Pazartesi, Mayıs 01, 2006

İRAN TARİHİ: SANALDAN GERÇEĞE



İran adı tarihte coğrafi bir tanım olarak ortaya çıkmış ve son yüzyıla kadar bu böyle kullanılmıştır. Etnik anlamda İran kimliği İran’da yaşayan bütün kesimleri içine almak için kullanılan İranlı tanımını içermektedir. Pers/Fars kimliğini öne çıkaran araştırmacılar ve ideologlar İran ve İranlı tanımlarını Fars adının ve kimliğinin eşanlamlısı olarak göstermektedirler ki bu büyük bir yanlışlık olup, hiçbir tarihi ve belgesel gerekçesi bulunmamaktadır. Bir kere etnik anlamda Fars kimlik anlayışının ortaya çıktığı tarih XX. Yüzyılın başlarından öteye gitmemektedir. İkincisi, bu tanım siyasal ve ideolojik gerekçelerden ortaya çıkmıştır. Üçüncüsü, Fars kimliği tarih boyunca hep saray çevresine bağlı olup idari ve bürokratik bir kimliği içine alarak daha çok dil üzerinden işlevsellik kazanmıştır. Son olarak bürokratik anlamda Fars kimliğini İran’da yaygınlaşması aşağıda da göreceğimiz gibi Selçuklularla eş zamana denk gelmektedir.

Resmi İran kaynakları, özellikle son dönemde Avrupa’da, İran ve Rusya’da yapılan tarihçilikte, İran’daki mevcut dersliklerde ve edebi-kültürel çalışmalarda, İslam’dan önceki İran’daki İrani kimlik hiçbir gerekçe gösterilmeden Fars kimliğinin bir ön tarihi yapılmaktadır. Tarih ve dilcilik anlayışı gereği Rus kimliğinin bütün Rusya coğrafyasında yaşayan toplumların geçmişini içine almayacağı, Anglo-Sagson kimliğinin Avrupa’daki bütün Germenik kültürü sahiplenemeyeceği gibi, Fars kimliği de İran’daki bütün İrani kimliği kapsayamaz. Olsa olsa bunlar arasında sadece dilsel, tarihsel ve diğer bağlardan söz edilebilir. Fars kimliğine de İrani kimliğin bir kolu, bölgeye ancak Samanoğulları döneminde ve sonrasında nüfus etmeye başlayan dil ağırlıklı olmak üzere Hint-Avrupai bir bürokratik kimlik olarak bakmak gerekmektedir. Nitekim, bütün tarihi veriler bize bunu bu yönde yorumlamaya fırsat vermektedir. Bugün İran’da yoğun bir Fars dili ve kimliğinin baskısı altında erimekte olan İrani gruplara ve topluluklar bir nebze İran’ın gerçek yerlileri olarak bakmak gerekmektedir.

İran coğrafya gereği Güney Asya’nın tam üzerinde bulunduğundan Doğu’dan kopup gelen göçler için hep geçit görevini yapmıştır. Bu yüzden eskiden beri İran’da meydana gelen göç dalgalarını izlemek ve bir sonuca varmak hiçte kolay değildir. Modern tarihçilik ve dilcilik bütün uğraşlarına rağmen İslam öncesi İran’da yaşamış etniklere tam bir kimlik verememiştir. Bugün dahi İran kentlerinde, şehirlerinde, kasabalarında ve köylerinde küçük adacıklar gibi izini sürdüren yüzlerce İrani etnik grubun ve onların konuştukları dillerin kökenini ortaya çıkartmak en büyük sorunlardan birini oluşturmaktadır. Fars ideologlar bu grupları İran’daki Fars etno-kültürünün bir uzantısı, kalıntısı veya akrabası olduğunu iddia etmekteler. Ancak aradaki etnik, dilsel ve tarihi uçurum o denli büyük ki bunlarla Fars kimliği ve dili arasında doğrudan bir bağlantıdan söz etmek hayali bir tarih oluşturmak anlamından öte bir içerik taşımayacaktır.

Bugün İran’da adeta değim yerindeyse can çekişen Pamir dilli küçük İrani azınlıkların, dağılmış ve büyük ölçüde eriyerek izlerini kaybettirmiş Tati grupların, eski İrani kimliğin kalıntıları olan Güney Hazar çevresi toplulukların, Merkez İran bölgesinde küçük etnik adacıklar gibi serpilmiş ve sadece eski kuşakların dillerini unutmadığı Damgani, Demavendi, Gezi, Velatru, Zefreyi, Sohreyi, Biyanbaneki, Semnani, Lasgerdi, Amereyi, Aştiyani ve nice yüzlerce gurupların tarihini, kültürel mirasını, gelenek ve göreneklerini, sosyal ve medeni yaşam tarzını en ince ayrıntısına değin araştırmadan Fars kimliğine bağlamak siyasi bir amaçtan öte bir anlam taşımamaktadır. Bu görüşe karşı çıkacak olan araştırmacıların iddialarını bastırmak için İran genelinde oturan bu gibi yüzlerce etnik grubu bölgesel, kültürel, dilsel ve coğrafi olarak tanımlayarak gerek kendi aralarındaki, gerekse de iddia edildiği gibi Fars kimliği arasındaki onarılması imkânsız farkları ortaya çıkartmak ve tartışmak pek zor değildir. Bunun için basit bir önermede bulunmak yeterlidir. Dilcilik tarihinde ve araştırmalarında her dil için yapılması zorunlu gözüken (ki bu dilin kökenbilimini belirlemek açısından çok önemlidir) etimolojik bellekten söz edilmektedir. Etimolojik bellek, bir dilin kendine özgü orijinal sözcüklerini ortaya çıkararak o dilin yapısını ve dilbilimsel varlığını belirlemektedir. Farsça için böyle bir şeyi tasarladığımızda “üstün ve egemen bir Fars dili ve kimliği ile övünenler” tam bir hüsrana uğrayacaklardır. Nitekim, Farsçanın %60 Arap kökenli sözcükler, %5’i Eski Pehlevice sözcükler, %10 ila 15’i Tacik orijinli sözcükler, geri kalan %20 ila 25’lik oranın da çoğunu Farsçanın ilk yazılı metinlerinden çok önceler var olan Hoten, Tohar, Sogd metinlerinde geçen sözcükler ve kaybolmuş ve diğer Hint-Avrupai diller içinde erimiş Horezmi, ve diğer yerel dillerden edinilmiş kelimler toplusu oluşturmaktadır. Bu durumda bize bir soru sormak düşer: Peki, Farsça denilen bu dilin orijinal varlığı nerede? Nerede konuşuldu? Kimler bu dili temsil etmekteydi? Neden bu dilde yerel öğeler yok? Farsçayı neden kültürel yerel unsurlar (destanlar, halk türküleri, arkaik özellikler içeren masallar, ninniler ve şarkılar) ve sosyal yerel kimlikler (ilkel özellikler sergileyen yerel topluluklar, köyler, gelişmişlik dışı nitelikler sergileyen sosyo-kültürel kalıntılar ved.) beslememektedir? İşte, Ortadoğu’da yaygın bir Perso-İran veya Fars-İran kimliğinden söz eden gerek Batılı, gerek Rus, gerek Fars ideolojisini savunan İranlı tarihçilerin bu soruları yanıtlaması gerekmektedir. Aksi takdirde sözünü ettikleri bu egemen ve etkin kimlik hayali bir tarih anlayışını siyasi ve ideolojik yöntemleri kullanarak insanların zihnine dayatmaktan öte bir anlam taşımayacaktır.

Batı, Rus ve son yüzyıldaki İran tarihçilerinin üzerine basarak vurguladıkları Fars – Pers bağlantısı da büyük ölçüde hayalidir. Tek yakınlık isim ortaklığı (Pers/Pars/Fars) ve Farsçada yer alan %5’lik kelime oranına dayanmaktadır. Dilbilimsel, özellikle Batı dil anlayışında gramatoloji olarak tanımlanan morfolojik tanımamlalar, dilin kuruluş teması ve yapısı gibi belirgin bağlar Fars ve Pers dilleri arasında akrabalık şöyle dursun, yaklınlığın bile olduğunu söylemeye bize fırsat vermemektedir. Bir kere, eldeki metinlere dayanarak Perscenin dişil ve eril adlar özellikleri gösteren bir dil yapısına sahip olduğu belirginken, Farsçada böyle bir kuramsal ve işlevsel yapı hiç görülmemektedir. Bu, dilbilimsel açıdan şiddetle yanıtlanması gerek bir konudur.

Bir diğer üzerinde durması gerek konu ise etnik Fars kimliği problematikidir. Etnik anlamda Pers kimliği ile Fars kimliği arasında bir bağlantı kurmak çok zor olmaktan öte imkânsızdır da. Birincisi, Pers kimliği hala etnik anlamda tanımlanmamıştır. Yani, Pers veya Parsua denilen adın etnik bir anlam içerdiğini söylemek eldeki mevcut verilere göre mümkün değildir. Tarihte, özellikle de Bisutun yazıtlarında Pers adı belirsiz bir tanım olarak görülür. Ortaya atılan son yorumlara göre, bu tanım Hahamenişiler döneminde (M.Ö. 550-331), özellikle de kral I. Darius zamanında siyasi-askeri bir terim olarak kullanılmış olabilir. Zira, Bisutun yazmasındaki Pers adıyla yapılan işaret askeri bir kimliye gönderme yapmaktadır. Tabii sırf buna dayanarak bir yargıda bulunmak doğru olmayacaktır. Şu kadarını söyleyebiliriz ki Pers adı dahi etnik bir kimliği ifade etmek bakımından oldukça eksik bir tezdir. İkincisi, Arapların Fars adını verdiği kimlik ilk kez Buhara, Gazne gibi önemli devlet merkezlerinde ve özellikle de sarayların idari katmanında Tadjik veya Tacik etno-dilsel unsurunun bir uzantısı olarak görülmektedir. Bu haliyle Samanoğulları ve daha sonra Gazneli sarayı bünyesinde pekişen Fars tanımı ile Büyük İskender’le tarihe karışan Pers adı arasındaki tarihi fark nasıl kapatılacaktır? Tabii, bu soru da Fars ideolog-tarihçilerinin çözmesi gereken bir sorudur.

Bütün bunları göz önüne alarak, tarihi kabaca aritmetik görüntüleme biçiminde tasarladığımızda bile (ki bu tarihi en ilkel biçimde kabullenmektir) İslam öncesi İran’daki İrani kimlikler ve kültürler ile IX-X. Yüzyılda Samanoğulları bünyesinde gelişen bürokratik Fars kimliği arasında uyumlu bir tabandan söz etmemiz sanallık olacaktır. Dolayısıyla, İran’ı bu veya şu etnik kesimin tek kutuplu tarihsel yaşam alanı olarak sunmak tarih adına bile hakarettir. Böyle bir tarihsel yapıyı ve mantığı kabul etmek tarihsel anlamda ezikliği ifade etmektedir. Son yetmiş yılda İran’da aşırı Fars kimlik dayatması altında ezilen Türk, Arap, Beluç, Mazeni, Lor, Bahtiyari, Kürt ve diğer etniklerin aşırı milliyetçi araştırmacıları buna alternatif olarak İran’da kalıcı bir Türk, Arap, Beluç, Taberi ve Kürt geçmişinden söz etmektedirler. Kökleri Sumerlere (Türklerin tezi), Akkatlara (Arapların tezi, belli ölçüde doğru olsa da) ve Kutilere (Kürtlerin tezi) dayatılan ve “kim daha eskidir tarihsel yarış mantığının” ifadesi olan bu tarz tarih bakışı temelden yanlış olduğu gibi, kültürel ve siyasal ezilmişliğin ortaya çıkardığı psikolojik bir savunma yönetimidir. Bu tarz itici tarih görüşleri, açıklamaları ve söylemleri yüzünden kendi içlerinde kültürel bir hesaplaşma veren yukarıda sözünü ettiğimiz İran’ın geneline dağılmış biçimde birer etnik ada gibi yaşayan İrani topluluklar da azınlık olmanın ve yoğun biçimde Fars dili etkisi altında erimenin verdiği psikoloji içinde sanal Farso-İran kimliğine sarılmaktadırlar. Bu da İran resmi tarih tezinin ve siyasi-ideolojik bakış açısının bu toplulukları çabuk yutmasını kolaylaştırmaktadır. Söz gelimi, İran resmi tarihçiliğinde Moğol kimliğine vurulan kötümser yakıştırma, Moğolluğun bir kabalık, geri kalmışlık belirtisi olarak sunumu bugün İran’da oturan ancak Fars ve Tacik dillerini konuşan kalabalık Hazari, İlkay veya İlgai gibi Türk-Moğol orijinli toplumların kendilerine Fars ve Ari demesine neden olmaktadır. Bu topluluklara kendi kimliklerini ortaya çıkarmak fırsatı vermek yerine bir başka Azerbaycanlı, Arap, Kürt ve diğer etniksel söylemi dayatmak, onları Fars diline ve kimliğine daha da çok sarılmaya itmektedir. Çünkü, insan ve özellikle toplum şuuru tarihsel bilinçsizlikten her zaman ürkmüştür. Doğru veya yanlış içinde bulunduğu kimliği kaybetmek ve yerine ondan daha güçlü bir kimliği koymadığı zaman kökenbilimsel olarak psikolojik bir travma yaşar. Bu travma korkusu Fars olmayan İrani toplulukları diğer etkin olmayan bilinçler karşısında Fars kimliğini daha kurtarıcı görerek kendi etniksel erime hızlarını artırmaktadır. Anlaşılacağı gibi, İran tarihiciliğinde tek bir tarihi öğeden söz etmek İran tarihini öğrenmek adına doğru olmayacaktır. Çünkü söz konusu bu coğrafyada halkların mutasyonu denilen olay her hangi bir coğrafyadan çok da engebeli, çok daha karmaşık, ağır ve tezatlı bir seyir izlemiş ve izlemektedir. Sırf tarihsel kimlik değerlerini belirleyerek İran için etnik bir harita belirlemek büyük uğraşlar gerektirmektedir.

İşte bütün bu eğriler, inişler, çıkışlar, karışımlar ve bütünleşmeler içinde Paniranist söylemin bölge tarihine egemen olduğu 1925 yılı öncesi ve sonrasında İran tarihine bakmak gerekmektedir. Bugün İran’da son seksen yılda egemen olan ve Batı tarihçiliğinde de güçlü biçimde destek gören Paniranist tarih söylemine göre, “Oğuz işgalcileri öncesi İran İslam dinini kabul etmiş homojen bir Pers, dolayısıyla Fars kimliğini temsil etmekteydi. Selçuklularla birlikte İran uzun yıllara Türklerin esaretinde kalmış, en nihayet bu esarete 1925 yılında son verilmiştir. Buna rağmen Farslar bu bin yıllık sürede kimlik, dil, kültür ve diğer yönlerden kendi varlıkalrını koruyarak ve Türk kimliğine karşı İran kimliğinin savunucusu olarak ayakta kalmışlardır. İran’daki Türkler aslında (özellikle de İran Türklerinin %80’i oluşturan Azerbaycan Türkleri) Türk olmayıp, Türk-Moğol işgalcilerin zoruyla Türkleşmiş İrani halklardır. Fars kimliği bu topluluklarla birlikte genel İran’ın tek ve yegane temsilcisidir”. Her şeyden önce şunu belirtelim ki İran gerek etnik, gerek, siyasi, gerek kültürel, soysal, dilsel ve diğer yaşamsal etkinliklerinden dolayı tek yönlü ve tek kutuplu bir ülke olmamıştır. Arap–İslam hakimiyeti ve ondan önceki Sasani ve daha önceki Pers imparatorlukları döneminde de böyle bir tekilleşmiş İran sosyo-kültürel kimliğinden söz edilemez. İran veya İranlılık adı verilen öğe hep coğrafi bir yaygınlık olarak süre gelmiştir. Bu coğrafi tanımın Ari adı ve kimliği ile özleştirilmesi net değildir. Avesta’da geçen İranviç tanımı muhtemelen Hint-Avrupai kimliğe sahip kayıp kimlik Harezmî/Horazmi denilen toplulukların coğrafi mekânını tanımlıyor olmalıdır. Bu tanım Mitraist dinsel kimlik içinde yer alan bir mekâna gönderme gibi görülür. Nitekim, bütün araştırmalara rağmen Mitraizm’in kökeni belirlenmediği için buna etnik bir ad atfetmek doğru değildir. Zerdüştlük bu Mitraist dinsel yapısı içinde sıyrılıp çıkmıştır. Çıktığı çevrenin Orta Asya’nın merkezi ve güney-batı yakası olduğundan burada dinsel bir çatışmaya neden olmuştur. Mistik öğeli olup, sonradan Firdevsi Şahname’sinde edebi bir yapıya dönüşen, muhtemelen Karahanlılardaki Alp-Er-Tonga kahramansı anlayışı ile Türk–İran(i) gibi ayrışma içeren Turan–İran tezadı da ilk kez Zerdüştlüğün ortaya çıkışıyla Mitraist dinsel yapı içinde beliren eski ve yeni dindarların kimliğini tanımlasa gerek. Avesta’da yer alan göndermeler bunu söylemeye bize hak vermektedir. Ancak bu Mitrazm’in Hint-Avrupai gibi tek bir etniksel bağı kapsadığını söylemeye fırsat vermemektedir. Zira, eski ve sonraki dönem Türk inanç yapısında da bu inancının kalıntıların rastlanmaktadır. Hatta, bu belirginlik Türk dinsel ve sosyal yaşam tarzında diğer etniklerinkinden daha net görülmektedir. Yine bu Mitraizm’in Türk kimliği ile özdeşleştiği anlamına gelmemelidir. Aral gölü çevresinde kaynaşıp duran eski etniklerin sınırları belirlenmediği sürece bu konuda ortaya atılacak tezler araştırmacıları bir ileri bir geri çekip duracaktır. Zerdüşti öğelerin İrani yapıya daha yakın olduğu bir gerçektir. Ancak buradaki İranilik karma bir bünyedir. Bazı araştırmalarına göre, bu tarz karma öğelerden biri de İranviç tanımı olmalıdır. Onlara göre, “son takı gibi duran viç mekân belirleme veya bir soyu yerel bir yapıya bağlama ekine” bakarak İran adının Ari adından farklı olarak üst veya coğrafi yer anlamlı olduğu söylenilebilir. İlginç olan, Sasanilerin bu adı hangi gerekçe ile benimsedikleri ve işgal ettikleri ülkelerin geneline verdikleridir. Burada sadece bir öngörüde bulunmak mümkündür. Bizce, İranviç tanımı dinsel bir tanımdır. Buradaki Turan-İran dinsel çatışmasından doğmuştur. Bu da Turan tanımını ne eski, ne de bugünkü yaygın söylemin aksine Türklerle en ufak bir yakınlığı olmamıştır. Turan ve İran adı Aral gölü havzasında bir ileri bir geri seyir izleyen Hint-Avrupai kültürlerin kendi gelişim süreci içinden çıkmış olmalıdır. Zerdüşt inanç kurgusu Turan veya Turani kimliği dışladığından, bu tanım İran’ında hakim Sasaniler tarafından doğudaki “barbarlara” verilmiştir. Muhtemelen, daha sonra çeşitli gerekçeler yüzünden Türkler bu adı benimsemiş olmalıdırlar. Ki, Türklerin bu adı benimsedikleri de net değildir. Sadece iki tarihsel gerekçe bu söyleme destek vermektedir. Firdevsi Şahname’sinde Akhun-Sasani hükümdarlarının savaşını andıran nitelemeler ve Kaşgarlı Mahmud’taki Alp Er Tonga kimliğinin siyasal bir kültürel karşı koyma aracı olarak savunulması Turan kimliğinin Türklerin kendilerine yakıştırdığını zorda olsa söyleme fırsatı vermektedir. Mitrasit öğelerin (Öküz’ün kutsallığı, demir-ateş özleştirmesi ve içerdiği sembolik değerler, ışık öğretisi gibi öğeler) Türklerce de paylaşımı Turan atfını güçlendirmiş olmalıdır. Aksi takdirde Turan kimliği İranik akraba bir tanımdan öte anlam ifade etmemekte ve günümüzde Türk milliyetçiliğinin de bu söylemin arkasına sığınmamaları gerekmektedir. Buradan yola çıkarak Sasanilerin İran adını benimsemeleri hakkında ortaya atacağımız teze gelmek amacındayız.

Bilindiği gibi, Sasani öncesi İran Part veya Parfiyalıların egemenliği altındadır. Bu hanedanın kurucuları Dahae, yani Dai’ler gösterilmektedir. Dailer, İskit/Sak kökenli bir kavim olup, muhtemelen Hint-Avrupai kolundan Turanî bir kimliye sahiplerdi. Partlar Turani kimlik içinden çıkmışlardı. Göçebe gelenekleri, hâkimiyet yapıları, idare olguları ve İran’ı kendi ülkeleri olarak görmeyip sadece bir hâkimiyet alanı olarak belirlemeleri Partların İran’daki yerleşik İrani kimliye yabancı olduklarını, bunun dışında Orta Asya kök salmış bir İrani (yani ona akraba Turan) kimliğini benimsediklerini göstermektedir. İşte bu kimlik ve hâkimiyet anlayışı karşısında Sasanilerin hem bir dayanağı olacak, hem de Partları işgalci konumuna düşürecek bir kimliği İran adını benimsemeleri bir olasılık olarak görülmektedir. Böylece, İran adı siyasi bir pekiştirmedir. Sasanilerden sonra bölgede ortaya çıkan devletlerin bu tanımı kabullenmesi bir siyasal hak iddia etmeden ileri gelse gerek. İran adının ortaya çıkma gerekçesi olarak öngörülen bu tanım, diğer ve benzeri tanımlara göre biraz daha mantıklı gözükmektedir.

Pers ve Sasani İmparatorlukları döneminde İran’ın homojen olmayan etnik yapısını belirlemek oldukça zordur. Bundan olsa gerek, bütün araştırmacılar adeta bir kuralmış gibi, İran’ı soyutlanmış Pers ve Sasani etno-politik bir kimlik içinde tanıtmaktalar. Oysa, tarihte ne Pers, ne de Sasani etnik kimliğinden söz edilmez.

Halkların şekillenişi, etniksel özellikler alması oldukça karmaşık sosyal süreçleri içermektedir. Bu bakımdan İran coğrafya olarak birçok karanlık akislerin sık sık görünüp kaybolduğu aynaya benzemektedir. Aynaya akseden bu karanlık görüntüler, İran’daki etniklerin hayaletleşen varlığıdır. İnsan gibi, toplumlarında ruhsal yapıları bulunmaktadır. Toplumu ayakta tutan doğasal denklemler olsa da, bir siyasi kurgu, bir kültürel bellek üzerinde birden fazla toplumun ruhi serüveni bulunmaktadır. İnsan yaşamı gibi, tarihte bükülmeler, kaynaşmalar ve zikzaklarla doludur. Aslında tarihçi, tarihi kendi yaşamı gibi düşünmelidir. Hiç kimse kendi yaşamı için katışıksızlıktan söz edemez. Yaşam, insani kaynaşmalarla çoğalmakta, zenginleşmektedir. Bu tür zenginlik İran tarihinde bolca bulunmaktadır.

Dünya tarihi, psikolojik kırılmalar yaşayan bir insanın belleği gibi kırılmalardan, kesintilerden, unutmalardan, ezberlediği hikâyelerden, hiç unutmadığı etkili olaylardan oluşmaktadır. En çabuk unutulanlar başlangıç öyküleridir. Çünkü zaman ona ilişkin izleri hızla silmiştir. Kocamış bir tarih için bu tür unutmalar çok doğaldır. Arkeoloji bilimi, bütün çabalarına ve özverilerine rağmen bu unutulmuş geçmişle ilgili bize sadece kırıntıları aktarmaktadır. Bu kırıntılara dayanarak İran’da tarihsel yoğunluğun M.Ö. V. Bin yılda netleşmeye başladığını söyleyebiliriz. Daha M.Ö. VIII ile VI. Bin yıllarda birbiri ardına, bazen de eşit dönemlerde parlayıp sönen Karminaye, Siyalek, Tepe Çeşeali, Giyan, Parikan, Hasanlu uygarlıklarının gerçek sahiplerinin kimler olduğunu belirlemek hiç mi hiç mümkün değildir. İlkel görüntüleri içinde bize yaşamlarında kullandıkları alet ve gereçler dışında hiçbir şey bırakmamışlardır.

Ortadoğu eski çağı ve tarihin ilk dönemleri Sumerlerin ortaya çıkışıyla aydınlığa kavuşmaktadır. Kim oldukları ve kimlerden oldukları geride bıraktıkları onca kaynağa rağmen hala belirlenmiş değildir. Yerli olmadıkları, bölgeye kuzey-doğu yönünden geldiklerini kendileri de söylerler. Onları kendi uluslarının ataları yapmak için birçok milletin tarihçisi adeta kavgaya tutuşmuş ama bir sonuç alamamışlardır. Tarihte hiçbir söze sahip olmayan, ancak ulusalcılık rüzgârı ile tarihsel hak iddiasında bulunan ipsiz sahsız toplumlar bile kendilerini Sumerlere bağlamışlardır. Bu modaya en son kapılanlar ise Sovyet zincirlerinden sökülen uluslar oldular. Gürcüler, Kazaklar, Azerbaycan Türkleri şöyle dursun, özerk bir topluluk olan Mariler dahi yeni ulus tarihlerinin ilk bölümünü Sumerlere ayırmaktalar. Tabii bunlar kötü birer tarih arayışlarından öte bir anlam ifade etmemektedir. Kimliklerini bilmesek de, gerçek şu ki Sumerler ortaya çıktıkları Mezopotamya çevresiyle sınırlı kalmamış kültürel yönden İran’ın geniş bir kısmını da etkilemişlerdir. Bu yüzden İran tarihi adına bir Sumer etkisinden söz edebiliriz. Bu etki yoğun olarak Elamlarda görülür. Elam veya İlam İran’da beliren ilk siyasal, kültürel ve sosyal bir yerel oluşumdur. Elamlıların kim olduğu üzerine ortaya atılan bir yığın teze rağmen birini benimsemek çok zordur. Çünkü her tezin bir diğeri karşısında geçerli ve geçersiz yönleri bulunmaktadır. İhtimale en yakını, Elamlıların en son miladi 1000 yılında tarihte görülen ve adları dışında geride insani bir varlık bırakmayan Huzilerin ataları olduğu tezidir. Huzistan adı kayıp dil ve topluluk Huzilerin veya Elamlıların son ürünü olarak görülmektedir. Elamlarla ilgili günümüze yazılı metinler ve tabletler gelmiştir. Ancak bunların çözümlenmesi ve bir yere oturtulması şimdilik zordur. Bazı metinlere dayanarak Zagroş dil grubu kimlik tanımı yapılmışsa da bunun somut gerekçeleri net değildir. Bölgeyi M.Ö. III. Binli yılların ortalarından itibaren kasıp kavuran siyasi güçleri Guti ve Lulubiler temsil etmiştir. Ciddi bir siyasi güçleri, baskıcı yapıları ile bu iki kimliği belirsiz topluluk İran ve Mezopotamya’nın eski tarihinde etkin bir iz bırakmışlardır. Bölgedeki mevcut etniklerin bu kavimleri kendi ataları olarak tasarlamaları hala bir hayaldir. Tabii, bu uluslar kendi ırksal izlerini bir sonraki kavimlerde kaybettirerek ortadan kalkmışlardır. Ama günümüzden başlayarak bu izleri takip etmekle mantıksal bir sonuca ulaşmak doğru değildir. Bir sonraki dönemin İran coğrafyasının etkin siyasi güçleri Kassiler, Kaspiler, Mannalılar, Tapurlar, Mardlar, Amardalar, Kadusiler ve Medler veya Madalar olmuşlardır. Bu kavimlerin kökeniyle ilgili sadece yaygınlaşmış tezler bulunmaktadır. Buna göre, Tapurlar Teberilerin, Amard ve Mardlar Gileklerin, Kadusiler Talışların ataları olmalıdır. Ancak kesinleşmiş bir şey yoktur. En geçerli öngörüler bile Tapur adıyla Teber’in, Amord adıyla Amul’un etnonim benzeyişinden öteye gitmemektedir. İran’da en parlak siyasi güç olarak ortaya çıkan Medlerden günümüze ise hiçbir şey kalmamıştır. Dinsel kimlikleriyle ön plana çıkan bu toplumun yapı gereği geniş bir yazı geleneği olması gerekirken maalesef hiçbir Med yazısına rastlanmamıştır. İşte bu netleşmemiş etnikler üzerinden hareket etmek ve İran’da geçmişe ilişkin bir tarihsel altyapı tasarlamak bölgedeki hiçbir ulus için söz konusu değildir. M.Ö. VI. Yüzyıl ortalarında çağdaş İran efsanesinin yaratıcıları olarak sunulan Persler ortaya çıktılar. Ancak onlar bir efsaneden öte İran ve Mezopotamya’nın belleğinin kara şövalyelerine benzemekteydiler. İranistikler onlar için İran’da uzun süre bir mekan aradılar ve en sonunda Pasargat’ta karar kıldılar. Ancak Persler için aranılan Pasargat, Parsua veya Parsuva gibi mekanlar da pek gerçekçi görülmemektedir. Çünkü hiçbir tarihsel delili yoktur. Tevrat, Persleri ve onların kurucusu Kiros’u Yahudilerin kurtarıcısı olarak sunmakta ve onu ilahi güçlerle övmektedir. Ona göre, Kiros ve Persler Yahudileri Babil esaretinden kurtarmak için gelen kuzeyli işgalcilerdir. Konuya ilişkin kaynak yokluğundan dolayı şimdilik Tevrat’a inanmak zorundayız. Ancak Tevrat’a da inanmak her zaman doğru olmayabilir, söz konusu işin içinde Yahudilik taassupları bulununca. İskender M.Ö. 331 Gavgamel savaşında Yahudilerin bu ilahi kurtarıcıları olan Persleri tek kılıçla ortadan kaldırdığında bölgenin tarihinde Grek ve Doğu öğelerinin birleştiği bir Helenistik kültürün şekillendiği görülmektedir. Ucu Orta Asya derinliklerine kadar giden bu kültür İslam’a kadar etkisini azaltarak devam ettirmiştir. İskender sadece tek kişilik bir imparatorluk kurabildi. M.Ö. 323 yılında belirsiz ölümüyle ihtişamını da tabutuyla mezara gömdü. Ama adı uzun süre yaşadı. Bazı inançların mistik kahramanına dönüştü. Ölmediği yeraltına veya başka dünyalara çekildiği söylendi. Bu söylentilerin kaynağında kuşkusuz Pers siyasal olgusuna duyulan nefret yatmaktaydı. Tek kişilik imparatorluk dağıldı. Selevikosları en büyük toprakları kaptılar ve İran’ın büyük bir kısmına sahip çıktılar. Sadece kuzey-batıda küçük bir arazi Atropatena krallığına bırakıldı. Atropatena adı, o günden günümüze Azerbaycan coğrafi adının proto-tipi olarak gelecektir. Gerek Pers, gerek İskender ve Selevikoslar uzun süre doğuda kaynamakta olan kavimler göçünün önüne geçerek İskitleri İran’ın sınırında beklettiler. Ancak M.Ö. X. Yüzyılda Gobi Gölü çevresinde patlak veren büyük kuraklık Türklerin ataları Hun ve Tileri yerinden oynattı. Bunlar iki akraba topluluk olup Türk kimliğinin proto-tipleriydi. Adları daha M.Ö. III. Bin yılda Çin efsanelerine konu olmuştu. Onlar Chojları yerlerinden kovdular ve Çin’i almaya, burada bir devlet kurmaya zorladılar. Ardından Moğolların atları Jungları daha doğuya ittiler. Ancak kuraklık canlarına tak edince Merkezi ve Orta Asya’ya saldırdılar. Hemen yanı başlarında bulunan So veya Sak halklarına saldırdılar. Saklar Aral çevresindeki Kimmerleri yerlerinden oynattılar. Kimmerler peşlerinden gelen korkuyla Kafkaslar üzerinden Küçük Asya derinliklerine kadar sokularak Anadolu’da en parlak çağlarını yaşayan efsanevi kral Midas’ın devletine son verdiler. Felaket haberleri bir anda dönemin süper güçleri Urartu ve Asurları sardı. Anlatılan şeyler hiçte hoş değildi. Kimmerler bir salgın gibi önlerine çıkan her şeyi tehdit etmekteydi. Kimmer tehdidini bir diğer tehdit Sakalar dindirdiler. Saklara İran’ın belleğine korkulacak en büyük güç olarak işledi. Perslerin büyük kıralı ve Tevrat’ın peygamber kılıklı hükümdarı Kiros’un kafasını kestiler ve utanç verici biçimde öldürdüler. Persler ve Yahudiler peygamberlerinin bu acı verici ölümünü ele vermemek için ona doğal ölüm süsü verip, hayali bir mezar diktiler. Toplumlar kendi yarattıkları sürrealist kahramanları kolay kolay harcamazlar. Kirıs’da bunlardan biridir. Selevikosların son döneminde Amu-derya sınırlarında biriken Sak baskısını fazla durdurmak imkansızdır. Bunlardan Dailer diğer Massaget ve Sak gruplarını da yanlarına alarak İran’a girdiler. Birkaç ufak tefek çatışmanın ardından İskender’in varisleri de tarihe gömülmekten nasiplerini aldılar. Tarihte yok yoktur. Her güç bir alternatifi üreyince yok olmaya mahkumdur. Dailer Part adıyla İran’da geniş sınırlı bir krallık kurup, göçebeliğin verdiği dayanılması güç sayesinde Roma’ya adeta meydan okudular. Bu savaşlarda birkaç Roma imparatorunu bile hakladılar. O zamana kadar aldığı büyük zaferlerle başı dönen Roma bu darbelerle kendini buldu. Doğu sırların ve aşılması güç tılsımın sihirli bir büyüsü olarak Roma’nın karşısına çıktı. Daha Grekler Prometeus’u Kafkas Dağlarına zincirlemekle Doğu’nun mistik olduğunu itiraf etmişlerdir. Oysa, Doğu’da her şey normaldi ve toplumlar tarihsel seyir içinde birbirlerinin yurdunu ele geçirip, bir sonra gelecek olan işgalciyi beklemekteydiler. Partların sonu Sasanilerle geldi. Sasanileri ise birkaç Arap-Müslüman darbesi yok etti. İran yeni bir din ve kimlikle tanıştı. Ancak bu tanışıklık kolay olmadı. Uzun süren direnişler, ayaklanmalar, iç ve dış hesaplaşmalar ve siyasi çatışmalar İran’ı şekilden şekle soktu. Tarihler IX. Yüzyılın ortalarını gösterdiğinde İran’da birçok hanedanlı ortaya çıkmıştı. Buveyhiler, Tahiriler, Safariler, Samanoğulları, Saciler, Salariler, Revvadiler, Ziyariler ve birkaçı daha. Simcuriler ve Gazneliler Doğu İran’ı ele geçirip burada Türk devletler kurdular. Tarih 1040 yılını gösterdiğinde Oğuzların geleceği Güney Türkmenistan sahrasında yatan Dandanakan kumları üzerinde dalgalanmaktaydı.

Selçuklularla İran’a gelen kalabalık Oğuz-Türkmen grupları ilk olmadıkları gibi sonuncu da değillerdir. İran’daki Türk nüfusnun ve yerleşimlerin tarihi miladi başlarına kadar uzanmaktadır. Mevcut bilgiler ışığında Kafkasya bölgesinden Azerbaycan’ın içlerine ve Kuzey-Doğu İran üzerinden Horasan’ın güneyine ve hatta Sistan’a kadar Türklerin yayıldıkları bilinmektedir. Kafkasya’dan gelen Hun, Ogur, Çur, Bulgar, Sabir, Hazar göçleri Azerbaycan’da Selçuklu öncesi ciddi bir Türk varlığının oturduğuna işaret ederken, şimdiki Azerbaycan Cumhuriyeti topraklarının büyük ölçüde Türkleştiğini de ortaya koymaktadır. Bunlardan Sul/Çor, Hazar ve Çakurlu Türklerinin gerek Kafkasya, gerek İran Azerbaycanı topraklarında önemli yerleşimler edindikleri görülmektedir. Tarihçiler tarafından yanlışlıkla Kürt olarak tanıtılan ve şimdiki Muğan, Meşkin ve Erdebil çevresine dağılan Çakurluların Ermen yıllıklarında yer alan bilgilere göre Ogur/Bulgar kalıntısı oldukları bir gerçektir. Bunlar daha sonra Kara-koyunlu ve Kızılbaş boyları arasında önemli bir yer işgal edeceklerdir. Doğuda ise İran’a yapılan ilk Türk göçleri ve yerleşimlerinin miladi başlarında Kırmızı ve Ak Hun gruplarının gelişiyle oluştuğu bilinmektedir. Bu göçler sonrasında Kuzey-Doğu İran bölgesinde Hyon, Askil, Zavul, Kangar gibi Türk yerleşim alanlarının oluştuğuna kesin gözüyle bakılmaktadır. Ayrıca Arap kaynakları VII. Yüzyıldan itibaren Fars bölgesinde kalabalık Halaç ve Oğuz Türklerinin ortaya çıktığını söylemekteler. Gazneliler döneminde bunlara birde Karluklu Türkleri katılacaklardır. Nitekim Gazneli Devletinin kurucuları da Karluklardır. Bunlar İran’daki Türk nüfus varlığının Selçuklulardan 1000 yıl öncesine kadar uzandığını göstermektedir. Dolayısıyla, resmi İran tarihçiliğinde Türklere yöneltilen “işgalci, barbar” gibi saldırgan bakış açı hiçbir biçimde kabul edilmezdir. Selçuklu öncesi yapılan ciddi Türk göçlerini dikkate aldığımızda Türkler’in İran’daki varlığının Farslardan çok eski olduğu görülmektedir.

Selçuklular, Batı, Eski Sovyet ve çağdaş İran tarihçiliğinde tanıtıldığı gibi “barbar” bir siyasal kimlik olarak değil, İran’daki toplumsal hakları belli ölçüde gözeten bir güç olarak karşımıza çıkmaktalar. Nitekim, İran’daki başta Farslar olakla diğer İrani topluluklara ait ilk edebi ve kültürel yapıtlar bu dönemden itibaren ortaya çıkmaya başlar. Selçuklular döneminde İran’ın dini ve mezhep cereyanları ve akımları bakımından parlak bir dönem geçirdiği, edebiyat bakımından zengin ürünlerin ortaya çıktığı bir dönem olarak bilinmektedir. Öte yandan Selçuklular döneminde gelen yeni göçlerle İran’da kalabalık bir Türk nüfusunun oluştuğu söylenmektedir. Bu yeni ve taze güç, Haçlılar karşısında gerileyen İslam toplumlarının coğrafi ve kimlik bakımından ayakta kalmasını da sağlayacaktır. Doğal olarak kazanılan başarılardan birinci dereceden Selçukluların ve Türklerin yararlanması gerekmekteydi. Nitekim, Selçuklularla siyasi bakımdan Ortadoğu ve Anadolu’nun Türk kimliği kazanması bunun bir göstergesidir.

Selçuklu ve ardından gelen kısa sürelik Hazemşahlar döneminden sonra Ortadoğu XIII. Yüzyılın başlarında Moğol fetihlerine sahne oldu. Moğolların ilk dönemi sarsıcı olaylara neden olmuş ve bu şöyle veya böyle bölge ülkelerinin tarihine yansımıştı. Ancak Moğollara yapılan çağdaş İran tarihçiliğindeki ağır suçlamalar da büyük ölçüde anlamsızdır. Oysa, İlhanlı dönemi Türk dili ve edebiyatının parlama çağları yanında Fars dilli edebiyatın zirve noktası ve Fars dilinin kesin olarak Arapçanın yerini almasının bir göstergesi olduğu bilinmektedir. Başta V. V. Barthold olmakla çok sayıda Batılı araştırmacı İlhanlı dönemini, özellikle XIV. Yüzyıl başlarını Fars dilli yazının gelişme dönemi olarak sunmakalar. Bu etki uzun süre hızını koruyacaktır. Moğol hakimiyetini Türk nüfusu beslemekteydi. İlhanlılar döneminde de İran’da kalabalık bir Türk nüfusunun olduğu biliniyor. Bazı grupları ise Orta Asya’dan gelenlerle birlikte Anadolu ve Suriye’ye ve hatta Mısır’a gittikleri bilinmektedir. İlhanlı hükümdarlarının Moğolca yanında Türkçe öğrenmeleri ve bir sonraki dönemde Türkçe-Farsça sözlükler yazdırmaları İran’daki Türk nüfus yoğunluğuyla izah edilebilir. Nitekim, XIV. Yüzyıl başlarında siyasi ve askeri güç de Türklerin etkisi altına girmiştir. Bunun üzerine Türk-Moğol karışımı Çobanlılar ve Celayirliler (İlkailer) devletlerinden sonra İran’daki kontrol Kara-koyunlu ve Ak-koyunlu gibi hepten Türkmen hanedanlıklarının eline geçmiştir. Ak-koyunlular döneminde Şirvan’daki Arap kökenli, ancak kendilerini Anuşirevan soyundan kabul eden Şirvanşahlar karşısında siyasi meşruyet arayan Erdebil’deki Türk sufi hanedanı Safeviler birkaç başarısız girişimin ardından yenilerek Anadolu’da kendilerine güç aramya koyuldular. Bunlardan Şeyh Cüneyit ile Şeyh Haydar’ın Anadolu’daki Ortadoks İslam anlayışına sahip Türk boyları üzerinde ouşturdukları etki daha sonra Safevi Devletinin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Safeviler, Anadolu’daki Osmanlı siyasetinden huzursuzlanan Ortodoks Türk kitlelerinin İran’a gelişini sağladı. Safevi Devleti bu güçten beslenecekti. Ancak bu oluşum, İran’da Şii Fars ulema kimliğinin ortaya çıkmasına da neden oldu. İlginç olan, Safevi Devletinin kurucuları Kızılbaş Türkleri olduğu halde dini mercii Arap caoğrafyasından getirilen Şii ulemaya verilmişti. Bu İran tarihçiliğinde koca bir boşluk olarak görülen ve hala araştırılmasını bekleyen Şii-Kızılbaş çatışmasına neden olacaktır. Özellikle, devlet bünyesinde süren bu çatışmanın kırılma noktası Kaçarlar dönemine denk gelmektedir.

XVIII. Yüzyıldan Hindistan’a sirayet eden İngilizler 1858 yılında buradaki Türk Baburlu Devletine son vererek bölgeyi kendi sömürgeleri haline getimişlerdir. Aynı tarihlerde Hazar bölgesine can atan Rusya’nın İran’a müdahalesi İngilizlerin de dikkatini kalıcı biçimde bu sahaya çekti. Kaçarların Kafkasya’yı kaybetmemek için Ruslara karşı giriştileri 1804-1812 ve 1826-1828 savaşları tam bir hezimetle sonuçlandı. Bu savaşlar askeri bakımdan bölgedeki Türk gücünün kırılması dışında, siyasi bakımdan da Türklerin zayıflamasını sağladı. Bu savaşlarda Kaçarların yanında yer alan İngilizler ve Fransızlar, Ortadoğu’daki Türk siyasal kimliğini parçalamak için bir dizi senaryolar ürettiler. Kaçar şahzadesi Abbas Mirza’nın bütün çabalarına bakmayarak, Kaçarlar gerek mali, gerek siyasi ve gerekse de askeri bakımdan İngilzlerin etkisi altına girdiler. Savaş tazminatını ve alınan kredileri ödemekte zorluk çeken Kaçar yetkilileri bunun karşılığında İran’da İngilizlere, Ruslara, Fransızlara, Hollandalılara, Belçikalılara büyük yaptırımlar olanağı verdiler. Bütün bunlar Kaçar İran’ını yarı sömürge konumuna soktu. Öte yandan Rusların Kafkasya’da Ermenilerden oluşturdukları uydu bir ulus ve devlet projesine benzer biçimde İngilizlerde Fars bürokrat ve ulema kesimince desteklenen bir Fars ulus kimliğini pekiştirmeye başladılar. Bunun üzerine İran’da ikinci dil olarak Farsçayı kullanan bütün İrani topluluklar Pers/Fars kimliğinin bir uzantısı olarak görüldüler. İngiliz casus ve misyoner Reporter’in Hindistan ve İran’da sürdürdüğü uzun sürelik misyonerlik faaliyetleri bunun açık kanıtıdır. Reporter ailesi İran’da Pehlevilerin başa gelmesinde, Panfarsizm ve Paniranizm ideolojilerinin oluşumunda ve hatta Musaddık’a karşı yapılan 1953 CIA darbesinde de etkin bir rol üstlenecekti. Bunun dışında İngilizler, İran’da Türk siyasal kimliğinin de önüne geçmeye başladılar. 1850 sonrası yapılan bir saray darbesiyle Emir Kebir öldürüldü ve onun başını çektiği Türk kanadı dağıdıldı. Bundan sonra Kaçar şahları kimlik olarak Türk, ancak yetkisiz konuma geldiler. İdari işler başını Fars bürokratların çektiği vezirlik idaresine, yani hükümete verdildi. Türklere karşı beslenilen antipati o denli büyüktü ki, askeri güç olarak Türkler ordudaki yönetimden ihraç edildiler. Kaçarların son döneminde bu köklü Türk hanedanını Rus Kazak birlikler ile Batılı subaylarca eğitilen gayri-Türk birlikler korumaktaydılar.

Buna rağmen Türkler İran’daki mücadelelerini bırakmadılar. XIX. Yüzyılın sonlarında Kafkasya Türkleri ve genel anlamda Rusya ve Osmanlı Türklerinde baş gösteren aydınlanma harekatının etkileri İran Türkleri arasında da yankı buldu. Medrese ekolu dışında Batı tarzı eğitim almış bir zümre hızla İran’da parlamaya başladı. İlginç olan İran aydınlanmasına yoğun biçimde katılan kesimin Türkler arasından çıkmasıdır. Bu rüzgara XX. Yüzyıl başında Gilek, Mazandaran ve bazı İrani topluluklar koşulsa da, onlar İran’ın genelini temsil eden Türk aydınlanmacılar arasında erimekteydiler. Buna karşılık Fars ulema kesimi ise dini ağırlıklı görüşler benimseyerek örgütlenmeye başlamıştır. Bu iki zümrenin yolu 1905-1911 İran devriminde kesişmiş, ulemanın monraşiden yana olmasıyla bir nevi ihanete uğramış olan Türk aydınlarını yoğun biçimde ulusalçı-sosyalist ideolojilere mahkum etmiştir. İngilizlerin merkeziyetçi İran yönetimini kendi etkileri altına alması karşısında İran’daki çıkarlarını korumak adına Ruslar Kuzey İran etnikleri arasında serpilmeye başlayan güçleri destekleme yoluna gittiler. Ruslar bu alanda önemli bir avantaja sahiplerdi. Nitekim, 1870’lerden beri Kafkasya ve Orta Asya’da gelişmekte olan Rus sanayisinde kalabalık bir İranlı göçmen çalışmakta ve yaşamaktaydı. Bunlar çoğu Rusya’ya izinsiz gelmişlerdi ve ailelerini beslemek umuduyla kaçak işçi gibi çalışıyorlardı. Bunlar doğal olarak bu şehirlerde yapılanmakta olan yeni sürecide yakından gözlemleme fırsatı bulmaktaydılar. 1907-1910 yıllarında İran Azerbaycanı’nda yaşanan olaylarda 20.000 fazla Kafkasya’da çalışmış ve 1905-1907 Rus Burjuva ihtilaline karışmış devrimcinin rol aldığını belgeleyen Rus kayıtları bulunmaktadır. Bunlar İran içinde bölgesel etnik olayları tetikleyici güçler olarak ortaya çıktılar. Ancak Rusya’da 1905-1907 devrimin başarısızlığı üzerine gelişen ulusalçı akımlar bugüçleri ikiye böldü. 1917 Şubat Devrimi sonrasında Kafkasya ve Kuzey İran’da, hatta Kaşkay bölgesinde faaliyet gösteren iki Türk akımının olduğu görülmektedir. Birinciler Türk milliyetçileri, ikinciler ise sosyalistler idi. Türk milliyetçileri Osmanlının çöküşünden ve Türkiye’de Kemalist devrimin Rusya ile ittifak oluşturmak zorunda kalması yüzünden Azerbaycan’da iki yıllık bir hükümet kuran Müsavatçıların etkisine girdiler. Buna karşılık sosyalistler ise Bolşevikleri desteklemeye ve onlardan yardım almaya başladılar. Bu iki güç karşısında İran’da İngilizler başını önce Seyit Ziyaeddin, daha sonra Rıza Han’ın çekeceği Fars milliyetçilerini kullanmaya başladı. 1919 yılında son Kaçar şahı Ahmet çevresindeki bazı Türk gruplarla son bir teşebbüste bulunup İngiliz baskısını kırmayı denemek ve İran’ı tam İngiliz sömürgesi ilan eden anlaşmayı onaylamaktan boyun kaçırmak istediyse de, 1921 darbesiyle her türlü hakimiyet yetkisinden men edilerek tümden Fars ulusçuların etkisi altına düşürüldü. Bolşevik Rusya ve İngilizler Kafkasya ve İran’da yeni bir siyasal Türk kimliğinin ortaya çıkmasına fırsat vermemek için İran’daki Farsçı yönetimi desteklediler. Türkiye’nin de içine düşmüş olduğu büyük bunalım karşısında Türk ulusçuları ağır bir yenilgi aldılar. Müsavatçıların İran’daki faaliyetleri 1925 yılına kadar sürdü. Kafkasya’da ise 1937-1938 Stalin terörüne kadar ayakta kaldılar. Yurttışına dağılanlar Türkiye’den beklenileni alamayınca Hitler Almanya’sı safına geçerek 1945 yılına kadar etkin biçimde varlıklarını sürdürdüler. Ama sonuç hüsran oldu. Hitler Almanya’sının yenilgisi, Rusya Müslümanları ve Türk esirlerinden oluşturulan ordunun dağılması, İran ve Kafkasya Türk kimliği için mücadele veren son akımın da ortadan kalkmasına neden oldu. Birçoğu savaştan sonra Sovyet İstihbarat çalışanları tarafından suikasta kurban gittiler. Bu dönemden sonra İran’da yeni bir süreç başladı.

1925 yılında Rıza Han, Kaçarlar yönetime son verip kendisini İran şahı ilan etti. Türklerden ve Araplardan önce yaşandığı var sayılan “Büyük Fars” kimliğine gönderme yaparak Pehlevi adını aldı. Pehlevi rejimi aşırı Fars kimliğini temel alan “tek ulus, tek dil” prensiplerine dayanmaktaydı. Buna göre, İran Ortadoğu’daki “pak ve kutsal Ari ırkının” tek temsilcisidir. İran’daki bütün etkinler de dilleri ve yaşam tarzları ne olursa olsun bu ırkın bir koludurlar. “İran eşittir Fars” mantığı ile 1930 yılında İran’da ilk kez Fars dili devlet dili ilan edildi. O zamana kadar Farsça bürokratik ve edebi bir dil olarak sarayın dışına pek etki edememiştir. Bazı Batılı tarihçilerin “Fars dili Selçuklulardan beri İran’ın resmi devlet dilidir” açıklması pek doğru değildir. Buna gerekçe olarak bürokratik işlemlerin Farsça yürütüldüğü gösterilmektedir. Oysa, aynı şey bütün bir erken ve orta çağ boyunca İran’da hukuki işlemlerin Arapça yürütülmesini gerekçe göstererek Arapça içinde söylenilebilir. Yine bunun gibi, XIX. Yüzyılın başlarına kadar askeri bir yapıya sahip olan İran’daki Türk yönetimlerinde askeri dilin Türkçe olması dolayısıyla Türkçenin devlet dili olduğu görüşü de öne çıkarılabilir. Yine, Eski Sovyet, Batı, çağdaş İran ve hatta Azerbaycan tarihçiliğinde “Farsça Safevi şahı Şah Abbas’tan beri İran’ın resmi dilidir” görüşünü destekleyecek hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Bütün bunlar Fars merkezli tarih anlayışının ileri sürdüğü ön yargılarda ileri gelmektedir. Batı ve Rus tarihçiliğinin ve dilciliğinin Türklere karşı takındığı olumsuz tavır bu anlayışa daha da geçerlilik kazandırmıştır.

Pehleviler, İran’daki sadece Türklerin değil, bütün İrani toplumların gelişiminin önüne geçtiler. Rıza Şah döneminde İran’daki baskıdan nasibini almamış hiçbir topluluk bulunmamaktadır. Bu anlayış, İran’daki etnik gelişimi kendi sınırları içine hapsetti. 1941-1946 yıllarında İran’ın İngiliz ve Rus işgali altına düşması kendi sınırları içine hapsedilen bu etnik gelişmeleri yanlış yönden etkiledi. Başını Sovyetlerin çektiği Azerbaycancılık akımı İran’daki Türklerin safını tümden böldü. İran Azerbaycan, İran Türklüğünden koparılarak küçük bir coğrafiyaya mahkum edildi ve İran kamuoyu gözünde İran’ın bütünlüğünün ve varlığının en büyük tehdidi olarak yargılandı. Oysa, Kafkasya’daki Türklerde dahil İran Türkleri Ortadoğu Türk kimliğinin hep savunucuları ve bölgedeki asırılık imparatorluk geleneğinin temsilcileri olmuşlardır. Yeni anlayışa göre, Azerbaycan Türklerine, Türklerin zoruyla erimiş İrani Azeri ve Azerbaycanlı kimliği yakıştırıldı ve mazlum millet görüntüsü verdildi. Bu psikoloji kökü günümüze kadar gelen bölge Türklerinde büyük bir travmaya yol açacaktır. Bütün tarih, edebiyat, dil bu anlayış doğrultusunda yorumlandı ve teblig edildi. Azerbaycan sınırları içine hapsedilmiş bir yapay kimlik Pehleviler tarafından İran, Sovyetler tarafından Kafkasya Türklerinin sökülüp atılması zor alın yazgısına dönüştürüldü. 1945-1946 yılında İran Azerbaycanı’nda oluşturulan Pişaveri başkanlığındaki ADP Hükümeti bu yapay kimliğin ilk temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır.

Bu kimliğin dışında kalan aynı dili ve kimliği paylaşan İran Türkleri ise 1940’lı yılların sonunda Doktor Muhammed Musaddık liderliğinde Milli Cephe’yi oluşturarak İran’daki sömürü güçlerine savaş açtılar. 1951-1953 Musaddık hükümeti dönemi İran’da demokrasi ve özgürlük açısından övülmeye değerdir. Ancak Musaddık’ın petrolün millileştirilmesi, İran uluslarının eşitliği yönünde izlediği siyaset 1953 yılında onun CIA derbesiyle devrilmesine neden oldu. Devrilmesinde İran’da Panfarsist ideolojisinin kurucularından olan Reporter’in oğlu Şapur’un da yer alması dikkate değer bir husustur. Darbe öncesinde resmi İran tarihçiliğinde İran İslam devriminin mimarlarından gösterilen Ayetullah Kaşani’nin 10.000 dolar karşılığında darbecilerden yana yer alması ise ibret vericidir.

Darbe sonrası Muhammed Rıza Şahın İran’da başlattığı Ak Devrim uygulamaları İran’daki dengeleri daha da altüst etti. O zamana kadar şah İran’daki Fars ulema kesimin çıkarlarına pek dokunmamıştı. Ancak Ak Devrim politikları mollaların elindeki büyük avantajların sökülüp alınması anlamına geliyordu. Öte yandan İran’ın SAVAK zoruyla yönetilmesi toplumsal gerilimi de artırmıştı. Bu iki gelişimin şah rejimini hedef göstererek ortak cephede yer alması 1979 İran İslam Devrimini doğurdu. İmam Homeyni, devrimin sadece sürrealist bir kahramanı olarak İran’a geri döndü. O zamana kadar Homeyni, İran toplumu için abartıldığı kadar müstesna bir kişililk olmaktan çok uzaktı ve zaten hiçbir zamanda öyle olmadı. Yeni iktidar ülkeyi cami, hakimiyeti ise mimber olarak görüyordu. Vaaz politikalarına dayalı rejim iç hesaplaşmalardan ortaya çıkan Irak saldırısıyla kurtardı. 1983 yılında İran artık “küfürden arınmış bir ülkeydi”. İlginç olan bu tarihe kadar İran Devriminin Batı’da ve hatta Sovyet Rusya’da “çağdaş dünyanın en parlak devrimi” olarak reklam edilmesiydi. İran Devrimin gerisinde birçok gizli gerekçe aranmaktadır, ama bunların hiçbiri kanıtlanmış değildir. Devrim, ülkeye şeriat yasaları dışında hiçbir yenilik getirmedi. İran’ın en büyük sorunu olan etnikler konusunda eski Pehlevi uygulamaları olduğu gibi korundu. Irak savaşının bitimiyle İran ekonomik bazda bazı gelişmeler gösterdi. 1990 yılı sonrasında İran’a, rejimin “kara din” gölgesine rağmen toplumsal ve yaşamsal anlamda bazı refahlıklar geldi. Bütün olumsuzluklara rağmen bugün İran toplumu Ortadoğu ülkeleri arasında en müreffeh toplum olrak görülmektedir. Ancak mezhep fanatizmi, İran’ın daha da gelişmesini engelledi. Homeyni iktidarı boyunca İran’ın yurdışına yaptığı en büyük ihracak “devrim”di. Kendisini korumasız bulan yeni rejim silahlanmaya büyük önem verdi. Irak savaşı bu girişiminin yanlış olmadığını kanıtladı.

Bugün için İran 60 milyondan fazla nüfusun, 90’dan fazla etnik kesimin yaşadığı ve dünyadaki siyasal atmosferin üzerinde sıkıştığı bir darboğazdan geçmektedir. Yakın gelecek gözünü dört açıp İran’da olacakları beklemektedir. Büyük planlar yanında küçük hesaplarında söz konusu olduğu bu bekleyişin İran’a ne gitireceği belirsizdir.

İran’daki yönetim alternaitfi bol olan bir rejim gibi gözükse de aslında hiçte öyle değildir. Varolan dengeler üzerinde hafif bir oynama rejimi çöküşe itebilir. Rafsancani sonrası süreçte İran sesiz biçimde bir iç hesaplaşma yaşadı. Dünya kamuoyunun İran’a kendi kafasında geliştirdiği yargılarla bakması Hatemi’nin ülkedeki misyonunun “Gorbaçev’den farkısız” olduğunu gizledi. İranlılar mevcut rejimin alternatifi olarak federalizmi göstermekteler. Ancak bu içi boş ve bir ölçüde İran’daki etnikleri rahatlatan psikolojik bir söylemden öteye gitmemektedir. Federalist bir İran İslam Devrimi sırasında mümkün gözükürken (ki o dönemde Sovyetler devrimden bunu beklemekteydiler), bugün için federal yapıyı belirleyecek sınırların ortada kalmadığı görülmektedir. İran’ın kendi bünyesinden üretecek yegane alternatifin ülke içinde bir güçün (ordu) farklı bir biçimde yönetime el koyması olabilir. Ancak böyle bir şey hesaplarını İran üzerine yapan hiçbir gücü tahmin etmiyeceyinden ayakta duramaz.

Batılı güçler İran’la iligili geleneksel politikalarını desteklemekteler. Her ne kadar bu politikalarını demokrasi ve insan hakları söylemleri içinde gizleseler de İngiliz, Fransız ve Almanya’nın tasarısı İran pazarından ciddi bir pay kapmak yönündedir. Ancak bu garanti olmadığından kendi çıkarlarını destekleyecek bir yönetimden yanalar. Bu da yetmediyinden, İran’da her hangi bir azınlığı kendi saflarına çekmeleri gerkmektedir. Bu yönde Avrupa Briliği hepten bir “Kürt kartına” oynamaktadır. Irak’taki uygulamalarıyla ABD’nin bu kozu Avrupa’ya kaptırmaya niyetli olmadığı anlaşılıyor. Ancak bunun yanında ABD, bir zamanlar Sovyetlerin isteyip de yapamadığı “Azerbaycan Projesini” yedekte tutmaktadır. Rusya’nın İran’la sınırlarının kalmaması kendi adına büyük bir dezavantaj olarak görülmektedir. Ancak bu Rusya’nın tarafsız kaldığı anlamına gelmez. Azerbaycan ve Türkmenistan’ın ise İran’la sanal, ancak sanal olduğu kadar da gerçek bir toprak hesaplaşmaları bulunmaktadır. İran konusunda gözden kaçırılmaması gerek iki güç daha bulunmaktadır: İsrail ve Çin. Çin’in İran’la köklü anlaşmaları bulunmakta ve İran’ı silah bakımından besleyen en büyük “müttefik” olarak gözükmektedir. İsrail ise “bölgesel tehdit” söylemleri altında ABD cephesinde yer almaktadır. 1980’lere ait bir Sovyet istihbarat raporunda İsrail’in İran’ın parçalanmasından yana olduğu belirtilmektedir. Ancak Amerika’nın parçalanmış bir İran istediği pek düşünülemez. Aslında İran’la ilgili bütün bu güçlerin huzursuzluklarının kaynağında Türkiye’nin tepkisizliği yatmaktadır. Türkiye, İran’da ortaya çıkacak her hangi bir sorundan “öcü gibi” korkmaktadır. Buda Türkiye’nin Menderes Hükümetinden beri İran’a ilişkin hiçbir öngörüsünün bulunmamasından ileri gelmektedir. Oysa, 1925 yılında Atatürk, devrik İran şahı Sultan Ahmet’le İran’da İngilizlere karşı alternatif bir darbe planlayacak kadar ileri gitmiş, ancak şahın buna yanaşmaması sonucu geri addım atmıştır. 1941-1946 işgal yıllarında bile Sovyetlerin İran konusunda en çok çekindiği ülkenin Türkiye olduğu bugün ortaya çıkan Sovyet arşiv belgeleri doğrultusunda kesinken, bugün Türkiye dış politikasında bariz biçimde görülen “İran açığı” hiçbir biçimde izah edilemektedir. İran’la ilgili Türkiye’nin geleneksel iki korkusu bulunmaktadır: Kürtler ve Alevilik. Ancak, Irak’ta yaşanan son gelişmeler ilkinin Türkiye’nin kontrolünden çıktığını göstermektedir. Türkiye’nin kapsamı dışında kalan bir Kürt sorunu İran’daki “Aleviliği” de Türkiye aleyhinde canlandırmaktadır. Yaklaşık son on yıldan fazla bir süredir, Kürtler yoğun bir kimlik arayışı içindeler. Bu kimliği yerel öğelerle beslemek ön koşul olarak görüldüğünden, Kürt misyonerler Alevi altyapı kültürünü Kürtlüğe devşirerek İran’daki nüfus alanlarını genişletmekteler. Batı’daki çalışmaların bu yönde kendilerine destek olduğunu göstermektedir. Öte yandan İran’da ciddi bir Alevi kitlesinin varlığı gizletilmez. Şii rejimin baskısı Alevi toplumlarda geçici bir kimlik kaybına yol açmış gözükse de, bu kimliğin sağlam bir kültürel tabanı bulunduğundan şimdilik gizletilmiş bir uygarlık gibi gözükmektedir. Alevilik, Şiilikten tümden farklı olup kendince köklü iç katmanları bulunmaktadır. İran Aleviliğinin temsilcileri ise yoğunlukta olarak Türkler olmakla birlikte, aralarında Gorani gibi Kürtlere Aleviliği benimseyip devşirmede aracı olacak İrani bir topluluk da bulunmaktadır. Ancak, İran tarihi boyunca Aleviliğin ciddi sorun olduğu görülmemiştir. Kızılbaş söylem bile 1502 yılında Safevi Devlet kurulunca göz ardı edilmiş ve hatta baskıya uğramıştır. Ayrıca, İran Aleviliğinin Türkiye Aleviliğini tetikleyecek hiçbir gücü bulunmamaktadır. Bunda azgelişmişlik te önemli rol oynamaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin siyasal aklındaki “Osmanlı-İran mezhep savaşlarının canlı hatırası” olarak beliren bir İran Alevilik tehdidi söz konusu bile değildir. Aksine, İran Aleviliğini devşiren ve tamamlanmış bir Kürt kimliğinin gerek Türkiye, gerek İran, gerekse de Kafkasya Türklerine karşı kullanılacağı kaçınılmaz bir gerçeklik olarak görülmektedir. Ermenilerin, Süryanilerin ve Asurilerin bölgede uğradıkları son yüzyıldaki nüfus kaybı, Batı karşısında onların ciddiye alınmamasına ve Kürtlerin vitrine çıkmasına neden olmuştur. Tabii, bütün bölge toplumları gibi Kürtlerin de kendi kimlik haklarından yararlanmalarına itiraz edilemez. Ancak, Kürt kimliği kendi içi gereksinimlerinden doğmuş değildir. Büyük ölçüde sanal coğrafi ve sanal etnik tanımlarından beslenmektedir. Kürt kimliği bütün ideolojik ve siyasi karşı koymalara, yapılan onca çalışmalara rağmen birleştirici bir kimlik olmaktan uzaktır. Bu durumda, Türkiye için tehlike başkalarının tekelinde ve İran’daki belirsiz topluluğunda da katılımıyla kullanılacak bir Kürt sorunu gözükmektedir. Ancak, İran’ın devlet bütünlüğü tezini savunmakla Türkiye’nin bunun önüne geçeceği tezi de anlamsızdır. Nitekim, Kürt kartını Türkiye’ye karşı kullananların başından İran’ın kendisi gelmektedir. Son 10 ila 15 yılda Türkiye’nin İran sınırı boyunca yapılan Kürt yerleşimlerine destek vermek, Urmiye gibi bölgesel önemi büyük bir merkezi her hangi bir sorun halinde Türkiye’nin kontrolüne geçmemesi için Kürtleştirmek, Hoy ve Maku hattı boyunca Türk yerleşimlerini ortadan kaldırarak Türkiye’nin İran Azerbaycan’la doğal etnik sınırını kesmek ve yakın geçmişte PKK’ya verilen destek İran’ın devlet politikası olarak görülmektedir. Yine Aleviliğin Kürt tekelinde Anadolu’daki Kürt Alevilere enjekte edilmesi İran’ın göz yumduğu ve desteklediği yöntemlerdir. Bütün bunlar alternatif İran arayışları karşısında Türkiye’nin savunduğu mevcut İran’ın masum olmadığını göstermektedir. Öte yandan, sanal Homeyni kimliğinin 1990 öncesi Türkiye’nin Sünni kesimi arasında daha yoğun savunulduğunu söylemek ilginç bir husus olsa gerek. Oysa, birkaç ciddi projenin benimsenim uygulanması durumunda İran sorunun en avantajlı ülkenin Türkiye olacağı da bir gerçektir. Bunun için Türkiye’nin İran’a ilişkin ciddi ve sağlam bir gözleme gerksinimi bulunmaktadır.

Her şeye rağmen İran’ın Pandora’nın kutusu olmadığını hatırlatalım.

8 yorum:

Adsız dedi ki...

değerli bir çalışma olmuş..İran merak ettiğim ülkelerdendi..
bunu kaydedeceğim..

n_marmara dedi ki...

Asıl ilgi ve alakanız için teşekkürlerimi bir borç bilirim.

Adsız dedi ki...

gerçekten güzel çalışma . iran hakkında bilgi bulmak nedense zor. beluçların etnik kökeni hakkında da bilgi verirseniz sevinirim. çok teşekkür ederim

Adsız dedi ki...

irandaki azerilerin oraya nasıl geldiğini hep merak ediyordum böylece öğrenmiş oldum
tamamını okuyamasamda kaydedip boş zamanımda hepsini okuyacağım
çok değerli bir çalışma
teşekkürler

Adsız dedi ki...

Çok güzel bir yazı. Merak ettiğim ülke olan İran hakkında artık daha çok şey biliyorum. Teşekkürler

Adsız dedi ki...

Yazının tamamını okumuş, Türkiye'de büyümüş bir İranlı Türk olarak tüm samimiyetimle söyleyebilirm ki, İran hakkında kaleme alınmış bu yazı taraflı, çarpık bilgilerle dolu ve karanlık bir amaca hizmet eden bir eserden öteye geçemez.

Yazınızda İran'da etnik unsurların baskı altında olduğunu, Fars üst kimliğinin (!) bu gruplara aşılanmaya çalışıldığını söylemişsiniz.

Lakin Türkiye'nin aksine, etnisite İran ve İran halkı için en önemsiz bir değerdir.

Bizler, ezelden beri İran çatısı altında bir araya gelebilmiş ve Türk,Kürt,Fars,Beluci,Sistani,Luri,Azeri,Ermeni,Asuri v.b. etnik kimlikler yahut sıfatlar sebebiyle aramıza kara kedi girmesine izin vermemiş bir halkız.

İran'da tarih boyunca gerçekleştirilen tüm başarıların Türklere yüklenmesi ne kadar anlamsız ve yanlışsa, aynı durum diğer tüm etnik gruplar için de geçerlidir.

Gelelim yazıdaki çarpıklıklara...

Birincil olarak, Muhammed Musadık önderliğinde yapılan hareket, asla Türklerin tekelinde gerçekleştirilen birer hareket değildir. Musadık, tüm İran halkının gönlünde bir kahramandır ve siyasi hayatı boyunca hiçbir zaman salt Türklük üzerinden bir söylem geliştirmemiştir.

Ayrıca yazıda geçen Dailer ismi hatalıdır. Doğrusu 'Parniler' olmalıydı. Parniler, Selevkiosları (Seleucid)yani İskender'den arta kalan gücü yok edip, iktidara gelmişlerdir.

Fars dilini etimolojik olarak irdelediğiniz kısım ise, Türkçe dahil diğer tüm diller üzerine yapılacak bir araştırma sonucu elde edeceğimiz verilerden farksız rakamlar barındırmaktadır.
Farscanın adeta yapay bir dil olduğunu öne sürmeniz komikdir.
Aynı tahlil yoluyla Türkçe yahut İngilizce'de bu tarz sıfatlarla damgalanabilir. Türkçe'nin M.Kemal Atatürk dönemimde yapılan 'Öztürkçeleştirme' çalışmalarına rağmen ari bir dil olarak kaldığını iddia edebilir miyiz? Farsçanın %60'ı Arap kökenli sözcüklerden oluşuyorsa, Türkçe'nin yüzde kaçı Arapça kökenlidir?

Bunun yanı sıra Türkler'in İran'daki varlığının Farslardan çok eski olduğu iddianız safsatadır. Türkler yahut Orta Asya'dan göç yoluyla İran'a gelmiş insanların, o topraklarda bulunan insanlardan daha eski olabilmesi ihtimal dahilinde değildir.

Hoş Pers ve Fars sözcüklerinin ayrışmasının sebebinin, günümüz dillerinden kaynaklanan birer tercüme meselesi olduğunu kabullenmeyip; Farsların Pers olmadığını savunan bir zihniyetten bunu kabul etmesi beklenilemez.
İran'da kimse kendisine Pers demedi tarih boyunca. Fars vardır ve Farslar diğer gruplar gibi İran topraklarında yaşarlar. Üstün olmadıkları gibi, Türklerin üstün yahut daha eski olduklarını kabul edecek de değillerdir.

Tüm İran halkı için bir Fars ne ise bir Türk yahut Kürt odur. Türkleri mazlum yahut üstün göstermekten vazgeçiniz.

Hindistan'da hüküm sürmüş ve Tac Mahal gibi şaheserlerin meydana gelmesinde vesile olmuş Babur krallığını 'Türk' olarak tanımlama hatalıdır. Zira Baburler özünde Hindu kimliği taşır. Buna ek olarak belki Moğol ve biraz zorlarsak Türk kimliğinden etkilenmişlerdir, diyebiliriz. Ancak 'Türk Babur' kalıbı fazlasıyla iddialı ve taraflıdır.

Konu Baburlardan açılmışken sizlere 'Nadir Şah' ismini anımsatmak isterim. Kendisi Afşar aşiretinden Türk oğlu Türktür. Peki hayatı boyunca yaptıklarına baktığınızda, bu büyük fatihin Türklüğü mü yoksa İranlı kimliğini mi esas aldığını görürsünüz? Osmanlı ve Türk (!) Baburlara karşı aldığı zaferler ve onlar ve nicelerine karşı, yok olmak üzere olan İran'ı büyük yokluk içerisinde son nefesine kadar korumaya çalışması manidardır.

Gelelim 79 devrimine. Devrimin İran'ın en büyük sorunu olan etnikler konusunda, hiçbir yenilik getirmediğini savunmuşsunuz. Lakin yazımın başından beri anlatmaya çalıştığım, yegane husus olan noktayı gözden kaçırmışsınız. İran'da en büyük sorun olmak bir tarafa, herhangi bir etnik sorun yoktur. Evet haklısınız, belki Pehleviler gibi bazı elitist ve dış güçler tarafından destekli hayalci gruplar, Fars eşittir İran tarzında bir politik söylem içerisine girmeye ve ülkeyi bu dar eksene sokmaya çalışmışlardır.

Ancak bu anlamsız uğraşa, İran halkının verdiği cevap ortadadır. Eğer birileri yarın kalkıp Türklük üzerinden siyaset yapmaya kalkışırsa, İran halkı bu grupların da kafasını ezmesini iyi bilir. Bu durum tüm etnik gruplar için aynıdır.

Son olarak Türkiye'nin İran'dan korkması için bir sebep olamdığını belirtmek isterim. İran, 8 yıllık kanlı savaşın yaralarını sarmaktadır. Rejimin karanlık yüzü, tehdit algısı son bulduğunda, hızla reformlar yapılarak yumuşatılacaktır. Türkiye'yi İran yapmak gibi bir uğraşda yoktur.

Lakin lütfen İran'ı tahlil ederken ne Türk ne Fars ne de başka bir etnik temel üzerinden, salt bu kimlikler üzerinden tahlil etmeye çalışmayınız bir daha. Her İranlının tek bir sıfatı vardır. O hepsinin üzerindedir, bunu manipüle etmeye çalışmayınız. Tebriz'de iki yıl önce insanları sokaklara döken satılmış karikatüristten farkınız kalmaz.

Saygılar

Adsız dedi ki...

benim yorumunuzla ilgili bir sorum olacak tac mahal ve nadirşah örnekleri beni biraz düşündürdü netice olarak bu nadide eser kim tarafından yaptırıldı TÜRK mü yoksa İRANLI mı yani sizin söylediğiniz şekliyle FARSkökenli mi bu kişi bunu merak ettim .Ama şünu da söylemeliyim ki İRAN daki bu etnik renklilik kendisine hayran bırakacak türden .Sorumun cevabını almayı umarak saygılar
gönderiyorum çünkü tarihi esrler içerisinde benim en çok etkilendiğim eserlerin başında olan bu yapıt hakkında doğru bilgiye sahip olmak istiyorum.

Adsız dedi ki...

Tac mahal hakkında sorun soran muhtereme,

Tac Mahal'ın 22 yıl süren (1630-1652) inşaası sırasında, İstanbul'dan Tebriz'e, Bağdat'tan Delhi'ye, Buhara'dan Şam'a kadar pekçok şehirden usta ve işçi görev almıştır.

Peki Tac Mahal inşaasında Türk etkisi yok sayılabilinir mi?

Asla!

Mimar Sinan'ın en parlak öğrencilerinden olan 'Üstad İsa' yada 'Mehmet İsa Efendi' olarak bilinen büyük mimar, eserin baş mimarlarındandır.

Ayrıca yapımında parlak, ince mavi damarları olan beyaz mermer kullanılan 82 metre yüksekliğindeki kubbenin yapımında da, yine bir Türk olan Mimar İsmail Efendi'nin çok emeği geçmiştir.

Lakin yineliyorum bir bu kadar Fars, bir bu kadar Hindu, bir bu kadar Arap ve Moğol ustanın da hizmeti vardır Taç Mahal inşasında.

Babur devletinin kimliği ise ap ayrı bir konu. Bir önceki mesajımda konu hakkındaki görüşümü belirtmeye çalıştım.

Son olarak sizlere, konu hakkında derin araştırmaları olan iki Hindistanlı doktorun sitesinden bir paragraf sunmak isterim.

---

"The construction documents show that its master architect was Ustad 'Isa, the renowned Islamic architect of his time. The documents contain names of those employed and the inventory of construction materials and their origin.
Expert craftsmen from Delhi, Qannauj, Lahore and Multan were employed. In addition, many renowed Muslim craftsmen from Baghdad, Shiraz and Bukhara worked on many specialized tasks."

Dr. A. Zahoor & Dr. Z. Haq

Saygılar