Salı, Ekim 31, 2006

Çağdaş Arap Edebiyatına Eleştirel Katkılar IV

ÇAĞDAŞ ARAP EDEBİYATINA ELEŞTİREL KATKILAR
IRAK

Ateşin kan kustuğu topraklardayız. Burada Şeytan da var, azizlerde. Savaş, kan ve gözyaşı. Irak’ın kaderi hırsızlarca çalınıyor. Tarihin ayak açtığı topraklarda tarih katlediliyor. Fillerle karıncaların savaşında; ırzına geçilen sadece Iraklı mı? Sanmıyorum. Irak, kendisine İnsan diyenlerin namussuz olduklarını gizleyen maskelerin düştüğü sahne. Meğer bu coğrafyada okunan “ezanlar” köpek hırlamalarıymış. Sus, sen ey kendisini, büyük Tanrı dostu diye ezik uzuvlar altında çiğneten kocamış Doğu. Sus ve boynuna vurulmuş tasmayı altın kolye diye taşımaya devam et; şerefi devesinin sırtında olan kralların kulübe cemaatleri. Ciğeri beş para etmez havarileri değil miydi, İsa’yı son yemeyi ile hatırlayan?

Sevgili okur, bu yazı, bu dizi altında benim kalemimden okuyacağın son yazı olacaktır. Seni yeterince sömürdüğümü ve istismar ettiğimi biliyorum. Ama inan bana, belki hiçbir zaman böyle bir Arap Edebiyatı değerlendirmesine asla rastlayamayacaksın. Bundan eminim. Çünkü ben kendi Hindistan’ımı Arap çölünde aradım. Ve sana, bu sahradan gözyaşı tadında kelimeler topladım. Iraklı Bağdat sokaklarında sevdiklerinin cesedini toplarken ve ben onun dilinden akan laneti sözcüklere hapsettim. Bu sözcüklerle ölümünden önce son kez Lübnanlı çocukların gözlerine baktım. Ve yüzyıllık sırtına burulan çağdaşlaşma zincirlerini dişlerimle kırmaya çalıştım.

Ama kabul et ki, bende çaresizim. Bütün gücüm ve yeteneğim bu kadar. Etime diken battığında sızlanan, ama yüz binlerce Iraklının ölümüne seğirici kalan bir çaresiz. Belki dualarım İstanbul semasını asla aşmayacaktır. Belki Filistinli güzelin aşkı şiirime konu olmayacaktır. Belki Şam sokaklarında insanlık dersi veren Cizvitli namussuz rahibin yalanlarına bende kurban gideceğim. Belki bir gün “özgürlük bombaları” benim de parçalarımı sokaklara atacaktır. Ama inanıyorum ve eminim ki bir gün, ama bir gün bütün bu çaresizlik kokan “belki”lerin sonu tükenecektir.

Tarihsel Bir Bakış
Irak’ta çağdaş edebiyatın çiçekleri geç açtı. Gerçi modern anlamda burada basın-yayın faaliyetleri için Osmanlı döneminde gereken alt yapı mevcuttu, ama Arap’ın o taraflarda bezi yoktu. Bu yüzden Türk vali Mithat Paşa’nın 1869 yılında tam donanımlı matbaası uzun süre resmi gazetelerin ve yayınların basılması dışında farklı bir kültürel çabanın içinde yer almamıştır.

Irak, geniş Mezopotamya sahasını içine alan coğrafyanın adıdır. Tarihin bu topraklarda başladığı herkesçe bilinmektedir. Bölgeyi yerleşime açan Sümerler olmuşlardır. Sümerlerin kimliği hâlâ tartışmalıdır. Hint-Avrupalı olmadıkları gibi, Sami de değillerdir. Son dönemlerde onların Türklerle akrabalığını kanıtlanmak için bir dizi çaba sarf edilmişse de, yapılanlar oldukça amatör kalmaktadır. Çünkü bu bağlantıyı kuracak elimizde hiçbir sağlam kanıt bulunmamaktadır. Nitekim Türkçe yazılı kaynakların ortaya çıktığı miladi VIII. Yüzyıl ile Son Sümer yazıtlarının kayıtlı olduğu M.Ö. 2200 tarihi arasındaki 3000 yıllık boşluğu dolduracak en ufak bir dil verisine rastlanılmamaktadır. Her ne kadar Türkçe ile Sümerce arasında bazı ortak kelimeler bulunsa da, o kadar benzerlik Sümerce ile diğer diller arasında da mevcuttur. Sümerlerden sonra Sami kökenli Akkad’lar bölgeye egemen olmuş, onları Babilliler ve Asurîler izlemiştir. Bu arada bölge sık sık Lulube, Kuti, Med gibi göçlerin de saldırısına uğramıştır. Her üç kavimin de etnik terkibi meçhuldür.

İkinci Babil Krallığından sonraki dönemlerde ve özellikle de günümüzde dünyanın başına dert olacak bir olay yaşanmıştır. M.Ö. 586 yılında Babil hükümdarı Buhtunnasr Kudüs’ü yakıp yıkmış, buradaki Samariya Yahudi Krallığına son vermiş ve bütün Yahudileri Babil’e sürgün etmiştir. Yahudi “büyük sürgünü”nün hikâyesi böyle başlamıştır. Ancak Yahudilerin gazabı Babil’i tarih sahnesinden silecektir. Tevrat’ın neredeyse yarısı bu dönemin olaylarını içine almaktadır. Daniel suresi Babil’in durumunu ayrıntılarıyla tasvir etmektedir. Tevrat şöyle anlatıyor, bu ukala ve zübbe Yahudi peygamberin hikâyesini: Güya, Babil kralı Baltazar büyük bir ziyafet veriyormuş. Herkes sarhoş ve mest. Kafası ayık bir tek Allah’ın kulu yok Babilliler arasında. Babil erkekleri kollarında Yahudi yosmaları felekten gece çalıyorlar. Tam da bu sırada sarayın duvarlarına gözükmeyen bir el üç kelimelik sihirli sözcükleri kazımış. Gizem bu ya, bir şekilde tezahür etmek zorunda. Babilliler salak; saray duvarlarına kazılan sözcüklerin insan işi olmadığına inanacak kadar. Baltazar heyet-i umumu toplar ve duvarlarını süsleyen “Mene, Tekel, Ufarsin” sözcüklerinin anlamını sorar. Nafile. Babillilerin kafası Yahudi esmerlerden koparacağı busede. Kimse açıklayamaz bu İbranice sözcüklerin anlamını. Tam bu sırada Daniel çıkıveriyor. Ve başlar kinli zekasını konuşturtmaya: Mene – der – Allah senin krallığını saydı ve sona erdirdi; Tekel – terazide tartıldın ve eksik bulundun; ve Ufarsin – ülken bölündü ve Medlere ve Perslere verildi. O gece Baltazar öldürüldü, Persler Babili yakıp yıktılar ve Yahudiler özgürlüklerine eriştiler. Oysa, olup biten basit bir Yahudi kurnazlığıydı. Esaretin intikamını almaktı. Tevrat’ı okuyanlar bunu anlamakta zorluk çekmezler. Evet, Babil’deki esir Yahudiler bunun intikamını Babil’den almaya ant içmişler. Bu yüzden Karadeniz çevresinde oturan Perslerin (Fars adı Pers’in Arapça biçimidir) gizlice ülkeye davet etmişlerdir. Baltazar ziyafet gecesi duvardaki şifreyi çözerken, Yahudi hizmetliler sarayın kapısını Kiros’un ordularına açmış ve Yahudi mahalleri dışında bütün Babil’in yağmalanmasına neden olmuşlardır. Böylece, M. Ö. 550 yılında İran’da aslında Yahudilerin iş başında olduğu bir Pers Krallığı kurulmuştur. Yahudilerin intikamı çok acımasız olmuştur. Arkeoloji bu dönemde bütün Batı İran ve Doğu Irak bölgesindeki yerleşim alanlarının küllerle kaplı olduğunu kanıtlamaktadır. Bizzat Tevrat şöyle der: “Ve Yahudiler toplandılar, ve canları için durdular, ve düşmanlarından rahat buldular, ve kendilerinden nefret edenlerden 75 bin kişiyi öldürdüler. Bundan dolayıdır ki Yahudiler Adar ayının 14. Gününü sevinç ve ziyafet günü, iyi gün, ve birbirlerine pay göndermek günü olarak kutlamaktadırlar” (Ester 9:16-19). Anlaşılan bu yerleşimlerin tamamı yakılmıştır. Bu yüzden Perslere ve Yahudilere bölge halkının nefreti o denli büyük olmuş ki, Makedonyalı İskender Perslere saldırdığında bütün Ortadoğu halkları tarafından kahraman olarak karşılanmıştır ve adı adil hükümdar Zülkarneyin’e çıkmıştır. İskender’in ölümsüzlüğü Pers ve Yahudilere duyulan kinden ileri gelmektedir. İlginçtir, İskender motifi bölge halkları arasında sadece iki toplulukta bulunmaz: Perslerin devamı olan Parsi veya Gebrilerde ve İbranilerde. Persler bir avuç askeri güçtü ve daha sonra Fars adına dönüşecek Pers sözcüğü İbranice “süvari/bölük” (Bizzat Tevrat’ta geçen Ufarsin ve Peres adları Fars, yani “bölük” anlamına gelmektedir) demekti. I. Darius, Yahudilerden oluşturduğu muhafızlara “Pers” adını vermiştir. Pers adı tarihte ilk kez Tevrat’ta geçmektedir. Bölge halkının dilinde ise Pers – “köpek” anlamına dönüşmüştür. Bu nefretin bir simgesiydi.

Babil’in yıkımından sonra Yahudilerin bir kısmı Kudüs’e dönmüş, geri kalanları ise bölgeye dağılmışlardır. İskender karşısında ise Kafkasya’ya kaçacaklardır. Burada ise ileri tarihlerde Hazar Devleti içinde “derin devlet” olacaklardır. Irak ise önce İskender’in, ardından Selevikosların, daha sonra Partların (İskit kökenli Pehlevilerin) ve Sâsânîlerin eline geçecektir. Pers soyu ise Hindistan’a çekilecektir ve burada günümüze kadar yaşayan Parsilerin ataları olarak kalacaklardır. Arapların gelişiyle ise onlara yeni göçler katılacaktır. Şimdiki Fars denilen topluluk ise Orta Asya’da Buhara ve Samerkant çevresinde Samaniler döneminde Arap Tayy kavmiyle yerel İrani grupların katışımından doğacaktır. Yani eski Fars (Pers) kimliği ile IX. Yüzyılda ortaya çıkan Fars kimliği arasında gerek dil, gerekse de köken anlamından büyük farklar vardır. Daha ilginci, tarihte “Fars” adını taşıyan etnik bir kimlik yoktur. Bu kimlik 1925 yılında yapay biçimde üretilmiştir. Fars, adı dilsel bir realiteden öteye gitmemiş ve bürokratik bir kesimi temsil etmiştir. Farslar veya Persler tabiri, Pers krallığının içine aldığı coğrafyada yaşayanların genel bir tanımı olarak kaynaklarda kullanılmıştır. Maalesef Batılı tarih anlayışı “Fars/Pers” adıyla İran’da egemen bir kimliğin var olduğunu zorla tarih anlayışımıza dayatmıştır. Bu tarihçilerin Fars adıyla tanıttıkları grupların ve şahısların gerisinde ise hep farklı kimlikler yatmaktadır. Bu, XVIII. Yüzyıl ortalarında Hint-Avrupa tezine Hint-İran kolunun katılmasıyla bir meşruluk girişiminden öte bir anlam taşımamaktadır. Yeri gelmişken, mevcut İran’da Fars kimliğinin 80 yıldan fazla bir geçmişinin olmadığını da belirtelim. Bu kimlik İngilizlerin, Hindistan’daki Parsi ajanlar vasıtasıyla İran’da XIX. Yüzyıl sonunda Bahtiyari gruplar üzerinde tasarladıkları pan-Farsist bir söyleme dayanmaktadır. Nitekim Farsçılık nazariyesi Mason üyesi Hint Parsilerinden Erdeşir Reporter tarafından tasarlanan Erdeşirizm’in bir uzantısıdır. Bunları aktarmaktaki amacım, bölge halklarının sıkı sıkıya paylaştıkları kimliklerin bile zamanında nasıl üretildiklerine dikkat çekmektir. Oysa, biz hâlâ İran’ı Batı karşısında sarsılmaz bir güç olarak görmekte devam edelim.

