Salı, Haziran 27, 2006

Bir Savaşın Öyküsü - I


Bir Savaşın Öyküsü: Dandanakan

Türkmenistan; kumun ülkesidir. Kumun ve sıcağın. Kavurucu sıcaklık yazın +40 altına hiç inmez. Güneş taşı bile eritmektedir. Karakum, dev bir ejderha gibi ağzını açmış ateş püskürmektedir adeta. Bu cehennemi tadanlar hayatı boyunca kumdan nefret edebilir.

XI. Yüzyılda Karakum sadece yakmıyordu, yaşatıyordu da. Sahranın göbeyinde ateş bir imparatoluğu örseliyordu: Büyük Selçuklu İmparatorluğunu. Tanrı, Doğunun yeni efendilerini Karakum ateşiyle imtahan ediyordu. Bu yüzden Oğuz Türkmenlerinin yaşamı günün ancak belli vakitlerinde canlılık göstermekteydi. Güneşin tepeye çıktığı zamanlar Karakum tandırının iyice ateş tuttuğu vakitti. Kavurucu sıcak akşama kadar dinmez. Kırmızı küre, sahra tepeciklerinin ardında kaybolduğundan bir süre sonra bile çölün ateşi düşmez. Karakum ancak gecenin ortasında serinlemeye başlar. İşte tam bu sırada Türkmenler büyük deve, at, koyun sürülerini beslenmeleri için sahraya yayarlar. Türkmen atlı çobanları sabahın ilk ışıkları parladığında sürüler çölün nimeti sayılan su kuyularına doğru çekilmeye başlarlar. Sudan yararlanmak bir yasaya bağlıdır. Beylerle sıradan Türkmen arasında hiçbir fark gözetilmezdi. Sırası gelen sürüsünü kuyuya yaklaştırırdı. Sıralama değişkendi ve herkesin yılın belli sürelerinde en az birkaç defa sudan ilk yararlanma hakkı vardı. Sahra yaşamı ne kadar acımasız olsa da burada yaşamak için adalet gereklidir. Öğlene doğru göçebeler sürüleriyle birlikte Balhan Dağının eteklerinde dinlemeye çekilirlerdi, çünkü ateşini artıran sıcağa yakalanmak ölüm demekti. Ama sahradan beslenme olanakları dardı. Bir sürünün geçtiği yerden sabaha kadar onlarcası geçiyordu. Geriden gelen sürüler ilk sürülerin kopardığı bir parça otun ancak kökleri ile beslenebiliyorlardı. Bu yüzden daha ilkbaharda sahranın yem kaynağı tüketilmiş olurdu. Bir süre sonra kuyular da kururdu. Türkmenler için bu durumda iki yol vardı: ya daha güneye inip Horasan’ın bereketli topraklarından yararlanmak; ya da kuma teslim olmak. Her ikisi de ölüme eş değerdi. Ama hiç değilse birincisini denemeden ölünmezdi.

Eski Merv, bugün Güney Türkmenistan’ın Marı şehrinin açıklarında yer alan harabeler altında yatmaktadır. Bir zamanların Ortadoğu’nun incisi sayılan bu şehir şimdi korku uyandırmaktadır. Geceleri baykuş çığlıklarının duyulduğu bu harabelerin üzerinden ılık rüzgar kumları savurarak eğlenmektedir. Her şey ölür: insan, şehir ve toprak. Şimdi Eski Merv dev bir kabristanlığı hatırlatmaktadır. Kumlara teslim bu harabelerin 33 km güney-batısında yer alan Taş-Rabat denilen bölgesinde çöl rüzgarlarının yer yer tepecikler oluşturduğu alanda bir zamanlar tarihin en büyük savaşı gerçekleşmiştir. Burada adına Dandanakan denilen küçük bir kale yer alıyordu. Kale açıklarında birkaç bahçe ve birkaç kuyu vardı. Bir tarafta ölüm kalım savaşı veren Oğuz Türkmenleri, bir tarafta ise kendi varlığını korumaya yemin etmiş Gazneli Türkler 1040 yılında bu küçük kale önünde kafa tokkuşturacaklardı. Kimin boynuzu kırılacaksa, onu kollarına ölüm meleği takılacaktı.

Daha savaştan aylar önce devasa imparatorluğun muazzam ve iyi donanımlı ordusu yola koyulmuştu bile. Ordudaki fillerin naraları çöl boyunca yankılanıyordu. Zengin Hindistan gazalarında servetler kazanan Gazneli askeri, sürülerinden başka hiçbir şeyi olmayan çülsüz Oğuz Türkmenleri üzerine saldırmaktan hiçbir keyf almıyorlardı. Koca bir ordunun kıytırık çölde hareketi normal bir insanın hareketinden on kat daha zayıftı. Bu yüzden ordu Gazne’den Nişabur’a ancak bir aya varabilmişti. Asker yarım günlük yolculuğun hemen ardından oturup dinleniyor, çadırını dikerek safahatın keyfini çıkarıyordu. Askerlerin çoğu sefere ailesiyle birlikte katılmaktaydı. Bu olanağa sahip olmayan askerler ise ancak gecenin belli vakitlerinde koumatların çadırından dışarı atılan oğlanlarla cinsel iskeklerini giderebiliyorlardı. Geceleri becerdikleri oğlanları bir sonraki geceye kadar toparlanmaları için askerler çadırlı arabalarda taşıyorlardı. Her safahat bir hazinenin boşalması demekti. Konaklama sırasında kesilen hayvan kellesinden kaleler dikiliyordu. Binlerce tonu bulan etin bişirilmesi için yüzlerce kazan kuruluyordu. Bu binlerce kütüğün yakılması demekti. Her konaklama çevresine binlerce tuvalet kuruluyordu. Yüzlerce deve sadece büyük su tulumbalarını taşımak için istihdam edilmişti. Çağın tanklarının yerini tutan savaş fillerinin beslenmesi ise daha zordu. Her türlü olumsuzluğu ortadan kaldırmak için sefere alınacak fillerin kontrolü yapılıyor, çoğu iğdış ediliyordu. Boynuzlarının uzu ise bir ok gibi kazılarak iyice sivrileştiriliyordu. Bu ordunun bir kasaba veya köy civarından geçmesi orasının yıkımı demekti. Aynı ordu geldiği yoldan geri döndüğünde daha önce yakınından geçtiği köylerin ve kasabaların yerinde kendi yarattığı harabeyi seyrederdi. Bu yüzden köylüler daha ordu davullarının, fillerinin sesi duyulur duyulmaz yerleşimlerini terk ederlerdi.

Tarihçi Beyhakî’nin değimi ile dönemin “en büyük sultanı” Sultan Mes’ûd Dandanakan önlerine vardığında ordusuyla birlikte bitmiş bir haldeydi. Dönemin Horasan’ı pek parlak günlerini yaşamıyordu. Bıçak kemiye direnmişti. Sadece yaşam olarak değil, psikolojik olarak da bir kargaşa hüküm sürüyordu. Mezhepler arasında kıyasıya bir savaş gidiyordu. Ehl-i Sünnet mezhepleri de halk tarafından aforoz edilmişti. Çünkü, toplum Hanefî ve Şafi’i imamlarını iktidarın (dihkanların) haklarının savunucuları olarak görmekteydiler. O denli ki bazen imamlar fetva vermekten tereddüt ederleridi. Çünkü verilen fetvanın kendi çıkarlarına zarar verdiği görenler ertesi gün imamı yakalayp ağzına toprak doldurarak ölüme mahkum ederlerdi. Tarihçi Beyhakî şöyle der: “yürekler buz kesildi, önceleri sunulan teveccüh ve sevgi kaybolup gitti”. Fatimiler, Karmetiler, Şiiler, Hariciler, Zeydiler halkı kendi mezhep davalarının içine çekmek için günümüzün seçim kampaniyalarından farsız propaganda turları yapıyorlardı. İranlı feodallar ise aç gözlü itler gibi halkı donuna kadar soymakta kararlıydı. Vergisini ödemeyenin sonunu ancak Allah bilirdi. Büyük sultanın kıçının altındaki tahtın ayakları Süleumanın asası gibi çürümüştü. Dev bir imparatorluk olan Gazneliler ruhunu dinara ve dirheme satmışlardır. Devletin bel kemiğini oluşturan ordu Türklerden ibaretti. Ancak bir süre sonra Türk komutanlar devlet üzerindeki ağırlıklarını ve bürokrasideki makamlarını İranlı (eski Sâmânî kökenli) vezirlere ve memurlara kaptırınca bu işten zevk almaz olmuşlardı. Devletin beyni Divan entrika yuvasıydı ve en çok rüşveti veren bir makamı kapıyordu. Tarihçi Beyhakî, Gazneli veziri Surî’nin bütün Horasan gelirlerini nasıl ele geçirdiğini ve makamını korumak için servetini nasıl sultana peşkeş çektiğini anlatmaktadır.

1040 yılın Mayısında bazılarına göre 30 bin, bazılarına göre de 100 binlik Gazneli ordusu Karakum’un eteklerinde vardı. Baharın ortalarıydı. Kumlar daha yeni yeni ateşlenmeye başlamıştı. Yine de çölün serini Gazne şehrinin en sıcak günlerinden daha ateşliydi. Tulumbalardaki sular bitmiş, onları taşıyan develer ise kesilip yenilmişti. Bu devasa gücün karşısında sadece topu topuna 10 binlik bir Oğuz Türkmen atlısı belirmişti. Farenin kediyle oynaması misali Oğuzlar sahraya kadar son 100 km alanda Gaznelilerin gözünde serap misali bir görünüp bir kayboluyorlardı. Amaç, büyük ve ağır gücü savaşa girmeden tüketmekti. Türkmenler daha tedbirliydiler. Eşlerini, çoluk-çocuklarını ve sürülerini Karakum’un ortasına kadar sürmüşlerdi. Onları düşmana teslim etmektense ateşe atmayı yeğlemişlerdi. Kumun ortasına çekilen yaşlı, kadın, çocuk Güneşin ışınlarını hafifletmek için altı yedi kat çadırlarda barınıyorlardı. Sürünün sıcaktan korunması için ise boş bir alana çakılmış direye 5-10 koyunu kafası direğin dibine yaklaşacak şekilde bağlanılır ve bu şekilde hayvanların kafalarını birbirlerinin karının içine sokarak gölgelenmelerini sağlanıyordu. Sıcağa dayanmayan yaşlılar, hamile kadınlar ve çocuklar ölüyordu. Ölüler açılan çukurlara kefensiz gömülüyorlardı. Konaklamacılar yerlerini değiştirdiğinde ise vahşi hayvanlar bu çukurları açıp cesedlerle besleniyorlardu. Yaşam acımasız yüzünü her iki tarafta da gösteriyordu. Gazneli ordusunda bakımlı askerler ve hayvanlar çoktan bitlenmişti. Sefer başlarında karargah yakınlarında kurulan çadır tuvaletlere ibrikleriyle gidenler şimdi yanlarına çuvalla kum alıyorlardı. Oğlanlarla eğlenmekte artık tat vermiyordu. Bu yüzden çoğu zevk oğlanı asker kiyafeti giydirilip ordu sıralarına sürülmüşlerdi. Dandanakan’a vardıklarında önünde ocağı tüten sadece birkaç çadır vardı. İaşe ve su sıfırlanmıştı. Kendi abdest suyu ile elini temizleyen bile vardı. Çölde su altından daha değerlidir. Askerler önlerine çıkan su kuyularından yararlanmak için birbirleriyle ölümüne mücadele ediyorlardı. Aranan düşman ise bir türlü bulunamıyordu.

Hiç yorum yok: