Salı, Ekim 31, 2006

Çağdaş Arap Edebiyatına Eleştirel Katkılar I

Arap Edebiyatı Üzerine Bir Sunuş
“Edebiyat” sözcüğü Arapça kökenli olan “edeb”ten üretilmiş Osmanlıca bir terimdir. Çağdaş Arapça’da da çok nadir olarak kullanılan bu değim de Osmanlıcadan alınmıştır. Osmanlı dil kalıbı içinde baktığımızda “iktisadiyat”, “ictimayat” ve benzeri kelimeler gibi “edebiyat” kelimesi de sonradan uydurulmuş bir özellik taşımaktadır.

Arap edebiyatı denince akla doğal olarak şiir gelir. Gerçekten de şiir, Arap edebiyatının neredeyse yüzde seksenini dolduracak bir zenginliye sahiptir. Roman ve benzeri türler Arap edebiyatı için henüz yeni sayılmaktadır. Arap şiirinin merkezinde ise “kasite” bulunmaktadır. Kasidenin seçilmesi konu olarak bir şeyi anlatmaya daha müsait oluşudur. Klasik Arap şiiri Aruz üzerinde kurgulanmaktadır. Aruz’un ilk kez kalıplaşması İslam’dan sonradır. Yaklaşık VIII. Yüzyılda İmam Halil b. Ahmet (öl. 786) isimli bir âlim tarafından o zamana kadar kullanıla gelen Aruz düzenlenmiş ve ona ilmi bir içerik vermiştir. Aruz, Araplara göre, “ilmü’ş-şi’r”, yani şiir ilmidir; manası “çadırın ortasına dikilen direk” anlamına gelmektedir. Bu Eski Türkçe’de “orda” sözcüğüne denk gelmektedir. Arapçada aruzun 19 bahiri ve 6 dairesi bulunmaktadır. İran ve Türk edebiyatında ise 14 bahir ve 4 daire vardır. Her bahir bir kalıptan, birkaç nevden ve sınıflamadan oluşuyor. Örneğin hecez bahrinin birden fazla nevi vardır. İran edebiyatında hezecin 24 kalıbı gözükmektedir. Türk edebiyatında Aruz’un bütün çeşitlerini kullanan Fuzûlî’dir. Bu kalıplaşma Arapça’nın dil yapımından ileri gelmektedir.

Roman sözcüğü ise Arapça’da kullanım olarak yeni değildir. Araplar bu kelimeyi “kıssa” olarak telaffuz ederler. Kıssa, örnek bir ismin üzerine kurgulanır ve onun yaşamını konu alırdı. Klasik Arapçada bu isim genelde peygamberler olmuşlardır. “Kıssa-yi Enbiya”lar serisi bir nevi “peygamberler romanı” demektir. Ama klasik “kıssa” ile, günümüzde kullanılan roman karşılığı “kıssa” arasında burada üslup ve terkip farkları bulunmaktadır. En büyük farkı şu, ilkinde yazarın görevi sadece anlatmak ve aktarmaktır; ikincisinde ise kurgulama ve yeniden tanımlama da vardır.

“Hikaye” ise Arapça “uksûsa” demektir. Bin Bir Gece masallarında binlerce hikaye yer almaktadır. Hikaye, aslında bir “kanıtlama” biçimidir. Eski düşüncede “söz” kendisi kanıttır. Yani bir şeyin nesnel tanımıdır. Örneğin, “ağaç” sözü, ağaç türünden bir bitkinin isim olarak kanıtıdır. Ama sözcüklerin hepsinin görülür varlık nedenleri olmayabilir. Yani, soyut özellikli sözcükler de bulunmaktadır. Örneğin “hayal” sözcüğü. Varlıksal anlamda görülür bir mevcudiyeti olmayan bu sözün, işlev ve gerçeklik nedenleri vardır. Hikaye, işte sözcüğün bu ikincil yapısının kanıtlama biçimidir. Bu anlamda konuşan her kes hikayeci olabilir. Hikayeci olmak için “tam anlamlı” bir tanıma genişlik kazandırma yeterlidir. Örneğin, bir şey konuştuğumuzda onun önemine vurguda bulunmak için bir olay anlatırız. Bu anlama genişlik kazandırmak için baş vurulan ek anlatım hikayedir. Bu halk konuşmasından alınmış bir tanımlama ve kanıtlama yöntemidir. Örneğin, “insan olmak onun zatinde vardır” tanımına daha geniş bir anlam kazandırmak için “eşeye altın semer vursan yine de eşektir” misalini getirirler. Bu söylenen bir şeye ilaveten bir güç kazandırmadır. Veya, “ahlaki güzelliğin” ne olduğunu anlatırken peygamberin yaşamından bir olayı örnek sunmaktır. Yani, hikaye, bir anlamın geniş bir alanda savunmasıdır. Bunun en tipik örneklerini günümüz düşüncesinde de buluruz. Söz gelimi, Sait Nursî’deki kanıtlama türü hikâyedir. Örneğin, Gençlik Rehberi risalesinde “ismin” öneminden söz ederken, bir de çöle düşen iki insanın hali anlatılmaktadır. Ama ilmi açıdan kanıt olarak hikâyenin sunulması sorunludur. Çünkü, bir şeyin kanıtı kendisi olamadığı sürece, sorunun diğer anlamlar üzerinde yayılmasına neden olmaktadır. Bu yüzden din adamlarının anlatımında sunulan hayati ve ilmi bir şeye ilişkin katılama olarak hikâyeye başvurmak üslup olarak bir eksikliktir. İşte “hikâye”nin tanımı böyle bir şeydir.

