Salı, Ekim 31, 2006

Çağdaş Arap Edebiyatına Eleştirel Katkılar II

ÇAĞDAŞ ARAP EDEBİYATINA ELEŞTİREL KATKILAR
LÜBNAN

Lübnan; rüyasından erken uyanan çekici azizelerin yurdundayız. Hayali bile insana dar eden azizelerin. Hepsi birer çekilmezler ve geçimsizler ordusu. Lübnan’da logos sipermatigos’tur; gebe bırakır insanı. Buradaki yaşam, yari insan, yari ejderha. Arap’ın bıçak sırtındaki çağdaşlık yolculuğu burada başlar. Fransız Cizvitlilerle, Lübnan milliyetçilerinin ve Amerikan kolejlilerinin koyun koyuna çöl egzersizi yaptıkları sahne, Lübnan. Tılsımın kalbi. Arap dünyası bütün yarım akıllılarını burada şeytana teslim etmiş. Modernliğin adaklık agorası, burası. Uyduruk akıl oyunlarının, geleceğe ilişkin özgürlük nutuklarının, gericiliğe lanet kusanların, mahreme uçkur açanların gerdek odası. Kimse, ama kimse sıyrılamaz bu entel haramilerin tuzağından. Ne Kerem, Ne Halil, ne Ömer, ne Reyhani, ne de Nu’ayma. Hepsi Batılı devin tutsakları; bazısı gönüllü buna.

Lübnan, bütün Ortaçağ boyunca İslam dünyasının göbeğinde patlamaya hazır bir bomba olarak kaldı. Haçlılardan geri kalan gizli bir mayın gibi. XIX. Yüzyılın başlarında Fransız milliyetçiliğinin ısırdığı Lübnanlı Hıristiyanlar aynı yüzyılın sonlarında kudurmaya başladılar. Toplumsal anlamda modern Batı söylemlerinin tutunduğu İslamî kara parçası ne Mısır, ne İran, ne Türkiye olmuştur. Doğu’nun Batı aynası Lübnan’da parladı. Tam da bütün bir kıtada asırlık Güneş tutulmasının yaşandığı bir anda. Siyasi anlamda Büyük Arap bataklığı olarak tanımlanacak Lübnan, Filistin ve şimdiki İsrail olarak tanımlanacak karadaki Bermuda Üçgeninde akli melekelerini kaptıracak toplumsal yapı oldukça erken dönemlerde şekillenmeye başlamıştır. Artık XVIII. Yüzyılın sonları ve XIX. Yüzyılın başlarında Lübnan’da çarkı döndürecek kadar Hıristiyan, Yahudi, Süryani aydın bulunuyordu. Ortaya çıkan Fenikecilik akımıyla birlikte Müslüman deliler de kırmızı sevdiklerini anlamaya başladılar. Tohumu ektiğin toprak sahra bile olsa çekilen emek boşa gitmez Tanrı’nın yasasında. Hele, bu tohum Lübnan gibi bereketli bir toprağa düşmüşse Tanrı’ya ve onun yasasına pek iş düşmez Batılının kitabında.

Bütün bir XIX. Yüzyıl ve XX. Yüzyılın ilk üç on yılında Batı kurtulmak istediği pisliklerini Lübnan’a taşıdı. 1930 yıllarına geldiğinde burası bir düşünse lağımı haline gelmişti. Örneğin, Avrupa’da oluşturulmak istenilen Ari model ve ilerlemeci tarih anlayışı karşısında Eski Mısır ve Fenike düşüncesi ölüme mahkum edilirken, aynı Batılılar Lübnan aydınlarını Fenike uygarlığının eski ve zenginliği ile uyandırmaya çalışıyorlardı. Batı eşittir dünya uygarlığının temellerini Yunan üzerine inşa etme çalışmalarının bütün hızıyla sürdüğü Avrupa’da, Fransız aydınlar Lübnan’a kendi değerlerini fark etmesini öğretiyorlardı. Batı içinden çıktığı Fenike, Mısır, Mezopotamya uygarlığının izlerini şiddetle yok ederken; Doğu’da eziklik psikolojisi içinde gördüğü ve buna da onları inandırdığı bazı topluluklara Osmanlı Dünyasını yıkmayı öğretiyordu. Doğu’daki bütün toplumların etno-bilimsel araştırmacılığının temellerinin Avrupa’da atıldığını unutmayalım. Buraya Türkoloji, Persoloji, Arapoloji, Armenoloji, Kürdoloji, Sinoloji, yetmedi bu kimlikler altında yer alan küçük kavimlerin ve coğrafyaların bilimsellik adına birer savunmasız kalelere dönüşmesini sağlayan her türlü araştırma birimleri dahildir. Batı, bütün bir XIX. Yüzyıl boyunca birleştirici uydurma bir Ari model çevresinde birleşmeyi ararken, Doğu’daki Müslüman topluluklar bütün birleştirici dini, ahlaki, hukuki, toplumsal kimliklerinden koparılmaktaydılar. Uğradıkları tecavüz karşısında Batı’nın dayanılmaz gücünü teknik başarıda gören Doğulu aydınlar ise Avrupaî bilimsel söylem ve yöntemleri edinmekle eline silah almakla böbürlenen ve mahallenin kabadayısı olduğunu savan çocukluk psikolojisi içindeydiler. XIX. Yüzyıl ve XX. Yüzyılın ilk yarısında bütün Doğulu aydınlar kendilerini “Kurtlar Vadisi”nin kurtarıcıları olarak görüyorlardı. Zavallılığın şiddeti o denli yoğundu ki taktikle taklit arasındaki farkın olmadığını dahi Heidegger’le öğreneceklerdi. Doğunun durumunu açıklayan ilk Doğulu denemesi olarak görülen Garbzedelik eseriyle, Batı’nın tekniğini almaya karşı çıkan ilk düşünür İranlı Celal Al-i Ahmed dahi teknolojiyi almakla Batı’nın bütün ahlaki, yaşamsal, toplumsal, politik ve kültürel değerleri ve kaidelerini almak arasında hiçbir farkın olmadığını ve bunların birbirini tamamlayıcı öğeler olduğunu birkaç Heidegger taslağından öğrenecektir. Denilebilir ki, Lübnanlı Hıristiyan cemaat Batı’yla aynı inançsal değerleri paylaştığından Müslüman Arap’ın “çöl diyalektiğini” inkâr edebilir? Ancak, unutulmamalıdır ki, Lübnanlı Hıristiyan’ın bile inanç değerleri kendi coğrafyasının sosyal, kültürel, dilsel bağlarıyla ortak bir Arap yaşamının bütününe bağlıdır. Kısacası, toplumsal anlamda Arap coğrafyasının bağırsaklarına yapışan parazit Lübnan’da üremeye başladı. Hastalığın taşıyıcıları ise papaz çocukları oldular.

Ye’cûclar ve Me’cûcler
Müslüman Araplar, özellikle de Arap uleması Kur’an’da birkaç yerde (Kehf:94; Enbiya:96) adları geçen bu haşarat soyu kavim için hep uygun bir kimlik arayıp durmuşlardır. Ne hikmetse erken dönem bütün Arap uleması Ye’cûc ve Me’cûcların Türklerin olduğu konusunda ittifak etmiş gibidirler. Ancak bu ulemanın sonraki kuşağı babalarının yanıldığını, bunların Türkler olmayıp Moğollar olabileceğini iddia etmişler. Onları izleyen nesil ise Çin’e Maçin’e bu yakıştırmayı kondurup durmuşlardır. Ye’cûc-Me’cûc olayı Tevrat’ta Gog-Magog olarak tasvir edilir. Her ne kadar bu olayın gelecekte olacak bir olayla ilgisi olmayıp, söz konusu kavimlerin M.Ö. VIII. Yüzyılda dünyaya kök söktüren İskitler’de iki boyun adı olduğu bugünkü bilgilerimiz ışığında biliniyorsa da, Ye’cûc ve Me’cûc olayı İslam literatüründe artık simgeleşmiş bir konuma gelmiştir. XIX. Yüzyıl Mısırlı bir ilahiyatçı Hüseyin adlı birisinin “Kıyamet Alametleri” adlı kitabında bunlardan söz edilirken Ye’cûc-Me’cûc olayı kadar simgesel olacak bir açıklamada bulunmaktadır. Müellife göre, onlar bir halktan veya topluluktan değil, topraktan üremişlerdir. Ortaçağ İslam dünyasının soyut anlamda üç büyük korkusu bulunuyordu: Kıyamet, Deccal ve Ye’cûc-Me’cûc. Bunlardan kıyamet Kur’an’da ayrıntılarıyla tasvir edilmiş dünyanın sonunu tanımlayan yaşanacak ilahi bir gerçekliktir. Dede-Korkut’taki “tepegöz”ü andıran alnının ortasına reklam panosu gibi “kafir” yazılacak Deccal efsanesi ise eski bir Yahudi mitosundan öte bir anlam ifade etmemektedir ve İslam kaynaklarında yer alması hicretin II. Yüzyılına rastlamaktadır. Söz konusu Ye’cûc ve Me’cûclara gelince bunlarda belirttiğimiz gibi İskitiyalı iki eski kavim olup, Mısır’ı kadar akınlar yapmakla bu vesileyle bölge toplumlarının inançsal hafızasında yer edinmişlerdir. Kur’an’daki anlatım da gelecekte olacak bir olaya değil önceden yaşanmış bir olaya tanıklık etmektedir. Ancak bir fesat çıkaranlar anlamında simgesel olarak bu tanımı burada kullanmak yerinde olacaktır, diye düşünüyorum. XIX. Yüzyılda Müslüman aleminin Ye’cûc ve Me’cûcları Lübnan’daki papaz okullarıydı.

