Dali’nin bilmecesine geri dönme zamanı gelmiştir.
Salvador Dali’nin dünyaya bir yanlış sonucu geldiğine inanıyorum. Bu yanlışlık ne Tanrı’ya, ne kadere, ne de anne ve babaya bağlanmalıdır. Bu yanlışlık Dali’nin sorunudur. Dali ters koşuya çıkmış bir ressamdır. Ama çizim yapmaz Dali; bu yüzden de bir ressam olduğundan emin değilim. Daha çok bir büyücü, bir şarlatan veya bir abartıdır. Burada kelimelerin hiç biri bildik anlamlarını karşılamıyor: ne büyücü, ne şarlatan, ne de abartı. Çünkü kendi anlamları içinde Dali bunların hiç biri değildir veya bu kelimeler sözlük değeriyle Dali’ye yakıştırılamaz. Bu yüzden Dali’yi anlatmak için bu tabloyu seçtim: "Kendi Bekaretiyle Ters İlişki İçinde Bakire, yapım yılı 1954."
Aslında bu bir tablo değildir. Bir resim, bir bakire de değildir. Yapım yılı da yanlış yazılmıştır. Bir sanat eseri olarak değeri sıfırdır. Resim için kullanılan özgürlükçü, sembolikliği aşmış, fırçanın aşkın gücü gibi ifadeler bayat sözlere pür dikkat aşina kesilmiş bir takım beyni yarım yamalak transite geçmiş sanat araştırmacılarının uydurmasıdır. Sanat araştırmacısı sadece resmi dikizler. Gizlice, bir mistik meditasyon yöntemiyle tabloyla sevişir, beyninin derinliklerindeki sperimsi üreme kategorilerini resimle gözleri arasındaki boşluğa akıtır. Rahat, ama cünûp bir beden ayrılmasıyla ondan ayrılır. Bu yüzden Dali’yi bir sanatçı, bir ressam, resimle iştah salgılayan bir araştırmacı anlayamaz. Dali’yi ben anlarım. Çünkü cesareti olmayan tek kalem erbabı benim. Cesaretim olmadığından dolayı, sanatın harem odasına hadım olarak girip çıkabilirim. İşte, Dali’nin, kendi bekaretiyle ters ilişki içine soktuğu bakirenin odasında hadım olmanın verdiği cesaretsiz bekleyişle size gerçeği sunmak niyetindeyim.
Bu, kalçası, resme bakan herkesin dikkatine göre ayarlanmış Bakire, aslında bir fahişedir. Bu yüzden resmi zihnimizde ters çevirmeliyiz. Bu durumda bakirenin yüzünü, göğüslerini, göbeğini, diz kapaklarını ve hatta vajinasının üst kısımlarını göreceğiz. Hayır, göremeyeceğiz. Ters çevrildiği vakit, yani yüzünü bize döndüğü sırada bakirenin çıplaklığı kaybolacaktır. Üzerini bir örtü kaplayacaktır. Dolayısıyla iki durumda da sanatçıyı ve resmi seyreden kişiyi yanıltmış oluyor Dali ;kendisini görmeye geleni atlatmış oluyor. Dali, bu anlamda ressam değildir, büyücüdür.
Aslında bu bir tablo değildir. Bir resim, bir bakire de değildir. Yapım yılı da yanlış yazılmıştır. Bir sanat eseri olarak değeri sıfırdır. Resim için kullanılan özgürlükçü, sembolikliği aşmış, fırçanın aşkın gücü gibi ifadeler bayat sözlere pür dikkat aşina kesilmiş bir takım beyni yarım yamalak transite geçmiş sanat araştırmacılarının uydurmasıdır. Sanat araştırmacısı sadece resmi dikizler. Gizlice, bir mistik meditasyon yöntemiyle tabloyla sevişir, beyninin derinliklerindeki sperimsi üreme kategorilerini resimle gözleri arasındaki boşluğa akıtır. Rahat, ama cünûp bir beden ayrılmasıyla ondan ayrılır. Bu yüzden Dali’yi bir sanatçı, bir ressam, resimle iştah salgılayan bir araştırmacı anlayamaz. Dali’yi ben anlarım. Çünkü cesareti olmayan tek kalem erbabı benim. Cesaretim olmadığından dolayı, sanatın harem odasına hadım olarak girip çıkabilirim. İşte, Dali’nin, kendi bekaretiyle ters ilişki içine soktuğu bakirenin odasında hadım olmanın verdiği cesaretsiz bekleyişle size gerçeği sunmak niyetindeyim.
Bu, kalçası, resme bakan herkesin dikkatine göre ayarlanmış Bakire, aslında bir fahişedir. Bu yüzden resmi zihnimizde ters çevirmeliyiz. Bu durumda bakirenin yüzünü, göğüslerini, göbeğini, diz kapaklarını ve hatta vajinasının üst kısımlarını göreceğiz. Hayır, göremeyeceğiz. Ters çevrildiği vakit, yani yüzünü bize döndüğü sırada bakirenin çıplaklığı kaybolacaktır. Üzerini bir örtü kaplayacaktır. Dolayısıyla iki durumda da sanatçıyı ve resmi seyreden kişiyi yanıltmış oluyor Dali ;kendisini görmeye geleni atlatmış oluyor. Dali, bu anlamda ressam değildir, büyücüdür.
Bu duruma biraz açıklık getirelim. Ne de olsa harem odasında olup biteni izleyen benim.
Dali bir erkektir. Bir erkeğin bir bakireyi izleme olanağı yoktur. Bakirelik, gizli kalmayı sorumluluk olarak almaktır. Gizli kalmanın sorumluluğuna tabi tutulmuş bakire, kendi bedenine olan aidiyetini kaybetmiştir. O, başkası için kendi bedenini gizlemekte ve korumaktadır. Tabloya dikkatle bakan biri, bakirenin bedeninin kime ait olduğunu anlayacaktır. Tabloda bakire bir dinsel kurban töreninin içinde bulunuyor. Gözlerini ufka doğru karalan bulutlara, hafiften yukarı doğru çevirince beyaz görüntü alan bulutsu sis artıklarına ve tepesinde aydınlanan mavi gökyüzüne dikmişti. Bir kurban töreni için kurbanın hangi güçler adına bekâretini gizli tuttuğunun kutsal anlamı tabloda verilmiştir. Bakire, başını hafif sol omuzu üzerine eğerek, sırtına doğru dalgalanan saçlarıyla yüzünü törene katılanlardan gizleterek, bulutsu sis örtüsüyle mavi gökyüzünün ayrıldığı alana bakmaktadır. Bu, bakirenin geçiş anını; yani bedeniyle gizli olan arasında tuttuğu sorumluluğu terk ettiği anı yansıtmaktadır. Dali, kurban törenini bir kapı aralığından tabloya aksettirmektedir. Aslında aksettirme işlemini kapı aralığından değil, kapının boşluğa doğru çizimlendirildiği bize doğru karanlıklaşan ve zemini kızarık gözüken “ev”den yapmaktadır.
Dali bir erkektir. Bir erkeğin bir bakireyi izleme olanağı yoktur. Bakirelik, gizli kalmayı sorumluluk olarak almaktır. Gizli kalmanın sorumluluğuna tabi tutulmuş bakire, kendi bedenine olan aidiyetini kaybetmiştir. O, başkası için kendi bedenini gizlemekte ve korumaktadır. Tabloya dikkatle bakan biri, bakirenin bedeninin kime ait olduğunu anlayacaktır. Tabloda bakire bir dinsel kurban töreninin içinde bulunuyor. Gözlerini ufka doğru karalan bulutlara, hafiften yukarı doğru çevirince beyaz görüntü alan bulutsu sis artıklarına ve tepesinde aydınlanan mavi gökyüzüne dikmişti. Bir kurban töreni için kurbanın hangi güçler adına bekâretini gizli tuttuğunun kutsal anlamı tabloda verilmiştir. Bakire, başını hafif sol omuzu üzerine eğerek, sırtına doğru dalgalanan saçlarıyla yüzünü törene katılanlardan gizleterek, bulutsu sis örtüsüyle mavi gökyüzünün ayrıldığı alana bakmaktadır. Bu, bakirenin geçiş anını; yani bedeniyle gizli olan arasında tuttuğu sorumluluğu terk ettiği anı yansıtmaktadır. Dali, kurban törenini bir kapı aralığından tabloya aksettirmektedir. Aslında aksettirme işlemini kapı aralığından değil, kapının boşluğa doğru çizimlendirildiği bize doğru karanlıklaşan ve zemini kızarık gözüken “ev”den yapmaktadır.
Dali’nin bakirenin yüzünü bize doğru çevirmesi anlamsız olurdu, o zaman tablonun yapılmaması gerekecekti. Veya boşluğa bir kapı resminin dikilmesi şart olacaktı, bu durumda da kapının kapatılması muhtemeldi. Kapalı bir kapının tablo içinde bir anlamı olmazdı. Dali kapısını açık tutan bir ev sahibidir.
Kurban törenine ve kurbana geleceğiz, ama önce evi konuşmalıyız. Ev’i Dali’den kiralamak zorundayız. Kiralık ev sahibi konumuna düşmeliyiz. Ev’in kiralık zeminine koltuk çekip, evimizin tadını çıkartmalıyız.
Ev nedir?
Ev sığınaktır. Eğer, Dali’nin kurban törenine eşlik edeceksek, hepten dünyaya ait olduğumuza inanmamamız gerekecektir. Dali resimde filozof Platon’dan öte birşey değildir. Dali, ruhlar dünyasıyla maddeler dünyası aralığında idealist duygularla dolduruşa gelmiş boyalarla oynamayı seven bir çocuktur. Hayallerinde inancını renklerle beyaz kağıtlara karalamak vardı. Dali, Platon’dan daha fazla dünyalıdır. Platon bir evde yaşadığını zaman zaman unutuverir, ama Dali evin içindedir. Dali dünyaya sığınmıştır, ama dünyalı olmadığını söylemektedir. Dali’ye göre, insan elinde fırçası ve bohçasıyla birlikte Şeytan tarafından cennetten kaçırılmıştır. Adem ve Havva’nın nikahı günaha dayalıdır, bütün yeryüzü buna şahidlik yapar. Tanrı’nın bildiği bu kader, insan tarafından onaylanınca tarih rakamlarla sayılmaya başlanmıştır. Ama insan pişmandır ve Tanrı adildir. Kaybedilmiş şey hakedene geri verilecektir. Haketmenin kuralı gizli kalmanın sorumluluğunu almaktır. Bakire kalmak, Şeytanın etkisini azaltır, dünyanın kapısını gökyüzünün mavi derinliğine doğru açar. Tanrı için bedenin kurbanı gerekecektir, gizliliğin sorumluluğu geçişte sahibine teslim edilecektir. Dali yaptığı resme vahiy görüntüsünü süs olarak eklemiştir.
İtiraf etmeliyiz, Dali, basit göstergelerle süslü dini törenler yaparak ruhlarını arındıran ilkel toplumların inancına sahiptir. Dali, insan gözünün aynasını süsleyen şamana tabi bir putperesttir. Putperestlik, dinsizlik değildir ; Tanrı’yla kendi varlığı arasına bakire kurbanlar tayin etmektir. Her şeyin sırrı sınırların ötesinde aranmaktadır. Arınmak için sınırları aşmak, ötekinin aracılığıyla kutsala varmak gerekecektir. Dali’nin sınırında bir kapı bulunmaktadır: Kapısız bir kapı, öteye ve beriye açık bir duvar.
Pervasızca kendi gemisinin dümenini inzivaya çeviren kapitan buzdağına çarparak boğulmak üzeredir. Ama ölüm bir soru değil, cevaptır. Evinin karanlığından kopup kapıya doğru yönelmiş sorulara verilecek tek cevap. Bir el sürekli zile basmaktadır. Kapı girişine tayin edilmiş bekçinin bakireliğini koparıp almak için, ev sahibinin nabzını sonsuza doğru çekmektedir. Ölüm bir başkasının bedenine musallat edilerek sertliği giderilmekte, tatlı duygusunun hayaliyle okşanarak ona alışılmaktadır.
Evin zeminine çekilmiş kızıl boya, toprağın siyah rengi altında ateşi solukladığını gösterir. Toprağın siyah rengi ise ateşin dumanı olarak duvarlara ve tavana çekilmiştir. Karanlıkla kızıllık arasında ölümün koridorlarını terkedip sonsuzluğa giriş yapan ruhun önünde siyah bulutlardan örülmüş cehennem ağı, bulutsu sislerle kaplı araf, dağınık bulutların arkasında parlayan mavi cennet aşkı gülümsemektedir. Bakire çıplaktır, çünkü ölüdür. Ölü kendi çıplaklığı için savunmasızdır. Toprağa gömülmediği için ruhu bedenine doğru eğik, bir kaygı içinde endişededir. Toprağa sunulduğu an hakettiğini alacaktır. Bakire gördüğü dünyaların hangisine ait olduğunu bilmemektedir. Ruh bedene kapanmış dünyasal bilgeliğini yitirmiştir. Hazların yörüngesinden çıkıp, sorusuz, bütün bir cevap olan dünyanın kapısından üç farklı yöne doğru sarkmaktadır.
Göstergelerin inanılmaz ağırlığını farkeden Dali, zaman zaman geçiştirmeler yapar. İnsanın gözünü hayale doğru uzama çeker. Gözle resim arasındaki mesafeyi doldurur. Üst üste gelen etkileyici şoklarla hayali beyne doğru dağıtır, uzay zaman boşluğunu ele geçirmenin kahraman edası içinde zaferini ilan eder. Bu; ressamın illüzyonist gücüdür. Ressamla kurulan ilişki resme dayandırılmaktadır. Resim nötrdür. Ressam kendisiyle izleyici arasına resmin nötr olarak hiçbir yük taşımayan ve elektrik almayan yansız yapmacılığını koymaktadır. Resmi anlamak, resme yönelmek, resme doğru eğilmek, resmi izlemek hiçbir mana içermemektedir. Ressam sihirselliğini resmin illüzyon sunumuyla izleyicinin mantığına buruk, ezik, bütünlüğü parça halinde çalınarak yıpratılmış şiirselliği yamamaktadır. Resim; değeri etkisiz devimsizliği içinde bakışa dayalı tutkunun açılıp kapanmasıyla kıpırdanan sanal varoluş kipidir.
XV. yüzyılın sonunda Avrupa karma dünyanın hırsızlığını yapmaya koyulmuştu. Haçlı savaşları kilisenin itibarını yok etti. Derebeylerin gözüpek ve sinsi hırsları duraklamaya başladı. İnsanlarda bir özlem arayışı pekişti. Parçalanmış İtalya ve Almanya, savaşan Fransa ve İngiltere, zengin olmak hayaliyle çırpınan İspanya ve Portekiz, ihtiyar Avrupa’nın tabanını kazımaktalardı. Papa’nın kolları kırılmaktaydı. Gösteriş, süs, çeşitlilik, farklılık Avrupa insanının beyin ritmini hızlandırdı. “Bireysel yetenek” denilen bir kavram doğdu. İnsan herşeyin merkezine doğru yuvarlanmaya başladı. Rönesansın getirisi Tanrıbilim karşıtı humanizma öğretisiydi. Yüzyıllardır atalete uğrayan insanlık, doğa gibi mevsimlerin güdüsünü algılar olmuştu sanki. Kendine en yüce vasıfları aramaktaydı. İnsan ilahi neşvenin en hazin, en dinamik, en değerli, en samimi, en güçlü ve de en komik melodisiydi. Tanrı onun için parlatmıştı kainatı. Ve kainat varoluş sırrını insanda taşımaktaydı.
Bu diriliş şarkılarıyla uyanan resim yeni simalarla tanıştı. Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Rafaello ressam güruhunun en büyük peygamberleri. Ufukları alabildiğine geniş, tefekkürleri ince ve gösterişli. Da Vinci’ye göre, bilginin tek gerçeği resimdir. “Resim gölgedir”. O halde gerçek gölgedir. Hakikat kendi ışınlamasını gölgede tezahür ettirmektedir. Gölge bir ışık oyunudur, ressam oyunu seyreden bir çocuk. Da Vinci, Hristiyan inanç örtüsünün üzerine Eski Grek ilhamını gerdirir. Sadık bir Platon hayranlığıyla iş görür. Resmi, metafizik bunalımın sınırına oturtur. Gerçi metafizik Hristiyanlığın belkemiğidir. Hristiyanlıkta güçler ayrımı katı ve keskin sınırlara çekilmiştir. Da Vinci, resimdeki metafiziği avamı bir üslupta aydınlatır. Nesnelerin ve evrenin ruhu doğanın kusursuz biçiminin ayrılmaz terkipleri olarak fırça altına alınır. “Dünyayı matematikle anlayabiliriz”, diyor Da Vinci. Gölgeleri, sayıların sıralanışında yakalamak mümkündür. Bir dansın hafızalara çöken etkisidir gölgeler. Hem var, hem yokturlar. Resim, bu mistik hayallerin trajik ürünü. Yapayalnız, tenha, özgür...
Rönesans resminde çoğulculuk hakim. Dünya bir savaş alanıdır, ama insan kurtuluşu aramalı. Güçlü bir tutku, sarsılmaz inanç, mücadele eden ruh felâha erecektir. Rönesans sonrasında resim iyice dünyaya kayar. Din ile yollarını ayırır, laikleşir. Dünyasalın çizimsel serüveni XIX. yüzyılın sonuna kadar sürer. Ama bundan hoşlanmayanlar olacaktır. Dali gibi. Dali düşsel arayışını resme aktarır. Realist ilhamı sürrealist değerlerin boyası altına düşürür. Gölgeler oyununa geri döner. Ama, bu gölgeler gerçektir. Dünyalı değillerdir, dünyaya aitlerdir. Dünyanın itişip kakışmışlığında geri plana düşürülmüşlerdir. Bakire bir varlık gibi karanlıkta yaşamaktalar. Onları ele geçirmek için daha karanlık ortamlara girmek gerekecektir: Dali’nin evini kiralamak gerekecektir.
Evin içindeyiz. Melodi ve trajedi iç içe. Düş açıcı bir sessizlik, yoğun ve kopuk bir hayat. Bu dargın ve küskün zaman aralığından öteyi dikizliyoruz. Bir bakirenin çıplak büyüsü kapı aralığında dondurulmuş adeta. Dali önce şehvet boyamacılığı yapar. Çıplaklığı inceltir, erotizmi beynimize sızdırıyor. Kendisini boşluktan aşağıya bırakacağını düşünmesek, çoktan tecavüze kalkışmıştık bile. Bu kadar acımasız olmayalım. Bakireliğin sanallaştığı bir dünyada resmin ırzını koruyalım. Ama, o da ne? Bizim kaçındığımız eylemi bakire kendisi gerçekleştirmekte. Kendi bekaretiyle ters ilişki içine düşmüş. Bekaretini ufuktan sarkan bir güce deldirmekte. Bakire, Meryem Ana pozisyonu almaktadır.
Bakire, kollarını bulutun sınırı düz bir çizgi gibi kesip geçen katılaşmış, duvarlaşmış yoğunluğuna dayamıştır. Kapıyı ortadan kesen demir hat tel tel kırılmış, bakirenin eteğine sarılmış bir elbisenin açılan uçları gibi dalgalanmıştır. Bekareti koruyan tel örgüdür adeta.
Korkuyla dağınıklık arasında dalgın bir bekleyiş var. Karanlık ve çözülemeyen bir durgunluk. Resmin boyasal gücü tıkanık bir yaşamı aydınlatmaktadır. Fırça fazlaca suya batırılmış şeffafsı bir beyazlığın derinliğini yansıtmak için iş görür kılınmıştır. Kullanılan bütün renkler bir tek rengin çeşitli boyalarla bulaşımı olarak sahneye çıkmıştır. Ressam boyasal çeşitliliği daraltarak, yeteneğini sergileme girişimindedir. Bakire kocamış bir ağaç gibi eğik, dallaşmış ve budamıştır. Acı bir ürkeklik, sırt dönülen bir dünya, umursamaz bir eda.
Boyalar bir sıkıntıyı yansıtmakta. Yüzü karanlık dünyanın realitesinden kopup gelen sıkıntıyı. Her tablo bir aydınlık özlemi içinde. Tablodaki yüzler sonun başlangıcını yansıtmaktalar. Tükenmiş, bıkmış, unutmuş, kaybolmuş, bu dünyanın ötesinde süren yaşamlar. Kıskanç, yaşama dönük, özverili, neşeli, arzulu, tasarımcı, iş yorgunu tipler değiller. Büsbütün alışılmışın dışındalar. Fakat alışılmamış da değiller. Yabancıdırlar, yabancılardır. Hemen hemen hiç birini tanımıyoruz. Aidiyet sorununu kafaya takmamaktadırlar. Tek sorunları vardır: huzur. Yani kutsal gebelik.
Dali, koca bir başıbozuklar ordusuyla uğraşmaktadır. Delme-çatmalar, deliler, ayarsızlar, mustaripler, yersizyurtsuzlar, miskinler ve daha niceleri. Yaşamın kendi yolu üzerinde görmek istemeyip, kaldırımların köşelerine silip attığı, toprakla asfalt arasındaki ince ve kaba sınıra yamuk taşlar gibi çektiği, üzerleri sürekli pisletilen mutlak değersizler. Dali’nin bakiresi hiçbir sadistin içini açmaz. Yüksek ahlaklılık denilen zırvalığın putlaşan kategorilerinden kaçıp, kapısını anne ve babaların müdahalesine kapatıp, yarı korku ve yarı utangaçlık içinde müstehceni görmek merakıyla vesveseli bir tedirginlik yaşayan orta okul talebesi dahi bu resme pornografik bir çağrışım yaptığı gereksinimiyle bakmaya tenezzül bile etmez. Çünkü duygu kışkırtıcı hiçbir iz taşımamaktadır.
Sorun ne özgürlük, ne de varolmaktır. Sorun yok olamamaktır. Bitirememek, çekip gitmekte tereddüt etmek, kararsızlıkla boğuşmaktır. Sevimsiz hayaletler gibidirler. Hem küskündürler, hem küstürücüdürler. Küsmekte ve küçümsemektedirler. Sağlam ayara benzemezler. Karanlık dünyadan kaçıp gelmişlerdir. Bir önceki vatanları cehennem. Bir sonrakinin de aynısı olmayacağı ne malum? Bu yüzden bakire a..-g... dağıtmıştır.
Ne garip? Dünyanın gezegenler arası tren yolculuğu ne zaman sona erecek? Güneş kendi kalbini ne zaman öldürecek?. Meteorlar akılsız ve aptal taşlara benziyorlar, aksi halde bir araya gelip bir hançer gibi çoktan Güneşin kalbine sokulmuşlardı. Yerçekimi denilen esaret ne zaman son bulacak? Ay neden bir bunak gibi dönüyor kafamızda? Neden büyüklerimizin evrensel ve milyon yıllık saklı gerdek arşivlerini açmıyorlar? Ve neden nedenlerin sonu gelmiyor? Kimin umurunda trajedi ve upuzun ıssız yolculuklar? Ve bakire neden kilotlu çorap giymiş?
Sutyen ne zaman keşfedildi, bilemiyorum. Muhakkak bir erkek icadı olmalı. Her erkeğin kafasındaki kadın aynıdır. Trafik kurallarıyla sıkı sıkıya denetlenmiş, tek şeritli yol gibidir. Göğüsler ve göbek altı en tehlikeli virajlar. Denetim gücü yüksek ve yoğun. Bir kadın bedeninde zapt edilemeyecek en ufak bir taşkınlık yoktur, olamaz da.
Ya erkek? Her şeyden önce bedensel kalıbı oldukça ağır ve fazla. Çift başlı ve görüntü olarak çirkin. Sanıldığı kadar da temiz değillerdir. Ve erkeğin bakirliğinin kanıtsallığı zor.
Bu yüzden kadın, bu yüzden bakire. Seçim her zaman için dişi cinsten yana. Kullanışlı ve değerli bir öğe. Vazgeçilebilecek en son şey. Aslında savunmasız olan erkeklerdir, çünkü savunulacak hiçbir şeyi yoktur. Canı sıkılmadan bir gün bile geçiremez. Değişim, onun için alınabilecek en iyi uyuşturucudur. Doğaya karşı dengesiz bir yapı. Ölene kadar çoğalabilen tek canlı. Öldüğü zaman bile canlıdır. Aslında erkek ölmez, tarihi anlamak bu yüzden kolay.
Dali’nin seçimi olağanüstü değildir. Hatta, düşüncesizcedir diyebilirim. Bekaret bir isim sorunu. Kadınsı bir önisim. Pek kullanılmaz, ama unutulmaz da. Dali’nin Da Vinci’den farklı duruşu burada. Dünya matematik olabilir, ama bu karmaşık denklemi kadın bozmaktadır. Kadın sayı değildir. Ezberlenemez. Bir basamaklı piramidin gölgesi gibidir. O halde ışıktır ve “resim gölgedir”. Ressam kadınsız yapamaz. Kadınsız resim ütopyadır.
Çizgileri daraltalım. Gözlerimizi belle diz arasını kaplayan kayıpsı beyaz görüntü üzerinde yoğunlaştıralım. Dali’nin sürrealizmi burada saklı.
Hayatı öykülerle besleyemeyiz. Kalçalara gerildikçe beyazlaşan kilotlu çorabın söküğünü aramalıyız. Hayaletleşen bacakların kutsal olup olmadığını keşfetmeliyiz. Ressama renkleri sormalıyız.
Aslında bütün ressamlar ve resim sevenler ucuz birer renk tutkunudurlar. Doğanın renklerden ibaret olduğuna inanmak mitolojiyi kanıksamak olurdu. Doğa yasalarca dizayn edilmiş değildir. Doğa mutlak yasasızlıktır. Ama yasaklı bir tılsıma sahiptir. Aslında doğa basitten birleşiğe doğru katmanlaşan ham madde deposu da değildir. Doğa başlı başına bir çaresizliktir. Yerleşik bir konuktur. Bütün bir eksikliktir. Doğa aptalca bir inançtır. Boyalı, sahte, karmaşık bir inanç: Mezhepleri dört mevsim.
Renklerin bir değeri olsaydı doğa kutsanmaya değerdi. Renkler rahatsız edici ve bulaşıcı ışık taneleridir. Güneşin sonsuz atmıkları. Güneş, yani koca bir ateş topu. Öteki ismi cehennem olabilir. Devinerek kendi kendini yok etmekle çırpınan bu deli gezegenin her intihar girişimi dünyada harikalar yaratmakta. Güneşin intihar tutkusu olmasaydı, dünyanın renkli neşesi olmazdı. Saçmalık bunun neresinde? Her yerinde. Biz, Güneşin ölüm denemeleriyle hayat bulan dünyalılarız. Bir insanın değil, devasa bir kürenin bunalımından mutluluk duymaktayız. Renkler bu bunalımın tıp bilimsel belirtileri. Ressam teşhisçi. Banal inançlar uğruna kurbanlar sunan keşişler. Güneşin aşktan ateş saçtığına inanmayacak kadar bilge olduğumuzun farkına varmadılar mı acaba? Ne dersiniz, iğrenç bir espri mi yapmaktayım? Espri kelime olarak ruha çağrışımda bulunmakta. Büyük ruhsuzluk çukurunda yaşadığımız için, bırakın da iğrenç olalım.
Bilim adamları, büyük uzay gemisi Habıl’ın gökyüzünde mucizeler yarattığından bahsetmekteler. Bu çarpık robot kuşun, dünyamıza ulaştırdığı vahiyler sonucu bilim, Güneş hakkında kesin bilgiler kazanacakmış. Sizlere ciddi gelebilir, ama ben bunun tam bir saçmalık olduğuna inanıyorum. Neden derseniz cevabım şu: Eski Yunanlılar, dünyaya güvenebileceğimizin kanıtı olarak bilgiye ihtiyacımız olduğunu söylerlerdi. Modern çağ bu güveni kazanmış olmalı ki şimdi evrenin güvenirliğini kanıtlamanın peşinde. Benim için Habıl evrenin rahmine yapışıp çoğalmaya çalışan insan spermasından öte bir şey değildir. Savaş güven içinse eğer, ressamları kutsal insanlık davasına hizmet ederek idam etmemiz gerekecektir. Çünkü onlar güven sorunu yaşamayan tek varlıklar. Aramızda dolaşan ve bizi kandıran uzaylılar. Renklerin ateş kokan gücüne güvenmemizi isteyen sahte peygamberler.
Aslında dünya kapkara. Renksiz ve sakin. Dali bu sükunet içinde oturmakta. Odanın karanlığını ve zeminin kızarıklığını anlayabiliriz sanırım. Dali’nin Habıl’ı; kapı aralığından uçuşa kalkmak üzere olan bakire. Büyük bir proje. Tasarım ve sanatsal olarak olağanüstü. Sürrealist. Baylar ve bayanlar Güneşe yolculuk an meselesi.
Uzay gemilerinin kalkışını bilirsiniz. Çok yüksek bir basınçla ateşi yerin göğsüne üfürerek havalanmaktalar. Ulaştıkları yüksek hız gemiyi yerçekiminin kontrolünden çıkartmaktadır. Kontrolsüzlük gerçekleştiği ana kadar, bu demir kemikli yapım kıçından ateş çıkararak yol alır. Şimdi, Dali’nin resmine göz atın. Bakirenin bir uzay gemisinden ne farkı var? Dünyanın lanetini toprağın yüzüne vurarak topuklarını havaya dikmiş. Dünya; uğradığı tecavüzden yüzü kızarmış. Fahişe kılıklı bu dilberin terbiyesizliği başka türlü dayanılır gibi değil. Toprak suskun ve sakin. Öfkeli, ama intikam; niyetinde değil. Dali, bu samimiyete güvenerek huzurlanmaktadır. Dali’nin huzurunu, çizdiği resmin ahenkselliğinden yakalayabiliriz. Genel bir tanımlamayla buna dışlama denilebilir. Dışlama eylem değildir. İsyan, karşı koyma olarak algılanamaz. Aksine, dışlama kabullenmeyle gerçekleşebilir ancak. Dışlamada gurur güdüsü devreye sokulmaktadır: Şımarık bir edayla dayatmanın sert ve disiplinli tavrını hafifletmek. Kabul etmek, ama günah çıkartmayı reddetmek. Dışlama tuhaf bir kişilik türüdür. Dali’nin dışlaması taşlamaya dönüşmüştür. Realitenin sürrealist fırça darbeleriyle taşlanması.
“Kim” sorusu ahlakdışı bir sorudur. Birisinin kimliğini istemek tipik bir ele geçirme yöntemidir. “Kim olmak” insanın sonradan edindiği bir fiil türüdür. “Kim”; dayanılmaz bir çirkinliktir. Kim; kendi başına kimsesizliktir. Kim; öldürücü bir zahirdir. “Ben”in ele geçirilmesi, yıpratılması, ırzına geçilmesi için devreye sokulmuş yapay söz makinesi. İnsanın milyon yıllık savaşı.
Sürrealizm; bir sanat sado-mazoşizmi. Ressam kırbaççı. Realiteyi kamçılar durur. Görüntüye karşı alınan tavır, mevcut olanın biçimini, bozarak onarmaktır. Mekanı dışlama, zaman değerlerini kaybetmek ve bu ortamda iş gören varlığın rengini bozmak. Resmi gizletmek sürrealizmin mesleği. Dali’nin neden ressam olmadığı sanırım anlaşılmaktadır.
Dali’nin dünyası çok çetrefilli. Neyin ne olduğu hiç belli değil. Bulanık suratlar kendi renklerinin değersizliğini haykırmaktalar adeta. Ama yine de kendilerini renklerin ötesine götüremezler. Çünkü renk, gerçek anlamda onların varoluşunun tek kaynağı. Sürrealizmin realizmi olarak: Renk. Dünya ; renklerin, renklilerin dünyasıdır. Rengi olmayan, renklendirilemeyen bir şey, yok demektir. Dali’nin komik ve gülünç bir Platon taslağı olduğu ortadadır.
Resim yapan bir filozof”.
2 yorum:
kuyu.
kara ve derin.
Allah razı olsun...
Yorum Gönder