Çarşamba, Ekim 11, 2006

Bir Kitap Üzerine Eleştiri Taslakları


Sevgili Yusuf Armağan, daha 65. sayfasında aramış ve şöyle demiştir: “kesinlikle okumalısın”. Sonrada “tutarsızlığın belgesini” tanıtmaya başlamıştı. Birkaç hafta sonra da cemaat.com toplantısında “Rüştü Hacıoğlu armağanı” notu düşülen imzayla da elime geçmişti. Söz konusu olan Dücane Gündioğlu’nun üç seri halinde yayınlayacağını müjdelediği son yapıtıydı: “Bir Mabet Bekçisi: Cemil Meriç”. Kitabı aşağı yukarı 2 günde tamamladım. İş kitapla ilgili yazmaya gelince debelendim durdum. Hâlâ bu süreç devam etmektedir. Taslak halinde kalemimden iki yazı çıktı.


Birinci Taslak:
Bir dostlar meclisinde birazcıkta kendi yüzsüzlüğümün katkısıyla avuçlarıma aldığım eser Dücane Cündioğlu’nun “Bir Mabet Bekçisi: Cemil Meriç” kitabının ta kendisi. Türkiye’yi ve Türkiye Türkçesini benim gibi sonradan keşfedenlerin yobazlıklarına dil kamçısı indirmiş “Türkçe’nin sultanı” hakkında sarfedilen her satıra dil cezası çekenler bazen intikam için koşarlar. Nefsimi öldürmenin artık anlamı yok. Hiçbir zaman bir Şitoist kadar mabetlere saygı duymadım. Çoğu zaman camilerin önünden hızla geçtim. Karşılaştığım birçok “Fildişi Kule”nin köşe taşlarına da bir köpek gibi kokumu bıraktım. Ne ağlama duvarlarına saygı duydum, ne kilisenin tavanlarına mum ateşiyle çivi yazıları kazıdım. Yutmaya çalıştığım yazılı kağıtlardan doyduğumda eşekler gibi çifte salladım. Bilgi üreten bir doğurgan olmayacağımı hep kanıtlamak istedim. Benim için kertenkeleler ve yılanların yaşamı bir bilgenin satırlar arasında geçirdiği sürüngenlikten daha değerlidir. Ve mabetler yağmalanmak için dikilmiştir; işte çağdaş dünyanın içine sızan bir ve belki de son barbarın itirafı.

Ama barbarlar da yaşarlar; hem de yerleşiklerin özenle diktikleri mabetlerin çevresinde. Ve bütün mabetler onlar için aynıdır. Havada süzen kartal ancak avına odaklıdır. Ama insaflıdırlar da. Göçebenin mantığında yok etmek yoktur. Çünkü yerleşiklerin sonu kendi sonudur. Ona peygamberler, bilgelerden daha samimi gelmektedir. Oysa düşünürler veya bilgeler insanlara daha yakın olduklarını iddia ederler. Hiç de değil. Peygamberler kendilerinden öncekilere dil uzatmazlar; düşünürler bu konuda barbarlardan daha zalimler. Kendi mabetlerini dikmek için dikili olanları yıkarlar. Sanki mabet yapımı için koca dünyada bir tek arsa tahsis edilmiş gibi.

Bir kitabı değil; bir kronoloji listesini okuyoruz. Hayat boyu aynı ip üzerinde zıplayan cambaza ne kadar temaşa edilebilir ki insan. Cemil Meriç böyle olmalıymış Dücane’ye göre. Oysa Meriç herkesten bir parça olmak istemiş: dindar, dinsiz, yürüyen, koşan, ağlayan, sevişen, aldatan, yaramazlık yapan, bağıran, çığıran, saldırgan ve ve… Bütün bir toplum olmak istemiş. Bilgelerle müritler arasında perdeyi kapatıp indiren bir koruma…

İkinci Taslak:
Bir dostlar meclisi…
Gam gölgesinde yankılanan kahkahalar. Herkesin sözü diğerlerinin boğazına takılıyor. Dünyayı yutan insan, söze gelince tıkanıyor. Neden acaba? Yaratılıştan yuttuklarını kelime olarak kusmaya ayarlı olduğundan mı? Bilemiyorum.

Yazının icadı M.Ö. 4000 yılı. İnsanoğlu 6 bin yıldır yazıyor. Dünya tefekkürünün yaşı bu. Genç mi, kocamış mı Allah’tan öte kimse bilmez. Arada birkaç kez Tanrı da kendi hikmetini serpiştirmiş bu tefekkür arşivinin şurasına burasına… İnsan zıvanadan çıkmasın diye.

Okur bir kopyacı. Satır çalmış, kahraman ayarlamış, düşünce yalamış bu kağıt yalaklardan. Yani bir şekilde okuryazar olmanın zevkinin tatmaya çalışmış.

Hiç kimse bilge doğmadı. Kör doğru, dilsiz doğdu, özgür doğdu, köle doğdu, yakışıklı ve piç doğdu, ama bilge asla. Zenginliği isteyen herkese verirmiş Allah, bilgiyi ise dilediğine. Bilge, dilenmiş olandır Tanrının katında.

Bilgenin tarifi ne çağımızda? Eğitimli ve bir alanda uzaman olan kimse. O halde bir dilenciler çağında yaşıyoruz. Tanrı ahir zamanda herkesi toplarmış gibi, bütün bilgeleri bu çağa toplamış. Topyekun infazı kolay olsun diye mi?

Düşüncenin pimi Lokman tarafından çekildi, ilkçağ düşünürlerinin elinde patladı, kokusu bir radyasyon gibi her tarafa dağıldı. Biz hepimiz birer radyasyon çocuklarıyız. Kanserliler ordusu. Tövbe etmeye fırsat kalmadan içtihat kapısı da kapandı. Pencereleri de kapattılar acaba?

Tarih, Newton ve Descartes’ten beri “ilerliyor”. Yer çekiminden kurtulmayınca çekim alanımızı ve gücümüzü kullanmaya başladık. Tıpkı bir piçin zinaya meşruluk araması gibi. Toptan bir ilerleme; birkaç tekenin peşine takılmış 6 milyarlık koyun sürüsü. Birçoğu ilerlemiyor adeta zıplıyor. Ve sürüden ayrılanları kurtlar kapmaya aday.

İnsanın zincirleri kopsa da, korku tılsımları aynı duruyor. İlkçağda tabiattan korkan insan, ortaçağda birbirinden korkmaya başladı. Günümüzde ise kendisinden. Sokrat’ın “kendini bil” dediği şey, bir kendilik kabusuna dönüştü. Bu süre içinde medeniyetlerin ihtişamlı rüzgarları gah doğudan, gah batıdan, bazen de kuzeyden esti. Güneyin rengi gibi bahtı da kara. Kıtaların ağlama duvarları okyanuslar.

Bu arada bir kitap çıkmıştı değil mi? Ne diyelim, hayırlı olsun.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Sayın Marmara,

Kitabı alalım mı almayalım mı onu söylememişsin:)

Rüştü kitap aralığı olarak peri mi yerleştirdi:) İlham perileri kitabın sayfaları arasına sıkışmış sanki; fısıldamış da fısıldamış sana:) Ben de bir kitap istesem ondan fena olmayacak:)

Bu arada senin kalemini çok seviyorum ya, kitabı yazmamışsın da yeni bir kitap yazmışsın, maşallah...

Arifâne dedi ki...

Abi, biz bu kitabı okucaz nasipse :)

Bakalım nasip...