Bilindiği gibi, İslam cemaati arasında yaşayan gayrimüslim tebaa siyasi bir muhalefet göstermedikleri sürece kendi dinsel ve toplumsal yaşam tarzlarını serbestçe icra etmekte hiçbir engelle karşılaşmamışlardır. Ta ki XIX. Yüzyılda bazı Hıristiyan cemaatler Osmanlı içinde çıbanbaşı olana kadar. Avrupa’nın yaygın bir dalkavukluğu olarak görülen Osmanlı coğrafyasında “Hıristiyan azınlıkların haklarını” savunma girişimi insani olmaktan çok politik bir amaca hizmet etmiş ve hâlâ da etmektedir. Bunun en son örneğini Endonezya’da bazı küçük adalarda yaşayan Hıristiyanlara devlet kimliği kazandırılmasıyla gördük. XIX. Yüzyılda Osmanlı’nın güney bölgelerinde söz konusu Mardin, Suriye, Lübnan gibi eyaletlerinde Hıristiyanlar üzerinde bir baskı görülmektedir. İstisnasız bütün Batı kaynakları Hıristiyanlara karşı yapılan bu baskıdan söz etmekte ve bu baskı sonucunda bölgeden çevre ülkelere doğru yayılan göçlere yer vermektedirler. Bu kaynaklar söz konusu baskının kaynağında, Osmanlı’nın Avrupa karşısında yenilgisinin hıncını bunlardan aldığı şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu iddia, Türkiye tarihçilerin ve özellikle de çağdaş Arap tarihçilerinin eserlerinde de yer almaktadır. Aslında bu iddia oldukça saçma ve mesnetsiz bir açıklamadır. Söz konusu daha Haçlı seferleri sırasında Müslümanlarla-Hıristiyan güçleri kıyasıya savaşırken ve Haçlı orduları can, mal demeden ele geçirdikleri bütün Müslüman şehir ve yerleşimlerini yok ederken geniş Selçuklu coğrafyası içinde yaşayan Hıristiyan ve Yahudi cemaatler aynı baskıya uğramadı da şimdi mi bu baskıya uğradı? Veya Osmanlılar İstanbul’u fethederken buradaki Hıristiyan cemaate Bizans döneminde bile tanınmayan bir çeşit özerklik yapısı sunarken, onlara baskı uygulamak XIX. Yüzyılda mı aklına geldi? Gerçek şu ki, XIX. Yüzyılda yabancı devletler Osmanlı devletinden ülkenin etnik ve dini yapısının karışık olduğu bölge ve eyaletlerinde sefarethaneler ve konsolosluklar açma hakkı elde edince, bu konsolosluklar eliyle Osmanlı çatısı altında yaşayan Hıristiyan veya Müslüman olsun fark etmez Türk olmayan bütün etnikler üzerinde propagandalara başladılar. İstisnasız Osmanlı’nın bütün doğu ve güney illerinde karşımıza çıkan bu konsolosluklar adeta bir “araştırma merkezlerini” andırıyordu. Önceleri Fransa, Büyük Britanya ve Rusya’ya tanınan bu ayrıcalık, daha sonra Almanya ve ABD’ne de verildi. Bu konsolosluklarda çalışanların büyük bir kısmı Avrupa’da o zamanlarda yeni oluşmakta olan Doğubilimleri Enstitülerinde eğitim almışlardı. Bunlar ülkelerine döndüklerinde Doğudaki etniklerin etno-bilimsel tarihçiliğinin temellerini atacaklardır. Sefarethanelerde memuriyete başlayan bu uzmanların öncelikli görevi Osmanlı ve İran’daki Türk Kaçar devletlerinin geniş coğrafyasında yaşayan Türklerin dışında kalan halkların ve etniklerin varlığını, kimliğini tespit edip onların öncelikle dilini, ardından da bütün toplumsal özelliklerini öğrenmektir. Elde edilen bu yerel bilgiler titiz biçimde raporlar halinde düzenlenmekte ve kendi ülkelerine gönderilmekteydi. Söz konusu raporlar Batılı ülkelerde geniş bilim çevrelerince tartışılmakta, bu defa kronolojik bir şema içinde, rasyonel ve ampirik çözümlemeler doğrultusunda, bilimsel ve düzenli bir metoda kavuşturulmuş olarak, kapsamlı bir araştırma ve eser halinde geri dönmekte ve bu halkların okur yazar kesimlerine “cennetten indirilmiş değerler” gibi sunulmaktaydı. Batı bilimselliğinin en önemli özelliği bir konuyu yöntembilimsel olarak kaynaklar eşliğinde sunmasıydı. Bu bilim anlayışında yeni bir tarzdı ve oldukça da çekiciydi. Söz konusu halkların tarihi, yaşam biçimi, soysal ve kültürel farklılıkları İslam dünyasında da araştırılmakta ve yazılmaktaydı. Örneğin, İslam tarihçiliğinde ciltler dolusu bölgesel tarih eserlerine rastlamak mümkündür. Bu eserlerde bir hanedanın ve topluluğun en ince ayrıntılarına kadar tasvirleri bulunmaktadır. Ancak bu eserlerde birleştirici öğeler esas alınmakta, metot olarak ta aktarmacı bir yöntem izlenilmekteydi. Batı biliminin sunduğu yöntem ise temelde etniksel farklılıkları belirlemek ve bunları gayet ahenkli ve ciddi biçimde toplumun korumacı özellikleri olarak sunarak, adeta toplumların kimliksel değerlerini bu farklı oluşumlar üzerinde inşa etmekti. Bir anlamda toplumsal bir geobiyografik çalışma özelliği sunan yığın dolusu bu eserler söz konusu toplumların okuryazar kesimine hazır kimlik modelleri ithal etmekteydi. Batı’da bu tarz çalışmalara her zaman destek ve teşvik olmuş ve olabildiğince geniş yayılması sağlanılmıştır. Hatta, söz konusu Doğulu toplumların okuryazar kesiminin kafasındaki kuşku anlayışını dahi ele geçirip kontrol etmek için bir konudaki çalışmanın birden fazla çeşidi, muhalif ve eleştirel yaklaşımları da yapılmaktaydı. Bilim adeta bazı güçlerin çıkarına hizmet eden küresel bir çarka dönüştürülmekte ve içine aldığı fertleri ve toplumları kendince önceden belirlenmiş yöne doğru sürüklemekteydi. Öte yandan metodolojik, zenginlik bakımından da karşısı alınmaz bir yöntemdi bu. Böyle bir sürecin içine girip veya onu fark edip karşı çıkmak imkânsızdır. XX. Yüzyılın başlarına ait Osmanlı arşiv belgeleri arasında devlet olarak Osmanlı’nın bu çarkın farkına vardığı bilinmektedir, ancak Osmanlı’nın elinde bunun karşısını alacak alternatif bir yöntem bulunmadığından bu yöntemi ancak kendince taklit edebilirdi. Ancak bu yöntem teknik olarak ancak kurucuları için avantajlar sunma yapısına sahip olduğundan taklit edenin taklidin zorluklarına katlanması gerekmekteydi. Bir örnek verelim. Daha 1840 yıllarında Osmanlı devleti bütün hazinesini tüketerek Batı’daki gibi fabrikalar, imalathaneler kurarak, çok sayıda Batıdan uzman ithal ettiği halde bu atılımdan hiçbir çıkar sağlamamıştır. Aksine ithal etmek üretmekten daha pahalıya mal olunca bundan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Yani, verinin işletimi birinci derecede veri yapımcısının nedenselliğine hizmet etmektedir. İşte, XIX. Yüzyılda Doğu dünyası üzerinde kararmaya başlayan şafak böyle devasa güçlerin ürettikleri siyah dumanlardan bunalmaktaydı. Bu güçler Osmanlı içindeki gayrimüslim toplulukları kendi saflarına çekmekte pek zorluk yaşamadılar. Çünkü, onlarla aynı inançsal bağın uzantıları olarak diyalog kurmaktaydılar. Osmanlı ve İran’daki kilse bünyesindeki papaz okulları kısa sürede Avrupa devletlerinden destek ve teşvik görmeye başladı. Buradan çıkan çocuklar yine onların aracılığıyla Avrupa’daki üniversite ve bilim kurumlarına eğitim için gönderildiler, çoğu ise gönderildikleri ülkelerin devlet idari kadrolarına alındı. Avrupa bu konuda özellikle Hindistan ve Lübnan’da oldukça etkili çalışmıştır. Lübnan’da Fransızlar, Hindistan’da ise İngilizler bu coğrafyada çağdaş söylemlerin ve düşüncelerin temelini atacak bir zeka ordusu yetiştirdiler. Bu sürecin içine ilk çekilenler Lübnan’daki Hıristiyan kesim olmuştur. Lübnan’daki Hıristiyan kesimin bir özelliği vardı: din olarak Avrupa’ya yakındı; dil ve etnik olarak Araplara. Avrupa din kanalıyla bunların kanına girerken, bunlarda dil ve kardeşlik kanalıyla Müslüman Arapların kanına girmekteydiler. Çağdaşlık adına kültürden-sanata, ekonomiden-yaşama, bilimden-eğlenceye kadar İslam dünyasında bütün modernlik olguları üç bölgede şekillenmiştir: Arap dilli coğrafyaya hitap etmek için Lübnan’da; Hint-Avrupa ve Hint-İran dilli coğrafyaya hitap etmek için Hindistan; Türk dilli coğrafyaya hitap etmek için de İdil-Ural bölgeleri. Lübnan Fransız, Hindistan İngiliz, İdil-Ural bölgesi ise Rus etkisinde şekillenmişti. Bunları birleştiren tek merkez ise bütün olguların ve anlayışların ortak bir Batı idealine hizmet etmesiydi. Nitekim Arap milliyetçiliği ve geniş anlamda çağdaşlaşmasına Lübnan öncülük ederken; İranî ve Hint toplumların ulusçuluk ve çağdaşlık merkezi Hindistan; Türk toplumlarının milliyetçilik ve çağdaşlık tohumları ise İdil-Ural bölgesinde atılmıştır. İstisnasız, çağdaşlık ve bilim adına yapılan erken dönem bütün çalışmaların, araştırmaların, siyasi ve kültürel faaliyetlerin, düşüncelerin yazarları, politikacıları, sanatçıları bu coğrafyada faaliyet göstermiş Batılılar ve buradan çıkmış yerel insanlar olmuşlardır. Bugün bu coğrafyada yaşayan tekbir Allah’ın kulu dahi kendisine bir ayrıcalık biçerek bu düşünce, anlayış, siyaset, yaşam odaklı adeta yeniden yaratılan dünyadan farklı bir kaynaktan beslendiğini iddia edemez. İster dindar olsun, ister en ifrat düzeyde Allah düşmanı olsun herkes bu sofranın üzerine yer alan farklı soyut ve somut olgulardan beslenmiştir. Bizim Müslüman kimliğimiz bile sonradan üretilmiş takma bir kimlikten arınmış salt İslamî anlamda düşünülemez.

Sanırım, bu boğaz dolusu açıklamalardan sonra Çağdaş Arap dünyasının Ye’cûc ve Me’cûclarının Lübnanlı papaz çocuklarının olduğu anlaşılmıştır. Doğu’da ilk Avrupa okullarının neden Lübnan’da kurulduğu gayet açıktır. Osmanlı coğrafyasında Hıristiyan kesime karşı 1860’larda başlayan baskı, işte bu kesimin Avrupa güçleri adına yoğun biçimde farkında olsunlar veya olmasınlar çalışmalarından kaynaklanmaktaydı. XIX. Yüzyılın ikinci yarısında Lübnan’da Avrupa eğitiminin rahle-i tedrisatından geçmiş yüzlerce aydın bulunuyordu. Bunların Suriye’deki Avrupalılar lehine çalışmaları artınca ona eşit biçimde Osmanlı’nın da onlara baskısı arttı. Bu etki-tepki içinden çıkılması zor sürecin başlamasını tetiklemiş oldu. Söz konusu bölgeden Arap coğrafyası geneline yapılacak göçler için önemli bir elit ve aydın kesim de bulunuyordu. Bunlar Çağdaş Arap edebiyatının ve düşüncesinin fikir babaları olacaklardır. Tıpkı bir önceki çalışmada Mısır edebiyatında gördüğümüz gibi.

Irzına Geçilen Kimlik: Fenikecilik
XIX. Yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da ve artık onun Doğu’da bir “akıl adası” haline gelen Lübnan’da çok ilginç ve ilginç olmaktan da ziyade can yakıcı bir süreç yaşanmaktaydı. Avrupa şiddetli biçimde Yunan ve Latin düşüncesinin kaynağını oluşturan ve 1850’lere kadar da Avrupa’da kabul edilen Eski Mısır, Fenike ve Mezopotamya anlayışı üzerinde adeta “bilimsel bir soykırım” gerçekleştirirken, Lübnan’daki Hıristiyan kardeşlerinin gönlünü almak ve onlara esin kaynağı olmak içinde “ırzına geçtiği” Fenikecili pohpohlamaktaydı. Oysa Lübnan Hıristiyanlarının soy kökünde Fenike kanının damlası bile bulunmuyordu. Sırf bu coğrafyada çok eskilerde uygarlığın kurucusu olan Fenikeliler yaşamışlar diye ve hâlihazırda da Lübnan’daki Hıristiyanlar Müslümanlarca çevreleri sarılmış ve bir alternatif arayışındalar diye onlar Fenike kimliği ilaç olarak yutturuldu. Oysa Avrupalı kendi evinde Fenike kimliğini köpeği ile bile eşit görmüyordu. Lübnanlı Hıristiyanlar Fenikeciliği o denli sıkıca benimsediler ki bunun kendileri ile Avrupalılar arasında din dışından birleştirici ikinci en büyük bağ olduğunu düşündüler. Tıpkı Mısır’daki Firavuncular gibi onlarda benzer bir propagandayı seçtiler. 1930 yılına gelindiğinde Fenikecilik Lübnan’da artık bir doktrin halini almıştır. Buna göre, Lübnanlıların ırk babası Araplar değil, Akdeniz’in kültür taşıyıcıları olmuş Fenikelilerdir. Fenikeli olmak içi artılarla doldurulmuş bir dünyalı olmaktı. Fenikeli demek, demokrat demektir. Fenikeli demek “çöl” yaşamını geri tepmiş aydın bir Akdenizli demektir. Fenikeli demek gerçek Avrupalı demektir. Bu gürültülü lafları duyan Lübnanlı Hıristiyan genç yellense gazıyla Beyrut’un minarelerini devirebileceğini düşünmeye başladı. Avrupalı burada kıçıyla dümbelek çalmaktaydı. Lübnanlı maymun. Akdeniz’den esecek her ritme şaklabanlık yapacak havaya girmişti bile. Fenikecilik ters tepki yaptı. Yandaşları ile birlikte karşıtlarını da örgütledi. Lübnanlı Hıristiyan genç Akdenizli olur da, Müslümanı çölde serap görmez mi? Bu karşıtlık iki kemsi de fena çarptı. Ama onların birbirine düşmesi şimdilik gerekmezdi, çünkü Hasta Adam henüz can vermemişti. Bu yüzden Fransızlar Fenikecilik akımından desteklerini çektiler. Ortak bir Arap milliyetçiliğine ve bunun içinde de Lübnanlı olmaya vurgu yapmaya başladılar. Çünkü Türkler karşısında Arapların şimdilik birlik olması gerekirdi.

Lübnan’ın bir diğer özelliği ise Batı karşıtı söylemlerin de buradan çıkması idi. Hatta, XX. Yüzyılın 20-30’lu yıllarında burada Fransa karşıtı söylemlerin zirveye çıktığı dönemde Fransa’ya bağımlı olan tek Arap ülkesi de Lübnan’dır. Bu tuhaflık Lübnanlıdan değil, Fransız aklının işlev gücünden ileri geliyordu. Lübnan sadece savruluyordu. Lübnan’da Fransa karşıtı bir bağımsızlık savaşı verilirken ülkede tercüme edilen kitapların tamamı da Fransızcadan aktarılmaktaydı. Acaba, Lübnanlı Fransızları Fransız zekâsıyla mı vurmak istiyordu? Hiç sanmam. Öyle olsaydı, Lübnan’ın ilk düşünen kafası Kerem Mulham Kerem gibi korkak mı korkak, pısırık mı pısırık, ödlek mi ödlek bir gazeteci bozması ara sırada duygusal hikâyeler yumurtlayan biri olmazdı. Ama ilginç olan Lübnanlı ilk yazarların Lübnan’’a değil de Mısır çevresine hitap edişiydi. 1904 doğumlu olan Kerem Mulham Kerem’de de Mısır’a cazip bir kültürel ve politik kendini sorgulama anlayışı bulunmaktadır. Garibim Kolombo gibi Amerika’yı keşfedip hâlâ Hindistan’a gittiğini sanmış. Akdeniz’den kuzeye uçayım derken Mısır’ı Fransa sanmasın. Hadi hayırlısı!

Lübnan’ın “Fiction” Yazarları
Çağdaş Lübnan edebiyatının öncülleri işe klasik Arap şiir kalıplarından ve Osmanlı şiirinin etkisinden kurtulmakla başladılar. Çöküp attıklarının yerine ise Fransız romantizmini, çok daha komiği ise Fransız taşra sembolizmini ikame ettiler. Bu cübbeliğin ilk ucuz kahramanı Bişara’l-Hûrî’dir. Şiirde yenilikçilik derken genel Arap edebiyatında onun adı ilk sırada yer almaktadır. Şiirlerinde doğayı yansıtmış ve güncel konulara yönelmiştir. Onun öncü olarak kabul edilmesi birazda ideolojiktir. Çünkü Hûrî, “sanat sanat içindir” kuralını çiğneyerek ulusalcı düşüncelere gömülmüş ve iliklerine kadar Arap birliğini savunmuştur. Ancak Hûrî, Arap’ı Fransız taşrasının sembolik değerleri ile etkilemek istemiş “bedeviliğe Fransız” kalmayı yeğlemiştir.

Lübnan edebiyatına damgasını vuran en önemli konu göç yaşamıdır. Gecekondularla kuşatılan şehir hayatının şehirlilikten nasibini alamamış köylü yüzünü tasvir etmek 1940 sonrası Lübnan edebiyatının vazgeçilmezi olmuştur. Bir çeşit Amerikanvari “fiction” edebiyatını hatırlatan Lübnan edebiyatının merkezinde yer alan bu konu asla terk edilmeyecektir. Bu edebiyatın ilk temsilcileri Halil Takiyeddin ve Tevfik Yusuf Avvad’dır. Bunlardan ikincisi Lübnan sınırlarını da aşarak Arap edebiyatı içinde Mısırlı Mahmud Temür ile boy ölçüşecek konuma gelir. Avvad tam anlamıyla bir çile edebiyatı yapar. “Ekmek Kapısı” romanı okuru gözyaşlarına boğmakta hiç acımaz. Sorunlar, acıklı yaşamlar ve onların üzerine açılan tarihsel geçmişin yansımaları oldukça iyi kurgulanmıştır bu romanda. Avvad, sanki Doğulu insanın kaderciliğinden de sıyrılmış gibidir. Çünkü roman ve hikayelerinde “fiction” yazarları gibi “şansızlık” kavramına vurguda bulunmaktadır.

Lübnan edebiyatın konulara derinlemesine nüfus eden ve biraz da sözünü esirgemeyen yazar Marûn Abbud (1886-1962) olmuştur. “Cüceler ve Devler”, “Kızıl Emir” ve “Geçip Giden Birinin Notları” adlı eserleri keyifle okunacak eserleri arasında gösterilmektedir. Bunlardan “Kızıl Emir”i tarihi bir roman olup 1789-1840 yılları arasında hüküm sürmüş Emir Beşir’in biyografisini esas almaktadır. Yazar, Emir Beşir’i feodalizmi sorgulayan, onunla hesaplaşan bir hükümdar görünümünde tasvir etmekte, adeta onu Doğunun yeniliği kucaklayan bir siyaset adamı olarak sunmaktadır. Marûn’un yazılarında ve özellikle de hikayelerinde dikkat çeken bir diğer husus ise din adamlarına karşı kullandığı saldırgan dildir. Sakın yanlış anlaşılmasın, Marûn’un hikayelerinde tasvir ettiği yobaz din motifleri Hıristiyan papazlarının üzerine taftan olarak dikilmektedir. “Geçip Giden Birinin Notları” ise eşine az rastlanılır bir içeriğe sahip. Marûn, sade ve basit insanların yaşamına aynayı tutmuş burada. Küçük insanların güncesini tutma eylemi bu çalışma bir yerde.

Arap Milliyetçiliğinin Değişmez Düşmanı: Türkler
Konuyla ilgili okuduğumuz araştırmalar arasında dikkatimizi çeken bir nokta bulunmaktadır. Bilindiği gibi, XX. Yüzyılın ilk on yılına kadar “Türk” adı ve kimliği Osmanlı’nın da şiddetle dışladığı, iğrendiği, alaya aldığı bir tanımdır. Türk demek günümüzün yaygın şehirli argosunda “kro” demektir. Osmanlı kapsamlı bir “ümmet” anlayışına sahip olmuştur, o denli ki kendisinden önce böyle bir anlayışı hiçbir Arap, İran ve Türk devletinde göremiyoruz. Örneğin, Emeviler döneminde “Arap olmak”, Abbasiler döneminde “Mevalî olmak”, Oğuzlar döneminde “Türk olmak”, Endülüs’teki Kordoba Halifeliği döneminde “Arap ve Yahudi olmak”, Kuzey Afrika’da ortaya çıkan Müslüman devletleri Hammadiler, Müvehhidiler ve Meriniler döneminde “Berberi olmak” övülecek ve gurur duyulacak bir kimlik iken, Osmanlı döneminde “Devleti Al-i Osman tebaası olmak” övülmüş bir kimliğin temsilcisi olmaktı. Osmanlılar “Türkçülüğü ve Türk tezini” ancak 1911 yılında kabul etmişlerdir. Buna karşın 1870 yılından itibaren geniş Osmanlı coğrafyasında Türk olmayan diğer bütün Müslüman ve gayrimüslim kesimde “aşırı bir Türk düşmanlığının” şekillendiği görülmektedir. Bu anlayışın oluşumunun temelinde Avrupalı güçlerin yattığı bir gerçektir. İstisnasız bütün bu gayri-Türk kesimlerin millet olmak serüveni “Türk karşıtı olmak” üzerine kurgulanmıştır. Bu Araplar içinde geçerlidir. Örneğin, daha Arap-Türk siyasi ve etnik çatışması yaşanmadığı dönemlerde Arap aydınlarının elinde geniş bir “Arap-Türk düşmanlık edebiyatı” bulunuyordu. kısa süre sonra Arap yazarları da bu tarz eserler ve yazılar yazmaya başladılar. Bunların başında Lübnan’ın en milliyetçi kalemi Ömer Fahurî (1896 - 1946) gelmektedir. O sadece kalemiyle değil, gizli bir Milliyetçi Arap örgütüne katılmakla da safını tayin etmiştir. 1913 yılında yazdığı “Araplar Nasıl Kurtulur” adlı bir kitapçıkta Arapların Türk rejiminde kurtulmanın yollarını ve yöntemlerini aramakta ve sorgulamaktadır. Çalışmasında bütün milliyetçi tezlerinin Fransız hukuk terimleri ile süslü olması bir başka husus. Zaten, bu kitapçığın yayınlanmasının hemen ardından elinde bavulu Paris yolunu tutmuştur. Hazret, Birinci Dünya Savaşı boyunca “hukuk dışı savaşlarla egemen olmayı uman ülkelerden” Fransa’da hukuk öğrenciliği yapar. Ancak, Fahurî milliyetçilikle yetinemez. Az sonra solcu oluverir. “Muteveffa Hanna” adlı eseri de bu eğilimini bariz biçimde yansıtmaktadır. Yazar, kendince Lübnan proletaryasının savunuculuğunu yapar kalemiyle.

Varoluşçu Bir Kadın
Çağdaşlaşan Arap edebiyatında kadın yazarlar da kendilerinden söz ettirmeye başarmışlardır. Mısır edebiyatında bunun en iyi örneği Meryem Ziyâde olmuştur. Meryem Ziyâde sadece bir kadın yazar değil, aynı zamanda kadın haklarının savunuculuğu gibi “kutsal” bir davanın da en ileri ucuydu. Ancak Meryem Ziyâde’nin Mısır’da başaramadığını Lübnan’da Leyla Ba’albekki başardı. Leyla hanım “rahatın kendisine batanlardan” biri. Zengin bir baba ve anneni kızı. Aile ahfadı da soylu bir takım oluşturmaktadır. İnanç olarak Şii bir kesimden gelmektedirler. Ancak, kızcağız kafaya yazar olmayı takmış bir kere. Ailesinin bütün yasaklarını kalemiyle delmiş ve “Yaşıyorum” adlı romanıyla yazın dünyasına bende varım demiş. Pek başarılı bir eser sayılmasa da “Yaşıyorum” dünyanın birçok dillerine tercüme edilmiş. Bu birazda “Müslüman kadın yazar” gibi reklamın gücüne bağlı bir şey. Ama Leyla’nın bir özelliği daha var. Yazınsal kurgularını ve ifadelerini Varouluşçu felsefe anlayışı doğrultusunda tanımlamaktadır. Bu yüzden konu seçimlerinde öz-yaşam ve öz-kişiliği merkeze almaktadır. İçsel tartışmalar ve yaşamsal kaygıları daha başarılı biçimde “Maskesiz Ben” ve “Korku Saçan Tanrıları” adlı romanlarında görülmektedir. Özellikle ilki ferdi olgunluğun edebiyatın gündemine taşınması açısından dikkat çekmektedir.

Çağdaş Arap Edebiyatının Gurbet Kuşları
Lübnan edebiyatı derken akla üç isim gelmektedir: Cibran, er-Reyhanî ve Nu’ayma. Gerçekten de bu alanda dünya çapında isim yapmış “çölün üç şövalyesi” onlar. Hepsinin de yazın yaşamlarının ortak ve sihirli sözcüğü: “ben”. Batı’da çok satan bu sözcüğü Doğu edebiyatında bıkmadan usanmadan onlardan çok işleyen olmamıştır. Hele Cibran bu konuda tam 20 ciltlik bir külliyat oluşturmuştur. Her üçünün yaşamsal açıdan birçok ortak özellikleri bulunmaktadır. Bir kere üçü de Hıristiyan; gerçi er-Reyhanî daha sonra Müslüman olmuştur. Ayrıca, üçü de yıkık, dağınık ve derbeder yaşamın tokadını yemiş insanlardı. Yine üçü de ünlerini vatanlarının dışında kazanmışlardı. Ve en önemlisi üzerlerindeki “Doğu” kimliğini asla inkâr etmemişlerdir. Yani, işin kolayına kaçıp Lübnan’ın başına bir demokrat kesilme ucuzluğunu göstermemişlerdir. Yine, her üç yazar, bütün kavramları ile şiirde modernliği benimsemeleri bakımından Arap edebiyatının aşılmazlarındandırlar.

Arapça yazınının gurbet edebiyatı Farah Antûn’la 1860’larda başlar. İlginçtir, Arap yazarları kendi ülkelerinin dışında ikinci bir vatan olarak daha çok ABD’ni seçmişlerdir. Yurtdışındaki ilk Arapça süreli yayınlar da burada ortaya çıkmıştır. Bir diğer dikkat çeken husus ise, yine onlar gibi Arap burjuvazisi de (içte gelenekçi, dışta modern burjuvazi) dünya pazarına Amerika üzerinden giriş yapacaklardır. New-York, Usame b. Ladin’le Arap dünyasının nefretinin yoğunlaştığı bir şehir olmanın ötesinde Arap düşüncesinin ve sermayesinin beyni özelliğini taşımaktadır. 2000’li yıllara kadar Arap düşünürleri ve sermayedarları dünyaya kendi ülkelerinden değil buradan seslenmeyi tercih etmişlerdir. Bunun toplumsal anlamda Arap coğrafyası için ne denli bir çelişki oluşturduğunu tam olarak bilemiyorum. Ama bir gerçeğin yerini belirlemek bu anlamda hiçte zor değildir: o da, Amerikan siyasetinde hiçbir zaman söz konusu İran’a karşı olduğu gibi, Araplara karşı bir sert tutumun olmamasının önleyicileri olmalarıdır. Irak olaylarında Amerikan medyası hiçbir zaman Arapların toplumsal ve psikolojik kültürel ve yaşam katmanlarını “insan ve insan-dışı” bir çatışmaya dönüştürmediyse burada Amerika’daki Arap düşünürlerinin ve sermayedarlarının baskısı aranmalıdır. Oysa, Afganistan olaylarında Amerikan medyası “Afgan toplumunu yamyamlarla” eşdeğer görmekten kaçınmamıştır.

Amerika’da Doğulu düşünürlerin örgütlenmesi XIX. Yüzyılın sonlarına rastlanılmaktadır. 1892 yılında New-York’ta “Keveb Amrika” (Amerika Yıldızı – 1892-1908) adlı Arapça yayın yapan bir gazetenin ortaya çıkışı bu örgüt gücünü göstermektedir. Onu “el-Hudâ” (Doğru Yol – 1908’den günümüze kadar) izlemiştir. Ancak, Amerika’daki örgütlü Arap düşüncesi, Avrupa’da eğitim gören Araplar kadar içte etkili olmamışlardır. Bunun sonucunda Arap edebiyatında Fransız taşra sembolizmi bile Amerikan yapısalcılığından daha etkili olmuştur. Cibran kendisine öncü olarak İngiliz yazarlarını seçmişse, bunda içerideki salt Avrupa öğelerinden beslenen Arap okurlarla diyalog kurması etkili olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Amerika’daki Arap edebiyatçıları kendi yazarlar birliğini kuracak kadar etkin bir nüfusa sahiplerdi. Bu çeşit bir birlik 1920 yılında “es-Saih” (Seyyah) ve “Hacı” gazeteleri çevresinde gerçekleşti. Oluşan birlik “Kalem Bağı” adını aldı. Onu ise “Endülüs Birliği” izledi. Ancak birlik üyeleri hiçbir zaman Amerika’daki düşünsel gündemi yakından izlemediler. İşledikleri konuları genelde geriden takip ediyorlardı. Örneğin Kalem Bağı birliğine katılan şairler, toplumsal gerçeklerden sıyrılmış kadın, arkadaşlık ve tabiat hayranlığı gibi konuları işliyorlardı. Denilebilir ki, birlik üyelerinin tamamı Amerikan şair Walt Whitman’ın Arapça kopyaları gibiydiler.

Dikkat çeken hususlardan biri de, Amerika’daki Arap yazarların hiçbiri ciddi biçimde Arapların en büyük sorunu olan “Arap-İsrail” konularına eğilmediler. Ed. Said örneği bu anlamda sadece bir istisnadan ibarettir.

Halil Cibran: İlk ve Tek Modern Arap Yazar
Buradaki “modern” sözcüğü kafa karıştırabilir. Ancak Cibran’ın yazın yaşamını dikkatlice takip edenler “modern” kavramı kadar ona yakışan ikinci bir tanımı bulmakta zorlanacaklardır. Cibran bize “derviş” görünümlü gözükmesinin tek nedeni, bizim “modern” kavramının yerini belirleyememiş olmamızdan ileri gelmektedir. Türk okuru, Cibran’nın içinde bulunduğu Batı toplumu arasında benlik arayışını bir modernlik karşıtı olacak görmekte ısrar ettiğinden, Cibran’a bir “derviş” süsü vermiştir.

Türkiye’de dahil Doğu edebiyatında “modern” kimlikle örtüşen belki de tek yazar Cibran olmuştur. Cibran, modernlik algılaması içinde geleneğe karşı çıkan ilk Arap olması yanında modernist benliğe sıkı sıkıya sadık kalmasıyla da dikkat çekicidir. Yine belki Doğu edebiyatında tek örnek olarak Cibran, modernizmi bir etik sorunu olarak da kavrama cesaretini göstermiştir. Cibran’ı modernist yapan bir diğer özelliği ise dilidir.

Cibran, kendi şiiri için Blake ve Shelly’i örnek almıştır. Bunu yapması en doğal hakkıdır. Ancak onun Blakeci şiir dili çağdaş dünyanın bir eleştirisi değildir. Aksine çağdaşlığın ta kendisidir. Bu kirli, pasaklı adamı modern yapan belirleyici şey “benliğin” ta kendisidir. Doğu edebiyatında “ben” kurgusu yapan çok az yazar vardır. Bırakalım Arap edebiyatını, modernliği bir yaşam biçimi olarak savunan Türkiye’de dahi henüz böyle bir şair ve yazar çıkmış değildir. Bu, Doğulu yazarın geleneğe sırtını dönememesinden ileri gelmektedir. Burada bir parantez açarak, Türkiye’de gelenek derken tarihin de onun içinde algılandığını belirtelim. Ancak, gelenek tarih değildir. Modernizm geleneğin karşıtıdır, ancak tarihin dostudur. Geleneği en acımasız biçimde mahkum eden Cibran eserlerinin birinde şöyle der: “Kaç ulus hazım güçlüğünden şehit olarak gitmiştir. Suriye’nin çürümüş dişlerini görmek isteyen; geleceğin adamlarının, Ahfeş’in Sibeveyh’den, Sibeveyh’inde Saik el-Ez’an’dan naklen söylediklerini ezberledikleri okula gitsin”. Bu iki cümlelik açıklamasında Cibran, Doğu geleneğinin üç temelini (bu daha da çoğaltılabilir) birden mahkum eder. Birincisi Doğu’yu (Suriye örneği ile) “hazımsızlıkla” suçlar. Kuşkusuz Doğu’nun “hazım güçlüğünden şehit olduğu” sorun modernliktir. İkincisi, bizzat dile saldırır. Bunun için de Sibeveyh’i seçmesi gözden kaçmamaktadır. Sibeveyh gerçek anlamda (el-Kitap eseriyle) Arap dilbilgisinin temellerini atmıştır. Onunla Batı’da ancak Ferdinand de Saussure kıyaslanabilir. Saussure ise modern dil kuramının kurucusudur. Cibran, gizli biçimde hedefini göstermiştir. Üçüncüsü ise Cibran’ın bizzat eğitime karşı çıkışıdır. “Ezber eğitim” derken bunu ifade etmektedir. Peki Cibran bütün bunları neden yapar? Bunu anlamak hiçte zor değildir. Cibran benliği, nesnel düşünüşü Doğu’daki bütünselliğe tercih etmekle kalmamış, adeta onu “çürümüşlük” olarak ortaya koymuştur. Ancak bu tutumunda samimi veya net olduğu söylenemez. Çünkü birçok eserinde sosyalizmin sınırlarında gezinerek toplumcu duygularını da açığa vurmaktadır. Cibran’ı megaloman yapan modernlik içinde kendisine yer edinemeyen ruhudur. “Fırtınalar” ve “İsyankar Ruhlar” eserlerinde bunu görmek mümkündür. Hatta, Cibran “modern benlik” kavramını en geniş sınırları içinde tartışır. “Kırık Kanatlar” eserinde “kadın” sorununu bir trajedi olarak işlemekten kaçınmaz. İlginç olan, Cibran bunu benzeri birçok yazardan farklı olarak zihinsel bir söylem içinde işlemiştir. Ancak, ilginçtir Cibran bu eserinde “benlik” kavramı altında “kadın ile arzuyu” eşdeğer görmekten de çekinmez. Cibran okumalarında bu gibi çıkmazların bol olmasını onun yetersizliği olarak görebiliriz. Aslan görünümünün altındaki tavşan doğası da burada kendisini göstermektedir.

Cibran Arapça ve İngilizce yazdı. Seslendiği çevre Amerika’daki Arap azınlığı dışındakiler üzerinde büyük etki oluşturdu. Mısır’daki Temür kardeşleri bu etkileşimin tipik örnekleridirler. Ama ilginçtir, Temür kardeşleri de dahil Doğu’daki birçok yazar ve şair Cibran’ın üslubunu tanımadan ve tartmadan Batı karşıtı olarak benimsediler. Belki de Cibran’ın ruhsal ve yaşamsal karanlığından korktukları içindir.

Haçla Hilal Gölgesinde Uyumsuz Bir Kimlik: er-Reyhanî
Yılan için kabuk değiştirmenin kolay bir şey olduğu sanılır. Aslında oldukça meşakkatli ve çileli bir işlemdir bu, yılan için. Bu dönemde yılan daha ürkek, daha korkak, daha saldırgan ve daha zayıftır. Emir er-Reyhanî (1876-1940) Arap edebiyatının kabuktan değiştirdiği bir dönemin ürünü ve en sık kabuk değiştiren yazardır. Oldukça yoğun bir yaşamı olmuştur. Adeta sağdan sola, bir dinden diğerine, bir ideolojiden ötekisine savrulup durmuştur. İçine kıvrıldığı her düşünceyi yılan kadar öldürücü dili darbeleriyle de ısırmaktan kaçınmamıştır. Reyhanî’yi bir düşünce uyuzuna dönüştüren algısının yetersizliğidir. Bir kere o, Cibran kadar duygusal değildi. İkincisi düşünce ve ruh üzerine ciddi biçimde eğilmemişti. Onun ilgi alanı gözünün gördükleriydi. Atmaca gibi, yazınsal konularını günlük hayatın içinden yakalamaya çalışıyordu. Önce siyasetin içine girdi. Aşırı bir Türk düşmanı kesildi ve Arap bağımsızlığı gibi gürültülü üslupta nutuk söylemeye başladı. Bu dönem eserlerinin büyük bir kısmı “Er-Reyhaniyyat” (Er-Reyhanî Seçmeleri) adlı kitabında toplanmıştır. Ardından safını genişletti. Yüzünü ve kalemini papazlara çevirdi. Girdiği her cenkte kafa ve kol koparmaya kalkışınca aforoz edildi. Soluğu İslam’da alıp kesin bir dönüşle Müslüman oldu. Er-Reyhanî’nin en hızlı kabuk değiştirmek mevsimi belki de bu dönemdir. Ardından da seyyah kesildi. Arap ülkelerini dolaştı ve neredeyse 1914-1918 döneminin bütün Arap ileri gelenleriyle bir araya gelmiştir. “Arap Kralları” bu yaşamın bir biyografisi adeta. Yaşadıkları onun reformist olmasını sağladı. Batılı kategoriler düzeninde aydınlanmadan yanaydı, ama sömürgeye de karşıydı. Lübnan’da birkaç makalesiyle adeta Fransız mandasını yıkacak kadar ateşin görüşler dile getirdi. Bunun üzerine soluğu Irak’ta aldı. Sürgünde olduğu Irak’ta “I. Faysal” ve “Irak’ın Kalbi” eserlerini yayınlattı. Ardından Kuzey Afrika’yı dolaştı ve “Uzak Batı: Fas” kitabına imzasını attı. Hemen peşinden de “Lübnan’ın Kalbi”ni yayınlattı.

Er-Reyhanî’nin bu gezmeleri amaçsız değildir. Arap kimliği üzerinden bir Arap birliği için çalışıyordu. Ama bu birlik anlayışını asla sınırlandırmadı. Arapça konuşan coğrafyayı içine alacak biçimde bu bölgedeki her şeye sahip çıktı. Bütün dinlerin, bilim ve düşüncenin kendisinin olduğunu söyledi. Belki ucuz bir sahiplenme güdüsü içindeydi, ama açgözlü değildir. Düşüncelerinin birçoğunun yeri tayin edilemese de, er-Reyhanî bence “II. Afganî” olarak tanımlanabilir. O da tıpkı birlik ve vahdet olgusunu işledi ve bunun için olumlu gördüğü her şeyi benimsedi. İlginçtir, er-Reyhanî Arap coğrafyasının dışında oldukça faklı bir dünyada kendisine taraftar buldu: Sovyetler Birliğinde. 1970’lerde özellikle Azerbaycan kökenli felsefeciler er-Reyhanî’nin anlayışını Moskova felsefi çevresinde savunmaya başladılar. Bu savunuş çok sayıda taraftar edindi. Komünist ideoloji karşısında yıpranmış Sovyet Müslümanları er-Reyhanî’yi çabuk benimsediler. Onun en fazla taraftar bulan tezi ise “Doğu-Batı” anlayışının coğrafi değil bir zihniyet olduğunu savunmasıydı. Savunmacıları buna iki zihniyetin vahdeti görüşünü eklediler. 1990’lardan sonra ise bu görüş birçok Eski Sovyet coğrafyası ülkesinde felsefi-ideolojik anlamda taraftar buldu (Reyhanî’nin tezini temel alan Eski Sovyet coğrafyasında yazılan eserlerden bir tarafımızdan Türkçeye tercüme edilerek yayına verilmiştir). Yine, bu Eski Sovyet Müslüman felsefeciler tarafından er-Reyhanî yorumunun İran’a sokulduğunu gözlemlemekteyiz. Yakın gelecekte er-Reyhanî modelinin bu ülkelerde devlet düzeyinde benimsenebileceğini de söylemekten çekinmeyelim (şimdilik Aliyev’lerin Azerbaycan’ında böyle bir eğilim görülmektedir).

Ama er-Reyhanî anlayışının doğruları fazlaca yapaydı. Belki de bu evirilebilir olmasındandır ki, farklı bir coğrafyada farklı kimlikleri kendi içine çekebilmiştir.

Arap Ufkunun Amerikan Yenidünyalısı: Mihail Nu’ayma
Doğruları kestirmek kolay değildir. Aslına bakarsanız önemli de değildir. Modernizm doğrunun peşinde de değildir. İstenen şey, insanın benlik kargaşasında nesnel bir konuma gelmesidir. Benlik oyunları Doğu toplumlarının aşkınsal algısını kavuran 200 yıllık kızgın bir yağ. Petrolün gücüne her daim kaynar durumda. İlginç olan kavuran ve kavrulanın Doğunun kendisinin olması. Nu’ayma (1889-1988) onlardan biri. Tam 99 yıl yaşadı, 99 isimden birini bilmeden. Gerekmezdi de; çünkü Tanrı, kargaşanın en çekilmeziydi, onun Yenidünya ufkunda. Amerikan yaşamına dört dörtlük olmasa da tam uyum sağlayan birkaç Arap yazardan biri, Nu’ayma. Süzgeçinden geçmediği okul kalmamış: Rusya, Fransa, Amerika. İlk çalışması “Babalar ve Oğullar”. Eser bir drama. Arap’ın soysolojik gerdeğini yırtan bir tefekkür. “Babalar ve Oğullar”; ama buradaki “ve” aslında aradaki uçurumun bağlacı. Eserde, bir Arap kız, anne ve babasının zoruyla evlendirilmeye karşı toplumsal bir savaş açıyor. Yani, çağdaş medyamızın en sevdiği konu. Vay sen misin, kadın haklarını hiçe sayan? Demoktasi ateşinde bedevi gelenekleri yakılmakta.

Buna karşın, akıcı ve net bir üslup kullanmış Nu’ayma. Eserleri bir kedi gibi sevdiriyor kendisini okura. Ama nankörlük olgusunu unutmayalım. Nu’ayma, Amerikan Yenidünya anlayışının Arapça bir taslağı olmaya en uygun aday. Her ne kadar eceli gelmiş teke gibi, doğduğu yerde Lübnan köyünde ölmeyi yeğlemişse de, Batı literatüründe en saygın Arap yazar olarak mirası hâlâ korunmaktadır. Cibran’ın benlik sorgulamasının içinde yer almış ve hatta Cibran’ı daha fazla bunamamakta itham etmiş. Bir hikayeler toplusu olan “Bir Zamanlar” adlı kitabı ise Amerikan bakışıyla Lübnan özlemi üzerine dil yormaktadır. Modern estetik kavramı üzerine onun kadar yoğunlaşmış ikinci bir Arap yazar bulmak zor. “Elek” kitabı bu bakımdan önemli. Bir çeşit İsmet Özel’in “Şiir Okuma Kılavuzu”nu andırıyor bize. Kitap, “iyi yazma sanatını” konu edinmektedir. Ancak eser, Arap genç yazarlarına sahte bir adres sunar. Israrla genç Arap yazarları konuyla uğraşmaya çağırır. Asla konunun bilgi ve yöntem şıklarını aşmalarını ve aşındırmalarını istemez. Tuhaf doğrusu. Sanki sırtınızda düşmanınızı taşıyorsunuz.

Son Yerine
Lübnan, Çağdaş Arap yazınının ve düşüncesinin döl yatağı. Bu kambur bölge, Arap Noterdam’ını sallamış. Yıkım, onarılamaz. Her ne kadar papaz çocukları bir sonraki kuşakta pederleri takmaz olmuşlarsa da yapılan şey, Lübnan’da küçük bir aydınlama gösteriminden başka bir şey değildir. Lübnan edebiyatı, ilhakın ordusuz yapılabileceğini kanıtlar bize.

Son olarak, sevgili okur, seni uyarıyorum: butun bu satırları bir modernizm eleştirisi olarak okuma. Çünkü, bu satırların yazarı bunu susuz ve sabunsuz yapacak kadar acımasız değildir.

Hiç yorum yok: