunmaktadır. Sonuç ne olursa olsun, İskit boyları bir nevi karma yapıya sahip olup, çeşitli etnik guruplara bağlı boyları içine almaktaydılar[4].

Sakların Güney Kafkasya’da oluşturdukları devletin merkezi Saksin/Şakaşen şehriydi[5]. Şimdiki Azerbaycan’da yerleşen Saklar kendi aralarında çeşitli boylara ayrılıyorlardı. Bu boyların bazıları hakkında elimizde bilgiler bulunmaktadır. Buna göre, Sak boyları arasında: Arsaklar/Varsak, Sisaklar, Erpaklar, Utiler, Gargarlar, Pasianlar, Şamaklar, Şarlar/Saylar, Gugarlar, Sirak/Şiraklar ve Albanlar. Azerbaycan tarihçilerinin büyük bir kısmı bu boyları Türk menşeli kabul etmekteyseler de bu doğru olmasa gerek. Belki, aralarında Türk bağlantısı olan boylar vardır, ancak bunu kanıtlayacak delilerimiz bulunmamaktadır. Yine bunun gibi, Türk olmadıklarını söyleyecek kanıtlara da sahip değiliz. Biz burada, m. ö. I. Bin yıldan sonra Güney Kafkasya bölgesine iskan etmiş etnik oluşumların varlığını açığa çıkartmak açısından onların konumuna ilişkin bazı görüşlere yer vereceğiz.

Utiler
Alban kaynaklarında Uti, Ermenice’de Utuk, Yunanca’da Otena olarak geçen bu boyun menşei çok tartışmalıdır. Ermeni ve Alban kaynakları, Albanların efsanevi atalarının Kürün sağ kıyısında bulunan Uti eyaletinde oturan Utiler, Gargarlar ve Savdeyler arasından çıktığını söylerler[6]. Bu açıklamaya bakarsak, Alban hanedanlığını Uti kökenli kabul etmek gerekecektir. Bu da, Utilerin etkin bir boy olduklarını göstermektedir. Geniş sahalara yayılarak varlıklarını uzunca bir dönem sürdüren Utiler hakkında temel bazı açıklamalar ileri sürülmüştür. Bazı tarihçiler, Utileri Dağıstan kökenli ve Dağlı dillerinden birini konuşan Udinler’le özleştirmektedir. Bu görüşün karşısında yer alanlar ise, Yunan, Ermeni kaynaklarında bunlar hakkında yer alan bilgilere dikkat çekerek, daha m. ö. V. Yüzyılda Utilerin şimdiki Azerbaycan dışında Midya sınırlarında, Hazar’ın güney-batısında, Ermenistan topraklarında oturduklarını, onların buralar gelişinin de Saklarla ilgili olduğunu buna karşılık Dağıstan Udinlerinin sonradan bu bölgede ortaya çıkan küçük bir kavim olduklarını ileri sürmekteler[7]. Daha sağlıklı bilgiler ve görüşler Utilerin Saklarla birlikte bölgeye geldiklerini ve Saklar arasında oynadıkları siyasi rolden dolayı geniş arazilere sahip olduklarını ileri sürmeye imkan vermektedir. Strabon’a göre, Hazar’ın güney-batısına, Heradot’a göre, Midya’ya bağlı iki eyalete, Ermeni ve Alban kaynaklarına göre, Azerbaycan’ın Kazak-Agstafa, Karabağ ve eski Albanya eyaleti Halhal’a yerleşmişlerdir. Daha sonraki dönemlerde Utilerin Kür nehrinin sağ kıyılarında kendi adlarıyla bir yerleşim alanı kurdukları ve bu bölgenin Albanya içinde Uti eyaleti olarak yer aldığı bilinmektedir[8]. Uti eyaleti daha sonra Albanya’nın merkezi bölgelerinden biri haline gelirken, Utiler miladi sonraki tarihlerde Alban kavimleri arasında kaynaşıp kaybolmuşlardır. Bunların sonraki nesillerini kuzeyden gelen Türk göçlerine katıldıklarını ve onların arasına girdiklerini görmekteyiz. Kaynaklar, IV-V. Yüzyıllarda Uti eyaletinde artık Hun ve Kangar boylarının oturduklarını yazmaktalar[9].

Gargarlar
Kaynaklar Gargar boylarının adını Utiler’le birlikte zikretmekteler[10]. Bunların Türk olma ihtimali ağır basmaktadır. Nitekim, Gargar boylarına Orta Asya sahasında da rastlamaktayız. Ayrıca bu boya ait Orta Asya’da çok sayıda coğrafi kayıtlar mevcuttur. Sonraki dönemlerde Azerbaycan sahasında gözüken Garga/Karga boyunun bunlarla bir bağlantısı da olma ihtimali mümkündür. Alban kaynakları bunlar hakkında ilk bilgileri miladi I. Yüzyıla kadar götürmekteler[11]. Bu durum onların Sak boyu olmadığı anlamına da gelmektedir. Belki de, m. ö. V-IV. Yüzyılda batıya göç eden ilk Türk boyları Bunturklar ve Hunlarla birlikte daha geç dönemlerde Azerbaycan’a gelmişlerdir. Gargarlar, şimdiki Mil düzenliğinde yerleşerek burada Gargarey adı verilen bölgeyi yerleşime açmışlardır[12]. Yine Gargar çay adı onlara mal edilmektedir. Gargarlar, daha sonra bölgeye gelen Hun ve Sabir boylarıyla da sıkı irtibatlar kurmuşlardır. Albanya kavimler ittifakında yerini alan Gargarlar, Utilerle birlikte Uti eyaleti sınırlarını da işgal etmişlerdir[13].

Pasianlar
Bir Saka boyu olan Pasianlar’ın Ermenistan ile Türkiye sınırındaki topraklarda ve Dağlık Karabağ sahasında oturdukları bilinmektedir. Kaynaklar onların adını ilk kez m. ö. IV. Yüzyılda gerçekleşen bir olay dolayısıyla çekmekteler. Ksenefon’un aktardığı bilgiler ışığında Pasianlar bu bölgede Saklarla komşu olarak oturmaktaydılar. Onların oturdukları topraklardan eski adı Arpazos, şimdiki ismiyle Arpa çay nehri geçmekteydi. Ayrıca, Starbon daha Orta Asya’da oturdukları sırada İskitler arasında Apasiak adlı bir boyun bulunduğunu kaydetmektedir[14]. Kuzey Kafkasya’nın Çerek adlı bir deresi Basian adını taşıması bu boyun adıyla bağlantılı olarak gösterilmektedir. Araştırmacılar Pasian/Basian boylarını daha sonra ortaya çıkan iki boyun ataları olarak kabul etmekteler: Peçenek ve Balkan. Ancak her iki görüş belirsizliğini hâlâ muhafaza etmektedir. Pasianlar özellikle Ermenistan bölgesinde geniş yerleşim alanları ele geçirmişlerdir. Ermeni kaynakları VII. Yüzyılda bunlar ait Pot-Pasian bölgesinden söz etmekteler. Ancak bütün bu söylentilere rağmen, Pasianlar’ın menşei konusunda kesin bir görüş belirtmek imkansızdır. Yine de onların bir Sak boyu olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır.

Şamak/İjamaklar
Saklara karışmış bir Kafkas boyu olsa gerek. Bazı araştırmacıların yoğun ısrarlarına rağmen, bu boyun uzaktan veya yakından Türklerle hiçbir bağlantısı bulunmamaktadır. Muhtemelen Sakların zoruyla onlara katılara Kafkasya’daki yurtlarından Azerbaycan’ın Şemahı kentine gelerek burada yerleşmişlerdir. Şemahı şehrinin kurucuları da onlar kabul edilmekteler. Gerçi, Tataristan, Türkmenistan ve Harezm bölgesinde Şemak adını taşıyan bir sıra coğrafi yerler bulunsa da, bunlar Şemak kavminin menşeine dair kesin bir fikir sağlamamaktadır[15].

Arsak/Varsaklar
Sak boyları arasında yer alan Arsak veya Varsak kavminin adı XVIII. Yüzyıl kaynaklarda dahi geçmektedir. Bunların Türk olduğuna dair hiçbir şüphe bulunmamaktadır. Nitekim, Arsak/Varsak boyları XIV-XV. Yüzyıllarda dahi kendilerinden en güçlü Türk boyları olarak söz ettirmekteler. Saka boyları arasında güçlü bir konuma sahip olan Arsaklar, Karabağ bölgesine gelip yerleşmişlerdir. Ermeni kaynakları eskiden beri bu bölgeden hep Arçak/Varçak diye söz etmektedir[16]. Bunların geniş bir araziye yayıldıkları bilinmektedir. Grek müelliflerinden Arrian’a göre, Orta Asya’da oturan Arsak/Arşak kavimleri İskender’e karşı çıkarak, ülkedeki ona bağlı orduları kovmuşlardır[17]. Adları geçen bu Arşaklar’ın Part Devletini kuracak olan Arşaki hanedanlığının kurucuları olsa gerek. Onların menşeine ilişkin en teferruatlı bilgiye Starbon’da rastlamaktayız. Onun aktardığına göre, “Parndaylar Meotidoydan yukarısında oturan Daylardan, Sandiya ve Parnalılardan türemişlerdir. Nitekim, Meotidoydan yukarıda yaşayan Skifler arasında Dailerin oturduğuna inananların sayısı az değildir. Denilenlere göre, Arsak soyu başlangıcını bu Daylardan almaktadır. Diğerlerine göre ise Diodot’un hakimiyetinden kurtulmak için Parfiya’yı isyana teşvik eden Baktriyalı hesap edilmektedir”[18]. Bu bilgiye bakılırsa, Arsaklar İskitler arasında bulunan Dayların türemeleridir. Bir başka yerde aynı müellif şunları söylemektedir: “Skiflerin büyük bir kısmı Hazar’dan başlayarak Daylar adlanırlar; onların doğu kısmındakiler Massaget ve Saklar adını taşırlar; geriye kalanlarına genel Skif adı verilmektedir”[19]. Bunlardan anlaşılan, İskit göçleri sırasında Arsaklar’ın bir kısmı Azerbaycan bölgesine gelirken, bir kısmı da Orta Asya’da kalıp daha sonra Part Devletinin esasını kuracak Arsakları teşkil etmekteler. Ermeni kaynakları Saka göçleri sırasında Karabağ bölgesine gelip yerleşmiş Arsak boylarından söz etmektedirler[20]. Karabağ uzun bir süre bu adla anılacaktır. Ermeni müellifleri, Albanya’nın eyaletlerinden birini oluşturan Arsak’ın 12 bölgeye ayrıldığını ve miladi başlarında burada Gargar, Uti, Hun, Basil ve Hazar boylarının oturduklarını kaydetmekteler[21]. Etnik isim olarak Orta Çağ müellifleri Varsak adlı bir Türk boyundan söz etmekteler[22]. Ak-koyunlular döneminde Varsaklar’ın isyanından söz edilmektedir[23]. Safevi devletinin oluşumunda Varsaklar’ın da önemli rolü olmuştur[24]. Bu kavimlerinde ana merkezi Karabağ bölgesi olmuştur. Muhtemelen, Saka boyları arasına karışan bir Türk kavimi olan Arsaklar daha sonraki dönemlerde de varlıklarını sürdürerek Kafkasya’da önemli roller oynamışlardır. Orta Çağ Ermeni müellifleri, bunlara istinaden Gence şehrine hâlâ Gansak/Gançak/Kansak diyorlardı[25]. Ancak, yine de bunların etnik yapısını ciddi olarak tetkik etmek gerekmektedir.

Sirak/Şiraklar
Saklara arasında bir boy olan Sirak/Şirak/Sirlerin Güney Kafkasya’ya gelişi yine bu dönemlere rastlamaktadır. Antik Çağ müelliflerinden Ptolemaus’un eserinde Saklarla I. Darius arasında cereyan eden savaşta Sirak isimli bir beyden söz edilmektedir. Rivayete göre, bu bey, Darius’u kandırarak onu çetin yollardan geçirip İskit ordularının önüne atmıştır[26]. Kaynaklarda Siraklar hakkında Saka göçlerinin başlamasından miladi VII-VIII. Yüzyıllara kadar dağınık bilgiler yer almaktadır. Starbon, Sirak/Şirak kavimlerinden çok savaşçı kimseler olarak söz etmektedir[27]. Kaynaklara göre, yerleşik hayatı benimsemiş olan Siraklar Kuban ve Kafkasya eteklerinden Azerbaycan’ın içlerine kadar geniş araziye dağılmışlardır. Miladi 49 yılında bunlar VIII. Mitridat’a Bospor çevresinde yenilmişlerdir[28]. Sovyet araştırmacılarına göre, Siraklar bu olay üzerine Azerbaycan’a akın etmişlerdir. Strabon’a göre, Kuzey Kafkasya bölgesindeki düzlük arazi Sirak Düzenliği adını taşımaktaydı[29]. Ermeni müelliflerinde Şiragatsi’ye göre, Siraklar Arsakların yakınlarında, yani Karbağ çevresinde kendilerine yurtlar oluşturdular[30]. Gürcü kaynakları ise Sirakların Azerbaycan sahasındaki varlıklarını m. ö. I. Yüzyıllara dayandırmaktadır[31]. Araştırmacılar göre, Sirak/Şirak adı Türkçe ‘ışık’ anlamındadır[32]. Daha sonraki Türk boyları arasında Sir kavminden söz edilmektedir. Bazılarına göre, adı geçen Sirlerin Sirakların torunları olması icap etmektedir[33].

Albanlar
Albanya Devleti’nin kurucu toplumu olarak bilinen Albanlar’ın tarih kayıtlarında adlarına m. ö. I. Yüzyıldan itibaren rastlanılmaktadır[34]. Tarihçiler bu boyun etnik terkibi hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Kimine göre, Albanlar İndo-Kafkas kökenli bir boy iken, kimine göre, Çeçen-İnguş menşeli, kimine göre de, Sak boylarından birdir. Yapılan son araştırmalar ilk iki görüşü geçersizliğini kanıtlarken, sonuncusu daha geçerli kabul edilmiştir. Bazıları da bunları Türk kökenli kabul eder ki bu konuda kesin bir şey söylemek henüz mümkün değildir. Ermeni, Gürcü, Alban ve Antik Çağ kaynakları Albanlar’dan hem etnik bir topluluk, hem de siyasal bir oluşum olarak söz etmekteler. İsimlerinin daha geç dönemlerde tarihe geçmesine karşılık, bütün kaynaklar m. ö. IV. Yüzyılda şimdiki Azerbaycan topraklarında Albanya isimli bir devletin varlığından söz etmekteler. Grek müelliflere göre, Albanya denilen arazi veya ülke, Büyük Kafkasya, Samur Dağlarının kuzey eteklerinden kuzey-doğuda İori ve Alazan nehirlerinin yukarı akarlarına kadar, Hazar Denizi kıyısında ise Derbent’e kadar uzanıyordu[35]. Arazi bakımından m. ö. IV. Yüzyıldan miladi VIII. Yüzyıla kadar geniş bir sahayı içine alan Albanya’nın tam olarak konumlandığı coğrafya şimdiki Azerbaycan sahasına rastlamaktadır. Etnik bakımdan ise Albanlar’ın ülke genelinde dağınık yaşadıkları ve çeşitli boylarla aynı konumda oldukları biliniyor. Albanlar’ın Saka kavimlerinin türemeleri olduğu büyük bir ihtimalle kabul edilmektedir. Nitekim, bunu bulundukları coğrafya genelinde komşularına göre farklı olmaları da kanıtlıyor. Maalesef, Albanya tarihinin yegane kaynağı ‘Albanya Tarihi’ eserinin müellifi M. Kalankaytuklu, Albanlar’ın ilk tarihi dönemleri hakkında efsanevi bilgiler vererek geçiştirdiğinden onların kimliğini tam olarak tespit etmemiz güçleşmiştir. Müellif, kitabının bir yerinde Albanya hanedan soyunun Yafes neslinden ve Sisakan (bunların Si/saklar yani Sakalar’dan bir boy oldukları biliniyor) (Sünük) kökenli Aran isimli bir hükümdardan geldiğini belirtmektedir[36]. Bir diğer yerde ise daha açıklayıcı bir bilgiye rastlamaktayız: “Doğu’nun, yani Albanya’nın naharları (eyalet hakimleri) Satinik’in soyundandır. Bu soyun temsilcileri Tiridat’ın babası Hüsrev zamanında Basil ülkesinden gelmiş yiğit adamlarla akraba olmuşlardır”[37]. Basiller, Türkler’den bir boy olarak gösterilmektedir[38]. Ancak, M. Kalankaytuklu’nun aktardığı bu malumat, miladi 215 yılı sonrasına rastlamaktadır. Oysa, Antik Çağ müelliflerinden Arrian, m. ö. IV. Yüzyıldaki bir olayı aktarırken Albanlar’ın adını çeker. Ancak, bu bilgi bizleri yanıltmamalıdır, çünkü Albanlar hakkında ilk ciddi bilgiler m. ö. I. Yüzyılda başlar. Yine de Albanların bölgedeki varlığını belirlemek adına Arrian’ın açıklaması dikkate alınmalıdır. Albanlar’ın Türkçe ‘Alp/an’ adını taşıdığından yola çıkan bazı araştırmacılar, bunların Türkler’den bir boy olabileceği üzerinde karar kılmışlardır. Albanya, 26 dilde konuşan farklı etnik toplulukların bir araya gelerek veya Alban kavimlerinin siyasi baskısı sonucunda bir çatı altında toplanarak kurulmuş bir devletti. Bu durumu göz önüne alırsak, Albanya boyları arasında çeşitli etnik guruplara mensup çok sayıda topluluk bulunuyordu. Köken, olarak Albanya Devleti tahtına üç farklı hanedanlık geçmiştir. I. Yüzyılda Albanya'da hakimiyete gelen Arşaki veya Arranşahlar hanedanlığından önceki hükümdarların kimliği bilinmemektedir. Arşaki hanedanlığının tahtını ise Sâsânî asıllı Mehranîler işgal etmiştir. Albanlar’ın diğer kavimleri kendi siyasi idareleri altında derleyip toprakladıklarına bakılırsa oldukça güçlü bir boy olmaları icap etmektedir. Eğer, Barsillerle akrabalıkları göz önüne alınırsa bunların sürekli olarak kuzeyden gelen göçebelerden destek aldıkları bilinmektedir. Bu durum karşısında Albanlar’ın Saka boylarından biri olduğunu ve bu kimliklerinden dolayı Türkler’le yakın ilişkilerde bulunduklarını ortaya koymaktadır. Nitekim, sonraki dönemlerde kuzeyden gelen Hun, Ogur, Sabir, Hazar göçleri karşısında Albanlar çok tepkisiz kalmışlardır ve gelenler rahatlıkla Alban toplulukları arasına karışarak bölgede kendilerine yerleşim alanları oluşturmuşlardır.

Sonuç
Sonuç olarak İskitya’nın etnik yapısı oldukça katışık olup, hiçbir biçimde homojen değildir. İskitler veya Sakların irili ufaklı çeşitli etnik kesimleri kendi aralarına alarak birden fazla devlet kurduklarını kabul etmek bu durmda uygun tesbit olarak gözükmektedir.

Kaynaklar ve Notlar
[1] Geradot, IV, 11;
[2] Geradot, IV, 11; İ. Durmuş, İskitler, s. 64;
[3] Bu hususta bak. F. Kırzıoğlu, Kars Tarihi, İst. 1953, c. I. Müellifin Sakların menşeine ilişkin anlattıkları bazı konular bilimsel açıdan pek sağlıklı kabul edilemez.
[4] S. İ. Rudenko, Gornoaltayskie naxodki i skifı, M.-L. 1952;
[5]Bu şehrin şimdiki Gencebasar bölgesi olduğu söylenilir. Bazılarına göre de Şeki olmalıdır. Bkz. İ. M. Dyakonov, İstoriya Midii, s. 103;
[6] M. Kalankaytuklu, I/4; M. Horenli, II/8;
[7] Bu tartışmalar için bkz. A. Z. V. Togan, Umumi, s. 192; G. Geybullayev, Azerbaycan Türklerinin Teşekkülü, s. 42-47; aynı müel, Azerbaycanlıların Etnik, s. 53-54; F. Memmedova, Albanya, s. 91-92; Bunlar arasında Marr, Dağıstan asıllı Udinlerin miladi önceki yıllarda şimdiki Ermenistan toprakları içinde yer alan Divin yakınlarındaki Gökçe Gölünün güneyinde bulunan Güzel Dere adlı bölgenin Nig/Nik köyünden buralara dağıldıklarını söylemektedir. Bunlar Azerbaycan’a yerleştileri sahalara da bu adı vermişlerdir. Şimdiki Kabala bölgesinin Nic köyünün sakinleri Dağıstanlı Udinlerden oluşmaktadır. Bkz. N. Ya. Marr, İzbrannıe rabotı, M. –L. 1937, t. IV;
[8] Starbon’a göre, bu eyalet doğuda Paytakaran’la (Beylekan), güneyde Arsak’la (Dağlık Karabağ), kuzeyde Kura nehriyle, batıda ise Albanya ile İberya sınırındaki topraklara kadar uzanmaktadır (Geografya, XI/f 14, f 71). Alban kaynakları, eski şehirlerden Ayniana, Kani, Anariaka, daha sonra ortaya çıkan şehirlerden Halhal, Sogarn ve başkent Berde’nin Uti eyaleti sınırlarında bulunduğundan söz etmekteler (K. V. Traver, Oçerki po istoriyi i kulture Kavkazskoy Albanya, M.-L. 1959, s. 143-144; F. Memmedova, Albanya, s. 90-91;)
[9] M. Horenli, II/85; F. Memmedova, Albanya, s. 91;
[10] M. Horenli, II/8;
[11] Bu boyların kalıntıları bulunan bölge ve coğrafi sahalar hakkında Arap müelliflerinden İbn Hurdadbih’te bilgi vermektedir. Ayrıca bkz. M. Kalankaytuklu, I/27;
[12] Oçerki istorii SSSR: III-IX vv, M. 1958, s. 303;
[13] M. Horenli, II/8; M. Kalankaytuklu, I/4;
[14] Starbon, Geografya, XI/8, 8; G. Geybullayev, Azerbaycanlıların Etnik, s. 55;
[15] Azerbaycan Tarixi, s. 212; G. Geybullayev, Azerbaycanlıların Etnik, s. 55-56;
[16] M. Seyidov, ‘Qarabağ’ ve ‘Arsaq’ sözünün etimoloji tehlili’, Azerbaycan Filologiya Meseleleri, Bakı 1983, s. 142-150;
[17] Drevbie avtorı o Sredney Azii, Taşkent 1940, s. 90;
[18] Strabon, Geografya, XI/2-3;
[19] Starbon, Geografya, XI/82;
[20] M. Horenli, 66;
[21] F. Memmedova, Albanya, s. 94;
[22] Aşık Paşazade, Tarih, İstanbul 1322, s. 232, 265;
[23] Aynı eser, s. 318;
[24] Ahmed Kesrevî, İran ya zeban bustan Azerbaycan, Tahran 1131, s. 22; M. S. İvanov, Oçerki istorii İrana, M. 1952, s. 59; İ. P. Petruşevskiy, Sbornik statey po istorii Azerbaydjana, Vıp. I, Baku 1949, s. 229;
[25] M. Seyidov, Azerbaycan halqının soy kökünü düşünürken, s. 47;
[26] Drevnıe avtorı, s. 34-35;
[27] Strabon, Geografya, XI/5, 8;
[28] V. B. Vinogradov, ‘Sirakskiy soyuz plemen na Severnom Kavkaze’, Sovetskaya arheologiya, 1965, N: 1, s. 108;
[29] Strabon, XI/5, I;
[30] A. Şiragatsi, Coğrafya, Erevan 1963;
[31] Kartlis Tsxovreba, s. 25-27;
[32] M. Seyidov, Azerbaycan halqının, s. 55;
[33] S. E. Malov, Pamyatniki drevnetyurkskoy pismennosti, M.-L. 1951, s. 6, 61, 64; M. Seyidov, Azerbaycan halqının, s. 57-58;
[34] Azerbaycan Tarixi, Bakı 1994, s. 146;
[35] Strabon, Geografya, XI/4, 1; Ptolemey, Geografya, V/8, 7; V/11, 1;
[36] M. Kalankaytuklu, I/5, 17;
[37] M. Kalankaytuklu, I/9, 20;
[38] Y. Djafarov, Gunnı i Azerbaydjana, Baku 1985;

Cuma, Nisan 07, 2006

İslam Toplumlarının Geobiografisi


Trajik olan kaderimiz değil, acıya duyduğumuz özlemdir (n_marmara).
İSLAM
Hicretin II. Asrına kadar İslam, Kur’an anlamında ve Peygamberin öğretileri doğrultusunda yaşandı. Ne olduysa Hicri II. Yüzyılda oldu. Her şey aydınlık içinde karanlıklaşmaya başladı. Felsefe, Tasavvuf, Kelam, Fıkıh, Edebiyat, Dil alanında yapılanlar birkaç kuşak sonra İslam’la birleşik öğretiler olarak kabul edilmeye başladı.

İslam, eski dünyanın merkezinde doğdu. Geleneksel Arap kültürü, Eski Mezopotamya uygarlığı, Mısır medeniyeti, İran Düalist Öğretisi, Yunan ve Roma Düşüncesi ve Hıristiyan Apologetler anlayışı ve uzak da olsa Hint mistisizmi bu coğrafyada tuhaf bir biçimde kaynaşmışlardı. İslam bu tuhaf karanlıkta parlamıştı.

DEVLET
İslam, saf anlamda ve Kur’an anlamında kendi özlüğünü belli bir süre korudu. Ardından gelen siyasallaşma süreci Müslüman devlet anlayışının oluşumunu tamamladı. Müslüman devletin edindiği siyasal kurgu, iktidar aygıtları bizzat İslam’ın kendi içinden doğmuş değillerdi, İslamlaştırılmış öğelerdi. Devlet anlayışının geleneksel anlamda dört yorumu bulunmaktadır: Grek ve Roma merkezli Tanrısal tanımı; Eski Arap düşüncesine dayalı ilahi çember tanımı; İran merkezli ikili dünya anlayışı içinde iyiliğin en ideal tecessümü ve Türk ‘kut’ anlayışına dayalı devlet tanımı. Peygamber sonrası İslam dünyasında, özellikle de Hz. Ömer döneminde Müslümanlar arasında cemaat şuurunun pekişmesi için Eski Arap düşüncesinde yer alan devlet anlayışı İslamî bir şekle sokularak kabul edildi. Buna göre, devlet demek, kutsal kabul edilir bir merkez çevresinde dönmektir. Eskiden Araplar Kabe çevresinde dönerek (Hac sırasında olduğu gibi) kutsal bir gücün etrafında hareket eden varlıklar olduğunu düşünürlerdi ve buna ‘dave’ derlerdi. Devlet buradan, bir merkez etrafında dönmekten anlam kazanmıştır. Kabe, İslam anlayışında da kutsal sayıldığından, Hz. Ömer eski idare anlayışı ile yeni inanç anlayışı arasında dinsel ve siyasal bir bağlılık kurarak ümmet devleti oluşturdu. Emeviler döneminde gerek İranî unsurlar, gerekse de Grek – Roma idari anlayışları siyasal İslam’ın kurumsal yapısına dahil edildi. Hiyerarşi oluşumlar İran’dan alınırken, statüye ilişkin siyasal mekanizmalar Bizans’tan taşınılarak Hilafet yönetim kurumunun birer parçası yapıldı. Muhasebe ve maliye sistemi Bizans kanalından alınmış en önemli iktisadi idari kurumlardır. Merkeziyetçi devletin yapısallaştırmak istediği en ideal iktidar mekanizması olarak gösterilen devlet hesap ve kayıtlarının tutulmasını gerektiren pratik problemler geleneksel Arap yönetim anlayışının bilmediği bir şeydi. Kur’an’da yönetime, idare ahlakına, iktidara ilişkin ayetler içsel bir duyarlılık ifade etmekte ve adaleti şart koşmaktadır. Resmi yönetim aygıtı denilen ulaşılması güç bir idare tasvip edilmemektedir. Kur’an idari anlamda eski yönetim ahlakını sadece terbiye etmekte, onların bütünlüğünü bozmamaktadır. Orta Doğu toplumlarının idari anlayışı pastorel denilebilecek siyasal – sosyal karışımı geleneksel bir hukuk sistemine dayalıydı. Sürü – Çoban ilişkisini esas alan bu ilahi hukuk anlayışı içseldi. Yani, hukuksal olarak kavramsal bir bütünlükten uzak olup göksel bir terminolojiye bağlıydı. Emevi sonrası bütün İslam dünyası Kuransallaştırılmaya çalışılmış bir hukuk yapısı içine alınmıştır. Selçukluların bölgeyi ele geçirmesiyle de devlet Tanrısal bir güç olarak algılanmaya başladı. Gazali’nin ‘Devlet ve Din ikiz kardeştir’ fetva niteliğindeki açıklamasıyla devlet İlahi bütünlüğüne kavuşmuş oluyordu.

DİL
Arapça, VII. Yüzyılın sonlarına doğru devletin resmi dili olarak Farsça ve Grekçe’nin yerine ikame edilmişti. Arapça yapı bakımından karmaşık bir dildir. Klasik Arapça hiyerarşi ölçütlere, dil oylumlarına, şiirsel bir taktiğe, pekte kolay olmayan yazı anlayışına tabîdi. Dil, ilahi bir nitelik içeriyordu, Kur’an’ın Arapça inmesi onun bu konumunu iyice pekiştirdi. Arapça, tarz uygunluklarına dayanır, ağır bir işlev gücü vardır, buna karşılık akıcılığı tinsel bir güzellik taşımaktadır. Arapça şiir dili değildir, şiirsel bir dildir. İslam tarihinde büyük Tercüme Çağının başlamasıyla Arap dili kavramsallaştı. Dil içsel tutarlılığıyla kavramsal darlığı arasında sıkıştı. Arapça’nın leksikoloji yapısı genişledi, kelime haznesi artırıldı, kelimelerin ifade alanı daraltıldı, etimolojik anlamda sözcüğün anlam olanakları bir veya iki manaya indirgendi. Dil geliştikçe insan da gelişiyor. Veya anlam çoğaldıkça insan da çoğalıyor. Arapça’nın üslup olarak genişlemesi, Kur’an’ı Arap literatürü içinde arkaik bir dil konumuna düşürdü. Kur’an, siyasi bir uyarlamayla yorumsal olanın tekeline bırakıldı. Bu, daha sonra İslam edebiyatında büyük Tefsirler bibliyografyasının oluşmasına yol açacaktır. Konuşulan dil genişledikçe, metin üzerinde tekrar yorumlara, anlambilimsel açıklamalara gerek duyulacaktır. Arapça genişleyen yapısı içinde Kur’an sözlüğünün epeyce dışına taşındığından kitap, kitaplar silsilesinin yorumladığı dil zenginliği ve ahengi içinde açıklanmaya ihtiyaç duyulmaya başladı.

FELSEFE
İslam Felsefesinin temelini tercümeler oluşturmaktadır. Tercüme ithal düşünceler silsilesinin meşru olan yoludur. Tercüme, bilgiyi kazanmanın kısa yolu olarak görülse de, tercümesi yapılan eser kendi gerçek orijinalliğini kaybetse de aktarılan dil içinde tutarsızlığını korur. Tercüme, öncelikli olarak kendi düşüncesine üstünlük tanır. Dil istemeden yeni bir dilin etkisi altına girmekte, düşünceler arasında uyumsuzluklar oluşmaktadır. Okur, kesişen düşünceler arasında birini tercih etmek zorunda bırakılır. Eser, yazıldığı düşünsel ortamın bütün kategorik kalıplarını tercüme yoluyla yeni dile aktarır. Her halükarda, tercüme yerel kaynak karşısında avantajlıdır, çünkü iki dil konuşur. İslam filozofları iki dilin yarattığı çetinlik karşısında kendi felsefi sunumlarını gerçekleştirmeyi denemişlerdir. Bütün çekimserliğine karşılık Gazali’de de bu vardır.

Kur’an anlam ve konum bakımından kendi içinde bütünlük arz etmektedir. Başka bir düşünceyi kendi içine almayacak kadar güvenilirdir. Bu durumda, düşüncenin Kur’an’ı içine alması yoluna gidildi. Bu da İslam düşüncesinde epistemolojik bir kargaşaya neden oldu. Söz gelişi, İslam felsefesinin ana kaynaklarını Grek, Roma ve İskenderiye düşüncesinin yapıtları oluşturmaktadır. Bu yapıtların açıkladığı düşünce ile gerek geleneksel Doğu dünyasının, gerekse de Kur’an öğretisinin öngördüğü düşünce yapısı arasında temelde büyük ayrılmalar mevcuttur. En önemli ayrılma düşüncenin kaynağından ileri gelmektedir. Geleneksel Doğu düşüncesinde bilgi figürler aracılığıyla açığa vurulmaktaydı. İlahi öğretinin Orta Doğu dünyası üzerinde baskın bir etkisi eskiden beri hakim olmuştur. İlahi kelam göksel açıklamalarla dile aktarıldığından bilgi figüratif özellikler taşımaktadır. Kur’an bu yapıyı büyük ölçüde korumuştur. Buna karşılık, İslam felsefesinin ve düşüncesinin temel kabul ettiği kaynaklar kavramsal olan düşlemeler üzerine yazılmıştır. Kavramın bir tarihi olduğu halde, figürün tarihi yoktur. Kavram yaratılmış olduğu için dünyasaldır; figür ise ebedi olduğu için tanrısaldır. Kavram toprağa odaklanmıştır; figür ise gökyüzüne. Kavram, olabilir dünyaya odaklanmıştır, ‘olabilir dünyaların uzun bir tarihi vardır’. Öte yandan, kavramların bir haline-gelişi vardır. Yine, ‘kavrama özgü olan şey, birleştiricileri ondan ayrılmaz hale getirmektir’. Nihayet, ‘her kavram, kendi öz birleştiricilerinin rastlaşma, yoğunlaşma ya da birikme noktası olarak düşünülecektir’. Sonuç olarak ‘kavram olayı söyler, özü ya da şeyi değil. Saf bir Olay’dır o, bir hekseite’dir, bir bütünlüktür. Kavram, sonsuz hızla, mutlak yukarıdan-seyir halindeki bir nokta tarafından kat edilmiş sonlu sayıdaki ayrışık birleştiricilerin ayrılabilmezliği olarak tanımlanır. Kavramlar mutlak yüzeyler ve ya oyulumlardır, farklı değişimlerin ayrılabilmezliğinden başkaca nesnesi olmayan formlardır. Kavram bu bağlamda pekala bir düşünce eylemidir, sonsuz hızla işlem yapan düşüncenin eylemidir’. Dolaysıyla, kavramlar yaratılmışlardır, insani bir eylemin dilsel taşıyıcısıdırlar. Bu durumda, felsefe kavramlar oluşturmak, keşfetmek ve üretmek sanatıdır. Doğu düşüncesinde ve bizzat Kur’an’da da kelimenin sihirli bir boyutu vardır. Figür, yerle gök arasından tinsel bir iletişim olarak görülür. Düşüncenin amacı, figürün anlamını açıklamaktır. Doğu’da düşünce ilahi bir meditasyondur. Bu açıdan İslam’ın felsefesi mümkün gözükmemektedir. Bütün İslam felsefecileri kavramsal dilin etkisi altında kalmışlardır. Daha açık bir ifadeyle, dışı ayetlerle kaplı, ithal kavramsal düşünceler geliştirmişlerdir.

TASAVVUF
Tasavvufun menşei hâlâ tartışma konusudur. Massignon’un çalışmalarından itibaren Batı düşüncesinde olduğu kadar İslam araştırmacıları tarafından da tasavvuf İslam kaynaklı olarak gösterilmektedir. Aşkınsal bir içselliği ele veren tasavvuf görüşünün oluşum süreci de Hicretin II. Asrına rastlamaktadır. Kur’an’da ilahi sükunete, Allah’a olan derin bağlılığa büyük önem atfedilmektedir. Denilebilir ki, Kur’an kendi öğretisini bu temel üzerine bina etmektedir. Ancak Kur’an dünyasal bir yaşamın bütünlüğü içinde kendi söylemini kurgulamaktadır. Mistisizmin figüratif bir boyutu olduğu aşikardır. Ancak bu figüratiflik bedensel bir yoğunlaşmaya tabî tutulmaktadır. Tanrısal kimlik tasarımı Kur’an’ın kendi dilinde pek hoş kabul edilmez. İnsan dünya ile ilişki içindedir ve dünyasal olan ilişkisi sonucunda ahreti belirlenecektir. Kur’an bu ilişkinin dengesinden bahsetmektedir. Gerçek şu ki, tasavvuf Kur’an terminolojisini büyük bir kararlılıkla kabul etmeyi başarmıştır. Ancak bu onun kaynağının İslam olduğu anlamına gelmez. Özellikle, Platon ve Plotinus’ta, İran ve Hint mistisizminde ve geleneksel Mezopotamya tin öğretisinde insanın ruhsal duyarlılığını bedensel bir kaygıya dönüştürme anlayışı hep mevcut olmuştur. Tasavvuf üslubunda bu açık ve net bir biçimde görülmektedir. İnsanın, kendisini tanrısal bir öz kabul etme istenci, bedenin sınırlılığı içinde ruhun genişliliğini barındırmak hayalinin şekillenişi olarak görüldüğü gibi, ruhun genişliliği içinde bedene de bir genişlilik kazandırır. İnsanın sınırsız olana duyduğu özlem bu istemi arzulu, aşkın bir ilahi söyleme dönüştürmüştür. Bistâmî, Hallâç, İbn-i Arabî’nin benimsedikleri mistik tefekkür, sınırlı olanın korunaklı sınırsızlık içinde güvenliğini sağlamaktır. Enel-hak, Vahdet-i Vücut, Hurufilerin Vahdet-i Mevcut öğretilerinde en sık vurgulanan husus: bedensel sınırlılığı aşkınsal sınırsızlık içinde aşmaktır. Sınır öğretisi Pythagoros, Anaksimandros, Platon kadar Eski Mısır, İranî – Zerdüşt düşüncesinde de geniş yankı bulmuştur. Gerçekte, sınır sınırsız bir şeyi mümkün kılmanın açıklaması olarak gösterilmektedir. Özellikle, Grek düşüncesinde sınır, bir şeyin açığa çıkmasında kendini ele verir. Bu düşünce belirli belirsiz biçimde İslam düşüncesine bir kere aktarılınca, sınır gerek felsefede, kelamda, gerekse de tasavvufta içinden çıkılmaz bir hal aldı. Tasavvufta, ruhun açığa çıkması olarak beden bir sınırlılık içine alındı. Allah’ın insanı ‘aşkından yaratma’ (?) iddiası, tanrısal sınırsızlığın açığa çıkması olarak insanın sınırlılığını esas almaktadır. Kur’an’da geniş anlamıyla, ebedilik, zaman ve mekandan bağımsız olma gibi tanrısal sıfatlar kalbî bir ilhamın aşkın sınırsızlığı olarak sınırlandırıldı. Tasavvuf düşünürlerinin zaman zaman karanlık ifadeler oyunu içinde belirsizliğin alanını ele geçirerek yaptıkları açıklamalar ve bu yorumlarını gizleme çabaları büsbütün sınırlı olanın doğuracağı tedirginli karşısında kendilerini savunma güçlerinin olmadığından kaynaklanır. İnsanın düşlemleri bir kere inançsal kararlılığa dönüştü mü, kutsal olanın doğasını dahi değiştirmeye niyetli görülür. Tasavvuf, ikili kimlik oyunları içinde belirsiz bir dille süren düşlemin inançsallaşmış çetin kararlılığıdır.

İSLAM DÜŞÜNCESİNİN SINIRLARI
İslam düşüncesinin sınırlarını çizmek için Kur’an’ın bütüncül görüşlerini merkeze almak gerekir. Kur’an, öğretici bir vahiy kitabıdır. İnsanın yaşamı üzerinde bütünlüğü esas alan tanrısal önermeleri ve doğruları dile getirmektedir. Değişmeyen bir hakikat bilgisi, insanın varlık dünyasında selametini öngören adalet duygusu, içsel duyarlılıkla sağlanılacak niyetin fiili gerçekliliğine ilişkin amel anlayışı ve her şeyin üzerinde hüküm verecek olan Allah’ın bakışı vahyin tereddütsüz olarak nizam öğretisini açığa vurmaktadır. İman kaideleri yönünden, yaşama dair çağrılarıyla, vuslata yapılan atıflarla, açıkladığı ve anlamlandırdığı görev duyarlılığıyla Kur’an adil bir anlayışın en içten sesi gibidir. Oldukça anlaşılır ve açık bir üsluba sahiptir ve bu sık sık vurgulamaktadır. Herkesin anlayacağı bir dilde indirilmesine rağmen, kimsenin anlamaması için bir dile sokulan Kur’an’ın çevresini saran bu karanlık örtüyü İslam merkezli oluşan karmaşık düşünceler ağında aramalıyız.

Kur’an’da bizzat insanın hayati varlığına ilişkin göz önünde bulundurulan en önemli terkip üzerinde ısrarla durulduğu niyet – amel ikileminin bir tek doğrultuda hareketini esas almaktadır. Burada niyet ‘takva’ anlamında bizzat Allah’ın bilgisi dahilinde tutulurken, amel insanın algılama sınırları içinde fiili bütünlükten doğan, gerçekleşen çizgisel hareket silsilesi olarak görülmektedir. Niyet ve amelin, içsel ve dışsal anlamda özenle bütünlük içinde açıklanması, Kur’an’ın insanoğluna verebileceği en büyük öğretidir. Kur’an anlayışı dışında kalan dinsel ve dünyevi olsun bütün öğretiler, eğitimler, yönetimler insanı hep kendilik ikilemi içinde tutarlar. Kendilik, niyet – amel ikileminden farklı olarak asla bütünlüye yaklaşmaz, sürekli içte ve dışta sınırları genişletir ve böylece insanı kendi bedeni, düşüncesi, içgüdüleri, duyarlıklıları içinde tezatların karanlık dünyasında yönetilebilir yapmaktadır. Fiili olarak Socrates’ten önce dışsal bir uygulamaya tabî tutulan bu kendilik oyunu, Socrates’in Gnothi Seathun öğretisiyle içselleştirildi. İnsan kendi kendisinde büyük bir kararsızlığın içine bırakıldı. İnsan, bizzat kendisinde tuzağa düşürüldü. İslam düşüncesinin ilk olarak benimsediği ve Kuransal nefis öğretisi içinde erittiği ilk şey bu olmuştur.

İkincisi, Kur’an insanın ödevlerini, insanî sorumluluk olarak ele alır. İnsan yaratılmış olmanın sorumluluğuna tabîdir. İnsanın kendi varlığı bizzat kendi elinde olmadığı gibi, insan yaratılmışlığın sorumluluğu içindedir. Emevi iktidarının zorlamaları ve bizzat yönetim güçlerini siyasallaştırmaları sonucu insan dünya ve ahret gibi sınırları belirlenmiş ödevler karşısına çekildi. Kur’an, dünyayı ahretin bir ön yaşamı olarak görürken ve insanı her iki hayatın birbirlerini izleyen bütünlüğünde kavramayı öğretirken; ödev ahlakı insanı emirler zincirine bağlı kılmaktaydı. İbn-i Arabî’nin ‘emir ve hüküm’ arasında kurguladığı diyalektik görüş, ödev ahlakını tutucu bir kategorinin ilahi boyutlarına taşıdı. Ödev olarak belirlenmişlik, uyum ve isyan gibi Zerdüştlük, düalist çıkışları kendi içinde barındıran karşıtlıklar öğretisi bizzat siyasal İslam’ın temellerinde biri olarak kabul edildi.

Üçüncüsü, içsel bağlılığın veya bağlanmışlığın dışsal yaşam döngüsü içinde ‘Allah rızasıyla’ tecessüm etmesidir. Kur’an, sürekli insanı Allah’ın bakışıyla uyarır. Allah’ın her şeyi görmesi, her şeyi bilmesi, insanla en yakın temas halinde olması gibi en yoğun uyarıların insanı iç ve dış karşılaşmalarda adalete, doğruya, ahlaka çağırması Kur’an’ın defalarca açıkladığı ve üzerinde durduğu yaşam anlayışıdır. Bunların karşısında Şeytanî öğeleri göstermesi ise Allah karşısında insanı duyarlılığa çağırmasından ileri gelmektedir. Kuransal olan ve derin inanç ahlakıyla insana telkin edilen bu yorum, İslam düşüncesi içinde realist yaklaşımların daha çok yoğunlukta olduğu sıkı bir fiil öğretisine dönüştürüldü. Fiili hükümlülük, fiili bağlılık, fiili ibadet, fiili davranış, ahlak, intizam, idare gibi salt yönetimsel bir dünya anlayışını merkeze alan göstergelere dönüştü. Bu en sonda Gazalî’yle insanî idarenin tanrısallaştırılmasına kadar götürüldü. O denli ki dil olarak Arapça, Simaveyh’le fiili bükülümler yığınına dönüştürüldü.

Dördüncüsü, siyasal getirilerin üstünlüğüdür. İslam dünyasının son en büyük gücü olan Osmanlı hiçbir zaman ideal anlamda İslam kültürüne, medeniyetine ve ilmine sahip bir devlet olamamıştır. Osmanlı’nın en büyük özelliği ideal bir “süper-siyasal İslam devleti” olmasıydı. İkinci Viyana kuşatmasına kadar İslam dünyası ciddi anlamda hiçbir zaman gerilemeden söz etmedi. Müslüman dünya Emeviler’le birlikte ciddi anlamda siyasallaşma sürecine girdikten sonra Müslüman toplum derin baskılar sonucunda içselleştirildi. Toplum dışavurum özelliklerini kendi devleti adına yapılan savaşlarda gösterirken, geniş anlamda da huzur sevdasındaydı. Osmanlı toplumu, siyasal avantajlarından dolayı en huzurlu İslam ümmetiydi denilebilir. Ama, savaş alanlarında ardı ardına gelen başarısızlıklar, ve asırlar boyu kılıçları önünde çıtlarını çıkarmadan boyun büken kafirler herkesi huzursuz edecek bir biçimde İstanbul’un önlerine kadar gelmişlerdi. Bu durum ilk kez İslam dünyasının geri kaldığı konusunda düşüncelerin dile gelmesini sağladı. Siyasallaşmanın bu denli öncül olması, yenileşme anlamında ilk çözümlerin yine siyasî yapılara tanınmasına neden oldu. Geniş anlamda İslam toplumları: Osmanlı, Rusya Müslümanları, İran, Afganistan’da da reformist yapılanmalar başladı ve geniş yankı buldu. Peki, Müslümanların yenilik olarak aldıkları ve yorumladıkları şey neydi? Kesin ve net bir dille: Batı siyasal düşüncesi.

BATI SİYASAL DÜŞÜNCESİ
XIX. yüzyılın başlarında İslam aydınları ve devlet yöneticileri gönüllü veya gönülsüz Batı siyasal gücünün kendilerinde olması gibi bir lüksün peşindeydiler. Bu hâlâ arzulanan bir şeydir. İslam dünyası bugün dahi, Batı siyasî gücü olarak Avrupa’nın teknik başarısını görmektedir. Doğu İslam devletlerinin 150 seneyi aşkın Batı teknik bilimini ve verilerini ithal etmelerine, öğrenmelerine ve uygulamalarına rağmen pek bir başarı sağlamamaları ve üstelik günümüzde İslam’ı ‘terör’ suçlamalarından koruyamadıkları bir gerçektir. Globallik, evrensellik gibi yapay düşlemler içinde dünya arenasında gerek siyasal, gerek kültürel, gerek sosyal ve gerekse de entelektüel anlamda İslam kimliğinin bulunmaması ise Müslümanların büyük ayıbıdır. Aydınlanma akımları, Batılılaşma serüveni, Avrupa bilimsel dünyasına entegre olma çabalarının aradan geçen birkaç asırlık süreye rağmen başarılamaması bir beceriksizlik olarak görülebilir. Aslında sorun bu değil. En önemli sorun, Batı dünyasıyla en fazla içli dışlı olan tek büyük kültürün İslam olmasına rağmen Batıyı anlamamasıdır. Gerçek anlamda, Batının teknik üstünlüğü bir tek öğenin kendi alanında gelişerek şekillenişi olarak görmek, hiçbir şeyi görmemektir. Batı, Rönesans’la başlayan ciddi ve büyük bir yapılanmanın yarattığı bir dünyadır ve yaşayan tek dünyadır. Batı, bunu kendi içinde ve kendi varlığına dair değerlerle başarmıştır.
Don Quijote (Don Kijot)’u okumuşuzdur. Don Kijot, Batı düşünce tarihinde bir milat oluşturur. Bizi ilgilendiren Cervantes’in dilidir. Yani, varlığın evi olarak dil. Uzun süreden beri bize, ‘bilginin okunulabilir, öğrenilir ve eğitilir’ olduğu söylenmektedir. Biz bugün, geçmişi öğrenmek için tarihi günümüze taşıyarak geniş zaman içinde yaymaktayız, öte yandan onu şimdiki zamanla da tehdit etmekteyiz. Bunu başlatan Don Kijot’tur.

Fazla değil, yaklaşık 100 sene öncesinin tarih kitaplarıyla, günümüz tarih eserlerinin konumunda etkin bir üslup değişiminin olduğu hemen fark edilmektedir. Fark edilen şey, tarihsel olana olayların çizgisel olarak art arda gelişi tarzında bakılırken ve bu şekilde araştırılırken; günümüzde bu üslubun yerini derinlemesine dalışlar oyunu getirilmiştir. Olay, artık kendisi değildir; yani belirli bir zaman ve belirli bir mekan kesişimin de vuku bulan hadise kendi nedenlerinin doğurduğu sonucu ifade etmez. Daha fazlasını ifade eder. Olay artık göndermelerin, içinde yeni başka türlü olaylarında saklandığı bir çok kesişmelerin, çok boyutlu kurguların ve en önemlisi güncelliğin kaybolmayan tabanıdır. Yani, tarih artık süregelişlerin okunması olarak öğrenilmemektedir; durarak, durdurularak analiz edilme olarak tetkik edilmektedir. Daha keskin bir anlatımla: tarih, olaylar, kitaplar, yaşamlar kendilerinin birer varoluşundan çok, onlara atfedilen ödevleri taşımaktalar. İnsan öğrenilmiş olanın kaba sınırları içine kapatılmıştır.

Don Kijot’la başlamak bu yüzden önemli. Rönesans’a kadar Batı düşüncesinde iki türlü kurgu vardı: kavram ve Logos. Sokrates, Platon, bütün eski Yunan, Latin ve Hıristiyan Azizleri bu kurgu içinde pekişen dille varlığı, zamanı, mekanı, varoluşları, şeyleri, yani düşünebilecekleri her şeyi tanımlamaya çalıştılar. Ben buna Logostik Düşünce diyorum. Buna göre, bilinen bilinmeyenin açığa çıkışı olduğu gibi, bilinmeyen bilinenin gizliliğidir. Rönesans’la bunun yerini Benzeşiler Öğretisi aldı. Yani benzetmeler yoluyla anlamlar arasında bir irtibat kurulmakta, olaylar arasında yakınlık sağlanmakta, şeyler arasında kategoriler oluşturulmakta, varlıklar arasındaki bağlantılar onaylanmaktaydı. Örneğin, ceviz beyine benzediği için baş ağrısına iyi geleceği inancı hakimdi, Rönesans tıp düşüncesinde. İnsan tanrısal bir varlık olduğundan Rönesans resminde insana benzer insan üstü varlıklar resmedilmekteydi. Dinsel vaazlarda, kötülük Şeytanî olduğundan, hayvani olanın Şeytanî benzerlikleri alanından ciltler dolusu yapıtlara imza atılmıştı. İşte, Don Kijot, tam da bu noktada yazıldı. Cervantes’in üslubunu tarayacak olursak; müellif tasvir ve tanımlarında olayları, şeyleri, varlıkları benzerlerinin bir sunumu, görünümü, açığa vuruşu olarak değil de, bir şeylerin temsili olarak etüde etmektedir. Don Kijot temsil edendir: aşırılığın, zevkin, aşkın, içgüdünün, insanî yoğunlaşmanın, kendi içindeki karanlığın ve aydınlığın, sırrın, istenilenin, arzunun, sıradanlığın kahramanlaşmış temsili. Don Kijot, aynı zamanda benzerliğin de sonudur: aynılığın, bütünleşmenin, tek tiplemelerin, örneklerin, tarzların, birbirine sıkı bağlı olan benzetmelerin sonu. Temsil etmeyle dilin alanı daraltıldı ve aynı zamanda genişletildi. Don Kijot’a kadar dil, edebiyat, felsefe, düşünce varlığın kendini açığa vurduğu ilahi bir tinsel sesleniş biçimiydi veya öyle olduğuna inanılıyordu. Ancak Don Kijot’la dil, ortada bulunan varlığı sınırlarını tespit etmek, tayin etmek, kabullenmek, kullanmak için dünyasal bir araç haline geldi. XVI-XVII. Yüzyılların Gramatoloji’sinde dil gramer olarak duyarlılığın, kelime etimolojik olarak tanımladığı şeyin tamamının özeti olmaya başladı. ‘Ayı’ kelimesi, adına ‘ayı’ denilen yırtıcı hayvanın temsili olduğu gibi, o hayvanın bütün hayvansal özelliklerinin de temsiliydi. Şüphesiz, ‘ayı’ kelime olarak daha önce de mevcuttu, ancak dildeki varlıksal düzen içinde bir sıralamaya tabî değildi, yani kelime olarak hiyerarşi bütünlük, gösteren – gösterilen kurgu içinde öznel, nesnel türünden tamı tamına oluşturulmuş bir yapıdan çok uzaktı. Batı dünyası, eski dünya üzerinde yeni bir dünya yaratmadı; eski dünyayı yeni yapılar, kurgular, episteme kavramlar, bakışlar içinde yarattı. Temsiller, varlıkların çözümlemesini esas alıyordu. Çözümleme işini de Akıl yapmaktaydı. XIX. Yüzyılda düşünce alanında bir devrim oldu. Bu devrim, Fransız İhtilalinin büyük yansımasıydı: varlıklar sadece kendilerinin değil, ötekilerinin de tarihsel çoğunluğu olmaya başladı. Napolyon’un Fetihler süreci bu düşüncenin geniş yayılmasına katkıda bulundu. Örneğin, Napolyon’a kadar ‘milliyetçilik’ denilen şey, asilzade zümrelerin biyolojik bir soy takıntısı olduğu halde, 1800 sonrası toplumların, etnik oluşumların kendi biyolojik varlıklarını, genetik kodlarını, Derrida’ın söylemiyle ‘tarih öncesi ilk atalarının cinsel uzvunu’ kutsamalarıyla nasyonal bir söyleme dönüştü. Yani, düşünce Tarihsel Zaman anlayışına dayalı bir mekanizma olarak kabul edilmeye başlandı. İnsanın tarihsel bir varlık olduğu dünyevi anlamda insanî olan her şeyin tabanında kök saldı. Düşüncenin Özne merkeziyetçiliği kesinlik kazandı. Bu düşünce kapsamında Büyük Bilimler Çağı başlatıldı. Geriye doğru çekilen kimlik tanımları, geçmişi esas alan tabansal kurgular, geniş yelpazeler altında yapılan determinist yorumlar, bilimsel olanı doğrulayan pozitif – emprik açıklamalar zamanın birbiri ardına denetimsel bağlılığı içinde mekanın dokunulmazlığı üzerinde şimdiki zaman ekseninde dönmeye başladı. 1965 – 1975 yılları arasında gerçekleşen tarihsel süreç sonrası, öyle sanıyorum bu düşüncede bir değişim yaşandı. Bana göre, Modern Skolastiğe yoluna kaymış bulunuyoruz. Bunu, ben ciddi anlamda iki alanda tespit etmiş bulunuyorum: tıp ve sanat, yani sanat olarak resimde. Tıp analizlerinde sabit bakış, Resimde ise sürrealist çizim ve üslup tekniği, zamanın itibarsızlığını ortaya koymaktadır. İnsan ölümle sınanmamaktadır artık, aksine sağlıkla imtihan edilmektedir. Günümüz sosyolojik, psikolojik ve ekonomik bilgi kuramlarında dikkati çeken bir husus vardır: devinim geçiren şeyin kalıcı veya sabit bir merkez etrafında tutulması. Kapitalist para politikası böyledir: para, kendi değerinin bir gücü olarak sahneye çıkmaz; para psikolojik serüvenler içinden geçirilerek kalıcı olanın yaşamsal ve daha ziyade zihinsel dayatmasıyla güven kazanmaktadır. Para akışı kolaylaştırılmakta, paranın insan üzerinde etkin ağırlığı sağlanmakta, paraya duyulan ilgi alanları çoğaltılmakta, öte yandan ise paranın odaklandığı alan karmaşık bir şekil alarak gizletilmektedir. Psikolojide ise insan, geniş anlamda yalnız bırakılmakta, tekil fert psikoloji ortamına atılmakta, ona yönelen bakışlar ise çoğaltılmaktadır. İktidarın zamana ihtiyacı yoktur. Çünkü iktidar ölümsüzdür. F. Chatelet’in Soru ve İtirazlar eserinde bir cümleyi hatırlıyorum: “İnsan ölümlü olduğu için ölmez, insan ölür çünkü öldürülür”. İktidar ölmez, çünkü insanın kendisi üzerinde kurduğu ‘kendini bilmek’ oyunları hiç bitmez.

Anlaşılacağı gibi, Batı siyasal düşüncesi kendi başına Batı değerler toplamının yeniden bir analizi, evrimi, yeniden anlamlandırılması olarak ortaya çıkmıştır. Batı siyasal düşüncesi içinde hiçbir inanç öğesi taşımayan felsefi kavramlardan, oluşumlardan, yaratılmalardan üretilmiştir.

İSLAM MODERNİZMİ
Cemaleddin Asadabadî, Muhammed Abduh, Şihabeddin Mercanî ile başlayan İslam’ın modernlik serüveni ciddi anlamda düşünmek gerekirse kuru bir kaygıdan doğmuştur. Her şeyden önce İslam Modernizmi sıkıntıların ortaya çıkardığı, güncel tavırların ağır bastığı, siyasal güdüleri yoğun olan ve en önemlisi Batıya duyulan nefretin eseridir. İslam Kur’an merkezli düşünüldüğünde kendi sorunlarını kendi içinde aşabilecek sosyal bir karaktere sahiptir. İslam dünyasını çetrefilli bir yaşam öyküsünün içine düşüren, bizzat Müslümanların yukarıda belirttiğimiz çabaları sonucu Kur’an’ı kaybetme pahasına da olsa onun çevresinde kurgulamış oldukları İslam düşüncesidir. Mitolojik olduğu kadar mistik, siyasal olduğu kadar genişlemeci, sosyal olduğu kadar hiyerarşi unsurları taban tabana zıt ve karmaşık, içsel yansımaları dışsal kurgularla tıkayan terkipler olarak sistemleştiren ve özellikle hicretin II. Yüzyılından başlayan İslam düşüncesi yeni bir hamle daha yaparak Batı modern düzen anlayışını da içine almaya çabaladı. İslam entelektüellerinin gözlemleyemedikleri en önemli sorun Batının kendi varoluş tarzıyla birlikte gelişen kurguların Kur’an’la olabilecek irtibat olanaklarını hesaba katmamaları. Bilimsel olanın Kur’an’da olabileceği gibi basiretsiz anlayış, Tanrı kitabının evrensel olabilecek her türlü dünyasal düşünümü kapsayacağı gibi ilkel benzetmeler, siyasal gücün kendilerine müjdelenmiş olduğu iddiasıyla her çeşit pratik ve politik oluşumları benimseme İslam’ı uzun süreden beri içine girdiği yapaylığın kirli çehresi altına soktu. Bir kere, Kur’an ilahi düşünceli bir yaşam anlayışından asla vazgeçilmemesini öngörürken, hiçbir epistemolojik tanımlama yapmadan Batı felsefi devlet ahlakını bu düşünce içinde açmanın saflık olacağı aşikardır.

Sonuç, bugün İslam Medeniyeti denilen bir uygarlık, kültür yaşamamaktadır. İslam adının yaşaması sadece tedirginliğin itiraf edilmeyen en sert korkusundan ibarettir. Dünya Batı merkezli eksenle dönmektedir.