Arap İslam fethi Irak’taki etnik dengeyi değiştirdi. Yeni Arap kabilelerinin bölgeye yerleşmesiyle eski Sami gruplar azınlık konumuna düştüler. İlk kez Abbasiler Irak’ta Bağdat’ın temellerini atarak Irak’ı merkezi bir bölge konumuna getirdiler. Ancak Abbasiler döneminde Türkler hızla İslam devletinin kontrolünü ele aldılar ve 861 yılında Abbasilerin parçalanmasına neden oldular. Ardından Irak, İrani bir grup Şii Buveyhilerin egemenliğine girdi. Şii Buveyhiler yüz yıl boyunca (945–1055) Sünni Abbasi halifesini kontrol ederek, onları Mısırlı Şii Fatımilere karşı ellerinde bir koz olarak kullandılar. 1055 yılda Irak Selçukluların eline geçti. Ardından burası Azerbaycan Atabegleri İl-Denizlilerin ve Irak Selçuklularına bağlandı. Moğol hükümdarı Hülegü 1258 yılında Bağdat’ı aldı ve Abbasi halifeliğine son verdi. Bundan sonra hilafet merkezi Mısır’a taşındı (1258 yılında), oradan da İstanbul’a nakledilecektir (1517 yılında). Şunu da belirtelim ki, Moğolları bölgeye davet eden bizzat Abbasi halifesi olmuştur. Anlaşılan evdeki hesap çarşıya uymamış ve bu davet Abbasilerin sonunu hazırlamıştır. İlhanlılar’dan sonra Irak, Türk Uygur kökenli Celayirlilerin, daha sonra Kara-koyunlu ve Ak-koyunluların, sonra da Safevilerin eline geçmiştir. En sonunda Irak, Osmanlı topraklarına bağlanmış, ama burası uzun yıllar Osmanlılar ile Safeviler arasında el değiştirmiştir.

Birinci Dünya savaşına gelindiğinde Irak bir Osmanlı eyaletiydi. Nüfusun önemli bir kısmını da Türkler oluşturuyordu. Merkezi bölgede bir avuç Sünni Arap, körfez kısmında ise Şii Araplar oturmaktaydı. Bağdat’ın önemli kısmı Türklerin, Musul ve Kerkük’ün tamamı ise Türkmenlerin elindeydi. Kuzeyde İran’la sınır hattında ise Kürt aşiretleri meskûnlardı. Bunlar arasında Kürtleşmiş Süryani, Asuri ve hatta Yahudi topluluklar da vardı. Barzanî ailesi bu Kürtleşmiş Yahudi toplulukları arasından çıkacaktır. Bunun dışında Musul ve çevresinde bazı Hıristiyan cemaatler de bulunmaktadır. Saddam Hüseyin’in sağ kolu olan, ama son günlerde çıkan haberlerle bir İngiliz ajanı olduğu iddia edilen Tarık el-Aziz bu topluluk arasından çıkmıştır. Hıristiyan grupların çoğu Arap olup Arapça konuşmaktadır. Aralarında bazı Süryani gruplarda yer almaktadır.

Reformdan Yana Gelenekçi Yazarlar
Irak’ta Çağdaş Arap Edebiyatının mimarları mürit arayışında olan, ne dedikleri kendilerince pek bilinmeyen yazarlar olmuşlardır. Bunlar İslami geleneğin korunmasını şiddetle savunmuş, ama birazcık reform fena olmaz diyen tiplerdi. Asla küçümsemeyelim, hepsinin kafasından zekâ fışkırdığı kesindir. İngiliz mandası altında düşünce kulübeleri inşa ediyorlardı. Mahmud Şukrü’l-Alûsî (1856–1924) ve eş-Şebîbî ailesinin üç silahşörü (baba ve iki oğlu) bunlardandır. İlginçtir, Irak’ta Çağdaş Arap edebiyatının filizlendiği arena Bağdat’tan ziyade Necef olmuştur. Şia’nın Kâbe’sinde bir grup ilahiyatçı şiir ve düz yazılarda Sünni ve Şii unsurları arıyorlardı. Mübarekler, cübbelerinin altında Tanrı’yı görmüş gibi çarpılmışlardır.

İlginçtir, çağdaşlaşmak için tarih öncesine kadar geri gitmek gerekmiştir. Bu her yerde böyle olmuştur; Batı’da da, Doğu’da da. Çağdaşlar önce geçmişlerini temizlemek istemişlerdir. Ne olur ne olmaz; her hangi bir çıkıntı daha sonra kafalarının pusulasını ters çevirebilirdi. Iraklı üstün zekalılar da bu yola baş vurdular. Cahiliye şiirini hortlattılar. Geri kalmışlık çok daha geri kalmışlıkla giderilecektir. Bu güruhun başını Abdü’l-muhsin Kazimî (1865–1935) çekiyordu. Irak edebiyatının sarıklı dinozoru gibiydi. Çağdaş olaylar hakkında İslamiyet öncesi üslupta öyle zor bir Arapça ile eserler vermiştir ki, bu çabasını uzay bilimleri alanda harcasaydı Ay’ı kucaklayan ilk Arap olurdu. Bu Araba özgür “sürrealizm” anlayışı bütün bir kuşağın felcine neden olmuştur. Cahiliye döneminde Mekke pazarlarında nutuk atan bir Kant, Hegel düşünün. Ne ötesi var, ne de berisi. Zavallı Iraklının aklını oynatmadığına şükür etmek gerekir. Çağdaşlaşma maymun olmaksa, bakınız 1870–1914 Irak edebiyatına.

Çağdaş anlamda Irak Arap edebiyatın öncüleri Cemil Sadık ez-Zehavî (1863–1936) ve Ma’ruf er-Rusafî (1875–1975) sayılmaktadır. Bunlardan ez-Zehavî modern Batı’yı Arapça ve Türkçe literatürlerden tanıma olanağına sahiptir. Medrese sıralarından devşirmiştir. Daha Osmanlı döneminde Irak’ta sıkı bir İngiliz yandaşı kesilmiştir. Bu hayranlığı daha sonra İngilizlerce de ödüllendirilmiştir. Ancak kanında biraz ikiyüzlülük olduğu da su götürmezdir. İngiliz hayranlığından dolayı Iraklı milliyetçilerin tepkisini görünce milliyetçi, yetmedi şovenist bile oldu. Kısaca iktidarlara gülümseyen orta sınıf bir şairdi. Üzerinde durmaya değer ve çağdaşlık anlamında iki eserine dikkat çekebiliriz. İlk “Leyla ve Samîr” olup, ünlü “Leyla ile Mecnun” tadında bir eserdir. Ancak motifleri farklı tonlarda işlenmiştir. Örneğin, böyle bir eserde Osmanlıya karşı bağımsızlık söylemlerinin yer alması oldukça ilginçtir. Sanki bu iki gencin gerdek hikâyesi Osmanlı memurlarının yasağına takılmıştır. Ancak 1931 yılında yayınlanan “Cehennemin İsyanları” adlı hacimli şiiri fırtınalar yarattı. Dante’nin Irak versiyonu tadındaki eser cehennemi boylamış zavallı ruhların hikâyesini işlemektedir. Yazarın hayal gücü oldukça geniş. Cehennem motifi klasik İslam anlatımının dışında tanımlanmaktadır. Örneğin, cehennemdekiler Şeytan ve onun cinlerine karşı çıkarak cenneti kazanırlar. En ilginci, ez-Zehavî’nin cehennem tanımı içinde toplumsal bir alana dikkat çekmesidir. Burada cehennem kavramı yerine dünyayı koyduğumuzda olaylar daha da aydınlanmaktadır. Yazar bu eseriyle kendi yaşam felsefesini de açıklamış bulunuyordur. Ne var ki, ez-Zehavî’yi eleştirenler fazlaca yobaz davranmışlardır. Birçok eleştiri onun İslam’ın doğasına dil uzatmakla ilişkilidir.

Er-Rusafî de ez-Zehavî gibi siyasi bir yol izlemiştir. Hatta İngilizler lehine Irak milliyetçilerine bile karşı çıkmıştır. Bir farkla şiirlerindeki safı daha net ve daha cesurcadır. Bir öğretmen olan er-Rusafî hemen hemen her konuda eser vermiştir. Çağdaş Arap edebiyatında ilk kez o, hapishaneler sorununu dile getirmiş, bebek bakımına kadar geniş bir yazın yelpazesi oluşturmuştur.

Ancak klasik şiir tarzından kurtulmak eğilimini Iraklı bir kadın şaire Nazik Melaike Hanım göstermiştir. Kafiye kurallarına bağlı kalmasına rağmen mısralar üzerinde rahatlıkla oynamakta ve vurguyu oldukça ustaca kullanmaktaydı. Ama ufku fazla geniş değildi. Kendi dalında bir meyve gibi sarkıyordu o kadar. Nazik hanımın en büyük sorunu modern cehaletti. Saf bir düşleme içinde tasvirler kuruyordu. Taş, toprak, çiçek, böcek, aşk, maşuk ve benzer bir yığın sözcüklerle Iraklının kalbini zıplatırdı, o kadar. Hayalinin dümeni nereye kaysa oraya demirlerdi. Ama Iraklı kendi ülkesinin ütopik korsanı olamazdı. Ne hayal bahçesinden meyve çalabilirdi, ne sevgili araklayabilirdi. Her adım başı İngiliz duvarına toslayabilirdi. Bazen de duvarlar ona çarpıyordu. Yani Dicle-Fırat fezasında aşk koklamak Iraklı için pek “Nazik”ce kalmaktaydı. Melaike Hanım başka bir dünyanın insanıydı. Onun Irak’ı belki Basra Körfezinde, belki de Umman Denizinde bir yerde ütopyaydı. Daha kötüsü Arap’ın Tomas More’lere ihtiyacı yoktu.

Bu güruh içinde bir de savaş çığlıkları atan bir şair vardı: Muhammed Mehdü’l-Cevahirî. Cesur ve korkusuz bir tip. Her türlü yabancı egemenliğine karşı direnişçi, her İngiliz’e karşı düşman. 1958 Irak ihtilalinin fikir babası olarak görülmesine şaşırmamak gerekir. Halkı açık bir dille sömürge ve monarşiye karşı ayaklanmaya çağırmıştır. Ama ukala bir tiptir. Belki de yazdığı şiirlerine uzun dipnotlar düşen tek şairdir. Sol eğilimli bir duruşunun olduğu asla yok sayılmaz. Hatta Nazi karşıtı sosyalist partizan savaşlarının hayranıdır. Ama sosyalist ruhu Irak edebiyatına getiren o değildir. Bu görevi Abdülvahap el-Bayatî üslenecektir. Kendisi Araplaşmış Türk Bayat boyundadır. “Mutluluk Ülkesi” adlı eserinde adresin Sovyetler Birliği olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Denile bilir ki Çağdaş Irak Arap edebiyatının öncüleri vasatın biraz üzerinde yer almışlardır. Bunda hep şiir alanında at koşturmaları etkili olmuştur. Roman Irak diyarına çok geç uğramıştır. Tıpkı, barışın bu topraklara bir türlü gelmemesi gibi.

Çağdaş Irak Arap Dilciliği ve Tarihçiliğinin Babası:
Carmelit Papazı Anastas
İnsan öyle bir muamma ki sınırsız olduğunu düşünmemesi için hiçbir neden yok. Koca bir kâinatı kafamda tasarlayabilirim. Küçük bir virüs kapmasından da ölebilirim. Kadınları Venüs’le, erkekleri de Mars’la özdeşleştirebilirim. Bazen de bunun bir aptallık olduğunu varsayıp tasarladığım bu hayalleri yok edebilirim. Çok akıllı veya tam bir kaçık olabilirim. Her türlü oyuna gelebilir, her türlü oyuna getirebilirim. Ancak insan denen varlığın yer çekiminden asla kurtulamam. Bu sınırlı sınırsızlık içinde tek sığınağımız kimliğimiz. Çağdaşlık bu sınırlı sınırsızlık içinde bir kimlik araştırmasıdır. 1940’ların İngiliz sömürüsü altındaki Irak kendi kimliğini arıyordu. Tarih, dil, kültür, felsefe onun sofrasına konulmuş ham çökelekti. Tanımadığı, tatmadığı bu nimeti seve de bilir, midesini boza da bilirdi. Alışmak, ama neye? İçinde kendi benzerini bulamadığı bu modern türler cennetine ayak uydurmak. Irak ikisini de seçmedi. Kafası dönmüş dünyada debelenip durdu. Kah çılgınlaştı, kah çıldırdı. Bugün biraz da bunun çilesini yaşamaktadır.

Irak, daha I. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlıya, yani Türklere kapılarını kapattı. Yüzünü Mısır ve Lübnan’a döndü. Her ikisinin ne mal olduğunu sanırım anlatmıştım. Ama ilginçtir, çağdaş dönemde Irak’ta en fazla çalışma tefsir alanında olmuştur. Bunda Şia ulemanın rolü çoktur. İran devriminin lideri Humeyni’ni bu toprakların beslediğini hatırlayalım.

Ama ne gariptir ki Çağdaş Irak Arap dilciliğinin kurucusu Carmelit bir papazdır. Carmelitler bu topraklara misyonerlik amacıyla daha XVI. Yüzyılda Avrupa’dan gelmişlerdir. Muhtemelen Portekizlere feragat ederek İran’ın yolunu tutmuşlardır. Safevî şahı Büyük Abbas muteber bir hükümdar olmuştur. Adaleti hâlâ İran ve Azerbaycan’da yaşayan eski kuşakların dilinde dolaşmaktadır. Yırtık elbiseler giyerek halkın arasına karışıp yönetimi gizlice denetlerdi. Maalesef bu büyük Türk hükümdarına Türkiye’de Şeytanla aynı değer biçilmektedir. Neyse, şimdi bunun sırası değildir. Abbas dini hoşgörüyü Safevî ülkesine egemen kıldığından Carmelit rahipler buralarda tutunabilmişlerdir. Her ne kadar daha sonra bir kısmı kovulmuşsa, gerekçe yine buradaki yerli Hıristiyanların onlardan haz etmesi olmuştur. Ancak devede kulak misali birkaçının da şurada burada kaldığı görülüyor. İşte o şuralı buralılardan biri de Anastas Marî’l-Karmelî (1866-1947) olmuştur. Anastas aşırı çalışkan ve azimli bir zekâ. Bugün Çağdaş Arap tarih ve dilbiliminin Irak’taki temellerini o atmıştır. Yetmemiş ilahiyat alanında incelemelerde bile bulunmuştur. Buna rağmen kendi mezhebi çalışmalarını asla ihmal etmedi ve hatta Carmelitlerin yayın organı olan “Lugatü’l-Arab”ta uzun yıllar filoloji yazıları yayınlattı. Bu gavur, Irak zekasına hiçbir Müslüman’ın yapamayacağı etkide öyle bir kazık çakmış ki, bırakın çıkaranı, bunu deneyene aşk olsun.

Realizm Koşusu
1920-1930’lu yıllarda Irak yazınında hikaye ve romanın silik bir görüntüsü vardı. Çoğu eserler Mısır ve Lübnan edebiyatından çalıntıydı. Zavallı Arap, kendine ait olmayanın hırsızı konumuna düşürülmüş. Ancak II. Dünya Savaşı ve Irak’ın bağımsızlığıyla Mısır ve Lübnan tarzı romantizmi bir tarafa ittiler ve denile bilir ki son savaşa kadar Arap edebiyatının en realist eserlerini üretmeye başladılar. Her ne kadar çoğunun eserlerinde BAAS gölgesi karabasan gibi dolaşsa da, edebi nesre realist bakışı egemen kılmayı bilmişlerdir. Irak nesir yazarlarının babası Zünnûn Eyyub kabul edilmektedir. 1908’de doğmuştur, sanırım 1990’lara varmadan son nefesini teslim etmiş olmalıdır. İdari kademede de görev yapan Zünnûr başlıca üç roman ve 13 ciltlik bir hikaye külliyatına imzasını atmıştır. İlk romanı “Doktor İbrahim”dir. Bir ziraat mühendisinin yaşam öyküsü. Çileli mi çileli, karanlık mı karanlık. Ah, Doğu! Bütün bir çağdaş yüzyılda küçük kalbine gömülerek yaşadın. İbrahim bu kalbin zarlarını delmeye çalışan biri. Batıda eğitim almış ve ülkesine hizmet etmek arzusunda bir genç. Ama hep rüşvet mekanizmasıyla savaşmak zorunda kalmış. Ahlakdışı servetin Irak burjuvazisi olgusuna nasıl dönüştürülmek istediğini anlatan bir eser Doktor İbrahim. Zünnûn, bu eseriyle gerçekten de kalbinin ülkesi için yandığını kanıtlamış bize. İkinci romanı “El, Ülke ve Su”. Romanın kahramanı bir avukat. Çevresindeki tipler ise birer topraksızlar güruhu. Eser, onların serüvenini anlatıyor. Ütopik Fransız Sosyalistleri gibiler. Klasik yöntemlerle dünyayı keşfeden sürükleyici bir roman.

Zünnûr, Irak edebiyatında bir temel atmışa benziyor. Bunun adı: saldırganlıktır. Bana mı benzemişler ne? Bir sonraki kuşağın dili de, üslubu da sert. Örnek Abdülmelik Nurî. Fransız ve Angloamerikan edebiyatına aşina bir zat. Daha çok hikayeleri ünlüdür. “Garson Kız” onun başyapıtı. Kahramanımız kalabalık bir ailenin fakir çiçeği. Bütün dünyası evi ile çalıştığı kafe arasında her gün yürüyerek geçtiği yol. Ama ne yol. Sırat köprüsü gibi. Nurî, gerçekten de güçlü bir kalem. En dar yaşamı bile en ince noktalarına kadar tasvir etmeyi başarmış.

Irak edebiyatının son piri Şakir Huşbak olmuştur. Çehov üzerine incelemelerle başlamış edebiyata, ardından “Milli Mücadele”, “Yeni Devir” ve “Korkunç Hayat” adlı üç hikaye kitabı yazmıştır. Arasında en ilginci “Yeni Devir”. Kendisine kadar Arap edebiyatın birçok unsur karışmış ve harmanlanmıştır. Huşbak’la birde Oidipus kompleksi de girmiş oldu. “Yeni Devir” bu bakış açısında ayna tutmaktadır.

Ama Irak edebiyatı çağdaşlık anlamında bu çıkışını devam ettiremedi. Saddam bir tümör gibi tıkadı Iraklının boğazını. Şahsiyete saygı edebiyata da gölge düşürdü. Tanrısallaşan bir lider motifi özellikle şiiri felç etti. Dinime söven bari Müslüman olsa. Saddam’ın, Irak için konumu bu veciz atasözü.

Ve Dram
Bugün Irak yok olmanın eşiğinde. Fırat ve Dicle kan ağlıyor. Irak artık roman yazmıyor, yaşıyor. Hem de en trajik olanını. Üstat Hüseyin Cavit’e hak veriyorum. Şöyle der “Topal Timur” adlı eserinde:

Kesse her kim dökülen kan izini
Kurtaran dâhi odur yeryüzünü.

Belki de bu dâhi Irak’ın sokaklarında her şeyini kaybetmiş çocuk olacaktır. Belli mi olur?


Genel Kaynakça

Aşağıdaki eserlere ve basılmamış doktora ve yüksek lisans tezlerine ulaşmamızda sağladıkları kolaylık için İSAM Kütüphanesi yöneticilerine teşekkürlerimizi borç biliriz. Özellikle kütüphane başkanı Fatih Bey’e ve fotokopi işleri sorumlusu İnayeti Bey’e her türlü desteği için müteşekkiriz.
A) Türkçe
AKÇAY Cihaner, ‘Hannâ Mînâ ve Sosyal Gerçekçi Romanları’, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1998.
AKKAN Erdoğan, “Irak: Fiziki ve Beşeri Coğrafya”, DİA, c. XIX, s. 83–85
AYYILDIZ Erol, Mısır Romanının Doğuşu ve Muhammed Hüseyin Heykel’in “Zeynep” romanının tetkiki ve tahlili, Bursa 1992
BAKIRCI Selami – DEMİRAYAK Kenan, Arap Dili Grameri Tarihi (Başlangıçtan Günümüze), Erzurum 2001
BARTHOLD W, İslam Medeniyeti Tarihi, Hazırlayan Fuat Köprülü, Ankara 1973
BİLGE Mustafa C, “Lübnan: Tarih”, DİA, c. XXVII, s. 244–246
BUZPINAR Şif Tufan, “Lübnan: Edebiyat – Osmanlıdan Günümüze”, DİA, c. XXVII, s. 248–254
CERRAHOĞLU İ, “Ye’cuc-Me’cuc ve Türkler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1975, s. 97–125
CEVİZ Nurettin, Osmanlılar Döneminde Mısır’da Arap Edebiyatı (1517–1798), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doğu Dilleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı Doktora Tezi, Erzurum 2002
ÇETİN Nihat M, Eski Arap Şiiri, İstanbul 1973
ÇETİNSAYA Gökhan, “Irak: XIX. Yüzyıl”, DİA, c. XIX, s. 93–95
ÇİNKILIÇ Receb, ‘Ebû Bekr el-Harezmî ve Resâ’iluhu’ (Arapça), Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2000.
DAKUKİ İbrahim, “Irak: Kültür ve Medeniyet, Edebiyat”, DİA, c. XIX, s. 103-108
DEMİRAYAK Kenan – GÜDENLİ M. Sadi, Arap Edebiyatı Kaynakları, Erzurum 2000 (3. baskı)
DOĞRU Erdinç, Mehcer Edebiyatı ve Arap Edebiyatına Etkisi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1998.
El-CABİRİ Muhammed Abid, el-A’kl el-Siyasi el-Arabi, Beyrut 1990, çev: İslam’da Siyasi Akıl, V. Akyüz, İstanbul 1997
ET-TALİB İmadüddin Halil, “Irak: Tarih”, DİA, c. XIX, s. 87–91
FAZLIOĞLU Ş, Modern Mısır Romanında Türk İmajı (1798–1914), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Arap Dili ve Belagat Bilim Dalı Doktora Tezi, İstanbul 2001
GOLDZİHER Ignace, Klasik Arap Literatürü, çev: YÜKSEL A. ve ER Rahmi, Ankara 1993.
GÖKBİLGİN M. Tayyib, “1840’tan 1861’e kadar Cebel-i Lübnan Meselesi ve Dürzîler”, Belleten, c. X/Sayı: 40, Ekim 1946, s. 641–703
GÖRGÜN H, “Mısır’da XIX. Yüzyıl Sonunda Panislamist Tarih Yazıcılığı: Muhammed Ferid ve Mustafa Kamil”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: IV, İstanbul 2000, s. 105–131
HOCAOĞLU İsmail, Tevfîk el-Hakîm ve Avdet er-Rûh, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1992.
HOURANİ A, Arap Halkları Tarihi, İstanbul 1997
Irak Türkleri, DİA, c. XIX, s. 99–103
KARABELA Nevin, al-Muhibbî ve “Mâ Yu‘vvel ‘Aleyh fî al-Muzâf ve al-Muzâf İleyh” Adlı Eseri , Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bililimler Enstitüsü, Isparta 2001.
KAYALI H, Jön Türkler ve Araplar: Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve İslamcılık (1908–1918), çev: T. Yöney, İstanbul 1998
KILIÇ H. Mustafa, Arap Edebiyatında Şu’ubiyye (II-V hicri=VIII-XI asır), Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Doktora Tezi, Erzurum 1986
KİREÇÇİ Mehmet Akif, Kudâme b. Ca’fer ve Ebû Hilâl el-‘Askerî’de Edebî Eleştiri, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1992.
KRAMERS J. H, “Mısır”, İA, c. VIII, s. 217–269
KÜÇÜKAŞÇI Mustafa, “Ortaçağ Müslüman Coğrafyacılarına Göre Irak”, DİA, c. XIX, s. 86-87
LANDAU Jacob M, Modern Arap Edebiyatı Tarihi (20. Yüzyıl), çev: B. Aytaç, Ankara 2002.
MANTRAN Robert, “Irak: Osmanlılar Dönemi”, DİA, c. XIX, s. 91–93
MİYASOĞLU Mustafa, Çağdaş Mısır Edebiyatı ve Necip Mahfuz’un Romanları, Milli Gazete, Pazar, 11 Haziran 2006
ÖMER F, Osmanlı-Türk Alimlerinin Irak ve Cezire’deki Arap Edebiyatı ile İlgili Çalışmaları, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1987
ÖZAY İbrahim, Bir Eleştirmen Olarak Tâhâ Hüseyin, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1992.
ÖZDEMİR M, Endülüs Müslümanları I-II, Ankara 1997
ÖZDEMİR Sevim, ‘Necm el-Dîn Sa‘îd b. Muhammed el-Sa‘îdî’nin Şerh ‘Arûz el-Sâvî İsimli El Yazma Eserinin Metin Tenkidi’, Süleyman Demirel Ü., Sos. Bil. Enst, Isparta 2001.
PARLA J, Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, İstanbul 1985
PELLET Ch, “Irak”, EI², c. III, s. 1261–1265
SAİD Ed, Kültür ve Emperyalizm, çev: N. Alpay, İstanbul 1998
SAVRAN A, 19. Yüzyıl Osmanlı Döneminde Yeni Arap Edebiyatı, Erzurum 1991
SLUGLETT Marıon Farouk – SLUGLETT Peter, “Irak: Son Dönem”, DİA, c. XIX, s. 95–99
TİBİ B, Arap Milliyetçiliğinin Tarihsel Arka Planı, çev: T. Temiz, İstanbul 1998
ÜNLÜER Ceyhun, ‘Mustafa Sâdık er-Rafi‘î ve Kitâbuhu Vahyu’l-Kalem’ (Arapça), Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2000.
YANIK N. Hafız, Arap Şiirinde Tasvir, Erzurum 1995
YÜKSEL A, ‘Ahmad Şavkî’ (M. M. Badawi’nin ‘A Critical Introduction to Modern Arabic Poetry’ adlı eserinden bir bölümün çevirisi, DTCF Cumhuriyet’in 60. Yıldönümü Armağanı, C. XXXI, Sayı: 1-2, Ankara 1987, s. 479-494. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, C. 4, Sayı: 1, Ankara 1988, s. 163-170.
YÜKSEL A, ‘Çağdaş Arap Edebiyatı’ndan Seçmeler’, DTCF Yayınları, No: 348, Ankara 1984.
YÜKSEL A, ‘Dünya Edebiyatından Seçmeler’, Kültür Bakanlığı, Ankara 1999
YÜKSEL A, ‘Kahire Lehçesi’ (150 sayfalık ders notu).
YÜKSEL A, “Ahmad ‘Abdulmu’tî Hicazî’den İki Şiir”, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi (Yabancı Diller Özel Sayısı), C. 8, Sayı: 1, Ankara 1992, s. 307-310.
YÜKSEL A, “Necîb Mahfûz’un ‘Zukâk al-Midakk’ Adlı Romanı”, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, C. 8, Sayı: 1, Ankara 1992, s. 283-305.
YÜKSEL A, “Necib Mahfuz’un Kısa Hikâyeleri”, DTCF Doğu Dilleri Dergisi, C. ıv, s. 125–137.
YÜKSEL A, “Nizâr Kabbânî’den Bir Şiir”, TÖMER Edebiyat Dergisi, Sayı: 3, Ocak-Şubat 1997.
YÜKSEL A. ve YILMAZ M. Lütfü, İngilizce-Türkçe-Arapça Sözlük (Atasözleri ve Deyimler), Ankara 1993.
YÜKSEL A. ved, Arapça I, II, III, IV (İmam Hatip Lisesi Ders Kitabı), Doğan Yayıncılık, Ankara 1998.
ZEVALSIZ Halid, Abbas Mahmud el-Akkad Hayatı, Eserleri ve XX. Yüzyıl Arap Edebiyatındaki Yeri, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü Tezi, İstanbul 1982
ZEYDAN Corci, İslman Medeniyeti Tarihi, çev: Z. Megamiz, İstanbul 2000
B) İngilizce
BEDAWİ M. M, Critical introduction to modern Arabic poetry, Cambridge 1975
GİBB H. A. R, Arabiyya: Modern Arabic Literature, Encyclopedia of Islam, 2. Baskı.
HOURANİ A, Arabic thought in the liberal age (1798–1939), Cambridge 1984
KİLPATRİCK H, The modern Egypt ian novel, London 1974
Tradition and Modernity in Arabic Literature, Ed. By Issa J. Boullata and Teri deYong, Feyetteville 1997
YAZICI Hüseyin, The Shart Story in Modern Arabic Literature, General Egyptian Book Organization 2004, Lübnan kısmı ss. 57-68; Suriye ss. 69-80; Mısır ss. 29-56; Irak ss. 91-94
YÜKSEL A, “al-Zamakhshari’s Elegy”, DTCF Doğu Dilleri Dergisi, C. II, Sayı: 4, s. 354-365, Ankara 1985.
YÜKSEL A, “al-Zamakhshari’s Love Poetry (Ghazal)”, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, C. 4, Sayı: 1, Ankara 1988, s. 163-170.
YÜKSEL A, “al-Zamakhshari’s Panagyric”, DTCF Atatürk’ün 100. Yılına Armağan Dergisi, s. 626-646, Ankara 1982.
C) Rusça
AGARIŞEV A. A, Gamal Abdel Naser, 2-e izd, ispravl. i dopoln., Moskva 1979
ALİ-ZADE E. A, Mahmud Teymur, Moskva 1983
ARASLI Elman, Vozniknovenie zanra istoriçeskogo romana v novo arabskoy literature, Kratkie Soobrenia İnstituta Narodov Azii, Moskva 1961, N: XLV, s. 177-184
BORUSOV A. B, Rol islama vo vnutrenney i vneşney politite Egipta XX v., Мoskva 1991
DOLİNİNA A. A, “İz predistorii realizma v novoy arabskoy literature”, Problemy stanovlenia realizma v literaturah vostoka, İnstitut Narodov Azii, Moskva 1964, s. 278-292
GOLDOBİN A. M, Natsionalno-osvoboditelnaya borba naraoda Egipta 1918-1936 g., Мoskva 1989
HODLAEVA R, U, Oçerki razvitiya egipetskoy poezii, konets XIX 60-e godı XX vv, Taşkent 1985
KONTSAREV N. K, Pisateli Egipta XX vv, Materialı biobibliografiya, Moskva 1975
KRAÇKOVSKY I, Izbranniye Soçineniya, tom I-III, Moskva 1956
KURDGELAŞVİLİ Ş. N, Revolyutsiya 1952 g. i krah britanskogo gospodstva v Egipte, Moskva 1966
KURİLLİNA S. A, İslam v obşestvennoy jizni Egipta (vtoraya polovina XIX - naçalo XX v.), Moskva 1989
LEVİN Z. I, Filosif iz Furejki, Moskva 1965
Sovremennaya arabskaya poeziya, Perevod po arabskogo yazıka A. Gorodezkaya i M. A. Kurganzev, Moskva 1961
Sovremennaya arabskaya poeziya, Sbronik statey, perevod s arabskogo, Moskva 1960
Sovremennaya arabskaya proza, perevod s arabskogo, Moskva – Leningrad 1961
USMANOV N. K, Proza Taufika al-Hakima, Moskva 1979
YUNUSOV K. O, Dramaturgiya Taufika al-Hakima, Мoskva 1976
Ç) Azerbaycan Türkçesinde
MEHMETALİYEV V, Arap Dilciliği, Bakı 1989 (Kirilce)
D) Türkmence
MEREDOV A, Selcuklar dövrünün edebiyatının tarıhından, Aşgabad 1968 (Kirilce)
E) Yazmalar
Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Yazmaları, (Arapça Bölümü), Moskova
Özbekistan Cumhuriyeti Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Yazmaları, Taşkent
Leningrad Devlet Üniversitesi Şarkiyat Bölümü, Rusya
Saldıkov-Şedrin Ukrayna Devlet Kitaplığı Yazmalar Bölümü, Kiev

Hiç yorum yok: