Cumartesi, Ekim 21, 2006

Bir Mabet Bekçisinin Bekçisi


Eleştirel anlamda Cemil Meriç’in eserleri, fikirleri, düşüncesi, tercümeleri Dücane Cündioğlu’nun elimize geçen bu yapıtına kadar hakkıyla yapıldığı söylenemez. Cemil Meriç bizim dimağımızda yırtıcı aforizmalarıyla tat olmanın ötesine geçmemiştir. Cemil Meriç’le bağımız “hocaya hayranlık” boyutunun dışına çıkmamıştır. Daha ziyade son on yılda rejimle pürüzler yaşayan belli sağ kesimin istinat mabedine dönüşen bu aydın, bir taraftan da entelektüel arayışlarda bulunan sağ gençliğin fikir durağı olmuştur. Eserleri İletişim yayınlarınca toplu halde basıldıktan sonra, bir kısmı korsan yayıncılar tarafından ticari metaa dönüştürülmesi yoluyla toplamda satışı 300 bini bulan Cemil Meriç eserleri hiçbir zaman toplu bir eleştirel bakışın hedefine oturtulmamıştır. Kısacası üç yüz binlik Meriç okuru, onun düşüncelerini sorgulama yetkisini kendinde görememiştir. Ya mırın kırın etmiş, ya da şatafatlı övgülerinin pirine dönüştürmüştür. Bu açıdan Dücane Cündioğlu’nun bu çalışması takdir edilmelidir. Dücane Cündioğlu’nun söz verdiği Cemil Meriç’le ilgili diğer iki kitabın seyri ne gösterir şimdilik meçhulümüzdür. Burada görüş ve düşüncelerimizi serinin elimizdeki ilk kitabıyla sınırlandırmak zorundayız.

Kitapta edinilecek ilk izlenim yazarın takip ettiği araştırma yöntemidir. Burada gözlemlenen şey, eserin kronolojik bir düzleme oturtulmasıdır. Müellif, Cemil Meriç’in mütercim yönünün kronolojik biz çizelgesini ortaya koymaktadır. Ama bunu yaparken Cemil Meriç’in fikri tezatlarına daha fazla öncelik tanıması ilginçtir. Müellif, kendince vardığı görüşlere, daha doğrusu Cemil Meriç hakkında şekillendirdiği hükme eserinde yer vermez; ama küçük ipuçları biçiminde ifade etmekten de kaçınmaz. Bütün halinde eserde Dücane Cündioğlu’na ait parçalar azdır. Eser Cemil Meriç’ten yapılmış planlı, programlı ve yöntemli alıntıların sıralanması ve bu alıntılar arasındaki bağın dahi Cemil Meriç’in sözleri, ifadeleri ile sağlanması ile dikkat çekmektedir. Yazar tipik bir arşiv tarama metnini önümüze koymuş gibidir. Müellif, bir anlamda okurun, kendi Cemil Meriç okumasına tanıklık etmesini istemektedir. Metodik anlamda eser kendi içinde objektifliği yansıtmaktaysa da, yorumsal ve kurgulama anlamında çalışmanın konumu soru altında bırakılmıştır. Dikkatli bir Cemil Meriç okuru burada şu soruya takılıp kalabilir: bir yorumbilimci olan Dücane Cündioğlu, yorumbilimsel anlamda “niyet”e ilişkin vurguyu nasıl ayarlamaktadır? Galiba bu sorunun yanıtını öğrenmek için serinin diğer iki kitabının yayınlanmasını beklememiz gerekecektir.

Dikkati çeken ikinci bir husus yazarın, okuru Cemil Meriç yazınında ağırlık kazanan belli kavramlara sıkça yönlendirmesidir. Ancak burada dikkati çeken kavramlar kavramsal bütünlüğün anlam kazanmış çeşitli ifadeleri olarak değil, anlam yüklenmiş dönemsel şekilleri (dilim varmıyor, negatifleri diyecektim) olarak görüntülenmektedir. Yorumbilimci için kavramın etimolojik ve epistemolojik varlığının ne denli önemli olduğu biliniyor. Dücane Cündioğlu bunu Kur’an okumalarında gayet büyük bir başarıyla da sergilemiştir. Ancak burada seçilen “Meriçleşen kavramlar” havanın aydınlanması ve kararmasıyla birer yıldız misali bir gözüküp bir kaybolmaktadırlar. Eserde dalından arındırılarak sıralanan bu kavramlar o kadar sönük duruyorlar ki sanki hetmeneotik yöntemin esirleri gibidirler.

Üçüncü nokta, müellifin olgunlukla ifade edemediği, ama izlenilen yöntemin bize rahatlıkla anlattığı Cemil Meriç’in yaşadığı fikri ve düşünsel tezatlardır. Örneğin, Meriç’in Rıza Tevfik’e bakışında olduğu gibi. 1968’de C. Meriç için Rıza Tevfik “mabedi penceresinden seyreden” biriydi. 1976’da “anarşizmle anarşiyi birbirine karıştıracak kadar” gölgeli fikir adamı, 1981’de ise filozof, yani “kelimenin Yunan’daki manasıyla bir filozoftur”. Avam’a ilişkin çizdiği tezatlar, Hilmi Ziya Ülken için sarfettikleri de öyledir. Dönemsel olarak Cemil Meriç yazınında izlenilen farklılaşmaların birkaç tutanağı bunlar. İtiraf edelim: belirtilen bu hususlar tezat mı? Dücane’ye göre öyledir; ya Meriç’e göre? Dürüstlük! Zira söz konusu Dücane tarafından “belgelenen” tezatlar, zaten Meriç’in kendisi tarafından açıklanmaktadır. Yani C. Meriç bunu itiraf ediyor. Şunu söylüyor Meriç: “anlamak için değil kusur bulmak için okuyordum”. Şayet, bir okumada öncelik anlamak değil de kusur aramaksa bulunur elbette. Bu durumda Meriç okuduklarında ne kadar kusur aradıysa, Dücane de Meriç’te o kadar kusur bulacaktır. Ve okur, burada yorumbilimsel anlamda “niyet”i önemsiyorsa, üzgünüm Meriç’i Dücane’den daha samimi bulacaktır. Zira Meriç ayıplarını söylemekte kusur görmez.

Gelelim bütün halinde eserin kendisine. Önsöz’deki şu açıklama çok manidardır: “Çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir dil ve çeviri sorunlarıyla yakından ilgilenmiş, sayısız çeviri eleştirisi yazmış bir “dil sevdalısı” – söylemekten niçin utanayım – bir “dil delisi” olarak, meslektaşım genç Meriç’in adeta kutsal bir metni çevirircesine gösterdiği o muazzam titizlik ve dikkat karşısında büyülenmiş; takdir hislerimi nasıl ifade edeceğimi bilemez hale gelmiştim…” Yanlış anlamadıysak yazar “dil sevdalısı” ve “dil delisi” olarak kendi şahsından söz ediyor. O halde bir “dil ustası” üzerine eser ve eleştiri yazarının bir “dil delisi” olduğunu anlıyoruz. Peki, neden bu eserde okur, “ustayla – delinin” “dil savaşına” tanıklık edemiyor? Oysa Cemil Meriç hakkında ve özellikle de onun mütercimliği üzerine yazmadan önce “dil”, “Cemil Meriç’in dili” ve “Cemil Meriç’in Türkçesi” üzerinde yazmak gerekmektedir. Çünkü mütercim, münekkit ve mütefekkir Meriç her şeyden önce “lisan”dır. Acaba, kendisi bir “dil delisi” olan, yorumbilimci, anlam araştırmacısı ve dil sevdalısı neden Cemil Meriç “dili”nden kaçınıyor? Oysa okurun mütercim, münekkit ve mütefekkir Meriç’i anlaması için öncelikle Meriç’in “dilden anladığı nedir?”, “Meriç’e göre dil nedir?”, “Meriç’in dil anlayışı neye dayanır?”, “Dil konusunda bu denli ısrarcı olan Meriç ne kadar dile hâkim ve dili ne kadar biliyor”, “onun kalemle lekelediği uydurukça Türkçeler ve Osmanlıca sözcükler neyin nesi?” gibi bir yığın soruların yanıtını bulması hakkıdır. Sanki içine düşürülmek istediğimiz mabede havada indirme yapıyoruz. Mabedin “dil yolu” ve “dilinin yolu” kapalı. Bir “dil delisi”nin görevi her şeyden önce dilin yolunu ve dil yolunu açacak “deliliği” göstermesidir. Yoksa biz bu “deli”den ve “deli”likten ne anlarız? Belki, bunun için çıkacak olan son iki “deli gömleği”ni daha denemek gerekir, bilemeyiz ki?

1 yorum:

Adsız dedi ki...

sözcükleri bir samuray kılıcı gibi kullanan her yazarın önünde saygıyla eğilirim..harika bir eleştiri okudunuz sayın okurlar...tebrikler sevgili marmara...o kılıcı hiç bırakmayın elinizden