Arap edebiyatı en zengin dönemini İslam’ın ortaya çıkmasından sonra yaşamıştır. Özellikle de, hicterin II. Asrından sonra muazzam bir edebiyat örneği ortaya çıkmaktadır. Ama, ne denli zengin olursa olsun, edebiyat son yüzyıla kadar hep seçkin öğretisi olarak kalmıştır. Arap edebiyatı Osmanlı’lar döneminde korunmuş ve etkisinden bir şey kaybetmemiştir. Arap edebiyatında görülen büyük değişim ve ona çağdaş tanımını kazandıran tarih XIX. Yüzyıldır. Bu farkı, değişimi, olumlu ve olumsuzluklarını ortaya koymak için Arap edebiyatını ülkelere göre izlemek en doğru olanıdır.


Çağdaş Arap Edebiyatına Eleştirel Katkılar
MISIR

Çağdaş Mısır Arap Edebiyatının Çıkış Yeri: Suriye ve Lübnanlı “Papaz” Çocukları
Mısır ve genel anlamda çağdaş Arap edebiyatının kurucuları Suriye ve Lübnanlı Hıristiyanlar olmuşlardır. Bu edebiyatın gerçek ve ilk öncüleri de onlardı. Corci Zeydan, Farah Antun buna en iyi örnektir. Bunun gerekçesi şuydu. Gelişen Avrupa en çabuk etkisini Batı dışındaki diğer Hıristiyan tebaa üzerinde göstermiştir. Tıpkı matbaanın Türkiye’de ortaya çıkışından hemen sonra Ermeni ve Rum kesimince kabul edilip kullanılması gibi. XIX. Yüzyıl başlarında önce Fransa, ardından İngiltere Osmanlı toprakları olan Mısır’a girince, Osmanlı tebaası olan ve Suriye ile Lübnan’da oturan Hıristiyanlara karşı bir antipatiye neden oldu. Bunlar ticari, sosyal ve kültürel anlamda Avrupa’yla öteden beri bağlantı halindeydiler. Örneğin Suriye’nin Trablus şehrinden bazı Hıristiyan ailelerin eğitim için çocuklarını Batıya gönderdikleri bilinmektedir. Kendi dindaşlarının Müslümanlara saldırısı karşısında Müslümanlar arasında kalan bu Hıristiyan tebaa yaşamsal korkular yüzünden Suriye ve Lübnan’daki yurtlarını bırakıp Mısır’a göç etti. Mısır Fransız ve İngilizlerin ardından tekrar Osmanlıların, sonra da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın eline geçince, bu sonuncusu Avrupa’nın gelişmesine katkıda bulunan bilgi ve tekniği alıp Mısır’da uygulamaya kalkıştı. İşte Mısır’daki eğitimli bu göçmen Hıristiyanların şansı açıldı. Bunların Arap oluşu ve Mısır’da Fransızlarla birlikte yükselen milliyetçilik rüzgârında dinden çok kimliğe vurgu yapılması bu Lübnan ve Suriye’den gelen eğitimli Hıristiyanların adaptesi için uygun bir ortam oluşturdu. Yine de ilk örneklerinin XIX. Yüzyılda çıktığına bakarsan bunların Mısır’a ayak uydurmaları ve yer edinmeleri için bir yüz yılın geçtiği görülmektedir.

İlk Temsilciler: Müslümanlığı Romanlaştıran Hıristiyan Yazarlar:
Zeydan ve Farah
Çağdaş Mısır Arap Edebiyatının gerçekten de ilk büyük iki ismi olan Corci Zeydan ve Farah Antun Lübnan ve Suriye Hıristiyan Arap ailelerinden gelmektedirler. Bunlardan Corci Zeydan (1861-1914) Lübnanlı Hıristiyan ailelerle birlikte Mısır’a göç etmiş bir aileden gelmekte ve Çağdaş Arapça’nın ilk ve en büyük roman yazarıdır. 1862’de “el-Hilal” dergisini kurmuş, klasik Arap ve Müslüman halkların tarihi üzerine çok sayıda eser vermiştir. Dilimize de çevrilen “Arap Halkları Tarihi” adlı eserin müellifi de odur. Bu eser, Türkiye Arap Halkları üzerine tek derli toplu eser olarak kabul edilmektedir. Yani, Arapları bilimsel ve tarihi anlamda ondan tanımaktayız.

Zeydan 22 roman yazmıştır. İlk Arap romancı olmasa da, Zeydan, Arap edebiyatında romana anlam yükleyen, ona yeni bir üslup kazandıran ve Avrupa bakış açısını Arap düşüncesine getiren ilk romancı ününü almıştır. Müslüman ülkelerinde Türkiye’de, İran’da ve Azerbaycan’da romanları tercüme edilmiştir. Zeydan tarihi romanlar yazmıştır. Bütün romanları bir Arap kahramanının yaşamını ve yaptıklarını ulusal bir dille işler. Hıristiyan oluşuna rağmen romanlarında din ayrımı gözetilmez. O, birleştirici bir Arap kimliğini temel almaktadır. Gerek tarihi, gerek edebi aktarımlarında olsun Müslümanlık hakkında olumlu görüşler sarf etmektedir. Konu olarak, İslamiyet’in doğuşundan sonraki ilk asırları ve genişleme dönemine vurguda bulunan Zeydan, romanlarındaki olay dokusu, zengin kurgu bakımından Fransız Alexandre Dumas’ın etkisindedir. Zeydan, Batılı roman ve anlatım üslubunu Arap edebiyatına kazandıran ilk yazardır.

Farah Antun da Suriyeli bir Hıristiyan’dır. Trablus’ta doğmuştur (1873-1923). New-York’ta yayıncı olarak kalmış ve Kahire’de “el-Cami’â” (Birlik) dergisini çıkartmıştır. Etkilendiği isimler Zeydan’dan daha fazladır. Jules Simon, Chateaubriard, Anatole France, Renan, Comte, G. B. Shaw, Gorki onun romanlarında büyük etki bırakmışlardır. O da Zeydan gibi, İslamiyetin altın çağlarını tercih etmiştir. Ama bir farkla o daha sıkı bir Arap ulusçusudur. Örneğin, Osmanlı’ya karşı Arap ayaklanmasını direniş olarak tasvir etmektedir. Farah, Arap kültürü ile Batı kültürü arasında köprünün tam anlamda kurcusudur.

Arap, Müslüman ve Arabesk Yazar:
Romancıların “Orhan Babası” el-Manfalutî
İlk önemli Arap Müslüman yazarlar bunların gölgesinde ortaya çıkmıştır. En ünlüsü Mustafa Lütfi el-Manfalutî (1876-1924) olup, Mısır yerlilerindendi ve Yukarı Mısır’da oturan bir ailede doğmuştur. El-Ezher’de okumuş, Vaft partisine katılmış ve I. Dünya Savaşı sonrası Mısır edebiyatının en tanınmış ve öncü ismi olmuştur. J. J. Rousseau ve Victor Hugo’nun etkisi altında eserler sunmuştur. El-Manfalutî’nin eserleri çok dikkati çekicidir. Yazılarında “arabesk” denilebilecek bir özellik bulunmaktadır. “Gözyaşları” ve “Bakışlar” adlı hikayelerinde melankolik bir cazibe hakimdir. Karakterleri arasında belli bir uyum olmadığı gibi, aynı kahramanın hikaye içinde tam bir karakter çizimi de yoktur. “Tak” diye kahramanının öldüğünü görürsünüz ve başlarsınız ağlamaya. Bir çeşit Fransız romantiklerinin taslağı diyelim onun için. Yaşasaydı “Siyah beyaz Türk filmlerine” bol bol senaryo üretebilirdi. Onun büyüklüğü zaten bu değildir. Kalemi taştan su çıkaracak zekanın tercümanı değil, ama bakış alanı geniştir. I. Dünya Savaşı sonrasında Mısır aydınının iç dünyasına bakıyor o. Bu içe gömülme büyülü, sihirli, hayaletimsi bir görüntü vermektedir. O, sevgilinin koynunda yatan gencin beyin rıhtımlarında sadece gülleri ve böcekleri tasvir etmez. Bu yüzden hikayelerinde “iyilik meleklerinin” canavarlaştığı normaldir.

El-Manfalutî ardında taklitçiler sürüsü bıraktı. Tıpkı eline kalem alan her kafası aşka çarpanın şair olması gibi, Mısır’da da “manfaluticiler” üredi. Burunlarından ateş tüten, duygu delisi “avrat, avrat” diyen Arap delikanlıları romana doldu. Gözünün dokunduğu her satır “aşk ve ah” diyor. Sanki Araplar aşık olmak için bu çağı kolluyorlarmış gibi. Birçoğu o kadar ucuz ki içinde pornografik süslemeler koysanız dahi yine ilgi görmezler. Hasıl-i kelam, “menfaluticiler” günümüzün kaset çıkartmak meraklısı şarkıcıları gibi saman alevi misali Arap edebiyatından gelip geçtiler. Ama, haksızlık yapmayalım, içlerinde kafayı nehre gibi sallayacak yazarlarda bulunmakta. İşte Taha Hüseyin bunlardan biri. Taha öyle bir geçişler yapar ki o arada kafanıza tokmak yeseniz vuranın yanına kâr kalır.

Fransız Mecnun: Taha Hüseyin
Taha 1889 doğumlu; İslam ve Fransız kültürü diye iki kaynağı var. Hangisi net belli değil. Okumadığı üniversite kalmamış. Ezher ve Mısır’ı bitirdikten sonra Fransızlar Çanakkale boğazında elleşirken, o Montepelliler ve Sorbonne’de âşık atıyordu. Birçok Arabı kıskandıracak derecede Fransız sevgilini koluna takıp gezen adamdır Taha. Aslanım benim, bir de delikanlıdır. Kaçamaklarını bu kadını eş edinmekle telafi eder. Fransız sevgili onun içgüdülerini değil, zekâsını da genişletmiş olmalı. Pekâlâ, Taha “yosmalarda gözüm” diye türkü çığırabilirdi savaşın erkeklerini esir aldığı güzeli bol Fransız şehirlerinde, ama yapmamış. Şimdilerde şehrin çığlık atan kısımlarında araba yakan Müslüman gençlerinin yerinde Taha, Araba özgü siyahımsı çekiciliği ile Fransız kızları için hayal sandıkları, cinsel tutkuları yüksek Bin Bir Gece masallarının arasında yer alan yarı pornografik resimlerden kopup avuçlarına düşmüş bir tipti. “el-Eyyam” (Günler) eseri bu yaşamın gölgesinde yazılmış bir hayat öyküsüdür. Eser neredeyse her dile tercüme edilmiş. Taha’nın bir kusuru ve bir de şansı olmuş. Her ikisini de gerekçesi kör oluşudur. Dünyayı gözlerinin derinliklerinde boğacak kadar tanıyamadı, ama bu ondaki iç sesi geliştirdi ve eserlerini tılsımlı kıldı. Eyyam’ı okuduğunuzda uykuya dalmış bir çocuğu uyandırmamak için “pıçıltılı” ses tonlarını duyar gibisiniz. Eserin en trajik kısımları yazarın kendi körlüğünün alaya alındığını anlattığı sahnelerdir.

Taha sadece bir romancı ve hikâye yazarı değildir. Arap şiirinin babası sayılacak Ebû’l-Alâ el-Ma’arri üzerine yazdığı kapsamlı eseri hâlâ değerini korumaktadır. Yine onun İslam’dan önce Eski Arap Şiiri çalışması eleştirel yaklaşımlara ciddi bir katkı olarak görülmektedir. Tercümeyle uğraşmış ve birçok Batılı düşünürün çalışmasını Arapçaya kazandırmıştır. Romanlarındaki konusal zenginlik çok dikkat çekicidir. Örneğin, onun “Şehrazad’ın Rüyaları” tipik bir Bin Bir Gece kurgusu olarak görülebilir, ama çerçeve olarak bu böyle; öte yandan sembolik özellikleri çok yoğun. Eserleri arasında çok ilginç romanları da bulunmaktadır. Örneğin, “Mutsuzluk Ağacı” bir toplum eleştirisi olup, Mısırlı tüccar iki ailenin üç kuşaklık yaşamını izlemektedir. Burada kuşaklar arasındaki tedirginlik, yaşama bakışın nasıl değiştiğini görmek mümkündür. Taha bir yerden sonra öyle bir tablo çizmiş ki üç kuşaklık bir aile yaşamında dede ile torun arasında bağlayıcı olan tek şeyin ortada bulunan babanın olduğu imasını verir bize. Kopuş böyle bir “mutsuzluk ağacını”, aslında soyağacını ortaya koymaktadır.

Taha’nın birçok özelliği bulunmaktadır. Örneğin “Mısırlı” kimliğini modern ve güncel anlamda ilk kullananlardan ve oluşturanlardan biridir. Arap’tan ziyade bir Mısırlı olma bilinci vardır onda.

Genel anlamda Mısır yazarlarında çok ilginç bir duruma tanıklık ederiz: dinsel bütünlük (İslam) üzerinde daha birleştirici ama alnı dar bir etnik bütünlük (Araplık) seçilmiş, daha sonra ise bu bütünlüğün yerine alanı daha da dar tarihi ve coğrafi bütünlük (Mısırlılık) ikame edilmiştir. Bunu yadırgaya veya dışlayamayız; ama ilginç olan “bütünlük” anlayışının geçirdiği değişimdir ve asla yargılanmadan edinilen değişim. Evet, Taha kendisiyle birlikte Mısır insanını değiştiren biriydi. Bunun en güzel örneğini “Mısır Kültürünün Geleceği” adlı eserinde Mısır’ı Asya ve Afrika’da değil de Avrupa’nın yanında sunmakla göstermiştir.

Yüzgeçli Samimiyet: Tevfik el-Hakîm
Mesleki ve düşüncel anlamda Tevfik el-Hakîm (1902/08 – 1987) çağdaş Mısır edebiyatının tepesine dikilmiş bir isimdir. O yazmamış, adeta kalemle boğuşmuş. Onun da ekmek teknesi Fransız sembolizmi. Ama Taha kadar Fransa’dan fiziksel olarak yararlanmış mı, sanmam. Birkaç matmazel kendisine göz kırpmış olabilir, ama bu sadece bir gecelik uykuyu dağıtacak kadar etkili olmuştur. Sonra mı, el emeğine devam!

El-Hakîm’in birçok eseri bulunmaktadır ve ismen de çoklarınca bilinen ve okunan bir yazardır. En ilginç eseri ve belki de sevecen eseri demeliyiz “Delilik Nehri”dir. Delinin akıllı, akıllının deli olduğu bir büyülü nehri kıyısında açılan sahne. Kimsenin akli dengesi sabit değil. Aslında konu ne akıl, ne de benzeri tıbbi sorunlar. Sorun bunlardan da büyük. Sorun: konformizm, refah, doymayan gözeler ve toplumu yutan bencillik. Anlaşılan el-Hakîm, Fransa’da Bergson’dan bir parmak bal ağzına sürmüş. Hazmetmiş mi bari? Piramit gölgesinde bu kadar işte.

Bütün eserlerinde bir tanım hep öne çıkar: samimiyet. Ama el-Hâkim’i bunu o denli sade vurgular ki gerçekten de samimiyetinden kuşku duymamakta fayda var derim. Ama bu “yüzgeçli” bir samimiyet. Yani, kendisi olmadan yaşaması imkânsız. Zaten, bu samimiyet anlayışı da onunla birlikte öldü. Yani kısaca şöyle diyor samimiyet için: her alanda ister devletlerarası, ister şahıslar arası olsun anlaşmazlıkları bu kavramla gidermeliyiz. Peki, nerede bunun yüzgeci? Hiçbir yerde.

Mısır’ın Türk Devrimcisi: Mahmud Temür
Eğer adlarını verdiğimiz bu yazarlardan hâlâ bir sıcaklık hissetmediyseniz Mahmud Temür’u deneğin derdim. Denediğimden değil, onun kadar dengesizliğimden, dolayı bunu söylerdim. Kim ne derse desin, dinsiz desin, solcu desin, kâfir desin, Müslüman desin fark etmez, Mahmud Temür kendisine kadar üst geçitten yürütülen Mısır Arap edebiyatı için bir alt geçidin de açılabileceğini hayal eden ilk yazardır.

Temür, soyca Türk, Mısır’da Araplaşmadan, İngiliz ve Fransız baskısından geriye kalan Kıpçaklardan. Farkında mı bunun; hiç sanmam. Her halde onun Türk olduğunu ilk belirleyen ben olsam gerek. Bunu da özellikle yaptım. Çünkü, Mısırlılığını, Araplığını, Lübnanlı ve Suriyeli Hıristiyan olduğunu çığırabilen bir ülkede en toplumcu, halkın gerçek sorunlarına eğilebilen, ilk kez Mısır’da Batı’ya karşı eleştirel edebi üslubu sunabilen, halkın konuştuğu Arapçayı kullanan yazarın Türk olması çok ilginçtir. Temür’ü üslup ve duruş bakımından Cemil Meriç’e benzetebiliriz. Saldırgan bir üslubu var, kasıtlı, sığ ve kuru bir üslup tercih etmiş, aforizmalar gibi taneli, özlü ve kısa cümleler işletmektedir. İlginçtir, halkın konuştuğu Arapçaya onun kadar vakıf bir Arap yazar bulmak zor. Neredeyse her tipleme kendi yerel Arap ağzında konuşacak kadar bir dilsel zenginlik sunar bize Temür.

Temür, istisnasız çağdaş Mısır edebiyatının kayda değer birkaç hikâyeci ve tiyatro yazarı olarak kabul edilmektedir. 1894’de doğmuş, 1973’te ölmüştür. Genç yaşta ölen, Mısır Arap edebiyatının en zeki ve parlak dramaturgu ve tiyatro eleştirmeni, “Benim Gözlemlerimden” adlı eseriyle Mısır realist edebiyatın kurucusu Muhammed Temür’ün (1892–1921) kardeşidir. Manfalutîcilerin içinden sıyrılmış, Fransız Maupassant’a biraz meyletmiş, ama daha çok Halil Cubran’a yakın bir tür benimsemiştir. Kabalaşmadan, tasvire boğmadan Mısır toplumunun eleştirisini gerçekleştirmiş bu alanda öncü bir edebiyatçıydı. O, bu becerisinde el-Hâkim’i bile gölgesinde bırakmıştır. Uksusa (küçük hikâye, öykü) onun sayesinde parlak bir dönem geçirmiştir. Değinmediği çok az konu bırakmıştır. Mısır’daki toplumsal yapının bütün katmanlarına birer ikişer kalem darbesiyle değinmiştir. Kadınların köleliğine, bu karşı hoppalığına; fellah “cesareti” akılsızlığa ve cehalete, batıl inançlara, Müslüman din adamlarının dalavereciliğine, tüccarların ikiyüzlülüğüne ve en ilginci kendi değimi ile “Avrupa’nın cilalı kibarlığını benimsemiş şımarık ve bozuk ahlaklı Mısır aydınlarına” karşı mizah, hiciv dilini kullanarak bakış açısının diğer meslektaşlarından ne denli derin olduğunu göstermiştir. “Şeytanın Kızı”, “Bombalar” ve “Çay Cemaati” en gözde eserleri. Özellikle de Bombalar. Eser bir komedi. Mısır aydınlarına adeta savaş açıyor. Batılı aydın kimliğine bürünmüş insanlara indirilmiş bir darbedir bu eser. Eserin konusu çok çarpıcı: Hava bombardımanlarından korkan bir grup genç aydının korkularını örtbas etmek için vatanseverlik yapmağa başladıklarını ve sözde vatanperver oldukları için korku ve endişe duyduklarını anlatmaktadır. “Çay Cemaati” adlı komedisinde ise bu eleştirisini daha da yukarılara çeker.

Ama Temür eksiksiz değildir. Üslup açısından bakıldığında onun da bir yamuğu bulunmaktadır. En büyük eksiği bir hikaye veya komedi için özgü bir olay tasarlayamamasıdır. Bu yüzden bütün olayları Fransız ve İngiliz eserlerinden edinmiştir. Ancak şaşılacak biçimde bu olayları Mısır’ın şartlarına uyarlamıştır. Bununla yetinmeyip, olayın arka planını da yeniden kendince Mısır’a uygun olarak oluşturmuştur. Yani epistemolojik açıdan görüngü devşirmekteydi Temür. Ancak, Batılı aydın tüplerinin vicdadına saldırdığı kadar bu fenomenlerin bilimsel vicdansızlığına karşı çıkamamıştır.

Firavunlara Şiir Yazan Modern Şair: el-Akkâd
Yaşam her anlamda zor. Kimse “el bebek, gül bebek” tamamlayamaz ömür denilen kâbuslar zincirini. Yıkımın da kaynağı vardır, gururun da. Dün firavunun baktığı pencereden bugün bir köpek de bakabilir. Ne oldum demeyeceksin, ne olacağım deyeceksin; iyisi mi siz direkt ikincisini söyleyiverin. Ama el-Akkâd direkt olarak birincisini tercih etmiş. Yani, ne olduğuna bakmış. Büyük bellediği her ihtişamın tahtına oturmak istemiş, başaramayınca uğruna şiirler dizmiş.

İlginçtir, Arap edebiyatında çağdaşlaşmayı başlatan şey şiir olmamış. Oysa Arap edebiyatı demek, hep şiir demekti o güne kadar. Bu yüzden Arap şiiri, XIX-XX. Yüzyıllar Türk şiiri kadar zenginlik gösterememiş. Türk şiirinin Fars ve Arap edebiyatı üzerinde yer almasının gerekçesi bu olabilir. Bu birde ilk Türk aydınlanmacılarının şair olmasından ileri gelmektedir. İlginç olan gerek Arap, gerek Fars modern şiiri Türk edebiyatında hiç sevilmeyen bir akımı Servet-i Fünun’u ölçü edinmiştir. Çağdaş Fars şiirinin kurucusu en-Nima ve Mısır Çağdaş Arap şiirinin öncüsü el-Akkâd kendi ülkelerinde Servet-i Fünun uyduları gibiler.

Mahmud el-Akkâd (1889-1964)’ın önemli iki özelliği bulunmaktadır. Birincisi, kendisinden öncekilere göre o Fransız edebiyatının değil İngiliz edebiyatının etkisindedir. Hatta İngilizceni Arapçadan daha iyi konuştuğu söylenilir. İkincisi, klasik Arap şiirinin kalıplarını koruyarak modern olayları şiire aksettirmiştir. Üslup olarak da konusal kutupluluğu Arap şiirine kazandırmıştır. Şiirlerinde Mısır milliyetçiliği hemencecik fark edilmektedir. Firavunlarla, Müslüman fatihleri aynı sırada durur ve Mısır’ı birer vazgeçilmezleri olarak tanımlanır. Doğayı kutsayış onun tasvirlerinde egemen olup, bunun üzerinde yaratıcı sevgiyi imgeler.

El-Akkâd aynı zamanda bir eleştirmedi. Siyasetten uzak olmasına rağmen başı siyasi iktidarla birçok kez belaya girmiş biridir. Eleştiri oklarını çevresindekilere ve aynı zamanda bir yayıncı olduğunda Mısırlı kitapçılara fırlatmaktan kaçınmamıştır. Batıyı düşüncesizce taklit etmeyi hor görmüş, o da el-Hâkim’i gibi, Mısır’ın Avrupalı demokratik devletlerle tanışmasını istemiştir.

Kendisiyle aynı çizgide duran İbrahim Abdü’l-Kadir el-Mazinî (1890-1947) ile birlikte el-Akkâd iki cihan savaşı arasındaki geçiş dönemi Arap edebiyatını temsil etmişlerdir. El-Mazinî ise ününü daha çok hiciv alanında pekiştirmiştir. Mısır basınının en uslanmaz dil ustası olmuştur. Onun “Yazar İbrahim” adlı romanı okunmaya değerdir. Eser, Mısır’da yaşayan dul bir yazarın hayatına pencere açmaktadır. Önünde aşk bahçelerinin uzandığı bir pencere. Sisli, bulanık ve uyduruk; bir dereden ve birkaç yosmadan oluşan bir dünyaya açılan pencere. Bu yüzden roman olarak Mazinî aşılmayacak birsi değildir.

el-Akkâd ve Mazinî’nin bir diğer ortak tutkusu kadınlar olmuştur. Kimin olmamış ki? Ama onlarınki daha boğucu ve biraz da nesnel. Kadın, buz yerine düş tutmuş Nil onlar için. Uzun, upuzun bir gizem; Afrika’dan Avrupa’ya uzanan bir gizem. Mısır kadınından istedikleri de belki buydu. Afrikadan Avrupa’ya akan bir su olmasıydı. Ama bu su hiçte parlak değildir. Mavi güzelliği intihara da yol açabilir. Ama hiçbir Mısırlı erkek Nil’de boğulmak istemez. Çünkü bu nehrin kendisinin olmadığını biliyor. Mısır kadınına karşı yönelen fellah baskısı bu ait olmamak sorunundan doğmuş olabilir. Belki de zırvalık diyip geçmeliyiz. Hadi öyle olsun.

Mısırlı Polemikçiler
Heykel’in Mısır aydınları üzerinde hakkı vardır. Temür’ü adam edenin o olduğu söylenilir. Mısır’da eleştiri edebiyatı estetik kaygıdan doğar. Estetik ve güzel kavramı Arap edebiyatında en çetrefilli konudur. Yer yer “erkek” (“oğlan” mı demeliyiz) kokar. “Hadım erkek” bedeninin eski Yunan düşüncesi ve İslam öncesi ve sonrası Arap divan şiirinde özümlenen bir şey olması çağdaş edebiyat eleştirmenlerinin susarak geçiştirdikleri bir konudur. Özellikle, X-XIII. Yüzyıllar arası Arap edebiyatında “cinselliğin” ifrat ettiği dönemlerdir. Sonradan yakıldığını bildiğimiz onlarca pornografik eser yazılmıştır bu dönemde. Buna karşılık çağdaş Arap estetik kuramını daha az utanılır buluyoruz. Güzele akıl karışıyor bir yerde.

Hüseyin Heykel (1888–1956), Muhammed Mendûr (1858–1930), Zeki Mübarek (1895–1952) Çağdaş Mısır Arap edebiyatının ilk polemik yazarları. Bilimsel estetikte ısrarcı bu herifler Arap eleştirel edebiyatına çok şey kazandırmışlar. Özellikle de “yazı üslubu” alanında. Hepsi de Batılı, ama en fazla onlar Batı’ya saldırmışlar. Ama bütün eleştirel teknikleri Batı yöntembiliminin kalıplarına dayanmaktadır.

Bir İslam ve Aksiyon Adamı: Rida
Düşünen Müslüman Aydının Bir Örneği
Kurguya kafa yoran Müslüman düşünüre ender rastlamaktadır. İdeoloji, Müslüman’ın belini kırmış. Çiklet gibi laf gevşiyor dilinde. Taklit bu yüzden şart ve kaçınılmaz onlar için. Her şeyin rengi yeşil olsun da, Amerikan kumaşı olsun fark etmez. Bu yüzden Rida’ya bütün Müslüman düşünürler minnet duymalı. Tam bir çıkış olmasa da, amali ile fikri bütün bir adam Rida.

Muhammed Raşit Rida (1865-1935) (Türkçe Rıza okunuyor) Suriyeli ve Trablus doğumlu; ama İran asıllı. Kendisine Mısırlı Afganî denilirdi. Müftilik yapmış, düşünmüş; dini yorumlamış ve yine düşünmüş; yazmış ve tekrar düşünmüş ve bizi de düşündürtmüş. Daha genç yaşlarında Abduh’a bulaşmış. Muhammed Abduh, kanayan bir gönül. İltihap kapmış bir yarayı temizleyerek geçti ömrü. Sağlatmadı, sadece yaşatmaya çalıştı. Ama öğrencisi Rida’nın beyninde bu yaraya reçete olmasa da, bazı formülleri vardı. Rida, “el-Menar” (Fener)’ın yayıncısıdır. Arapça okuyan bütün İslam dünyasına yayılmış en büyük dergi el-Menar. İslam reformunu savunmuş ve siyasal anlamda bir İslam Birliği modeline destek çıkmıştır.

Rida, soru sormanın Şeytan icadı olmadığını kavramış birkaç Müslüman düşünürden biri. “Hadi rast gele” diyip, fakirin sırt sıvazlayıcısı dindarlara ha girdi girecek dedirtecek bir tip.

Çağdaş Arap düşüncesinde, tarihinde ve sosyal anlayışında Osmanlı’nın yeri “cehennem”dir. Bu yüzden “Osmanlı” adıyla Ortadoğu’ya bakan günümüz siyaset ve düşünce adamları buradaki yerel toplumsal ve sosyolojik anlayışları görmüyor demektir. Batı hiçbir şey öretemese dahi Araba Osmanlı karşıtı olmayı öğretmiş. Cilalı bir Osmanlı vardır Arap tefekküründe. Sevenin dostu yoktur mantığı. Rida, bu düşünceye meydan okumuş. Türkler olmadan bir İslam birlik idealinin göçebenin sahrada bostan yapmasına benzediğini söylemiş. Jön Türklerin yanında yer almış, ama onlar kendilerini doğrultamayınca da Osmanlı Adem-i Merkeziyetçi Partisine katılarak, hiç değilse Arap Birliğine çare aramış. Afrika, Orta ve Uzak Doğu’dan öğrenci getirip okutmuş. Tek amacı vardı İslam.

Rida’nın el-Menar’da yer alan “İmamet yahut Büyük Hilafet” kapsamlı yazısı üzerinde ciddi biçimde durmayı gerektiren bir çalışmadır. Bu eser, İslam dünyasında Atatürk’e karşı yönlendirilmiş ilk ciddi çalışmadır. Rida eleştirisinde isterik tavırlara yer vermez. Hilafeti kaldırdı diye Atatürk’ü sevmiyorum diyen ideoloji öğrencisi değildir. O, dinle siyasetin ayrı olup olmayacağını tartışır. Ona, göre İslam anlayışında dini olanla dünyevi olanın yetkisel bir ayrımı olanaksıdır. Sultan ve halife kimliğini tekil bir tanım içinde irdeler ve birleştirici güç olarak “Şark ahlakı”na sığınır. Onun bu düşünceleri tartışmaya açıktır; olumlu ve olumsuz yönde bir yığın destekleyici kanıt sunulabilir. Rida’nın tek eksiği olguları inançsallaştırmasıdır. Onu Batılı yapan tek şey bu. Rida, görüntüyü fazlaca önemsedi ve birçok şeyi görmezlikten geldi. Hiç değilse Gazalî’ye şöyle bir bakabilirdi; sultan ve halife arasında yaşadığı tereddütlerde. Tarihsel olarak da el-Mes’udî’deki “İslam devleti” teorisinin nasıl devşirildiğini bulabilirdi.

Rida büyük bir etki uyandırdı. İslamî söylemin olgunlaşması onun eseri. İhvan-i Müslüm’in ve onun kurucusu Hasan el-Benna ondan beslendiler. Onun kadar akli gündemi takip etmesler de temelde onun açığa vurduğu görüşler üzerinden İslamî tartışmalarını sürdürdüler. Rida karşıtlarında da bir hareketlilik uyandırdı. Ali Abdü’r-Razîk “İslamiyet ve Otoritenin Temelleri” çalışmasını ona eleştiri olarak yazmıştır. Razîk, bu yapıtında halifelik ile İslam’ın organik bağının olmadığını savundu. Bu konudaki bazı vurguları hâlâ etkisini korumaktadır.

Rıda, bir ara çevresindekiler tarafından Masonlukla suçlanmışsa da bu konu oldukça muğlak kalmaktadır. Her halde ona yapılan Masonluk suçlaması, İranlı Ademiyetçilere yapılmış suçlama gibi kendisini doğrultamamıştır.

Ya İslam Ya Hiç: Hasan el-Benna
Benna, düşünce olarak Rida’nın sağında yürüdü. Görüşlerini onun terkipleri üzerine tasarladı; özellikle Atatürk, hilafet, din ve devlet ayırımı konusunda adeta onun daha radikal kopyası gibiydi. Ama Benna daha bir hareketli ve kıpır kıpırdı. Filistin’de süren direnişin dini çehresi hâlâ yaşıyorsa bu onun eseridir.

Hasan el-Benna (1906–1949) Mısır’ın Mahmudiye kentinin köklü bir ailesinden gelmektedir. Dede-baba hadis âlimi olayı meslek edinmiş bir ailedendir. Parlak bir zekâsı vardı. Okuduğu her şeyin bir örneğini kafasına kopya ederdi. 15’ine geldiğinde sular seller gibi çağlamaktaydı. Darü’l-Ulum’da bitirme imtihanını verirken 18.000 beyti ve bir o kadar da nesri ezbere sıralamaktaydı. Mübarek bülbül sanki. Bu ona, okul birinciliği kazandırmış; ama birde kusur eklemiş. Benna, çok ender sayıda bir şeyin doğruluğunu tartışmaya açacaktı. Kemik gibiydi. İktidara gelseydi, Mısır’ın Humeyni’si olması kaçınılmazdı. Taviz yok derdi ve haklıydı. Çünkü gözünün önünde işlenen bir İngiliz trajedisi söz konusuydu. Perişan ve yorgun bir Mısır’ı İngiliz “akıl baloncuklarıyla” neşelenmesine dayanamazdı ve dayanmadı da.

İhvan-i Müslimin siyasal ve sosyal özdeşleşmeyle oluşmuş İslami bir akım. Salt anlamda işlenmiş bir öğretisi yok, ama hareket kabiliyeti ve etki gücü oldukça yoğun. Bu durum ona sadece iktidara gelene kadar yararlı olabilir, iktidara gelince İran gibi bir Rafsancanî aramak zorundalar. İran inkılâbının dinozorunu Mısır sineye çekebilir mi; bilemem. Mevcut iktidarı çekiyorsa, sorun yok demektir.

Benna, “Ya İslamiyet, Ya da Hiçbir Şey” diyordu. Bir anlamda el-Ezher ilahiyatçılar kanadının siyasal söylemiydi bu. Bilimsel tekniklerle kurgulanmış bir İslam teziydi. Ancak, Benna asla Batı’dan aldığı ve kullandığı akli oyunları kabul etmedi. Örneğin, Benna bilgini bütünsel olarak tanımladı. Ona göre, bilginin tarafı yoktu ve Tanrısaldı. Oysa, pekala Batı bilgisinde rasyonellikle-irrasyonellik arasında kutup kaymaları hem vardı. Ya ampirik göndermelere ne demeli? İslam’ın siyasal söylemini kabartması belki ona bu konular üzerinde düşünme fırsatını vermemiştir. Bu da bazı konularda oldukça saf görüşler sarf etmesine neden olmuştur. Söz gelimi, vahiy kurgusunun bilimsel doğruların bir maddi parçası sanması gibi.

Öldürüldüğünde, Mısır’da her türlü dengeyi kurabilecek bir İslam cemaati oluşturmuştu. Öğretisi ve örgütü hâlâ da Mısır’daki mevcut rejimlerin kâbusu olmaya devam etmektedir. Buna rağmen İhvan-i Müslümin etik bir topluluktur. Ona karşı yönlendirilen “tutucu” yaklaşımlar birer çamur atmadır.

Eski Mısırlılar Avrupalı Oluyor: Firavuncular
Mısır’ın gerçek sahipleri olarak Kıptilerin bu edebiyat içinde yerlerinin olmadığını söyleyecek değiliz doğal olarak. Onlar da kendilerince çağdaşlaşma peşindeydiler. Batı algısı Müslümanlardan daha çok onları vurmuştur. Kıptiler, tarihsel açıdan düşünüldüğünde her yönüyle yok olmuş bir kimliktir. Tarih bir gün olara geri dönecektir, ama ne zaman. Bence, çok yakında Batı tarihçilik algısında temeli Kıpti uygarlığı alacaktır. Bu, mevcut Batı literatürü göz önüne alınırsa kaçınılmaz gibi gözükmektedir. Zaten, Kıptiler de artık geçmişleri dışında bir anlam ifade etmemektedirler.

Mısırcılığa dönüş, tarihe dönüş demektir. Mısırcı Müslüman aydınlar daha gerilere döndükçe ortaya çıkardıkları malzeme ellerinde kaldı. Çünkü ihtişam abidesi olarak dünyanın kulaklarına küpe gibi takılı duran piramitler onlara ait değildi. Mısır edebiyatında Firavunculuğun doğuşu bir zorunluluktu. Akımın kurucusu Kıpti kökenli Selâme Musa idi. Az buçuk Batı liberal geleneğine bulaşmış, efsanevi sosyalizmi özümsemişti. Selâme Musa lafı gevelemeden Kıptilerin edebi ve düşüncel geleceğini şöyle tanımlamıştır: “Asya’yı sonlandırıp, yüzümüzü Avrupa’ya dönmeliyiz. Doğu’ya hiç değer vermiyorum, çünkü Batı’ya inanıyorum. İşte Batılılaşma bu!”. Nankör mü dersiniz? Belki de en dürüstü o. Çünkü hemen hemen herkes öyle yapıyordu, ne dediklerinin farkında olmadan.

Çağdaş Mısır Arap Edebiyatından Son Bir Sayfa
Çağdaş Mısır Arap edebiyatının kurucuları papaz çocuklarıydı. Mısır aydını farkında olsun olmasın bir parça kilise ekmeği yemiştir. Rida ve Benna’da dâhil. İlginçtir, Hıristiyan kökenli bu araştırmacılar Mısır’da bütün etniklerin yeniçağ edebiyat ve düşüncesinin temellerini atmış ve ona ortam sağlamışlardı. Selâme Musa, Zeydan’ın el-Hilal’ında yayıyordu fikirlerini; onun gibi Müslüman Araplar da aynı dergide boy gösteriyorlardı. Avrupa’nın Hıristiyan olması doğal olarak onların bir adım önde olmasına yaramıştır. Araplar ve Kıptiler “1-0” yenik başlamak zorundaydılar. Üstelik hakem olarak görülecek bütün araçlar ve gereçlerde onlara karşıydı. Hakeme rağmen yenmek gerçek yaşamda mümkün olmayabilir.

En büyük zorluk, Arap aydınlarının ve edebiyatçılarının yaşadığı kavram yokluğuydu. Modern düşüncede simgeye yer yoktu; oysa bütün bir Arap edebiyatı simgeden oluşmaktadır. Bu çatışma nasıl önlenebilirdi? Öte yandan Hıristiyan Arapların birbiri ardına yazdıkları romanlar Mısır kitlesini peşine takmışı bile. Bir diğer sorun ise Mısır iktidarı kendilerini yansıtmıyordu. Ne zaman yansıttı ki? En kıdemli Mısırlı “İngiliz sofrasında hizmetçi” olmakla övünebiliyordu ancak. Köle psikolojisi kendi içinde yeni bir efendiyi doğurmuştu. Biraz daha iyi olmak Mısırlı için kendi yurttaşları gözünde efendi olmaktı. Bu şartlar altında Mısır edebiyatı tutunabilmişse büyük başarı sayılabilir. Ancak bu edebiyat çalıp-çırparak kurulmuş bir yapıdır. Edebi öğeler tanınmadan edinilmiştir. En kötü Batılı yazarı okumak bile Mısır aydını için avantaj olarak görülmüştür. Fransız lirikası, sembolizmi, İngiliz realizmi kovalanıp durmuştur. Halil Cubran bile “benlik” kurgusunu İngiliz W. Bleke’de öğrenir. Bu denli öteki oluş Mısır’da gölgeli bir İslam’ın oluşumunu sağlıyordu. Birkaç kuşak sonra bu gölge hepten gerçek olarak kabul edilecekti. Batıya karşı savaş açan Mahmut Temür ve İslam Birliği yanlısı olan Rida dahi kurgusal bir mantık boşluğundan kurtulamazlar. Evet, onlar da tıpkı dedeleri ve atları gibi fatih yürekleriyle namaz kılıyor, dua ediyor ve Allah’tan sakınıyorlardı; ama dedeleri gibi fatihler misali yaşamıyorlardı.

Mısır hâlâ bir Gazzalî aramaktadır. Aksi takdirde Rida onlar için bir Farabî, Benna ise bir imam olarak aşılmaz kalacaktır. Gazzalî’siz bir İbn Rüşt Mısır’ın neyine gerek?

Hiç yorum yok: