Cuma, Ağustos 25, 2006

Müslüman Öldü


Çağdaş düşünce madem “İnsan’ın ölümünü” itiraf etmişse ve üstelik bu ölüm “Tanrı’nın ölümü”nün ardından gerçekleşmişse Müslüman’ın ve İslam’ın yaşadığını nasıl söyleyebiliriz?

Bir şey kesindir: insan “insani bilgiye sorulmuş olan ne eski, ne de sabit bir sorudur”. XVI. Yüzyıldan beri gelişen, birkaç yüzyılda beri dünyaya egemen kesilen ve yaşayan tek kültür olan Batı kültürü kapsamında ele alacak olursa burada bizim türümüzden bir insan modeli ve insanlık anlayışı çağdaş tarihin bir icadıdır. Biz üç veya dört kuşak önceki atalarımızın çocukları olmadığımız gibi, onlar da bizim atalarımız değillerdir. Bizim geçmişle, gelenekle, dinle olan kopuşumuz ve ötekileşmemiz sadece çağdaş, yani zamansal bir olay değil, aynı zamanda varlıksal ve mekansal bir olaydır. Biz artık çoktan beri çekilmez olduğuna inandığımız, ama sıkı biçimde tapındığımız ikiyüzlülüğümüzden dolayı bir türlü ifade etmeye cesaret etmediğimiz, ancak içinde yaşadığımız dünya için artık birer arık haline geldiğini içten içe kabullendiğimiz kendi artakalanlarımızı (dinsel amel, dünyasal bakış ve ilahi duygu, tek kelime ile “Müslüman kimliği”) varlıkbilimsel olarak tasarlayıp tüketime sokarak onların insan bilimleri anlamında karşılaştığı zorluklarını gidermeye, narinliklerini açığa vurmaya, bilim olmaya zorlanmış olmanın kararsızlıklarını yok etmeye, felsefeyle olan tehlikeli samimiyetlerini kaybetmeye, başka bilgi alanlarındaki iyi tanımlanmalarla desteklemeye, egemen bakış karşısında her zaman ikincil ve türev bir karakter olmaya, aynı zamanda evrensel iddiaları sıkıca içinde barındırmaya, onların nesnelerinin aşırı yoğunluğunu ve insani menfaatlerin ötesindeki aşkınlığını değil de, bize küresel olgular içinde statükomuza uygun mekanlar sunan üç boyutlu, ama sabit ilişkiler ağı oluşturan biçimde kurgulamaya özen gösteriyoruz. Allah’ın söylemini açığa vurduğunu inandığımız, aslında inanmadığımız ve asla inanmayacağımız, sadece iş görür olduğundan dolayı çoktan beri Batılılaşan bedenimiz üzerinde bir çeşit örtü olsun diye riyakarca taşıdığımız dinin dilini insan bilimlerinin kendine özgü mekan açan, kitle oluşturan ve bunu kişisel bir sermayeye dönüştüren, matematik bir tasarım gibi göstererek yalanı doğrulamanın yöntembilimi olarak kullanarak, insanın kendisini ilk kez son birkaç yüzyılda pozitif bir bilginin olabildiğine sunduğu dönemde yaşadığımızı sözde inkar ederek “Müslüman” kalmak saçmalığın günümüzde delillerle inkarına çalışmaktır sadece.

Evet, Müslüman ölmüştür; çünkü ona ait bütün değerler ölmüş yada insan bilimleri anlamında mevcut değerlerin birer ikincili ve türevleri haline getirilmiştir. Neye ve hangi söyleme dayanarak bunu yok sayabiliriz ki? Bizim için Kur’an dili şu veya bu biçimde Yeniçağın başlarına kadar yaşanmıştır. Aslında Ortaçağların son birkaç yüzyılında zorunlu olarak yaşatılmıştır. Ama artık bu dilin bittiği ve sona erdiği bir bilmece değildir. Bugün, dünyanın bir köşesine takılıp kalmış bir İslam Medeniyeti yoktur. Bu medeniyetin izlerine ancak bir mekanda rastlayabiliriz: kütüphanelerde. Diliyle ayet çözen çocuklarımızın, sabahları namaz kılan yetişkinlerimizin ve büyüklerimizin, yüz yüze geldiklerinde selamlaşan insanlarımızın, besmeleli ve dualı ihtiyarlarımızın varlığı bu gerçeği değiştirmez. Bir şey varlık değerlerini hareket ettirebildiği kadar vardır; ancak günümüzde İslami bir değer insani hareketliliğin sınırları dışındadır.

“Hayır” diyerek ve birkaç yüzyıldan beri gömülmeden bırakılan bu devasa cesedin yaşadığına olan inancımızı sürdürerek kimi kandırabiliriz ki? Diyelim bunu yaptık ve yapıyoruz da; ve diyelim birkaç kuşağı daha bu yalanla idare ettik, ediyoruz ve edeceğiz de; ve diyelim kutsalı kalbimizle idrak ettik ve ediyoruz da; peki yeryüzünün ikince en büyük dini nüfuzuna sahip olduğumuz bir ortamda kalbimizde beslediğimiz olguyu algı düzeyine çıkartmanın zorluğu bir kimliksizlik değil midir? Keşke olay birkaç kişinin umutsuzluğu ve inançsızlığı ile kapanabilse? Keşke doğruyu örtmek bu kadar kolay olsa? Kendi kimliği üzerine bu kadar “ölüm senaryoları” üreten, bunu yaşayan ve bu yolda kurbanlar vermeyi bir insanlık dramı olarak gösteriye dönüştüren ve en önemlisi bunu bir toplumsal kimlik egosu trajedisi halinde sunan ikinci bir ümmet var mıdır bizim dışımızda? Çözümsüzlüğün alışkanlığını ve çözümsüzlüğün kutsallığını içsel bir mitolojiye dönüştürüp yaşatan bilinçleri güden ikinci bir sürü var mıdır bizim dışımızda? Edindiği sermaye odağının çevresine duvarlar örerek orasını kendi özerkliğinin sitesi ilan eden, dış dünyaya sadece vahiysel ifadeler salgılayarak bu av alanını olabildiğince geniş tutan dinsel güruhları Tanrısal erdem ile donatan başka sosyal birlikteler de var mıdır? Onların üzerimizdeki derin ve şeytani gözlerimi midir bize kendi ölümümüzü inkar ettiren? Bize kendi ölümümüzle yaşamayı öğütleyerek bilincimizin katmanlarına siyah perdeler gererek bunu görselleştiren gücün dışımızda olduğuna ilişkin yalanları mıdır esir olduğumuz anlayış?

Ve şimdi küresel tecavüzün ortasında 1,5 milyarlık ceset dolaşıyor. Kendilerine “Müslüman” diyorlar. Onlara acıyın. Çünkü öldüklerinin farkında değiller. Çürümüş cesetlerini örterek yaşadıklarını sanıyorlar.

Ben bir ölüyüm, etti beni defni tesadüf

Zinde görünen bir bele meftaler içinde.

5 yorum:

yunusnadir dedi ki...

Gene içim burkularak okudum. Doğruluğu oldukça yüksek bir yazı bu. Algı düzeyimizi zorladığı da kesin bir yazı. Sizin yazılarınız bana biraz da Arnold Toynbe’i hatırlatıyor. Oda tarihe hayli karamsar bakar.
Bu meyanda diyeceğim şudur ki biz teorisyenlerimizi anlama noktasında hayli kamplara bölündük. Bir zamanlar Mevdudi, Hasan el Benna, Seyyid Kutup gibi şahsiyetlerin başını çektiği ve bir mücadele yöntemi olarak küfre karşı “cephe savaşı” önerisi karşısında olaya daha ılımlı yaklaşan ve bizim algı odağımızı kur-an’ın tarihselliği ilkesi noktasında yoğunlaştıran Fazlurrahman’ı ve dinlerin birliği anlayışını sorun olarak telakki etmeyen Seyyid Hüseyin Nasr’ı İslam medeniyeti yaklaşımında hep bir çıbanbaşı olarak gördük. İsmini zikrettiğim ve etmediğim bu teorisyenleri nedense çeşitli sebeplerle yalnızlaştırdık. Sizin deyiminizle ötekileştirdik. Sanırım bir çıkmazın eşiğinde debeleniyoruz. Sahi Rabbim nurunu kimlerle tamamlayacak? Selam ve dua ile…

Adsız dedi ki...

nadirciğim duygularımın sözcüsü...
yunus aradaş soyadın "tekgöçer" mi? Eğer öyleyse bizi tanıorsun demektir: nadiri ve beni..

n_marmara dedi ki...

Pek muhterem adaşım Yunus Nadir...

Satırlarınızı satırlarımın altında nakşetmeniz beni bahtiyar etti. Tarihe karamsar bakıyor muyum? Bilmem. Zira bendeniz bir tarihçi sayılırım. Ama şu vardır, tarihe bakım eski ihtişamımıza mı hayran olacağız ve bunun ciltler dolusu eserlerini mi yazacağız, yoksa bu ihtişamın hayalini kuran yakın tarihimizi mi yakacağız?

Açıkcası, bana göre, "Müslümanı öldüren" suikastçılar arasında farkında olsunlar veya olmasınlar sözünü ettiğiniz isimler de yer almaktadır. Ben topyekun bir yıkımdan ve bunun ardından yapılacak dirilişten söz ediyorum. Ölülerle yaşanılmaz olduğunu söylüyorum. Ve ölülerin çekilmez olduklarından bahsediyorum. Şayet bu cesetler arasında benim de mevtam mevcut ise bir zahmet onun da gömülmesini istiyorum. 1.5 milyarlık kimliksiz kalabalıktansa, 100 bin kişilik kişilikli topluluk daha değerlidir.

Sevgili meth...
Duygularınıza tercüman oldumsa ne mutlu...

yunusnadir dedi ki...

Sayın Meth, İsmim Yunus Nadir soyasım ise Eraslan'dır, yazılarımda müstear isim kullanmıyorum. Sevgili Nadir Marmara'yı cemaat.com'dan tanıdım. Ayrıca kişisel bloguna da uğramadan edemiyorum.
Sayın Marmara görüşlerinize büyük oranda katılıyorum. Adı geçen şahsiyetlere "süikastçı" sıfatının yakışmadığını belirtmek isterim.Doğrudur, bizler yakın tarihimizi bile bir kısmımız "ulu Hakancı" bir kısmımız da "kızıl sultancı" tarihçilerden öğrendik.Hal böyle olunca bir grup anlı şanlı tarih övgüleriyle avunurken diğer bir grup ise bu bilgileri bir paçavra olarak gördü.Haklısınız, sistematik düşünmeyi öğrenemedik. Epistemolojimizi hangi teori yahut gerçekler üzerine bina edeceğimizi hala tartışır durumdayız. Yorumumda Toynbe'e yaptığım gönderme sizin karamsar tutumunuza bir pekiştireç olarak algılanmamalı. Eğer bir pay çıkarılacaksa ,bir tarihçi olarak Toynbe'i ne kadar ciddiye alıyorsam- ki severek okuduğum tarihçilerdendir- bir o kadar sizin yazılarınıza da ciddiyetle eğildiğimi gösterir. Yine de benzetmeden kaynaklanan bir olumsuz algı varsa affınıza sığınırım.
Hamiş: Ayrıca ismimin önündeki hürmet hitabı ve nevazişten dolayı teşekkürlerimi arz ederim. Selam ve dua ile...

Adsız dedi ki...

sanırım önce savaş ilan edip karşısında savaşacak insan bulamayınca kaybettiğini söyleyen insan gurubuyuz.amma illa savaşacağız yani.neyle ama.önce onun adını koyalım.neyle savaşamadık ve öldük.yahut illa savaşmalımıyız.evet savaşmalıyız.ama önce kendimizle.biz doğru anlıyormuyuz empati kurabiliyor muyuz ve gerçekler işimize gelmediğinde ne kadar kabul edebiliyoruz.farkımız var mı bizim gibi inanmayandan.yoksa bizde onlar gibimiyiz.ne yapıyor o mesela çok mu bencil biz farklı olalım.biz onun gibi reddetmeyelim kabullenelim.ve yürüyelim.yeni bir şey yok mu buralarda.ölümüyüz o zaman hergün ölümümüze ağlıyacağımıza biz bugün en iyi ölü olalım.Bu dünyanın yaşarken sahip olamadığı şeye vicdana yüreğe sahip olalım.acıyalım.hiç değilse farkımız bu olsun.doğru öldük öldüm.büyük ideallerim vardı yıkıldı.ama son nefese kadar uğraşalım.kim bilir Allah biliyor belki biz ölü sayılırken en çok yaşayanlarda olabiliriz.